Büyük sinema ustası Yılmaz Güney, Yılmaz Güney olmadan önce Yılmaz Pütün’dü, yağız bir delikanlı. Adana’nın Yenice köyünde doğmuştu 1937 yılının Nisan’ında, Irgatbaşı Hamit’in oğlu olarak. Yedi kardeş içinde bir o sivrilecekti, yoksulluğun, ezilmişliğin, horlanmışlığın çemberini kırıp, Türkiye sınırlarını aşan bir üne kavuşarak. Gencecik yaşta ırgatlara suculuk, çapa çekiminde atçılık, pamuk toplayıcılığı, bağ bekçiliği ve gazoz satıcılığı yaparak, yaşam savaşı vere vere ortaokul ve lise öğrenimini Adana’da tamamlamıştı. Film şirketlerinde çalışa didine, Gaziantep, Elazığ, Mardin, Diyarbakır yörelerinde, ilçe ilçe, köy köy dolaşıp durmuştu, yurt gerçeklerine bata çıka.
Yılmaz Güney’le, yani Yılmaz Pütün’le 1956 yılında tanıştım mektuplaşmalar yoluyla.
İlk atılım ondan gelmişti, çok sevdiğini söylediği “Yeni Ufuklar” dergisini çevresine tanıtıp, sevdirme yolundaki önerisiyle.
Yılmaz, daha lisenin ikinci sınıfındayken okulun duvar gazetesine öyküler yazma isteğine kaptırmıştı kendini, kişiliğini ispatlama kaygısı içinde. İlk öyküsünü duvar gazetesine koyduramaz solculuk kokuyor diye. Hasta karisini kente götüren, parası olmadığı için vizite karşılığı doktora tavuk vermek isteyen bir köylünün öyküsüydü bu. Olacak şey miydi bu? Sosyalizme çalan bir yoksulluk edebiyatına kapı açılıyordu düpedüz. Okul yönetimi buna izin veremezdi. Oysa o günlerde sosyalistlik nedir, sol cephe nedir, solculuk nedir bilmiyordu Yılmaz delikanlı. Ama Türkiye gerçeğinin sınıfsal çelişki ile ilgisini duymuştu iliklerinde. Çünkü içinde yaşamıştı bu çelişkinin. Adana’da öyküler yazmaya başlamıştı bile. Üç arkadaştılar Türkiye gerçeklerine sanat yolundan değinmeye can atan, kişiliklerini ispatlamaya çalışarak. Şair Nihat Ziyalan, şair Özdemir İnce ile bir üçlü beraberlik kurmuştu Yılmaz. Aralarında toplanarak “Varlık” dergisini, “Yeni Ufuklar”ı, “Pazar Postası"nı izlemeye başlamışlardı.
Bir konuşmasında (“Yılmaz Güney Dosyası”, Altan Yalçın) şöyle diyecektir Yılmaz, dostluğumuza açılan kapının eşiğinde:
“Daha önce boş bir adam sayıyordum kendimi.
Oysa artık koltuğumun altında “Yeni Ufuklar” taşıyan ve bundan gurur duyan bir adamdım.
Sonra hikâyelerim yayınlandı. İlk kez kendime güven duydum: Hikâyeci Yılmaz’dım.”
Yılmaz, “Yeni Ufuklar”a duyduğu yakınlığı yeterince ispatladı bana Adana’dan yazdığı mektuplarla.
Derginin bir çeşit gönüllü tanıtıcılığını üstlendi durdu iki yıl boyunca.
Bana yolladığı mektuplardan birkaçını birlikte okuyalım:
Adana, 12 Haziran 1956
Sayın Vedat Günyol,
Dergiyi ve kitapları aldım. Çok çok teşekkür ederim.
Derginin bu sayısından 10 tane göndermenizi rica ederim. Burada isteyenler var.
Abone yapmak istiyorum. Kaçamak yapıyorlar. Her ay 10 tane gönderilmesi...
Dergiye yeni yılında başarılar dilerim.
Hürmetlerimle
Yılmaz Pütün
Darfilm, İnönü Cad. 123. Sokak No. 56, Adana
⚫
Adana, 8 Aralık 1956
Vedat Abi,
Dergileri bugün aldım. Ben bundan evvelki bir yazımda 50 tane gönderilmesini yazmıştım. 40 tane geldi.
Bu kez de 30 tane geldi. Acele 20 tane daha postalamanızı rica ederim...
Size sık sık yazmak istiyorum. Ama işlerim o kadar çok ki: Darfilm’in muhasebesini tutmaktayım.
Ayrıca derslere çalışmak zorundayım. Ankara Hukuk Fakültesi’ne kayıtlarımı yaptırdım. Fırsat buldukça da okuyorum.
Abi, sizi bazan düşünüyorum. Nasıl anlatayım: El, kol, vücut olarak değil. Bir biçim veremiyorum zaten size.
Kaç yaşında olduğunuzu bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey iyi bir insan oluşunuzdur.
“Yeni Ufuklar” için her şeyi yapmaya hazırız...
Daha çok yazamıyorum. Patron derdi. Yanımda konuşuyor.
Hürmetler Abi
Yılmaz Pütün.
⚫
Adana, 16 Ekim 1956
Vedat Abi,
Abi dememi hoşgörün. Yakın bulduklarıma hep böyle derim. Nihat tifoya tutuldu. On gündür yatıyor. Şimdilerde biraz iyice.
Dergi gönderilmesi için yazmış size. Bekliyoruz. Nihat 40 demişti. Siz 50 yolladınız.
Ben bu yakınlardaki kentlerde bulunan arkadaşlara mektup yazdım. Cevap alamadım daha.
Onlarında kendi çevrelerinde çalışacaklarını sanıyorum.
Burada Şükrü Tekbaş her ay biraz yardımda bulunacağını söyledi.
Biz de elimizden geleni yapacağız...
Hürmetler Abi
Yılmaz Pütün
⚫
Adana, 28 Haziran 1957
Abi;
Bugünlerde sosyal sürrealizm dediğim denemeler üzerinde çalışıyorum.
“Pazar Postası"nda çıkan “Mavisiz Yalnızlık” sosyal sürrealist diyebileceğim ilk öyküm.
Dün “Serseri Neron”u bitirdim. Bu da böyle.
Kafam çok berbat abi. okudukça insanlardan uzaklaşıyorum. Böylesi daha iyi. içlerinde olduğum zaman hislerime yeniliyorum.
Basit, kötü bir gerçekçilik oluyor bu. ilk bakışta çok önemli bir olay, aslında önemli değildir belki.
Bir olay sonucu tepkileniyorum, sonra da gidip bunu yazıyorum. Böyle olunca ortaya yalnız olay konulmuş oluyor.
Ama bu olay bilinçaltımıza yerleşir de, bir zaman sonra çıkarsa daha iyi olur kanısındayım.
O zaman dış etmenlerden tamamen kurtulmuş, düşüncelerimizle esas anlamını kaybetmiş bir olay karışımı bilincimizden dışarı çıkar.
Esas anlamını kaybetmiş bir olay dedim. Bununla şunu anlatmak istiyorum: Bence şimdiki olay değil de, olayı meydana getiren nedenler önemli.
Olayın gürültüsü patırdısı esas sorunu örter. Örneğin bir kavga olmuştur.
Bir karı, bir koca kavga etmiştir. Şimdi bu kari-kocanın kavgası çok önemsiz bir nedene dayanır.
Ama işi karıştırırsak kavganın uzun zamandan beri birikmiş bazı nedenler sonucu çıktığını görürüz. Bilmem anlatabilir muyum?
Kavganın kocanın eve geç gelmesiyle başladığını düşünelim. Şimdi burda kavgaya sebep kocanın geç gelişidir.
Oysa kadın eskiden de bazı nedenlere içerlemiştir. Koca evi geçindirecek değin para kazanamıyordur, çocuklar vardır, sefildir.
Komşuları sinemaya gider, bu gidemez. Buna benzer bir yığın neden.
Ama biz kavgayla başlayan olay etrafında düşüncelerimizi toplarsak eksik olur bu.
Yok, bu olay bilinçaltımıza yerleşip başka bir olayın etkisiyle çıkarsa, esas olay silik kalır.
Fakat olayın nedenlerini bir ikinci olaya eklersek öykümüz daha iyi olur. Ben bu kanıdayım.
Ferit Edgü’nün yazısını dikkatle okudum. Beni doyurmadı.
Bunun için bir yazı yazmayı düşündüm, sonra da vazgeçtim.
Aradan biraz zaman geçsin. Bakalım Edgü dedikleri üzerinde direnecek mi?
Öyle sanıyorum ki Edgü, okuyan bir insan. Acaba okudukları Edgü’yü değiştirmeyecek mi?
Günlerin getirdiği mutlulukla yetinecek mi? Bunun için ayrıca kendisine mektup yazacağım. Verirsiniz.
Mektuplaşmak iyi olur değil mi abi?
Özdemir İnce, dün Adana’daydı. Bugün Ankara’ya gitti.
Mektuplarını cevapsız bıraktığınız için kırıldığınızı sanıyor. Böyle düşünmesinin doğru olmadığını söyledim.
İkinci Yeni’yi nasıl buluyorsunuz? Beni pek sarmıyor.
Burada “Bugün” diye bir gazete çıkar. Çarşambadan çarşambaya sanat eki hazırlanıyor.
Bu sayfada Sadi Samra (Türk Düşüncesi’nde yazar) ile tartışmaya girdim.
İkinci Yeni’yi savunuyorum. Onlarla bir olmaktansa İkinci Yeni’yi savunmak daha iyi.
“Varlık” okuyan gençler hep Sadi’yi tutuyor. Sonucu yazarım.
Yarın 50 lira postalıyorum. 12.50 lira daha göndereceğim.
Dergileri beklerim.
Hürmetler Abi
Yılmaz Pütün
⚫
Adana, 31 Ağustos 1957
Abi;
Derginin yeniden çıkacağına çok sevindim. Bunun için kaç kere yazmayı düşündümse de elim varmadı.
Bizim patron İstanbul’a gitmişti, bütün işler üzerimdeydi. Bunun içindir ki yazmak fırsatını bulamadım.
Yazacak fırsat buldumsa da yazamadım işte.
“Serseri Neron”un üzerinde çok durdum. Daha yeni bitti. Dergiye falan vermek önemli değil.
Ama insan çalıştıklarının karşılığını görmek istiyor. Belki bunun için yayınlatılıyor.
Ben bir bakıma kendim için yazıyorum.
Hani insanın bir iç huzursuzluğu vardır ya, işte ben yazılarımda bu huzursuzluğumu kısmen bile olsa atıyorum.
Aradan bir zaman geçiyor, yine aynı sıkıntılar... İşte böyle Abi.
Serseri Neron’u bir yere göndermedim. Bir suretini şimdi size gönderiyorum. Bilmem beğenecek misiniz?
“Mavisiz Yalnızlık” da bir gün gönderirim. Ben buna sosyal sürrealizm dedim. Belki sürrealizmin sosyali olmaz diyeceksiniz.
Şimdi “Ay Tutulmasına Karşı Ayaklanma” adlı bir yazı üzerinde çalışıyorum. Bunların da birer suretini göndereceğim.
“Ay Tutulmasına Karşı Ayaklanma”da sosyal sürrealizm dediğim cinsten. Ben her öyküde başka başka nedenler vermeye çalışıyorum.
Başarı gösterip göstermediğimi bilmiyorum. Kendime güvenim var. Şimdi bir nenler veremiyorum belki.
Ama ileride vereceğim. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbürgün.
Zaten salt bugün için çalışmayı gereksiz buluyorum. İnsanlarda da bunun böyle olmasını istemiyorum.
Örneğin bugünün çalışmaları salt bugünün çerçevesi içinde kalıyorsa, o çalışma yetersizdir. Daha iyi iş verecek çareler aramalı.
Kişilerin mutlulukları da bugün değil, yarın için çalışmakla olur kanısındayım. Bunları salt ben söylemiyorum. Zamanında söylemişler.
Söylemişler ama, bugüne kadar kabul edilmemiş ve bunun için bütün kavgalar birden kopmuş.
Neyse, bunlar yazmam gereksiz, kendimi tanıtıyormuşum gibi bir şey oluyor. Sıkılıyorum şimdi.
Bu yıl İstanbul’a geliyorum. İktisat Fakültesi diye niyetlendim şimdiden. Sabah fakülteye, öğleden sonra işe. Çalışacağım İstanbul’da.
Çalışmasam olmuyor. Burdan para gönderecek kimsem yok. İş buldum orda.
Yine Darfilm’de çalışacağım. Film satın alma ve satma bölümünde. Benim iş de bu zaten. İsterlerse muhasebelerini de yaparım.
Sizinle buluşmak, görüşmek çok zormuş... Demirtaş’la konuştum, şimdiden randevu almamı söyledi. İstanbul’a geldiğimde sizi nasıl bulacağım.
Ben Ekim’in 3 veya 5’inde İstanbul’da olacağım. Sizinle 6 Ekim Pazar günü buluşmamız mümkün mü?
Pazar günü işiniz pek olmaz diye düşündüm. Yine siz bilirsiniz, uygun bir zaman söyleyin, ben sizi bulurum.
Dergi çıkar çıkmaz gönderirsiniz artık.
Saygı ve hürmetler
Yılmaz Pütün.
Yılmaz, 1958’de İstanbul’a geldi, taşralı bir gencin tedirginliklerini, yadırgayışlarını, ürpertilerini, çekingenliklerini üzerinde taşıyarak. İlk kez Tünel’de, bir arkadaşının pansiyon odasında aldı soluğu üç kişilik bir oda konukluğunda. İstanbul’a ayak bastığı günün ertesinde buluştuk Yılmaz’la o Tünel’deki pansiyon odasında. Düşlediğim Yılmaz karşımdaydı, zarif endamı, ince ve saygılı tutumuyla. 1957’de bir resmini yollamıştı bana, bir kumsalda çekilmiş, sinema artistliğine adanmış bir önsezi vurgusuyla. O kumsaldaki bağrı açık, alabildiğine güler yüzlü Yılmaz’dı karşıma çıkan.
İki yıl Yılmaz’la arkadaşlık ettim. Galatasaray Lisesi karşısındaki sokakta, Darfilm yönetim yerinde çile dolduruyordu, akşam paydos saatini bekleyerek. Haftada iki gün, kimi üç gün gidiyordum Darfilm bürosuna. Haftada iki gün de o geliyordu akşamları Kadıköy’deki baba evime. Rakılı, daha çok şaraplı sohbetlerde hep edebiyattı konumuz. Darfim bürosunda hemen her gün telefonlar geliyordu bu yakışıklı delikanlıyı ele geçirmek isteyen kızlardan. Kendinin ve karşısındakinin namusunu korumaya çalışan toy bir delikanlı sıkılganlığında, kaypak, kaçamaklı sözlerle geçiştirme yolunu yeğliyordu her seferinde. Dostluğumuzun sürüp gittiği, Darfilm’in dar çerçevesini kırıp da, filmcilik tutkularının başladığı günlerden bir gün, Taksim’den, ele ele, Şişli’deki bir hangara yollandığımızı anımsıyorum. Bir film çevriliyordu ilkelin ilkeli koşullarda. Vedat Türkali yönetiyordu filmi. Yılmaz da ona yamaklık ediyordu. Türkali’nin hoşgörülü, sıcak, dostça davranışı gözümün önünden gitmiyor. Yılmaz, böylesi güzel bir ortamda balıklamasına dalıyordu sinema dünyasına. Ama Yılmaz’in başında büyük bir dert vardı. “Onüç” adlı bir dergide bir öyküsü çıkmıştı 1956 Ekim sayısında. Öykünün adı: “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” idi. Öykünün konusu şu: Babasının parasıyla geçinen bir delikanlı, fabrikada çalışan bir genç kıza gönül bağlar. Kız, para karşılığında sevişiyordur. Delikanlıysa para karşılığında sevişmekten nefret etmektedir. Kıza dayalı döşeli bir evde birlikte yaşamalarını önerir. Ama kız kabul etmez. Çünkü “herkesin bir tutulmadığı bir ortamda” aşağılanacağı kanısındadır. Sonunda kız iki lira karşılığında sevişme öneren bir başka delikanlıyla anlaşır. Bizim oğlan çarpılmıştır kıza, basit bir işçiyi bana yeğledin diye başına kakar kızın.
İşte o zaman zenginlere olan nefretini şu sözlerle dile getirir:
“Ah domuzlar sizi, domuzlar. Bir gün hepinizin topunuzu attıracaklar ya, dur bakalım ne zaman.”
İşte, bu söz zamanın vatan kurtaranlarınca bir komünist propagandası sayılır, bir sınıfın bir sınıfı ortadan kaldırması yolunda bir propaganda.
Öyküde kız bir başka delikanlıyla gidince, zengin evladı şöyle der:
“Ben kendimden utandım. İnsanlar ayrıntısız olmalıymış. Bunu orospu dediğim bir kadın söyledi.
İnsanların hep bir olması gerekliymiş. Zengin bir çocuk rolü oynamak ne zor.”
7.10.1957’de Yılmaz savcılığa çağrılır
“Proletarya ihtilalinin yapılacağı bir günün geleceği ve bu sayede insanlar arasında müsavatın kurulacağı,
bir zenginin fakir bir işçiyi hor görme imkânlarının kalkacağı fikrini savunmak”la suçlanarak.
Daha önce Yılmaz savcılığa çağrılmayı beklemektedir.
Kendini nasıl savunacağını biliyorsa da, bir destek isteğindedir.
Daha 12 Aralık 1956’da bana şu mektubu yazar, İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat olduğuma güvenerek:
Mektup şu:
Adana, 12 Aralık 1956
Vedat Abi,
“Onüç” dergisinde yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı hikâyeme savcılık el koydu. Yarın-öbürgün savcılığa çağrılacağım.
Burda öyle aydın fikirli bir avukat bulamadığım için size yazmak zorunda kaldım.
Kendimi savunmaktan aciz değilim ama, ne olur ne olmaz. Mümkünse o hikâyeyi okuyup, bana gerekli şeyleri yazın.
Hikâyemin ismi biraz biçimsiz görünüşte. Bu matematikte-cebirde bir bahis başlığıdır.
Sonra hikâye ahlak bozucu bir aile düzenini sarsıcı bir mahiyetteymiş.
Bunun için “Ocak” dergisi yüklendi önce. Sonra savcılık.
Savunmamda -savunma denmez ya- gerçekçi olmam ya da böyle bir ekol göstermem ne dereceye kadar faydalı olur.
Buna benzer konularda işlenmiş yabancı, yerli yazarlardan örnekler göstersem olur mu?
Bana sorulacak soruları az-çok biliyorum. Siz bana sorulacak soruları ve yanıtlarını (cevaplarını) bildirebilir misiniz?
Yok, sizin için mahzurlu yanları varsa cevap bile vermeyin. Gücenmem.
Cevap yazacak olursanız “Darfilm Müdürlüğü” adına, ismimi zikretmeden yazın. Bilmem anlatabildim mi? zarfın üstünde adim olmasın.
Hem muhasebeci, hem de müdür sayıldığımdan, kimsenin eline geçmeden bana gelir yazınız.
Sizde “İyi Günler Pazarı” diye bir hikâyem var. Sizce bir mahzuru varsa basmazsınız.
Hürmetler abi
Yılmaz
Yılmaz’ın mektubunu hemen yanıtlamıştım. Kopyası elimde olmadığı için nasıl bir savunma önerdiğimi anımsamıyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o da savunma önerimin başarılı olduğudur, öylesine başarılı ki, Yılmazcığı iki yıllık bir hapislik yaşamından kurtaramadı. 1956-1957 yılları acımasız yıllardır, onları izleyen yıllar gibi. Öküz altında buzağı arayan, aydınlara, sanatçılara düpedüz düşman, beyinsiz, vicdansız, çıkarcı politikacıların hışmına uğramıştı Yılmaz, birçok benzerleri gibi. Türk politik ve sosyal yaşamına egemen olanların tutumunda bu konuda kil payı bir değişiklik olmadığına parmak basarken, diyebilirim ki gün olacak devran dönecektir ve gerçek Türk aydınları Türkiye’nin onur listesine geçeceklerdir. Yılmaz’la dostluğum kesintiye uğramadı, her ne kadar film çalışmaları dolayısıyla birbirimizi uzun süre göremedikse de “Yeni Ufuklar”ın kapanış sayısına yazdığı bir yazının sonunda söylediği şu sözler bunun kanıtıdır:
“Yeni Ufuklar”ın bende payı vardır. Vedat ağabeyin payı vardır.”
Evet, Yılmaz’ın da bende payı vardır, dostluktan, güzellikten, sıcaklıktan yana.
Vedat Günyol | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 175 - 1 Eylül 1987
___________________________________________________________________________________________________________________________
Ayak bileklerine değin çamur yapışmış. Biraz yukarısında çamurlar pul pul kurumuş. Elleri de çamur içinde. Tüm gücüyle eski kamyon lastiğine yüklendi.
Çamura yapışmış lastik yerinden oynamadı bile. Umutsuzca ellerini çekti. Burnundakileri çekerek tükürdü. Lastiğin üzerine oturdu.
Bir çöp alıp ayağındaki çamurları silmeye başladı. Başını kaldırıp sokağın sonuna baktı. Elindeki çöpü fırlattı. Gözleri parladı. “Çolak” diye bağırdı.
Sokan sonunda bir oğlan durdu. Kendisine el eden çocuğa baktı. Neyin üzerinde oturduğunu merak etti.
Dikkatli dikkatli inceledi. Çocuktan yana yürümeye başladı. isteksiz isteksiz “Ne var?” dedi.
Çocuk elini salladı aşağı yukarı. Çolak çamurlara basa basa ilerledi. Dışarı çıkmış gömleğinin uçlarını büke buke “Eşşolueşşek” dedi “Kimbilir yine ne işi var.”
Öteki, çamurlu ayağını lastiğin üzerine koymuş bekliyor. “Bak lastik” dedi “Bizim sokağa götürür oynarız” Çolak ayağıyla lastiğe vurdu. Ellerini cebine soktu. “Lastikle oynayıp da ne yapacan sanki” dedi. Öteki, çıplak karnına vurdu. “Ulan” dedi “Sen delisin be. Sokakta oturacak kuru bir yer var mı? Hiç olmazsa üstüne otururuz. Soran olursa da, bizim sokağın lastiği var deriz. Hem mahalle maçlarında da kalan lastiğin üzerine oturturuz.” Sonra, lifleri çıkmış lastiğe baktı. “Kocaman lastik” dedi “Bak, kocaman.” Ayağıyla bir iki vurdu.
Çolak, lastiğe uzun uzun baktı. “Satsak daha iyi olur” dedi.
Öteki güldü. “Bu lastik de satılır mıymış?” dedi “Bak burda kocaman bir delik var.”
Eğilip eliyle deliği gösterdi. “İşte” dedi “Kim alır ki bu delik lastiği.”
İkindi sonu serinliği çıkmıştı. Çolak üşür gibi oldu. Birikmiş yağmur sularında batmış kâğıt kayaklar kıyıya vurmuş. Küçük küçük dalgalar suyu oynatıyor. Çolak, çömleğinin uçlarını pantolonun içine soktu. “Ulan ne iş be” dedi “Kıçımın yırtığı çıkıyor böyle de.” Dudaklarını bükerek arkadaşına baktı. Eliyle gerisini yokladı. Karnını çıkardı “Yeni bir pantolon giyebilecek miyim dersin?” dedi acımsı bir sesle. Öteki lastiğin etrafında döndü. “Hangimizin sağlam pantolonu var ki’ dedi. Oktay’ın dedi Çolak “Hem birkaç tane. Hepsi de yeni.”
Öbür çocuk, ellerini lastiğin altına koydu “Onlara ne bakıyon” dedi. “Onlar zengin çocuğu oğlum.” Çolağın gözlerinde bir buğulanma oldu “Hem” dedi gerisini getirmedi. Gömleğin uçlarını geri çıkardı. Arkasını döndü “Yırtıklar görünüyor mu” diye sordu. “Yok, yok” dedi öteki “Hadi” dedi Çolak. Yüklenip lastiği kaldırdılar. Her ikisinin de üstleri başları çamur oldu.
Lastiği yuvarlayarak götürdüler.
Çolak “Ali be” dedi “Sen hiç taze börek yedin mi”,
“Tabi yedim. Hem koca kocaydı, ama bundan iki yıl önceydi. Babam çalışıyordu o zaman. İşlerimiz de tıkırındaydı.”
“Ben daha yemedim” dedi Çolak “Mavino’nun pastahanesinde bir sürü var. Kızarmış, yağlı yağlı. Bir görsen.”
“Babalarımız işe girince yeriz be. Hem yemesek de olur. Nasılsa yemiye yemiye unuttuk” dedi Ali.
Lastiği çevire çevire kendi sokaklarına girdiler. Sokakta birkaç çocuk vardı. Ayaklar yalın, yüzleri gözleri kir içinde.
Biri küçük bir çocuğun elinden tutmuş. Çocuğun elinde yeşili çıkmış bir elmalı şeker vardı. Su birikintilerinde sarılı beyazlı kâğıtlar.
Biri “Ne o Ali” diye sordu. “Görmüyor musun” dedi Ali “Kocaman Lastik.” Çocuklar lastiğin etrafına toplandılar.
Ali ile Çolak bundan büyük bir gurur duydular. Sevinçlerini belli etmek istemediler.
Saçları dökülmüş bir adam çocuklara yaklaştı. Lastiği iyice gözden geçirdi. “Satar mısınız?” dedi. Lastiği işaret etti. “Nerden aldınız?” Çolak adama ters ters baktı. “Sana ne nerden aldıysak” diye çıkıştı. Adam güldü “Satarsanız alırım çocuklar” dedi. Çocuklar birbirlerine bakıştılar. “Satarız” dediler. “Bir ikibuçuk veririm” dedi Adam. Çocuklar ikibuçuk lirayı düşündüler. Adam “Benim garaja kadar da götürürseniz, bir elli kuruş daha veririm” dedi. Ali ile Çolak sokağın öbür çocuklarına baktılar. “İkibuçuk ha...” dedi Çolak. “İdare etmez be amca.” Adam elini çıplak kafasında gezdirdi. “Peki ne istiyorsunuz” diye sordu. Çolak parmaklarıyla bir nenler saydı. Kafasını yana eğdi “Eh...” dedi “Hiç olmazsa bir beş kâğıt vermelisin.” Sonra eliyle, ayaklarını, üstünün, başının çamurunu gösterdi. “Bak ne hale geldik” dedi.
Adam bir nenler düşündü. Bir nenler hesap etti. “Çocuklar” dedi “Size üç kâğıt versem de olur.” Çolak, sokağın öbür çocuklarını çağırdı. “Hadi bunu beyin garajına götürün” diye emretti. Adama döndü. “Çocuklara da yetmişbeş kuruş verin de, adam başına yirmibeşlik düşsün” dedi.
Adam elini cebine soktu. “Peki öyle olsun” dedi. Çolağa bir ikibuçukluk bir de elli kuruş verdi. Çolak elini üstüne iyice silerek parayı aldı Büyük bir adam gibi paraya baktı. Ali’ye gösterdi. “ikibuçukluk gıcır gıcır ha” dedi. “Bak, yepyeni.” Ali paraya donuk donuk baktı. Hafifçe dokundu. “Birer buçuk ha” dedi. “Heye” dedi Çolak “Birerbuçuk.”
Çocuklar, lastiği ite ite sokaktan çıkardılar. Ali arkalarından baktı. Çocuklar köşeyi dönüp kayboldular.
Çolak paraya bir kez daha baktı. Evirdi çevirdi. “Annem çok sevinecek” dedi “Babama da tütün alırım. Sen ne alacan?"
"Ben mi?” dedi Ali “Ben ekmek alacam. Sonra biraz peynir, birkaç baş da soğan aldım mı, bak sen o zaman dalgaya. Eve gidip, kapıyı açın be diyeceğim. Babamla annem, elimde ekmekleri görünce kimbilir ne kadar sevinecekler. Para artarsa, ben de babama tutun alırım.” Kafasını bir tuhaf salladı. “Hadi gidelim” dedi. Yüzlerinde bir sevinç dalgası büyüdü. Gözleri ışıdı. Koştular.
Güneş, mavi boyalı bir evin üzerinden batıyordu. Ali, koltuğunda iki ekmek, beyaz bir kâğıda sarılmış peynir, birkaç baş da yeşil soğanla, kaldırımın kenarında durdu. Eve gittiğinde, babasının, annesinin nasıl sevineceklerini düşündü. Yoldan gelip geçenlerin, kendisine, ekmeğine bakıp bakmadıklarına dikkat etti. Hiç kimse ne kendisine ne de ekmeğine bakmıyordu. Oysa Ali, geçenlerin kendisine, ekmeğine bakıp “Bak çocuk ekmek almış” demelerini istiyordu.
Çolak, küskün küskün geldi. Yenilmiş bir sesle “Börek kırk kuruş olmuş” dedi. Bende yirmibeş kuruş var. “Derin bir göğüs geçirdi. Yüzü acı çizgilerle karalandı. Tütün de otuz kuruş olmuş” dedi Ali. Avucunu açıp yirmi beş kuruşu gösterdi “bende de bu var” dedi. Çolağa, bir nen isteyecekmiş gibi baktı. Çolak “İstersen sana beş kuruş veririm” dedi. Ali’nin gözleri yaşardı “Valla çok iyi olur” dedi. “Çoktandır cigara poçiği topluyorum babama. Tütün götürürsem çok sevinecek. Babamın çoktandır güldüğünü görmedim.” Sonra Çolağın boynuna sarıldı. Koltuğunun altındakiler çamurlu sulara döküldüler. Elleri Çolağın omuzlarından düştü. Gözlerindeki yaşlar daha bir irileşti. Yere öyle bir baktı ki... Çamurlara bellenmiş ekmeğin üzerine birkaç damla gözyaşı döküldü. Peynirin kağıdı açılmış, etrafa yayılmıştı. Çamurların içine diz çöktü. Peynirin temiz kalanlarını topladı. Onu da kendisi çamurlara atıp koşarak uzaklaştı.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 175 - 1 Eylül 1987
Şeytan Kayaları,
Çalıştığı bütün filmlerin çizgisine, görevi ne olursa olsun ağırlığını koyan Yılmaz Güney’in sinemacı duygusunu yakalamak ve nesnel olarak hak ettiği yere oturtmak için şu anda filmlerini tekrar tekrar izleme olanağımız olmadığından, Agâh Özgüç’ün ısrarlı derleyiciliğinin ürünü “Bütün Filmleriyle YILMAZ GÜNEY” çok yararlı bir kaynak kitap olarak duruyor el altında...
Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 198 - 15 Ağustos 1988
________________________________________________________________________________________________________________________
“2000’e Doğru” dergisinin 8 Mayıs tarihli sayısında, Yılmaz Güney’in 109 filminin sıkıyönetimde imha edildiği belirtildi.
Selimiye’deki yakılarak imha edildiği açıklanan 109 Yılmaz Güney filmi şunlar:
Acı,
Aç Kurtlar,
Ağıt,
Alageyik,
Anası Yiğit Doğurmuş,
Arkadaş,
Aslan Bey,
Aslanlarin Dönüşü,
At Avrat Silah,
At Hırsızı Banuş,
Azrail Benim, Baba,
Balatlı Arif,
Bana Kurşun İşlemez,
Belanın Yedi Türlüsü,
Ben Öldükçe Yaşarım,
Benim Adım Kerim,
Beyaz Atlı Adam,
Beyoğlu Canavarı,
Bu Vatanın Çocukları,
Büyük Cellatlar,
Bomba Kemal,
Bin Defa Ölürüm,
Bir Çirkin Adam,
Birgün Mutlaka,
Can Pazarı,
Canlı Hedef,
Çifte Tabancali Kabadayı,
Çifte Yürekli,
Çirkin Kral,
Çirkin Kral Affetmez,
Çirkin ve Cesur,
Dağlarin Oğlu,
Davudo,
Düşman,
Endişe,
Eşkıya Celladı,
Eşrefpaşalı,
Güney Ölüm Saçıyor,
Gönül Kuşu,
Halime’den Mektup Var,
Haracıma Dokunma,
Her Gün Olmektense,
Hudutların Kanunu,
İbret,
İkisi de Cesurdu,
imzam Kanla Yazılır,
İnce Cumali,
İzin,
Kaçaklar,
Kahreden Kurşun,
Kamali Zeybek,
Kan Gövdeyi Götürdü,
Kan Su Gibi Akacak,
Kanlı Buğday,
Kanımın Son Damlasına Kadar,
Kargacı Halil,
Kargacı Halil,
Kasımpaşalı,
Kasımpaşali Recep,
Krallar Kralı,
Kizilırmak Karakoyun,
Kizilırmak Karakoyun,
Kibar Haydut,
Kocaoğlan,
Koçero,
Konyakçı,
Konyakçı,
Korkusuzlar,
Kovboy Ali,
Kozanoğlu,
Kuduz Recep,
Kurbanlık Katil,
Kurbanlık Katil,
Kurşunların Kanunu,
Marmara Hasan,
Mor Defter,
Namus ve Silah,
On Korkusuz Adam,
Onu Allah Affetsin,
Öldürmek Hakkımdır,
Prangasız Mahkûmlar,
Pire Nuri,
Piyade Osman,
Sahtekâr,
Sayılı Kabadayılar,
Sevgili Muhafızım,
Seyyit Han,
Silaha Yeminliydim,
Silahlann Kanunu,
Silahlann Kanunu,
Sokákta Kan Vardı,
Son Kızgın Adam,
Sürü,
Şeytan Kayaları,
Şeytanın Oğlu,
Tehlikeli Adam,
Tehlikeli Adam,
Tilki Selim,
Torpido Yılmaz,
Tütün Zamanı,
Umut,
Umutsuzlar,
Üçünüzü de Mıhlarım,
Ve Silahlara Veda,
Vurguncular,
Vurguncular,
Yarali Kartal,
Yarın Son Gündür,
Yedi Belalılar,
Yedi Dağın Aslanı,
Yedi Dağın Aslanı,
Yiğit Yaralı Olur,
Zavallılar,
Zeyno,
Zımba Gibi Delikanlı.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 192 - 15 Mayıs 1988
________________________________________________________________________________________________________________________
Filmlerine sıkıyönetim tarafindan el konulan ve imha edildiği öne sürülen Yılmaz Güney’in filmlerinden 10’unun Kibris’ta olduğu öne sürüldü.
Edinilen bilgiye göre, Yılmaz Güney’in filmlerinden;
- “Acı”,
- “Ağıt”,
- “Arkadaş”,
- “Baba”,
- “Benim Adım Kerim”,
- “Bir Çirkin Adam”,
- “Canlı Hedef”,
- “Çirkin Kral”,
- “Çirkin ve Cesur”,
- “İbret” filmlerinin birer kopyası Kıbrıs Postası gazetesi köşe yazarı Bülent Fevzioğlu’nun elinde bulunuyor.
Bülent Fevzioğlu da, Yılmaz Güney’in 10 filminin birer kopyasının kendisinde bulunduğunu doğruladı.
Yılmaz Güney’in filmleri 12 Eylül yönetimi sırasında çikarılan bir emirle toplatılmış, daha sonra yapılan tüm araştırmalara rağmen filmlerin nerede olduğu bulunamarmıştı. Dönemin bazı askeri yetkilileri ise filmlerin imha edildiğini söylemişlerdi.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
________________________________________________________________________________________________________________________
Yılmaz Güney film çekiyor dediler Çiçek Pasajı’nda “Arkadaş” filmini. Uzun süren bir mahpusluktan yeni çıkmıştı. Arkadaşlarımdan birinin filmin asistanı olmasının verdiği şımarıklıkla kameranın dibine kadar sokulup, bir tören izler gibi bakmaya koyuldum kırbaç gibi bir adamın devinimlerine.
İki ay sonra bir tiyatro turnesindeyken öğrendim yine içeri alındığını. Tiyatromuz abonelerine sunduğumuz film gösterileri kapsamında her çarşamba gecesi bir Yılmaz Güney filmi göstermeyi önerdim yöneticilere. TV’de ne dizisi varsa o günlerde, çarşamba suareleri kaldırılmıştı tiyatroda. Yılmaz Güney filmleri gösterilmeye başlar başlamaz doldu yine salon. Bir mektupla, yattığı Ankara Hapishanesi’ne bildirdim durumu. Selamını aldım.
Sonra taa Paris’te mümkün oldu tanışmamız. O, Altın Palmiye sahibi, ben bir sinema öğrencisi. Bana kendisiyle çalışmamı önerdiğinde ikilemlerin en yakıcısını yüreğimde duyarak, kafamla yanıtladım, “Sen buraya kalmaya geldin, ben dönmeye. Bütün birikimimi yurda dönük yaptım.” Bir an alevlendi bakışı. Ters bir şey mi söyledim diye düşündüm. Belirsiz uzunlukta bir sessizlik düştü aramıza. “Ben de kalmaya gelmedim buraya” dedi. Bir gün mutlaka döneceğim. Sen de dön. Bil ki, ülkede yapacağın en kötü film, burada yapacağın başyapıta yeğdir. Güle güle.
Bir daha görüşemedik. Ne orada, ne burada. Ben döndüm, o dönemedi. Ne zaman resmini gördüysem bir yerde ya da bir yazı okusam hakkında, Paris’in 18’inci bölgesindeki bir küçük kahvede alevlenen gözleri düştü aklıma ve yakıcı sözleri. Yurt dışında ve yurt içinde hakkında çıkan yazılar, yapılan söyleşiler, anılar ve anlatılar hep sönük geldi bana. Bir eksiklik var gibi geldi Agâh Özgüç’ün derlediği “Bütün Filmleriyle YILMAZ GÜNEY”i okuyana değin.
1958’den günümüze (hâlâ yapıtlarıyla yaşadığına göre) 30 yıldır süren bir yaşam serüveninin izlerini tüm yoğunluğu ve yadsınamaz şiddeti ile yakalamak olasıydı bu film öykülerinde. “Bu vatanın çocukları” ile başlayıp, “Duvar”a çarparak biten bir filmografideki oyunculuk, senaristlik, yönetmen yardımcılığı ve yönetmenlik damgalarını vurduğu 111 filmin tümünde de acılı bir yaşama başkaldıran bir boynubüküğün direnişini dile getirmesindeki tutarlılıktı Yılmaz Güney’i önemli kılan.
Filmlerindeki kahramanlarının adları da simgesidir bu kişiliğin:
Ali,
Ali Duran,
Adanalı,
Kamalı Zeybek,
Şahin,
Torpido Yılmaz,
Konyakçı,
Murat,
Davudo,
Kerimo,
Gökçen,
Yusufçuk,
Kudret,
Hıdır,
Satılmış,
Kerim,
Şamil,
İnce Cumali,
Ali Haydar,
Kozanoğlu,
birkaç kez Recep,
birkaç kez Arif,
İlyas,
Nazif,
birkaç kez Yılmaz,
Seyyit Han,
Koçero,
Serçe Mehmet,
Güney,
Bino,
Büyük Örfi,
Asım Mavzer,
Kara Çocuk,
Çiçek Ali,
Çobanoğlu,
Cesi ya da Fırat,
Abuzer,
Cabbar ve A’nin üstü şapkalı Âzem’i.
Tabii birkaç filmde de Çirkin Kral.
Bu isimler altında sürekli mikro ya da makro düzenlerin çoğunlukla kurbanı, zaman zaman da cellâdı olan bir çirkin adam, insanlar arası ilişkilerin girdabının tam ortasında yer alır. İnsanüstü bir çabayla değiştirmeye çalışır akıntının yönünü. Mutlu son ancak yapımcılara karşı gelinemediği zamanlarda varolabilir. Yoksa yaşam bir tragedyadır ve Anadolu topraklarında tanrılar katında gelişen bir geleneğin halk arasında yaşandığı biçimini dile getirmekten alır gücünü Yılmaz Güney’in düşündüğü öyküler, çizdiği kişiler. Bu yüzdendir halk arasındaki sevilgenliği.
Her ne denli sinema yaşamının, 1960’li yılların sonlarına kadar olan yapıtlarında yansıyan proletarya-altı dünyanın izleri, 1970’li yıllarda Yılmaz Güney’in Israrla sürdürdüğü siyasetçi çizgiyi bilenleri yadırgatsa da, sinemacı Yılmaz Güney’in ezilenlerin gönlünde bu filmlerle taht kurması olgusu yadsınamaz.
Çalıştığı bütün filmlerin çizgisine, görevi ne olursa olsun ağırlığını koyan Yılmaz Güney’in sinemacı duygusunu yakalamak ve nesnel olarak hak ettiği yere oturtmak için şu anda filmlerini tekrar tekrar izleme olanağımız olmadığından, Agâh Özgüç’ün ısrarlı derleyiciliğinin ürünü “Bütün Filmleriyle YILMAZ GÜNEY” çok yararlı bir kaynak kitap olarak duruyor el altında...
Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 198 - 15 Ağustos 1988