Belki şaşıracaksınız ama, Türkiye’de “polisiye” romanın tadına ilk varan, keyfini ilk çıkaran II. Abdülhamit’ti. Vasfi Şensözen’in Türk Tarih Kurumu’nca yayınlanan “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve İkinci Abdülhamit’in Emlaki”ne göre, otuzüç yıllık saltanatı sırasında, saray kütüphanesinin kadrolu 16 mütercimine tastamam 6.000 “cinaî roman” çevirtti.
Altı bin roman! Hem de yalnızca “polisiye” türünden...
Bugünkü yayıncı-okur ölçeğinde bile azımsanır bir rakam değil bu...
Dile kolay, çevirmen başına yılda 12 kitap, kitap başına 2 “okuma günü” üzerinden, aralıksız 33 yıl, her yıl 182 yeni kitaba geliyor.
Ama, II. Abdülhamit’in “polisiye” merakı, başkalarını bulaştırmayan bir”tek-alıcı” düzeniydi.
Çevrilenleri yalnızca kendisi okumuş, haydi, bilemediniz, sarayın bir başka demirbaş kadrolusu olan “Serhafiye”nin de okumasına izin vermişti.
“Polisiye” türünün saray kütüphanesinden çıkıp kitapçı vitrinlerine ulaşması Cumhuriyet sonrasında oldu.
- Önce, Maurice Leblanc’ın kaleminden, “kibar hırsız” Arsen Lüpen’i tanıdı Türk okuru...
- İzleyen yıllarda, “zehir hafiye” Şerlok Holmes, o zamanlar “Aziz” diye anılan Saint, sırasıyla Mickey Spillane, Kemal Tahir ve Afif Yesari’nin kalemlerinden Mayk Hammer’le tanıştı.
- Belki sıcağı sıcağına Mayk Hammer’in üstüne geldiği için Peter Cheyney’in Lemmi Kavşin’ina pek ısınamadı, ama,
- evden dışarı adım atmadan cinayet çözmeyi Agatha Christie’nin Hercule Poirot’sundan,
- kolda dilberler, elde viskiler dünyanın tüm casusluk örgütleriyle tek başına nasıl uğraşılacağını lan Fleming’in James Bond’undan gördü, öğrendi.
Türk okurunu “polisiye” türüne ısındırmak için özgün denemelere de girişildi bu arada...
- Vâlâ Nurettin’in Yılmaz Ali’si,
- Ümit Deniz’in Murat Davman’ı,
- Peyami Safa’nın Cingöz Recai’si,
- Fakabasmaz Zihni’ler,
- Amanvermez Ali’ler kitapçı vitrinlerinde resmigeçit yaptılar.
Ama, doğrusunu isterseniz,
- Gelişim Yayınları’nın geçen yıl başlattğı San-Antoniolu, Nero Wolfelu, Matt Helmli, Modesty Blaiseli “Sarı Dizi” otuzikinci kitaptan sonra yayına ara verirken, ortalama kitap satışı 4-5 bin dolayındaydı.
Oysa, dünyada durum çok farklı...
- Yayıncılık tarihinin çoksatarları arasında, İncil, Kapital ve Kırmızı Kitap’tan sonra dördüncü sırayı alıyor Erle Stanley Gardner’ın “Perry Mason” romanları....
- Mickey Spillane’in her yeni Mayk Hammer kitabı, çok değil, üç ay içinde, 3 milyon satış rakamının üstüne çıkıyor.
- Ian Fleming’in “Bond” romanlarının her biri 1 milyonun üstünde satmış durumda...
- Rex Stout’un 46 “Nero Wolfe” romanındaki toplam satışlar 120 milyon...
Dahası, bu satış rakamları, yalnızca yazarın ana dilindekilerle ilgili...
Bir de çok sayıda dünya diline çevrilişleri ekleyin buna...
Belli ki polisiye romanların her yaştan, her cinsiyetten, her ırktan insanı kendine çeken bir yani, bir tılsımı var.
İYİ “EDEBİYAT” KOLAY “KAÇIŞ”
"Polisiye” romanların dünya ölçeğinde peynir-ekmek gibi kapışılması iki temel nedenle açıklanabilir.
Bir kere, kim ne derse desin, iyi polisiye iyi edebiyattır.
İkincisi, sanatın her türlüsü gibi, genelde edebiyat, özelde de polisiye romanlar kaçıştır, kaçışçıdır.
İyi polisiyenin neden iyi edebiyat olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yok herhalde... Romanın, şiirin, hikâyenin, yani polisiye romanlara “çocuksu saçmalık” diye burun kıvıranların “ciddi edebiyat” saydıkları şeylerin nasıl kötü, sevimsiz ve zevksiz örnekleri varsa, kuşkusuz, polisiye romanların da zevksizi, sevimsizi, bayağısı vardır. Ama, doğruya doğru, eğriye eğri...
- Edgar Allan Poe’dan “Morg Sokağı Cinayeti”,
- Mark Twain’den “Çalıntı Beyaz Fil” ve “Bir Cinayet, Bir Esrar, Bir Evlilik”,
- Fedor Dostoyevski’den “Suç ve Ceza” düpedüz ciddi edebiyattır. Hem de çok iyi edebiyattır.
- Tarık Dursun K.’nın “polisiye romanın ilk örnekleri” olarak gösterdiği Yunan tragedyalarına, Shakespeare’in baba katili peşindeki “Hamlet”ine kadar gerilere uzanmaya da gerek yok...
- Yaşayan dünya hikâyecilerinin en iyilerinden biri sayılan John D. MacDonald hikaye yazarken ciddi oluyor da, “Travis McGee” tipini canlandırırken mi gayriciddileşiyor? İnsaf doğrusu...
Gelelim, sanatın her türlüsü gibi, edebiyatın da “kaçış” olduğu konusuna... Şiire çok yüce bir değer biçen Matthew Arnold vaktiyle şöyle demişti: “Şiir, bize hayatı yorumlayıp tanıtan, bizi teselli edip ayakta tutan en büyük güçtür.” Bir yandan “yorumlayıp tanıtmak”, beri yandan “teselli edip yaşatmak” işlevleri edebiyatın yapışık ikizleriyse, o zaman, aynı şey polisiye romanlar için de söz konusudur.
Bizlere “kaçış” olanağı sağlayan yalnızca edebiyat mı? Hiç değil... Çoğu şeyin dönülüp de ikinci kez bakılmaya değmediği bir dünyada ünlü ressamların yapıtlarını, tekrar-tekrar bakılsınlar, diye duvarlarımıza, müzelerimize asmıyor muyuz? Onca anlamsızlığın, tutarsızlığın, başıbozukluğun egemen olduğu bir dünyada, anlam, tutarlık ve dirlik-düzenlik simgesi olan klasik müziği dinlemek için konser salonlarını, pikaplarımızı, teyplerimizi “sığınak” olarak kullanmıyor muyuz?
Ayıplanacak hiçbir yani yok “kaçış”ın... “Misafirliğe gitmek”ten farksız... Başkalarının dokuduğu sihirli bir halıya biniyor, bizimkinden daha cazip bulduğumuz, başkasına ait bir dünyaya, şiir yoluyla, resim yoluyla, müzik yoluyla, polisiye romanlar yoluyla birkaç saatliğine misafir gidiyoruz. Hepsi o kadar...
DEĞİŞİK DÖNEMLER
DEĞİŞİK KAÇIŞLAR
Edgar Allan Poe’nun “Morg Sokağı Cinayeti”, polisiye türünün ilk örneği olarak, 1841 yılında Graham’s Magazine’de tefrika edilmeye başlandığında, yazar da, yayıncı da türün bu kadar tutacağını büyük olasılıkla beklemiyorlardı. Ama, yaklaşık yüz elli yıllık bir zaman kesidi içinde bir tuttu, pir tuttu. “Ciddi” ya da “bilimsel” kitapların yazarla dizer arasında sır olarak kaldığı bir ortamda, polisiye romanın kötüsü bile 100 bin satışın altına düşmüyor. Polisiye romanın içerdiği kaçış mekanizmasının “ikili” özelliğinden kaynaklanıyor bu...
Önce “kahraman” ve “kahramanla özdeşleşme” geliyor. Polisiye romanların kahramanları, başkalarının yardımlarına zerre gerek duymadan kendi işlerini kendileri gören kişiler oluyor genellikle... Kendi hesaplarına çalışıyor, kullara ve kanunlara tepeden bakıyor, adaletin elinin titrediği, kanunların ulaşamadığı durumlarda kanunların yerine kendilerini savcı, yargıç ve cellat olarak koyuyorlar. Sözün özü, polisiye roman kahramanı özel dedektifler arasında “kanunun kelamına saygılı” olanı yok gibi... Kural “ihkak-ı hak”... Adalet mekanizmasının ağır ve bazen de yanlış işleyişini çaresizlik içinde izleyen, suç örgütlerinin, katillerin, hırsızların ellerini kollarını sallayarak dolaşmalarını eli-kolu bağlı seyretmek zorunda kalan küçük insanlar, garibanlar, ensesine vurulup lokması ağzından alınanlar, polisiye roman kahramanlarıyla özdeşleşmeyip, kendilerini onların yerinde düşlemeyip de ne yapsınlar? Kanunların ulaşamadığı kişilerden, örgütlerden toplum adına “toplumun intikamı”nı almaktadır bu kahramanlar...
Ama, sokaktaki adamın kendini hiçbir zaman özdeşleştiremeyeceği kahramanlar da vardır polisiye romanlarda... Alalım, Ian Fleming’in bir zamanlar “polisiye romana damgasını vuran en uygar ve yaratıcı zekâ” dediği Rex Stout’un yarattığı Nero Wolfeu... Yüz elli okka çeken, çatı katında on bin orkidesi, günde üç kere kurulan ziyafet sofrasında kuş sütü de olan, hava kirliliğinden ve arabalardan korktuğu için hiç evinden çıkmayan bu adamın nesiyle özdeşleşsin polisiye okuyucusu... Keman çalan Sherlock Holmes’la müzisyenlerin, yatağı boşalmayan James Bond’la bire bin katan zamparaların, altı bin metre yükseklikten uçan bir uçaktan paraşütsüz düşüp sıyrıksız kurtulan Willie Garvin’le cehennem zebanilerinin kendilerini özdeşleştirebilecekleri düşünülürse “kahraman” dışında da bir şeylerin “kaçış”a katkıda bulunmaları gerekiyor.
Bu da işin “olay”, boyutuyla ilgili... Galiba asıl önemli olan da bu... “Polisiye olay”la birlikte, bütünüyle yabancısı olduğu, ama kesinkes kendisininkinden daha heyecanlı ve hareketli bir dünyaya sürükleniyor okuyucu... Başlık parası devşiremediği için akli sevgilisinde kalanlar için Bond’un dilberler dünyası tam bir “harikalar diyarı”... Kuru simitle akşamı edenler için Wolfe’un ziyafet sofrasına oturmayı düşlemek bile iç gıcıklayıcı... Hele, Travis McGee’nin pokerde blöf yaparak Brezilyalı bir milyarderden metresiyle beraber kazandığı yirmibeş metrelik yüzer-evde Plymouth cinini yudumlamaya başladı mı keka...
Buraya kadar polisiye romanların kahramanlarını anlattık, dekorunu hazırladık.
Şimdi sırada polisiye romanların konuları ve içerdikleri mesajlar var.
"Morg Sokağı Cinayeti” ile birlikte girilen gelişme sürecinde, üç ana aşamadan geçti polisiye romanlar...
İlk aşama, Poe’nun başlatıp Agatha Christie’nin sürdürdüğü “klasik polisiye roman” dönemidir.
Bu dönemin ayırdedici özelliği, kahramanların “egzantrik”, konuların “egzotik” olmasıdır.
- Doyle’un Holmes’u,
- Christie’nin Poirot’su,
- Stout’un Wolfe’u insanüstü yeteneklere sahip, zihinsel ve bedensel yetenekleriyle çevrelerine parmak ısırtan kişilerdir.
Okuyucu gözünde dehaları abartıldığı, sokaktaki adam da tüm dahileri “egzantrik” görmeye şartlandığı için, küstahlıkları, romantizmleri, aristokratlıkları, dalgınlıkları, garip giyimleri, kokainmanlıkları, enstrüman çalmalan, hatta kadınlardan hayli uzak durmalan okuyucuyu zerre yadırgatmaz. Kısacası, onca sıradan insanın arasında üstünlükleriyle kendilerini kabul ettiren, bu yüzden de gariplikleri yadırganmayan seçkinlerdir onlar... Sanayi devriminin sonrasında hızla değişen, makineleşen, kentleşen, yoksulu daha da yoksullaşan, bütün toplumsal değer ve dengeleri alabora olan bir dünyada, “Ben niye böyleyim” diye hayıflanan insanlara, “Yönetmek seçkinlere özgü bir tanrı vergisidir” niyetine yazılı bir cevaptır, Dupin, Poirot, Holmes gibileri...
Polisiye roman türünün ikinci evrim aşamasında;
- Carrol John Daly’nin Race Williams’ını,
- Raymond Chandler’ın Philip Marlowe’unu,
- Dashiell Hammett’ın Same Spade’ini,
- en sonra da Mickey Spillane’in Mike Hammer’ını görürüz.
Feleğin çemberinden geçmiş, cebinde özel dedektif ruhsatı, belinde tabancası olmasa “gariban tayfasından” bile sayılabilecek olan iki yakası zor biraraya gelen tiplerdir bunlar... 1929 Büyük Bunalımı’nın ortaya çıkardığı yoksulluk ve suç ortamında, beyinlerinden çok bilek ve tabancalarıyla, kişisel çıkarlarından çok temeldeki dürüstlükleri yüzünden suçların, suçluların üstüne giderler. Mickey Spillane’in ilk kitabının adı “Kanun Benim”di. Bu yeni dönemin yeni kahramanını betimlemede yetersiz kalıyor bu başlık... Yalnızca kanun değil, savcı, yargıç ve cellat da onlar...
"Sert dedektif” tipinin polisiye türünün evriminde ne anlama geldiğini türün önderlerinden Raymond Chandler galiba en iyi anlatıyor:
"Klasik romanlarda işlenen cinayetler, sokaktaki adamın aklinin basmadığı şeylerdi. Bu cinayetler düello tabancalarıyla kılıçlarla, zehirli tropikal balıklarla, egzotik zehirlerle işlenirdi. Biz, cinayetleri, gerçek hayatta cinayet işleyenlerin düzeyine, herkesin bildiği, anladığı biçimlere indirdik. Büyük kent yaşamının yalnızlığını, yozlaşan, kanunları hiçe sayan bir toplum karşısında sıradan insanların nasıl suça itildiklerini, kendilerini savunmak zorunda nasıl bırakıldıklarını gösterdik.”
Bundan sonra da, İkinci Dünya Savaş gibi tarihin en büyük “kitlesel şiddet” olay yaşandı.
Onu şiddetin sorumlularından hesap sorulduğu Nürnberg duruşmaları izledi. Vietnam Savaşı da bütün bunların üstüne tüy dikti.
Şiddet ve intikam...
Psikopati ve sadizm..
Polisiye romanların üçüncü gelişme aşamasının temel boyutlarıdır bunlar...
İlk belirtilerini “Kanun Benim"den izliyoruz:
"Jack en iyi dostumdu benim... Birlikte yaşamış, aynı siperi paylaşmıştık. Anam avradım olsun ki, onun katilini bitmek bilmeyen mahkemelere bırakmayacağım. Herifçioğulları en iyi avukatları bulup tutuyorlar. Sonunda da kahraman olup çıkıyorlar. Kanun iyidir, hoştur, ama, soğuk, katı ve tarafsızdır. Bundan sonra kanun benim... Savcı da, yargıç da, cellat da benim...”
Spillane’in Mike Hammer’i “saldırgan kahraman”ın prototipidir. 1970’li yılların “saldırgan kahraman”ı ülkesi için Vietnam’da çarpışan, evine heyecanla döndüğünde karısının ve çocuklarının Mafya tarafından öldürüldüğünü gören, ondan sonra da silahlanıp yalnızca suçluların değil, suçun kaynakları üstüne giden bir “intikam meleği”dir.
Onun da “toplumsal esprisi”ni Allen J. Hubin şöyle özetliyor:
"Kentten kente dolaşıp bütün Mafya liderlerini öldüren bu intikam meleklerinin en çekici yanları, toplumsal kurumlardan beklenen, ama onlarca sağlanamayan hızlı ve etkili adalet’ türünden erdemleri şahıslarında toplamalarıdır. Sokaktaki adam gibi sıradan biriyken, sihirli değneğin değmesiyle süpermen olup çıkmışlardır.”
İşte, her dönemde o döneme özgü “olay” ve “kahraman” kaçışları sağlıyor polisiye romanlar...
Dünya ölçeğinde en büyük tutku oluşu da belki bundan...
●
Türkiye dünyanın bu akışının neden dışında kaldı? Sona yaklaşırken, kısa da olsa, bu konuda biraz yüksek sesle düşünmek gerek...
Polisiye roman türünün doğusuyla (1841)Türkiye’ye girişi (1876) arasında topu topu 35 yıl olduğu düşünülürse, bu kopukluk gerçekten yadırgatıcı...
Açıkçası, tek ihtimal geliyor akla...
Biraz argo olacak, ama, bir koldan “Olur böyle vak’alar, Türk polisi yakalar”, beri koldan da “Annemizle yatan kadı efendi olduğuna göre kim kime şikâyet edilecek?” yerleşik inançlarının etkisiyle, adalet ve güvenliğin ancak resmi yetkililerce sağlandığına, sağlanması gerektiğine inanıyoruz.
Resmi üniformalı polisin kahraman olduğu polisiyeler pek çevrilmedi Türkçe’ye...
Oysa, tıpkı bizim gibi köklü merkezi devlet gelenekleri olan Fransa’da yalnızca iki kişinin öyküleri okunuyor:
Başmüfettiş San Antonio,
Başmüfettiş Maigret...
Kurthan Fişek | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
Savaşın sonuncu yılı ya da bir yıl ertesiydi. O sırada, tek forma çerçevesine sığdırılmış, polisiye çeviri öyküler yayımlanıyordu. Resimli olan ön kapağın üstünde yer alan dar şeritte -madalyon fotoğrafı benzeri- küçük bir resim ve bir özel isim bulunmaktaydı. Ayrıca, daha kocaman harflerle de öykünün adı. Bu öyküler, Nick Carter yahut Nat Pinkerton’un serüvenleriydi. Yanılmıyorsam, her kitapçığın fiyat 10 kuruştu.
O yıllarda ilkokulu bitiriyordum;belki de, ortaokulun birinci sınıfındaydım. Akşehir’deydik. Ama, her öykü beni sonsuz uzaklıklara ve gizemli ülkelere götürüyordu. Sanırım, Niyagara Çağlayanı’nı somut anlamda ilk kez o zaman kavradım. Çünkü, bu öykülerin birinde, dedektif Nat Pinkerton’un bahtsız kurbanı kendini ırmağa atmış, öylece Niyagara’dan aşağı düşmüştü. Üstelik de, beni dehşet içinde bırakarak...
Yirmili ve otuzlu yılların polis romanlarının saygıdeğer ustası Dashiel Hammett’in de bu özel dedektiflik bürosunda çalıştığını o zaman hiç bilmiyordum. Dahası, bu ünlü kuruluşun geçmişte “grev kırıcı” bir örgüt olarak Amerikan toplumunda ne ölçüde önemli bir rol oynadığını öğrenmem için de pek çok yılların geçmesi gerekti. Aslında, benim o günlerde inandığım gibi tek bir “Pinkerton” yoktu; içinde çok sayıda Pinkerton’un ücretli elemanlar olarak çalıştığı, koskoca bir ajans vardı ortada.
Ne var ki, tıpkı doldurulan bir dinamo gibi bu serüvenlerin beni büyük bir korkuyla yüklediğini söylememezlik edemem. Sanki korkunun kölesiydim. O küçücük öykülerin yarattığı etki, görünmeyen baskı, ben büyüdükçe de üstümden kalkmadı. Hiç olmazsa tamamen. Tersine, nitelik değiştirdi ve bir çeşit “köşeye kıstırılmışlık” duygusuna dönüştü. Kısaca, sürdü gitti. Bu durum, baskılı bir topluma uygun düşen ve onu gerçek anlamda besleyen ruhsal bir ortamdı. Ergenlik çağımın kara niyetli hayaletleri, bu kez, gece sabaha doğru evimin kapısını çalan ve beni sürükleyerek Niyagara’ya doğru götüren başka “özel” dedektiflerdi.
Ya aynı yıllarda ya bir süre sonra, bu kez Pinkertonlar’ın yerli örneği yayımlanmaya başlandı. Bu yeni dizinin adı, Orhan Çakıroğlu’ydu. Bir Türk polis hafiyesi. Her kitapçığın kapağında uygar yüzlü, dalgalı kumral saçları geriye doğru taranmış, boyunbağı bir baş yer almaktaydı. Öykülerde Çakıroğlu’ndan “Başaraman” olarak söz ediliyordu. Yardımcısının adına gelince, ona “Yararaman” denilmişti.
Orhan Çakıroğlu’nun serüvenleri yadsınamayacak güçte ve ölçüde “yerli”ydi. Cingöz Recai’nin giydiği, Arsen Lupin’den ödünç alınmış iğreti giysilere hiç benzemiyordu. Bursa’daki Eğri Minarenin Esrarı, Güzel Eliza, o öykülerden şimdi anımsayabildiklerim.
Server Bedi imzalı Cingöz Recai’lerde, hafiye olarak “Sertaharri Rıza” tipi geliştirilmişti. Aslına bakılırsa, yalnız bu sözcükler bile -yaklaşık yarım yüzyıllık- gelişmenin neredeyse bir hiç olduğunu göstermeye yeterli! Sertaharri, başaraman, başkomiser, özel hafiye yahut dedektif!..
Birer formalık bu kitapçıkları, o yıllarda Semih Lütfi Kitabevi basıyordu ve “Ucuz Romanlar Serisi” diye adlandırılmıştı. Ancak, yıllar sonra 1979’da, kimi Cingöz Recai’lerin yeniden basıldığına rastladım. Üstelik bu kez, yazarın asıl adı da konulmuştu: Peyami Safa. Server Badi ve Peyami Safa, sonuncunun kendi kullandığı sözcüklerle, “bu iki yazar, konut darlığından aynı bedende barınıyorlardı.”
Evet, geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer...
Artık lise öğrencisiydim. Birinci sınıf. “Sarı Odanın Esrarı”yla o yaz karşılaştım. Birçok örnekte olduğu gibi, bu kitapta da roman kahramanı Rouletabille’in ünlü yazarı çok geride birakmişti. Gaston Leroux’dan ancak iki-üç kitap okuyabildim: Siyahlı Kadının Kokusu, Rouletabille Çar’ın Sarayında, Rouletabille Krupp Fabrikalarında v.b., gibi. Şimdi bile elime geçse, Sarı Oda’yı bir kez daha okumak ve yeniden değerlendirmek isterim.
Bu kitabın yazarının yirmi yıl sürmüş bir gazeteciliği olduğu, röportajlarıyla ün kazandığı gerçeği, ancak çok sonra dikkatimi çekti. Leroux, Paris’te Adliye ve Meclis muhabiriymiş. 1905 Devrimi günlerinde röportaj yapmak için Rusya’ya, daha sonra Almanya’ya (Ruhr bölgesindeki demir-çelik tesisleri) gitmiş. Bu yüzden olmalı, kitapları o iklimlerden, renkler, dekorlar ve kahramanlar taşıyor.
Onları hangi yayınevi basmıştı? Şimdi hiçbir şey anımsamıyorum. Güven Yayınevi? Türkiye Yayınevi? Yada bambaşka bir yer? Kitapların biçimi, kaynağı, sayfaları, benim için sislere karışmış bir anı. Tıpkı yazar gibi, anlattığı bulanık ve gizemli serüvenler gibi, romanlarının Türkçe çevirileri de mistik bir belirsizliğe gömülü, belleğimde.
Ama ilginç nokta, yazarın dar anlamda ikizi sayılacak romanlarının kahramanı Joseph Josephin, öteki adıyla genç gazeteci Rouletabille’in tıpkı Arsen Lupin gibi canlı ve dinamik bir zekâ örneği oluşu. Yazara göre, kahramanı Rouletabille, daha okuldayken Euklides Teoremlerini tek başına bulmuş ve ortaya atmıştır. Dolayısıyla, öğretmenlerinin onu Pascal ile karşılaştırması rasgele bir benzetme sayılmaz. Bu yüzden, genç gazeteci en güç sorunları çözer ve en karmaşık koşulların üstesinden gelir. İçeriden kimsenin çıkmadığı ve dışarıdan kimsenin içeriye giremediği “Sarı Oda”da işlenmiş cinayeti de, sonunda, ancak Rouletabille çözmüştür.
Agatha Christie’yi geç tanıdım.
Hem geç, hem erken.
Ondan ik kitabı, On Küçük Zenci’yi bana kankardeşim armağan etmişti. Öyle okudum ve o şekilde tanıdım. Ama, o sırada, Christie’nin bu önemli ve ilginç klasiğini tam anlamıyla değerlendirebildiğimi söyleyemem. Nedense, bu öykü, bende bulanık olduğu kadar derin izler bıraktı. Önce görünmeyen, sonra kendisi de “ölü” bir insanın, müzik eşliğinde herkesi nasıl öldürebildiğini çocuk kafamla çıkaramamıştım. İçindeki tüm kahramanların, hepsinin de, sonunda “kurban” ve “suçlu” olduğu garip bir öyküydü, On Küçük Zenci. Acaba, ünlü yazar, yaşam boyu suçluluk ya da günah duygusu içinde yaşayan Hıristiyan toplumunu mu dile getirmek istemişti? Belli değil.
Ardından yıllar ve yıllar geçti. Bu arada Agahta Christie’yi iyiden iyiye unuttum. Gerçi, zaman zaman kapağında bıyıklı bir “kedi başı” simgesi taşıyan Akba Kitabevi’nin yayınlarını görmüyor değildim. O romanların tanesi beş liraydı, altmışlı yılların başında. Ve arka kapakta, yayınevi sürekli okuyucularını uyarıyordu: “Çizgilere (Kedi’nin bıyıkları) dikkat! her iyi olana öykünenler vardır!” gibisinden.
Arada, şurda burda, bir-iki film de görüyordum. Ne var ki, bu filmlerde Christie’nin ünlü hafiyesi Hercule Poirot’yu oynayan oyuncu yetersiz ve abartmalıydı, kitaplarda canlandırılan o kişiliğin tadını bir türlü veremediği izlenimi bende egemen olmuştu. Dolayısıyla, gördüğüm filmleri sevmedim. Ne Simplon Ekspresi Cinayeti’ni (oysa, bir bölümü Türkiye’de ve Sirkeci Garı’nda geçer, gene, herkesin “suça katıldığı” bir serüven), ne Nil’de Ölüm’ü ve ne de Bir Kadın Kayboldu’yu.
Her şeye karşın, Devon’lu bu İngiliz “Leydisi”nin kitaplarıyla aramda belirli ve soğuk bir bölge vardı. Bunun bir nedeni de, Türkçe çevirilerde, kişiler ve ipuçları listesi gibi anlamsız bir sıralamanın her kitabın ilk yapraklarında vazgeçilmez bir gelenek halinde yer almasıydı. Daha ilk yaklaşımda, bu itici sayfalar ve liste beni kitaptan soğutuyordu.
Bir de, Agahta Christie’nin serüvenlerinin kafamda bıraktığı son tat, tuhaf bir biçimde kekremsiydi diyebilirim. Sanki bu öykülerde geçen olaylar hiç yaşanmamıştı, yaşanamazdı. Oradaki kişiler yari yarıya gerçekti. Bir bakıma, gerçekle gerçek dışının arakesiti üstünde sıkışıp kalmışlardı. Elle tutulan, paylaştığımız yaşamda onlara benzeyenler vardı belki, ama, onlar yoktu. Sözgelimi bir Hammet kişileri gibi ete-kemiğe bürünmüş, katı ve acımasız yaşam serüvenini paylaşan kişiler değillerdi. Onların her biri, diş çizgileri ve karakterleriyle, İngiliz toplumunun belirli sınıfları için yumuşatılmıştı; -bademi acı bile çıksa, üstünde sarılı olan şeker katmanı varolan acılığı dengeliyordu- en azından. Kısacası Agahta Christie zarif bir kaleme sahipti, ama ciddi boyutlarda tutucu bir yazardı. Yapıtları, bir çeşit soyut oyunlar ve koşullar mekanizmasından oluşmaktaydı.
Güç zamanların ortamında -demokrasinin askıya alındığı “balyoz”lu yıllardı bunlar- giderek Christie’nin başka erdemlerini görmeyi başarabildim. Yazarın babasız ve mutsuz geçen çocukluğu, onu öykülerinin anlatıcısı olarak -yahut Hercule Poirot kimliğiyle- çocuklara karşı, gençlere karşı dikkatli, sevecen ve anlayışlı yapmıştı. Onun için gençler yaşam demekti. Gençliği ve sevgiyi, bu nedenle romanlarında hep yüceltmişti. Tüm öykülerindeki kızlar birer “Juliet”ti, onun için. “Gençlik cilasızdır”, diyordu. “Kuvvetlidir, güçlüdür ve zalimdir. Ayrıca, gençlik kolay incinir.”
Christie’nin, vazoya yerleştirilmiş bir demet kuru kir çiçeği benzeri ilgi çekici ve değişik bir başka yaklaşımı da öykülerinde birtakım halk türküleri, çocuk şarkı ve tekerlemelerine uygun -ve paralel biçimde- cinayetler işlenmesiydi. Beş Küçük Domuz, Porsukagaci Cinayeti, On Küçük Zenci ve Cinayet Abecesi’nde, örneğin görüldüğü gibi.
Böylesi bir yaklaşımda, hafif “naif” denebilecek bir tavır sezilmekteydi. Belki, bu nedenle Agatha Christie zarif ve çekicidir; yeni yetişmekte olan çocukların hiç korku duygusuna kapılmadan okuyacakları türden cinayet romanlarıydı, onunkiler. Bir çeşit cinayet satrancı.
Öteki yurttaşlar gibi, sözgelimi Edgar Wallace, onda haşinlik yoktu; ne de Sherlok Holmes gibi kendini beğenmişlik akıyordu, her sayfasından...
Kaldı ki, romanlarının kahramanı Poirot ile, yazar kendi toplumuna yönelik ince bir eleştiri ve alayı da dile getiriyordu. Belçikalı bu zeki “yabancı”, bir dizi karmaşık olaylar içinde yüksek bir beğeni ve incelmiş bir Avrupa kültürünün temsilcisi olarak, birden bire ortaya çıkar. Şovenizme karşıdır; sık sık da gelişmiş bir mizah duygusunun örneklerini sergiler. Bu arada yazar için, birçok kez İngilizlerin yabancı düşmanlığına değinme fırsatı doğmuş olur.
Öte yandan, Poirot’nun kişiliğindeki gizli kalmış kışkırtıcı yanı da yazar ortaya koymaktan hiç çekinmez.
Böylece okuyucu, Hafiye’nin kadınlara karşı pek açığa vurmadığı düşkünlüğünü de görür gibi olur.
Ancak, yazarın 1930’lardan sonra bir ölçüde değiştiği söylenebilir; dünyadaki ekonomik ve toplumsal değişimlerin -damlalıkla bile olsa- yapıtlarına sızdığı görülür. Sınıf farkları, çatışmalar, serüvenlerinde yer alır, ama, tadımlık ölçüde. Artık olayların kimileri uluslararası coğrafyada geçmeye başlamıştır. Egzotizm, erotizm, siyasal güncelik ve sinemaya uyarlanabilir bir teknik, öykülerini daha bir renkli kilmiştir artık.
Ne var ki, tüm bunlara karşın, Agahta Christie tutkunluğunda bir eski eser sevgisinden daha çoğunu bulmak yine de güçtür.
Herhalde, aynı nedenle, yazarın kocası da tanınmış bir “arkeleog” oldu. Dolayısıyla, onun değerini en iyi de o bilebilir.
1980-1981. Bir süredir kendini duyuran uykusuzluğa yahut yoğun sıkıntıya karşı Simenon okuyorum. Evdekileri, okunmamışları bitirdikten sonra, Fransız Kültür Merkezi’nden koca bir cilt aldım. Üç kitaptan oluşuyor: Cécile Öldü, Yargıcın Evi ve Majestic Oteli’nin Mahzenleri. Son ikisi 1939’da yazılmış. Üçüncüyü okumadım. Okuyamadım. Benim dışımda bir irade, bıçakla keser gibi bu okumaya son verdi. Ve, aynı zamanda içimde çöreklenen sıkıntı ve tedirginliğe de.
O günlerde kendi kendime soruyordum: Savaş yıllarında nasıl oturup Simenon bunları yazmış.
Açıklaması zor! Benzer koşullarda, insan nasıl oturup onları okuyorsa, her halde o da öyle yazdı...
Çok önce, Hemingway’in Paris Bir Şenlik’ini okurken, yazarın Simenon’dan övgüyle söz etmesi beni şaşırtmıştı. Simenon’un ilk romanlar şaşırtmıştı. Üstelik da ha Simenon’un ilk romanları yayımlanmaya başladığı zaman Hemingway onu okumaya koyulmuş: L’Ecluse Numéro I (Bir Numaralı Kanal), Maison du Canal (Kanaldaki Ev) gibi. Sonuncunun baskı tarihi 1933. Bu ilk kitapların suyla ilgili kesitler sunması, kuşkusuz bir rastlantı da değil. Yandaki sayfalarda yer alan Simenon’un Günlüğü’nden alınan parçalar bunu yeterince açıklıyor, sanıyorum.
Gerçekten, bu Belçikalı yazarın kendine özgü bir dünyası var ve ondan kolayca kaçılamıyor. Bir kentin, bir bölgenin, yahut toplumsal bir çevrenin havasını nasıl ustaca bir canlılıkla anlatıyor! Sözgelimi Kiralık Oda’da Belçika kömür havzası, ya da Yargıcın Evi’nde küçük bir sahil köyüdür, anlatılan. Ré Adası yakınlarında Aiguillon. Roche-sur-Yon dolayları. Balıkçıları, gelgiti, suyun hareketleri, sis işareti, yağmuru ve sonunda kremalı istiridyesiyle sevimli ve çekici bir kasaba.
Yıllar arayla Simenon’dan uyarlanan iki ilginç film gördüm diyebilirim. Birini Paris’te, küçük bir semt sinemasında: Manhattan’da üç oda (Bu bir polisiye öykü değildi, ama açık bir sanat değeri vardı) Annie Girardot son derece başarılı bir oyun sergiliyordu. Etkisini şimdi bile unutamıyorum.
Öbürü, Ankara’da Kızılırmak Sineması’nda. Bu küçük, rahat ve kendine göre konforlu sinemada Amerikalılardan bize devredilmiş), La Veuve Couderc (Dul Bayan Couderc) oynuyordu. Oturduğum evin hemen sokak karşısıydı. Simon Signoret, etkili, baskılı ve kişilikli oyunuyla Dul Bayan’ı canlandırıyordu. Alain Delon ise, sorgu yargıcı rolünü üstlenmişti. Dikkate değer bir öykü ve nitelikli bir filmdi.
Simenon da, Gaston Leroux gibi bir gazeteci. Özellikle röportajlarıyla ünlü. Dahası, gezmediği ve görmediği ülke yok. Dünya çevresinde birkaç kez dönmüş. Ama, yeryüzüne daha çok sulardan (nehirler, kanallar ve denizler) bakması, alışılmışın dışında bir açı.
Bu arada Türkiye’ye de gelmiş. Ada’da Troçki ile görüşmüş. Türkiye günlerinden derlenmiş Avanos Müşterileri adını taşıyan bir kitabı da var. Doğal olarak yakın komşusu Hollanda coğrafyasına yerleşmiş öyküleri de eksik değil. Hollanda da, Simenon’un bu dostça yaklaşımına bir karşılıkta bulunmuş ve yazarın ünlü kahramanı Komiser Maigret’nin bir anıtını dikmiş. Kime niyet, kime kısmet? Acaba, bu anıtın çehresi kime benziyor dersiniz? Herhalde Jean Gabin olmalı. Babacan, yaşamı seven, anlayışı, psikolog, evine, yakın dostlarına ve kendine göre mesleğine düşkün bir Maigret.
Nedense, pek çok ünlü yazarımızın Simenon’dan dilimize çeviriler yapması hep ilgimi çekmiştir.
Başta Ataç olmak üzere, Oktay Akbal, Erhan Bener ve ötekiler.
Neden Simenon?
Onun polisiye türünün nitelikli bir edebiyat ürününe çok yaklaşması mı bu çekiciliğin kaynağı?
Kimbilir?..
Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
Suut Kemal Yetkin’den
Polis romanları
Çocukluğunda kim polis romanı okumamıştır? Hangimizin hatırasında Sherlock Holmes’in veya Nat Pinkerton’un pipolarını tüttüren hayalleri yer almamıştır? Ama polis romanlarını yalnız çocuklar mi okur? Hiç sanmıyorum. Büyükler bu çeşit romanları kötü bir şey yapıyorlarmış gibi çoğu zaman gizlice okurlar. Halbuki polis romanlarının değer taşıyanları çoktur. Şaheser olanları da yok değildir. Bunlar, hem eğlendirdiği, hem dinlendirdiği için, genç, yaşlı herkes tarafından, her çağda okunmuştur. Bismark gibi büyük devlet adamlarının, Gide gibi ünlü yazarların polis romanlarına gösterdikleri ilgi belki de bu özellikten ileri gelmektedir. Son dünya savaşından sonra, polis romanlarının bilhassa Amerika’da akıllara durgunluk veren sayıda okunması, bir Stanley Gardner tarafından yazılanların on beş milyon üzerinde basılması bu gerçeği belirtmektedir.
Polis romanlarının ilk parlak örneklerini, Amerika’da büyük şair Ed. A. Poe (1809-1849), Fransa’da Emile Gaboriau (1835-1873) vermiştir (1). Ama, onu milyonlarca insana okutan, yarattığı Sherlock Holmes tipini, kendi alanında Don Kişot’un vardığı şöhrete ulaştıran, hiç şüphesiz İngiliz yazarı eski hekim A. Conan Doyle (1859-1930) olmuştur.
Polis romanı, her şeyden önce bir mantık ve muhakeme oyunudur. Bir cinayet işlenmiştir. Bu bir neticedir. Bunu işleyeni meydana çıkarmak, yani sebebi bulmak gerekmektedir. Delillerin süzgeçten geçirilmesi, sağlamlar üzerinde durulması, birbirini tutmayan çürüklerden ayıklanması yapılacak ilk iştir. Bütün bunlar, beklenilmedik
bir anda katili meydana çıkarıverir. En ilgi çeken, en sevilen polis romanları, bizi çözülmesi güç bir problem karşısında bulunduran, polis hafiyesi ile beraber zihnimizi çalışmaya zorlayanlardır. Duyulan zevk, cinayetin sınırlı, kapalı bir yerde işlenmiş olduğu nisbette büyüktür. Bu bakımdan, yolunu hızla kovalayan bir trende (Agatha Christie’nin Mavi Tren’i), veya deniz ortasında yol alan bir vapurda (Carter Dikson’un Gemide Bir Katil’inde) yahut da kapısı dışarıdan kapatılmış olan bir odada (Gaston Leroux’nun Sarı Oda’nın Esrarı’nda, işlenen cinayetler, tecrid edilmiş durumda oldukları, aldatıcı, parazit unsurlardan uzaklaştırıldıkları için, muhakemenin daha verimli çalışmasına imkan vermektedir. Bu mekân birliğini zaman birliği tamamladığı nispette, vak’a çekici olur. Olup bitenler, uzun yıllara ne kadar bölünmezse, zaman ne kadar kısa olursa, dikkat o kadar gergin, zevk o nisbette derindir.
bir anda katili meydana çıkarıverir. En ilgi çeken, en sevilen polis romanları, bizi çözülmesi güç bir problem karşısında bulunduran, polis hafiyesi ile beraber zihnimizi çalışmaya zorlayanlardır. Duyulan zevk, cinayetin sınırlı, kapalı bir yerde işlenmiş olduğu nisbette büyüktür. Bu bakımdan, yolunu hızla kovalayan bir trende (Agatha Christie’nin Mavi Tren’i), veya deniz ortasında yol alan bir vapurda (Carter Dikson’un Gemide Bir Katil’inde) yahut da kapısı dışarıdan kapatılmış olan bir odada (Gaston Leroux’nun Sarı Oda’nın Esrarı’nda, işlenen cinayetler, tecrid edilmiş durumda oldukları, aldatıcı, parazit unsurlardan uzaklaştırıldıkları için, muhakemenin daha verimli çalışmasına imkan vermektedir. Bu mekân birliğini zaman birliği tamamladığı nispette, vak’a çekici olur. Olup bitenler, uzun yıllara ne kadar bölünmezse, zaman ne kadar kısa olursa, dikkat o kadar gergin, zevk o nisbette derindir.
Meselâ Hugh Austin’in Dörtten Yedi’ye Kadar adını taşıyan romanında okuyucu cinayetin, işlendiği köşke polisle beraber girmekte, araştırmaların gelişimini dakikası dakikasına takip etmektedir. Neticede esrar üç saat içinde çözülüverir.
Burada, neticeden sebebe giden polis romanı ile sebepten neticeye giden macera romanını birbirinden ayırt etmek gerekir. Polis romanındaki çıkış noktası, macera romanında varılan noktadır. Macera romanını sonundan okumaya başlayınız, bir polis romanı okumuş olursunuz. Bugünkü Amerikan polis romanlarının çoğu daha çok şiddetli dövüşme ve boğuşma sahneleriyle dolup taşan birer macera romanı karakterini taşımaktadır.
Şüphesiz polis romanı her şeyden önce bir mantık ve muhakeme oyunudur. Ama yalnız bu değildir. Katil ile polis arasındaki sessiz, çetin boğuşma gerçekte kötülükle iyiliğin çarpışmasıdır. Sonunda zaferi kazanan daima bu sonuncusudur. Polis hafiyesine gösterilen sempatinin bir sebebi de belki budur.
On beş, yirmi yıl öncesine gelinceye kadar polis romanı insan duygularına ilgi göstermediği, çoğunluk kötü bir dille yazılmış olduğu için edebiyat dışı sayılmakta idi. Bugün de onu böyle sayanlar çoktur.
Ama bir yandan;
- Fr. Fosca (2),
- Roger Caillois (3),
- Thierry Maulnier,
- Jean Blanzat gibi eleştirmecilerin;
öbür yandan;
- Cl. Aveline (4) gibi üslupçu romancıların eser ve makaleleri bu görüşün isabetsizliğine dikkati çekmiş,
- Chesterton,
- Graham Greene,
- Dorothy Sayers,
- Georges Simenon gibi ünlü romancıların yazdıkları türlü insanlık duygularına da yer veren polis romanlarının, edebi değer taşıyabileceklerini göstermiştir (5).
Bugün, güvenilir edebiyat tarihlerinde polis romanının yer aldığını görmekteyiz (6)
Artık polis romanının da bir estetiği olabileceği ileri sürülüyor.
(Günlerin Götürdüğü, 1958)
__________________________
(1) Bu yazarın hemen hemen bütün romanları çok eskiden dilimize çevrilmişti.
Bunlar arasında bilhassa;
- Mösyö Lecog’u,
- Löruj Davası’nı, (L’affaire Lerouge),
- 113 Numaralı Cüzdan’ı (Le Dossier N: 113),
- Orsival Cinayeti’ni (Le Crime Dorcival) sayabiliriz.
(2) Histoire et Technique du roman policier, 1937
(3) Le Roman policier (Puissances du Roman, 1942).
(4) La Double mort de Frédéric Belot’ya yazdığı polis romanını savunan önsöz.
(5) A. G. Ward, Twentieth Century Literature, 1901-1950.
(6) Thomas Narcejac, Esthétique du Roman Policier, 1947.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
Simenon’un günlüğünden
25 Haziran 1960,
Cumartesi
Dört gün önce yüz sekseninci romanımı bitirdim. Bu kitabın basit olmasını istiyordum. Oysa, daha yazmaya koyulduğum ilk gün, dokuzuncu ya da onuncu sayfaya doğru, daha ileri gitmenin boşuna olduğu, canlı bir şey yakalayamayacağım hissine kapıldım.
Yazarken, her zaman olduğu gibi, perdeleri sıkı sıkıya kapalı odamda yalnızdım, odanın içinde beş-altı tur attım. Saygısızlık olacağını düşünmeseydim, bu birkaç sayfayı yırtıp, yeni bir romana başlamak için oturup beklerdim.
Bu olay, bir yıl içinde iki-üç kez başıma geldi. Bu kez hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Sonra güvensiz, çekingen, makinemin başına oturdum. Sanırım, bu Maigret’lerin en iyisi oldu. Cannes Festivali’nden bu yana, güneş ve sevgi dolu bir roman yazmak istiyordum. Tasarladığım bir roman vardı. Kişiler, dekor her şey hazırdı. Ancak üç sayfa yazabildim. Bu bir Maigret olmayacaktı; kahramanlarım otuzlu yaşlardaydı. Bir anlamda yarim bıraktığım bu kitabın yerini alan “Maigret ve Yaşlılar”da aynı sevgiyi, güneşi, yaşları yetmiş iki ve seksen beş arası kişiler aracılığıyla anlattığımı romanı yazıp bitirdikten sonra fark ettim.
...Daha yedi-sekiz yaşlarındayken, kâğıt, kalem ve silgi beni büyülüyordu. Kırtasiyeciler, şekercilerden ve pastanelerden çok daha çekici geliyordu. Okulda kullanmak için fazla sert olan kimi sarı kalemler bana bütün nesnelerden daha soylu, daha aristokrat görünüyordu. Üniversitede maden mühendisliği okuyan ve bizim evde pansiyoner olarak kalan öğrencilerin kullandığı “Watmann” kâğıdı denen resim kâğıtları da aynı şekilde büyüleyiciydi. Haftalarca ya da aylarca aynı kâğıt üzerinde çalışırlar, sonunda bütün çizgilerin üzerinden çini mürekkebiyle (ah o küçük şişelerin soyluluğu) geçtikten sonra tıpkı çamaşır yıkar gibi yorgun kâğıdı yıkarlardı.
Defterlere -elbette daha görünüşlerinde çocukça bir şeyler taşıyan okul defterlerimize değil, üniversitelerin kullandığı kareli, kalin, kenarları kırmızı, ciltli defterlere- karşı tutkumun bu dönemde başladığını sanıyorum. Bu defterleri hayranlıkla seyredip, okşamak için gizlice üniversitelilerin kaldığı odaya süzülürdüm.
Öyle sanıyorum ki, ilk olarak on bir yaşıma doğru üniversitelilerin kullandığı o defterlerden aldım. içine ne yazacağımı o gün de bugünkünden (elli yedi yıl sonra) daha iyi bilmiyordum. Kuşkusuz ilk sayfaya adımı yazdım. Sonra, o zamanlar okuduğum bazı yazarlardan birkaç dize, birkaç tümce. Böylece, pek çok boşluk bıraka bıraka, üç-dört sayfa doldurdum sanıyorum.
On beş yaşında ikinci defter. Üçüncü defteri yirmi bir yaşında aldım. Gazetelere öyküler yazdığım dönemdi bu. Para kazanmak için her gün üçten yediye kadar yazıyordum. Akşamlaraysa defterime “kendim için” bir şeyler yazıyordum, yani o zamanlar, dediğim gibi “gerçek edebiyat” yapıyordum.
Yazı makinesine gelince, güzel kâğıtları, ciltli defterleri, kalemleri bunca sevdiğim halde daha on altı buçuk yaşında makineyle yazmaya başladım; çünkü, muhabir olarak çalıştığım gazetede bu bir kuraldı. Yıllarca makineyle yazmaya öylesine alışmıştım ki, elle yazamaz hale gelmiştim.
1940’ta savaşın büyük bölümünü geçirdiğim Fontenay-le-Comte’da başka defterler aldım. O zaman çocukluğumda beni etkileyen defterler den bulunmuyordu. Kumaş ciltler, kırmızı kenarlar gerilerde kalmıştı. Bu kez ilk sayfaya Pedigree adını yazdım. İkinci sayfaya da Simenon ailesinin soyağacını çizdim.
Çocukluğumu, özellikle ailemi anlatan birkaç sayfa yazdım. Claude Gallimard (ünlü yayınevi zaman zaman buluştuğu Andre Gide’den bana haberler getirmişti. Claude, Gide’e bu defterlerden söz etmiş. Birkaç yıldır mektuplaştığım Gide, onları kendisine göndermemi istedi. Yazdıklarımı okuduktan sonra, kalemi ve birinci şahısta yazmayı bırakıp öykümü bir roman olarak daktiloya çekmemi öneren bir mektup yazdı.
El yazmaları “anımsıyorum”a dönüştü.
Daktiloya çekilen metin de “Pedigree”ye.
●
Gençliğimde hep, sevdiğim nesnelerle dolu, sıcak bir çalışma odasında yazmayı düşlerdim. Bir yazarın yaşamını böyle düşlüyordum. Oysa romanlarımın çoğunu daktiloyla yazmakla kalmayıp, çalışma odamda da doğru dürüst yaşamadım. Yazmanın vereceği doyumu ise, hayatımı kazanmak ve mesleğimi öğrenmek için yazdığım popüler romanlar dışında asla duymadım.
Yaratmaya çalışmak, daha ilk anda bir esenlik duygusundan çok, acı, keder verici bir durum halini alıyordu benim için. Yazıda ilerledikçe yazmak güçleşiyordu, daha doğrusu korkuya kapılıyordum.
Bu korku şimdilerde öylesine yoğunlaştı ki, bir romanın başlangıcını ve ilk sabahı izleyen günlerde kendimi bedensel olarak hasta hissediyorum.
İlk romanlarımı (popüler olanları) üç-dört günde yazdım.
Sonra, yılda on iki roman (Maigret dönemi) yazıyordum.
Daha sonra, yılda ancak altı (yaklaşık yirmi yıl boyunca) roman.
Sonunda hızım yılda dört romana düştü. Ben ilerledikçe onlar beni tüketiyorlar.
Yoğunlaşabilmek için her geçen gün kendimi daha fazla zorluyorum.
Yoğunlaşabilmek için her geçen gün kendimi daha fazla zorluyorum.
...Bu defterlerde itiraflarda bulunmuyorum. Kendimi açıklamıyorum. Ne yaşamımı anlatıyorum, ne de tanıdığım kişiler hakkında öyküler yazıyorum. Düşüncelerimi sergilemek gibi bir niyetim de yok. Eğer varsa, zaten bunların romanlarımda ortaya çıkıyor olması gerekir.
Açıkçası, çalışma odamda korkusuzca, yaratmanın kaygısını duymadan, oturmak ve bir yapıt yaratmak, kişiler canlandırmak ve aynı zamanda yazmak için, neredeyse bedensel bir istek duyuyordum. İkinci bir kez okumadan yazmak. Tümcelerin düzeltilmesiyle, hareketleriyle, yaşamıyla uğraşmadan yazmak.
Yazmak için yazmak. On iki yaşındayken yazarın işinin bu olduğunu sanırdım. Belki de bir yere kadar doğrudur. Yalnız, ben yazar değilim. Ben romancıyım. Ve romancı, yazmanın coşkusunu bilmez.
Kısacası, elli yedi yaşında kendi kendime zaman zaman da olsa amatörce yazma zevkini tanıyorum.
2 Temmuz 1960,
Cumartesi
...Gide’in isteği üzerine gerçekleşen ilk karşılaşmamızda bana sorduğu bir soruyu anımsıyorum: “Söylesenize Simenon, kişiliğinizi hangi dönemde seçtiniz?” “Seçtiniz” mi dedi, yoksa “saptadınız” mı? Şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Hemen anlayamadım. “Kişiliğimi mi?” Bir an Maigret’den söz edip etmediğini düşündüm. Onun benim kişiliğim olmadığı, Maigret’nin kaza eseri ortaya çıktığı ve buna pek aldırmadığım karşılığını vermek üzereydim.
Ama hayır! Benden söz ediyordu.
Şöyle açıkladı: “Hepimiz şu ya da bu yaşta az-çok sadık kaldığımız bir kişilik yaratırız...”
Şöyle açıkladı: “Hepimiz şu ya da bu yaşta az-çok sadık kaldığımız bir kişilik yaratırız...”
Gide’in çeşitli dönemlerde çekilmiş fotoğraflarını gördüğümde düş kırıklığına uğradım. Daha 18-20 yaşlarında, aynı 70 yaşındaki pozlara, bakışlara sahipti.
Ürkütücü değil mi?
Ben kişilik seçmedim. Yüz kez tavır değiştirdim.
Ama, şimdi, “gazetelerde hakkımda çıkan yazıların böyle davranmamda hiç mi etkisi yok” diye kendi kendime soruyorum...
9 Temmuz 1960,
Cumartesi
Maigret ve Yaşlılar” romanımın düzeltmeleri bitti. Düzeltmeler tam beş günümü aldı. Günde 6-7 saat çalışmak koşuluyla. Bir başka deyişle günde üç buçuk saatten yedi gün. Yani 21 saat yazmak için, 30 saat düzeltmeler için. İlk “Maigret’ler”in düzeltmeleri bir günde biterdi. Bu gün onları okumaya cesaret edemiyorum.
20 Temmuz 1960,
Çarşamba
...Son üç ya da dört yüzyıl içinde, özellikle tıp ve biyoloji alanında yapılan bilimsel buluşların tarihini yeniden okurken, bunların neredeyse tamamen natüralistlerin sabırlı gözlemleri sonucu ortaya çıktığını görünce büyük bir hayranlık duydum. Karma karışık saçlı, büyüteçli bu bilginler bütün yaşamlarını, çoğu kez basit bir tek türe, bir sineğe, küfe, istiridyeye, kurbağaya adıyorlar. Hayatta yalnızca bu bilginlere özeniyorum.
21 Temmuz, sabah
Niye pek çok yazarın günlük tuttuğunu yeni yeni anlıyorum. İnsan okuyucuyu düşünmeden serbestçe yazıyor. İnsanın kendi kendisiyle yaptığı bir gevezelik bu. İstediğiniz kadar saçmalayabilirsiniz.Örneğin, dün, Rembrandt’i düşünüyordum. Tablolarından bazıları gözümün önüne geliyordu. Rastgele resimler değildi bunlar. Biyolojiyi yaratan, dünyaya yeni boyutlar kazandıran görüntülerdi. (...)
Bilime öncülük edenler ressamlar değil midir?
Öncül olanların sanat yapıtları olduğuna hemen hemen eminim.
Corot, Van Gogh, Gaugin ve sonra empresyonistler...
Corot, Van Gogh, Gaugin ve sonra empresyonistler...
Özellikle insani yeni bir bağlamda ele alan empresyonistler.
Gerçek (eskiden gerçek diye bilinen demek istiyorum) gerçek olmayanla karışıyor.
Gerçek (eskiden gerçek diye bilinen demek istiyorum) gerçek olmayanla karışıyor.
Dostoyevski, Freud’a öncülük etmedi mi?
Freud, kendisi onu okuduğunu söylüyor ve kendi kendimize, “eğer bu Rus yazarı olmasaydı, Freud yeni bir insan imgesi yaratabilir miydi?” sorusunu sorabiliriz.
Durum böyleyse ben geç kaldım demektir.
Soyut sanat bir tür önsezi olacaktır ve ortaya çıkan bilimsel kuramlarla uyuştuğu gerçektir.
Soyut sanat bir tür önsezi olacaktır ve ortaya çıkan bilimsel kuramlarla uyuştuğu gerçektir.
Oysa birkaçı dışında (niye?) soyut resim beni rahatsız ediyor ya da hiç etkilemiyor.
22 Temmuz 1960
Benouville’e, sonradan da üç-dört ay kaldığım Etretat’ya 1924’te gitmiştim. 1925’te de Porquerolles’de denizin, balıkların, yengeçlerin yaşamını keşfettim. Bunun başımı döndürdüğünü, beni ürküttüğünü anımsıyorum. Fazla sert bir şarap gibiydi. Keşfettiğim en önemli şey, yaşam için verilen bitmek tükenmek bilmez kavgaydı.
Bir sonraki yıl Fransa’yı keşfetmek istiyordum. Bu işi kara ya da demir yolundan yapmadım. Her şeyden önce, dekorun arkasını görmek istiyordum. Bütün ülkeyi kuzeyden güneye ve doğudan batıya kadar nehirlerden ve kanallardan geçmemin nedeni, sportif bir yolculuk yapmak değildi. “Ginette” beş metre uzunluğunda bir tekneydi. Bu küçük teknede bir masa, birkaç portatif sandalye, yazı makinem ve bir mutfak ocağı vardı. Küçük bir kasaba ya da bir köy, kanaldan ya da nehirden, yoldan gözüktüğünden çok daha farklı gözükür. Keşfedilen onun gerçek ve en eski yüzüdür.
Bir yıl sonra Fécamp’da “ostrogoth” adındaki ikinci gemimi yaptırdım.
Onu ilk önce Paris’e götürdüm ve “Notre Dame”in rahibine vaftiz ettirdim...
Onu ilk önce Paris’e götürdüm ve “Notre Dame”in rahibine vaftiz ettirdim...
Ems kıyılarında, Delfi j’de ilk “Maigret”imi yazdım...
...Sonra, savaş sonuna kadar süren bir dizi yolculuk. Kişin Norveç ve Laponya, sonra uzun bir Avrupa gezisi, özellikle doğudan batıya doğru Afrika turu -bu, o zamanlar oldukça güçtü- ABD, Panama, Ekvator, Tahiti, Yeni Zelanda, Avustralya, Hindistan vb... Aynı zamanda Sovyetler Birliği, Türkiye, Mısır...
Manzara ardında koşmuyordum.
Egzotik diyebileceğim romanlarım parmakla sayılacak kadar azdır:
- Türkiye’de “Avanos’un Müşterileri”,
- Panama’da “Zenci Mahallesi”,
- Gabon’da “Ay Darbesi”,
- Matadi-Bordeaux arasında “Gölgede Kırk Beş Derece”,
- "Kongo’da Ferchaux’larin Büyüğü”,
- Galapagos’ta “Susuzluk Çemberi”.
Unutsam unutsam, birkaç tanesinin adını unutmuşumdur.
Tahiti’de “Muz Turistleri” ve
gezdiğim hemen her yerde “Uzun Yolculuk”.
...Kendi hesabıma yolculuk yapıyordum. Ama pek çok gazete ve dergi yöneticisi tanıdığımdan, onlara yola çıkmadan önce altı-sekiz ya da on günlük yazı dizileri öneriyor ve böylelikle masraflarımı karşılıyordum...
Çeviren: Siren Tayla | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
Gabrielle’in, annesinin öldürülmesi için bir araç gibi kullanılması, seni bir lanetin gerekli olduğuna inandırmıyor mu? diye sorar, yazar Fitzstephan.
Dedektif, olay, sıradan, gizemsiz bir polisiye vaka olarak görmekte direnince de ekler: “Senin gibiler insanın hayatını renksizleştiriyorlar” (1)
Oysa, gitgide gizemli bir görünüm almaya başlayan bir dizi kuşkululu ölüm olay birbirini izlemektedir.
Buna karşılık, Hammett’in bu ilginç romanında yer almış kahramanlardan biri olan yazar Fitzstephan’a göre, birbirini izleyen bütün bu ölümler “lanet” türünden bir varsayıma dayandırılmadıkça boş ve anlamsız kalır. Lanet yoksa bile, onu yaratmak gerekecektir. Gabrielle’in morfin tutkunluğu nedeniyle iyice karmaşıklaşan imgelemindeyse, kendi çevresinde gelişen ve sonu gelmek bilmeyen cinayetler ancak bir länet düşüncesine bağlanarak tutarlılık kazanabilir. Annesinin ölümünden duyduğu suçluluk da bu saplantıya sağlam bir dayanak hazırlar. Sonuçta, usanmak bilmeden yinelenen öldürme ediminin anlamlandırılabileceği birçok düzlemden biridir, o da. Dedektifinki gibi. Ama, öldürme ediminin öznesine değil, doğrudan kendisine yöneliktir. İnsan Pathos’unun derin karmaşasını kurcalamaktan başka işe yaramaz, katilin bulunmasına da katkısı olamaz. Dolayısıyla, dedektif açısından pratik bir işlevi yoktur. Çok eski çağlardan bu yana, çeşitli biçimlerde yinelenen bir söylencenin yeni bir değişkesidir olsa olsa.
Kentin üstüne bir lânet çökmüştür.
Oidipus, Kral olarak bunun nedenini, gizemi çözmelidir. Kendi kendinin dedektifi olacaktır, ister istemez.
Tanıklar dinlenir. İpuçları belirmeye, yumak çözülmeye başlar.
Bir yanda gücünü doğadan alan istek, ölçüsüz tutku, öte yanda yasa ve onu çiğnemekten doğan lânet.
Oidipus, soruşturmayı tamamlayarak, kendi yıkımını hazırlamış olur.
Ortaya çıkardığı suçlu Dahası, bilinçsizce babasını öldürüp annesiyle yatarak länetlenmiştir.
Gözlerini kör ederek, sessizce kenti terkeder.
“Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir...”
Gabrielle, üzüntüsünü unutup biraz kendine gelebilmek için tapınak’a çekilir. Tapınağın kurucuları Aaronia ve Joseph çifti, tiyatroda basari gösteremeyince yeteneklerini yeni bir din yaratma konusunda denemeye karar vermişler ve birçok saygın Amerikan yurttaşını etkilemeyi başarmışlardır. Amaç göz boyayıp biraz para sızdırmak da olsa, oluşturdukları yapı, yarattıkları mucizeler oldukça inandırıcıdır. Gabrielle’i korumak için tapınağa yerleşen dedektif bile, bir an kuşkuya kapılır.Üzerine saldıran hortlakla boğuşurken, kısa bir süre için de olsa, kendi evren görüşünün kesin ussal kurallarından bu dinsel-düşsel düzleme kayar gibi olur. “Lânet” doruk noktasındadır. İnsan kurbanları sürer. “Hz”. Joseph, kendi yarattığı büyüye kapılarak, peygamberlikten Tanrı’lığa terfi edip ipin ucunu kaçırınca, gizem kendiliğinden çözülmeye başlar. Tapınağın tüm kutsallığı ve tansiklar düzmecedir. Fitzstephan’ın da dediği gibi, görevi bir bakıma yaşamı renksizleştirmek” olan dedektif, gizlenmiş uyuşturucu gaz borularını ve hortlak görünümü sağlayan ışık düzenini ortaya çıkarır. Ama, bu da çözüme ulaşmaya yetmez. Üstelik, ünlü Mrs Rodman gibi tapınağın saygın müşterilerinin, “Tanrı, mucizeleri için her şeyden yararlanabilir” biçimindeki yorumlarını değiştirmez. Ünlü bir reklamcının deyişiyle, “İnsanın her zaman ekmeğe ve düşe gereksinimi olacaktır” (Séguéla).
Bir polis romanında herkes suçlu olabilir. Dedektif bile.
Okuyucuysa kendi suçsuzluğundan tam olarak emin olabilmek için sabırsızlıkla katilin bulunmasını bekler;
cinayetlerin betimlendiği satırların arasına gizlenmiş, henüz bilinmeyen katilde yansıyan kendi karmaşık tutkularından arınmak istermiş gibi...
“İkiyüzlü okuyucu! Benzerim, kardeşim!” (Baudelaire)
Dedektif, şaşmaz ve maddeci mantığıyla çözüme yaklaşırken, Gabrielle’i morfin tutkunluğundan sağaltmaya yönelik girişiminde de başarıya ulaşır. Katil ortaya çıkarıldığında, Gabrielle de iyileşmiştir. Üstelik, morfinden kurtulmakla kalmamış, sanki çocukluğundan beri süren o korkunç karabasanla hesaplaşmasını da tamamlamıştır. Artık çocukluğundan tümüyle sıyrılıp, geçmişinden bağımsızlaşabilir. Bir yetişkindir, o. Lanet çözülmüş ya da onu yaratan tasarım düzlemi geçerliğini yitirmiştir, Gabrielle için.
Cinayetleri tasarlayan aslında yazar Fitzstephan’dan başkası değildir. Yavaş yavaş oluşturduğu ve koşullara göre değişikliklere uğrattığı planıyla ve dedektifin ödünsüz akılcılığına karşı savunduğu “lânet” kuramıyla, olay örgüsünün başmimarıdır bir bakıma... Sonunda, eline tutuşturulan bir bombayla, bir bacağıyla bir kolu kopar ve yüzünün yarısı yanar. Yine de yaşamını sürdürecektir. Aklını kaçırmış olduğunu düşünürler. Bir süre akıl hastanesinde kalır. Taburcu olduktan sonra da bir adaya çekilir. Parçalanmış bir yazardır. Yitirdiği öbür yarısıyla, artık tehlikesiz olduğuna karar verilmiştir.
Romanın yaratıcısı da, McCarthy döneminin cadı kazanlarından kendi payını alır. Bir başka länetle lânetlenir.
Yaşlılığının bir bölümünü hapiste geçirecektir. Bir süre sonra da ölür. 1961, New York. Dashiel Hammett, dedektif ve yazar.
________________________________
(1) Lânet (The Dain Curse), Dashiel Hammett, Altın Kitaplar, 1979.
Ahmet Güngören| Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
Polisiye öteden beri sinemanın vazgeçilmez türlerinden biri olagelmiştir. “Polisiye film” sinema ansiklopedilerine göre, genellikle yasa ile yasadışı olanın, polisle ya da polis hafiyesiyle (dedektifle) suçlunun karşı karşı getirildiği film türü olarak tanımlanmaktadır. Ama aslında “polisiye sinema”nın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği konusundaki akla gelen soruları alabildiğine uzatmak da olasıdır. İngilizce’deki (daha doğrusu Amerikalıların pek kullandığı) ünlü “thriller” deyimi, Fransızca’daki “film noir” (başlıbaşına bir edebiyat türü sayılabilecek polisiye romanda “serie noir” karşılığı) ve yine İngilizce “suspence” deyimleri, belli ölçüde polisiye filmi kapsayan ve genelde başka dillere çevrildiğinde pek bir anlam ifade etmeyen deyimlerdir. Sinemanın başlangıç yıllarında, sessiz sinema döneminde heyecanla izlenen polisiye sinema örneklerini Avrupa’da “Fantoma”, “Judex”, “Dr. Mabuse”, vb. filmler, Amerika’da da çeşitli seriyaller oluşturuyordu. İngiliz yazar Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü klasiği Sherlock Holmes, roman sayfalarından beyazperdeye geçen “edebi” polis hafiyesi tipinin ilk örneğiydi. 1910’lardan başlayarak çevrilen Sherlock Holmes filmlerinde, Conan Doyle’un ölümsüz kahramanı değişik oyuncular tarafından canlandırıldı. Basil Rathbone (Holmes) - Nigel Bruce (Watson), Sherlock Holmes filmlerinin en unutulmaz ikilisini oluşturdular 1930’larda. Billy Wilder’ın 1970’lerdeki filmi “The Private Life of Sherlock Holmes - Şerlok Holmes’in Özel Hayatı”nda Peter Cushing (Holmes) ile Robert Stephens de (Watson) ilginç bir yorum getirdiler rollerine. Conan Doyle gibi İngiliz olan Edgar Wallace da tipik anglosakson “cinai” romanlarıyla 1920’lerin kimi dışavurumcu Alman yönetmenleri üstünde etkili oldu.
Örneğin;
- Fritz Lang’ın “Die Spinnen - Örümcekler” (1919),
- “Dr. Mabuse der Spieler - Dr. Mabuse” (1922) ve
- “M-Düsseldorf Canavarı” gibi filmlerinde Wallace etkisi belirgindir.
- Aslında Conan Doyle ve Edgar Wallace’lardan çok önceleri, 1841’de “Graham’s Magazine”de tefrika edilen “Morg Sokağı Cinayeti”yle polisiye roman türünün ilk örneğini veren anglosakson yazarın Edgar Allan Poe olduğu ileri sürülebilir. Sinema tarihinde birçok kez beyazperdeye uyarlanan Edgar Allan Poe’nun “Morg Sokağı Cinayeti”nin kahramanı C. Auguste Dupin’in de, polisiye romanının sinemaya da yansıyan ölümsüz ilk “özel detektif”i olduğu söylenebilir. Dupin de, Sherlock Holmes, vb. gibi olağanüstü zeka, mantık ve muhakeme yeteneğine, “üstün insan” niteliklerine sahiptir.
Sherlock Holmes’un İngiltere’de ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonu - 20. yüzyıl başlarında ABD’deyse birçok yazar tarafından tezgahlanan Nick Carter romanları yaygınlık kazanıyordu. Hızla sanayileşip kentleşen ABD’de western kahramanlarının geleneği uzantısındaki, kent kökenli kahraman tipi Nick Carter’ın kötülerin er-geç alt edildiği, suçun cezasız kalmadığı sürükleyici serüvenleri, başrolde Walter Pidgeon’ın boy gösterdiği, MGM yapımı “Nick Carter, Master Dedective - Nick Carter, Usta Detektif” adlı filmle sinemaya uyarlandı 1939’larda.
Sessiz sinemanın son yılları ve sesli sinemanın başlangıç dönemi, ABD ekonomik bunalımı, içki yasağı, gangsterlerin türemesi, v.b. olgular ve polisiye yazının gittikçe ağırlık kazanması, polisiye türünün temellerini attı, alışılagelenin dışında bir “olumsuz kahraman” tipini yarattı. 1930’ların polisiye filmlerin ve polisiye yazının altın çağı olduğu yaygın bir kanıdır. Bilindiği gibi bu dönem, Amerikan toplumunda ekonomik sıkıntının, içki kaçakçılığının, yasadışıların ortaya çıktığı, rüşvetin, yolsuzlukların ve genel yozlaşmanın enikonu yaygınlaştığı bunalım yıllarıdır. Sonraları ciddi araştırmalarla da belirlendiği gibi, araştırmalarla da belirlendiği gibi, toplumsal ve siyasal, genel bir tedirgin sürecin yaşandığı toplumlarda, bu tedirginliğin edebiyata, polisiye romanlara ve özellikle de sinemaya yansıdığı ve ilgi gördüğü gözlenmiştir hep. 1920 ile 1930 arasında ABD’de yayınlanan polisiye dergilerin en ünlüsü “Black Mask - Kara Maske” dergisi, daha sonra polisiye yazının önemli adları olacak, bir yığın genç yazarın kümelendiği bir yayın organıydı.
- Dashiell Hammett,
- Raymond Chandler,
- Horace MacCoy,
- Frank Gruber,
- James M.Cain, vb. gibi yazarlar sinemaya “hazır bir esin kaynağı” olarak zengin bir senaryo malzemesi sağlayacaklardır daha sonraki yıllarda.
Bu dönemin popüler kahramanı S.S. Van Dine’ın yarattığı ve sinemada William Powell’in canlandırdığı Philo Vance tiplemesi, Raymond Chandler’in deyişiyle “polisiye romanın belki de en ahmakça karakteri”ydi. Oysa Dashiel Hammett’in yazdığı romandan John Huston’ın sinemaya uyarladığı “The Maltese Falcon - Malta Şahini”nde (1941), Hammett’in “sert ve inatçı” kahramanı Sam Spade tipi, bu rolü canlandıran Humphrey Bogart’in da başarısıyla yıllar boyunca unutulamadı, beyazperdedeki “özel detektif” tiplemesinin neredeyse “prototipi” oldu.
Amerikan toplumundaki suç ve şiddetin gündelik hayatın sıradan bir olgusu haline dönüştüğü gerçeğini işleyen Black Mask yazarları arasında önde gelen Samuel Dashiell Hammett (doğumu: 1894 Maryland, ölümü: 1961 New York), birçoklarına göre polisiye yazının en büyük ustasıdır. Salt masa başında esin perilerini bekleyerek değil de, yazarının kentin serseriler, katiller, orospular ve yasadışı üçkağıtçılarla dolu karanlık vahşi ve kanlı arka sokaklarında geçen yaşantı deneyimlerinden, birikimlerinden kaynaklanarak yazılmış Dashiell Hammett romanlarından, öykülerinden, daha çok ruhsal çöküntülerin, günahın, bilinçaltının yansıdığı, umulmadık bir anda birtakım gerçekliklere de değinen ve ‘sokaktaki adam’la özdeşleşen, sert serüven filmleri türemiştir polisiye sinemada, 1930’lardan başlayarak. Hammett’in 1931’de Paramount için yazdığı özgün öyküler, Rouben Mamoulian eliyle “City Street - Kent Sokakları” adlı filme dönüştürülürken aynı yıl “The Maltese Falcon”un birinci çevrimi de yönetmen Roy Del Ruth tarafından perdeye aktarılmıştı. Hammett’in, bir yığın sinama ve yanılmalarla çözüme-başarıya ulaşmada sonuna değin kararlı ve inatçı, okuyucu ya da seyircinin “kendilerinden biri” olarak görüp özdeşleştiği kahramanı Sam Spade, değişik bir “Malta Şahini” çeşitlemesi niteliğindeki, William Dieterle’in yönettiği “Satan Met A Lady - Şeytan Bayana Rastlıyor”da (1936) seyirci karşısına çıktıysa da asıl ününe, polisiye filmin tüm temel özelliklerini kusursuz bir uyumla bütünleştiren ve yönetmen John Huston’in türün başyapıtı olarak sinema tarihine geçen filmi “The Maltese Falcon - Malta Şahini”yle (1941) kavuştu bu detektif tiplemesi. Humphrey Bogart da bu rolüyle ölümsüzleşti. Hammett’in bir başka romanından, yönetmen W.S. Van Dyke’ın sinemaya uyarladığı, MGM yapımı “The Thin Man - İnce Adam” (1934) ise bir başka Hammett kahramanını, “centilmen” özel detektif Nick Charles’i geniş seyirci yığınlarına tanıtıyordu. Bu film çok tutulunca, olayları çoğu kez karısı Nora’yla kafa kafaya verip çözümleyen Nick Charles’in serüvenlerini yine William Powell - Myrna Loy ikilisini oynatarak 1947’ye değin 5 “Thin Man” filmiyle sürdürdü MGM. “Thriller"e özel bir bakış getiren ve somut, sert, keskin anlatımlı Hammett romanlarından “The Glass Key - Billur Anahtar” da iki kez sinemaya aktarıldı, ilkini 1935’te Frank Tuttle yönetti, ikincisini 1942’de başrolde Alan Ladd - Veronica Lake ikilisini oynatan Stuart Heissler. 2. Dünya Savaşı yıllarında Washington’da Nazi ajanlarının peşini bırakmadığı bir Alman göçmeninin ve ailesinin öyküsünü anlatan “Watch On The Rhine - Ren Üstünde Gözetleme” (1943, yönetmen: Herman Shumlin) de, Hammett’in karısı Lillian Hellman’in bir oyundan sinemaya uyarladığı, parlak bir senaryo çalışmasıydı.
ABD’de 1950’lerde Hollywood’u kasıp kavuran senatör McCarthy fırtınası, Hammett’i de “tescilli solcu” sayarak ünlü Amerikan karşıtı etkinlikler kurulunun karşısına çıkarıyordu birçok gerçekçi ve önemli sinema sanatçısına yapıldığı gibi. Ne var ki, çizgisinden ödün vermeyen Dashiell Hammett, 1951’de soruşturmalar sırasında hiçbir açıklama yapmadığı için 6 ay hapse mahkûm edilirken, “The Glass Key - Billur Anahtar”ın birinci çeviriminin yönetmeni Frank Tuttle, 10 yıllık Komünist Parti üyeliğine karşın, kurulun önünde açıkça “muhbirliğe” övgüler düzüyor ve “muhbirliğe tiksinti duyulur biliyorum ama, yine de onlardan biri olacağım kızıl tehlikesine karşı, çünkü muhbirliğin, komünist sızmalara karşı, mutlak anlamda hayatı bir rolü olduğuna inanıyorum...” diyordu. Hammett’in hapis cezası daha sonra para cezasına çevrildi ama, o tarihten sonra, yani 1951’den sonra 1965’de ölene değin, bir daha bir şey yazmadı, eline kalem almadı Dashiel Hammett.
1930’lar ve 1940’larda ortalığı kaplayan özel detektiflerin serüvenlerini aktaran Amerikan “kara film”leri üstünde Dashiell Hammett’in yanı sıra 1. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda İngiltere’den ABD’ye dönen romancı Raymond Chandler’in de büyük etkisi oldu. Hammett’in “The Thin Man”inin büyük başarısı, polisiye yazının başka kahramanlarini da art arda sinemaya taşıdı. Ellery Queen, Nero Wolfe, Perry Mason gibi. Yazar Ret Stout’un kaleminden doğan Nero Wolfe, kuşkusuz polisiye romanın en “egzantrik” kahramanlarından biriydi, değişik oyuncuların canlandırdığı Nero Wolfe filmlerinde olaylar, çeşitli garip huylara sahip olan bu şişman detektifin evinde çözümlenmekte, katilin ya da suçlunun ortaya çıkışı hep birlikte izlenmekteydi. Çok sonraları James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming, “polisiye romana damgasını vurmuş en uygar ve yaratıcı beyin” olarak değerlendirmişti, 1975’te ölen romancı Rex Stout’u. Bu arada bir de “oriyental hafiyeler” moda oldu polisiyede, yazar Earl Derr Biggers’in Çin kökenli kahramanı Charlie Chan, bu doğulu detektiflerin en ünlüsüydü ve bir dizi Charlie Chan filminde çeşitli oyuncular tarafından canlandırıldı. Bir diğer doğulu detektif de, Macaristan doğumlu oyuncu Peter Lorre’nin büyük başarı kazandığı “Mr. Moto” tipiydi, Fox yapımı “Mr. Moto” filmleriyle aynı sıralarda tezgahlanan “Mr. Wong” filmlerinin kahramanıysa, korku filmleriyle kılıktan kılığa girerek ünlenen Boris Karloff’tu.
1940’larda Hammett’la birlikte, yazdığı esrarlı ve gerçekçi romanlarla polisiye sinemayı yönlendiren yazarların başında gelen Raymond Chandler (doğumu 1888, ölümü 1959), gençliğini İngiltere’de geçirdikten sonra döndüğü ABD’de önceleri polisiye öyküleriyle, sonraları esrarlı romanları ve film senaryolarıyla tanındı. En popüler kahramanı özel detektif Philip Marlowe, Humphrey Bogart’tan Robert Mitchum’a değin bir yığın ünlü oyuncunun boy gösterdiği çeşitli filmlerle sinemaya yansıdı. Türün “Malta Şahini” gibi başyapıtları arasında anılan, 1946 Warner Bros yapımı, genç Howard Hawks’un yönettiği ve senaryosunu Chandler’in romanından, sonraları 1960’larda Nobel kazanacak olan William Faulkner’in yazdığı “The Big Sleep - Büyük Uyku”da Humphrey Bogart, Hammett’in San Francisco’lu detektifi Sam Spade’den sonra Chandler’in yarattığı Philip Marlowe’u da başarıyla oynadı. 1940’ların Amerikan polisiyesinin, Freud’dan, psikanalizden, dışavurumcu yöntemlerden yararlandığı gibi, toplumsal gerçeklere ve hayalgücüyle belirgin bir üslupçuluğa da dayanan temel özelliklerini ve yapısını sergileyen The Big Sleep Pauline Kael’in vurguladığı gibi “o zamana değin alışılmış Hollywood filmi kuruluşunu parçalayan” bir yapıttı. Bogart’la evleneceği Lauren Bacall, Hemingway’den uyarlanan “To Have And Have Not - Sahip Olmak ve Olmamak” adlı bir başka Hawks filminde de bir araya geldiler daha sonra.
Chandler’in romanlarından uyarlanan filmler arasında,
- Edward Dmytryk’in “Murder My Sweet - Farewell My Lovely - Elveda Güzelim”inde (1945) William Powell,
- hem yönetip, hem oynadığı “Lady in the Lake -Göldeki Kadın”da (1947) Robert Montgomery,
- Paul Bogart’in “Marlowe”unda (1969) James Garner,
- Robert Altman’ın “The Long Goodybye - Uzun Ayrılık”ında (1973) Elliot Gould,
- Dick Richards’ın “Farewell My Lovely - Elveda Güzelim”inde (1976-yeniden çevirim) Robert Mitchum, değişik Philip Marlowe yorumlarını sundular.
Raymond Chandler’in senaryoları arasında,
- Hitchcock’un 1951 yapımı “Strangers On a Train - Trendeki Yabancı” ve
- Billy Wildeer’in 1944 yapımı “Double Indeemnity - Çifte Tazminat” anılabilir.
Dudaklarından düşmeyen “Chesterfield” sigarasıyla gerçekleri araştırırken yasadışı güçlere çarpan, toplumsal yozlaşmalarla karşı karşıya kalan, kimi zaman bir kadına da tutulan özel detektif tipi Philip Marlowe, Chandler’in 1959’da ölümünden sonra kimi TV dizilerine de kaynaklık ederek popülerliğini sürdürdü (James Garner’in başrole çıktığı 1974-80 arasındaki “The Rockford Files - Rockford Dosyası” bizim TRT’de de gösterildi).
Chandler, ustası bellediği Hammett hakkında 1950’lerde şöyle yazacaktı:
“Hollywood’da ilahları rahatsız etmeden duramayan üç-beş kişiden biriydi Hammett, davranışlarındaki vakar ve hüzün insani etkilerdi. Yazmayı bırakmasının nedenini hiçbir zaman anlayamadım. Sanırım kaynaklarını tüketmişti ve başka bir şeyi denemek için de gerekli entelektüel birikimden yoksundu belki de.”
Wim Wenders’in geçtiğimiz yıl Sinema Günleri’nde izlemek fırsatını bulduğumuz “Hammett”i (1980-83) Wenders’in “kara dizi filmi” yapmak tutkusunu örnekleyen ve ünlü yazarın biyografisini vermekten çok olsa olsa “bir düşün özgeçmişi” sayılabilecek bir saygı filmiydi. Frederick Forrest de, Hammett rolünde çizgi dışı bir oyun veriyordu. Yine birkaç mevsim önce sinemalarımızda izlediğimiz Fred Zinneman’in Lillian Hellman’dan uyarladığı Julia”da ise (1977) Jason Robards ilginç bir Hammett kompozisyonu çizerken, Jane Fonda da, karisi Lillian Helman’i canlandırıyordu.
İskoç asıllı Amerikalı yazar James M. Cain’in ünlü romanı “The Postman Always Rings Twice - Postacı Kapıyı iki kez Çalar”da üç kez sinemaya aktarıldı, İtalyan Luchino Visconti’nin yeni gerçekçiliğin öncü filmi “Ossesione - Tutku” (1942), Tay Garnett’in 1945 yapımı uyarlaması ve yakın dönemde izlediğimiz yönetmen Bob Rafelson’un Jack Nicholson - Jessica Lange’i çevirimi (1981)...
1950’ler polisiye sinemanın parıltısının sürdürüldüğü yıllardı: John Huston, W.R.Burnett’in romanından Ben Maddow’un senaryosuyla “The Asphalt Jungle - Elmas Hırsızları” ve Maxwell Anderson’un oyunundan “Key Largo” Delmer Daves, David Goodis’in romanından “Dark Passage - Karanlık Geçit”, Robert Siodmak, Hemingway’in öyküsünden “The Killers - Katiller” (yeniden çevirimini Don Siegel 1964’te yaptı) gibi filmlerle polisiye roman uyarlamalarını gerçekleştirdiler. Yine bu yıllarda şiddet ve intikam öğesinin gittikçe ön plana çıkarıldığı Mickey Spillane romanlarının ilkini Robert Aldrich gerçekleştirdi: “Kiss Me Deadly - Öp Beni Öldüresiye”. Mickey Spillane’in saldırgan kahramanı Mike Hammer, göze göz, dişe diş kuralını uygulayan, gözünü kırpmadan adam “şişleyebilen”, psikopati ve cinsel sadizm öğelerinin de yer aldığı kıyıcı serüvenleriyle bir dönem gözde oldu. Mike Hammer’in bu dönemdeki başlıca rakibi, Peter Cheyney’in yarattığı vurdulu kırdılı serüvenlerin kahramanı ve beyazperdede oyuncu Eddie Constantin’e özdeşleşen Lemmy Caution tiplemesiydi.
1960’lardan sonra, günümüze değin süregelen polisiye sinemada şiddet dozunun gittikçe artırıldığı ve cinsellik öğesinin de vurgulandığı belirgin “klişelerin” yaygınlaştığı yeni öz ve biçim dengelerinin araştırıldığı gözlenmektedir.
Bu dönemde romanları sinemaya uyarlanan yazarlar olarak;
- Ross MacDonald (Harper - Canlı Hedef/J.Smight, 1967),
- Richard Stark (Point Blank - Dönüşü Olmayan Nokta / W. Boorman, 1968),
- Robin Moore (French Connection - Kanunun Kuvveti / W. Friedkin, 1972),
- Mario Puzo (The Godfather - Baba / F. Coppola, 1972), vb. gösterilebilir.

Fransız sinemasında 2. Dünya Savaşı’nın ardından gözlenen şiirsel gerçekçiliğin romantik, hüzünlü polisiye denemeleri, yerini, 1960’lardaki Amerikan sinemasına tutkun Yeni-Dalgacıların filmlerine bıraktı. Toplumsal bir öğe olarak şiddeti barındıran, gösteri niteliğinin ağır bastığı örneklerle Amerikan sinemasına özgü tipik bir tür olarak gelişim gösteren “kara film”, Fransız sinemasında da kendine özgü bir yol buldu. Fransızların Hitchcock’u sayılabilecek Clouzot ve Jean Pierre Melville gibi eski kuşak yönetmenlerinin yanı sıra, yeni-dalgacılar da bir anlamda polisiye denebilecek filmlerle işe başladılar,
- örneğin Godard’ın ilk filmi “A Bout de Souffle - Serseri Aşıklar” (1960) aslında serbest bir David Goodis uyarlamasıydı.
- Chabrol’ün başlangıç filmleri gibi, Truffaut’un da “La Mariée etait en Noir - Siyah Gelinlik” (1967) ile “La Sirene du Missisipi - Evlenmekten Korkmuyorum”u (1969)da iki William Irish uyarlamasıydı.
- Georges Simenon’un ünlü komiser Maigret tipi de, çoğunlukla Jean Gabin’in oynadığı bir dizi filmle seyirci karşısına çıktı.
- Yunan asıllı Amerikalı yönetmen Jules Dassin de Fransız yazar Auguste Le Breton’dan uyarladığı “Rififi”yi 1956’da çevirmişti.
Türk sinemasında ise, oldukça sınırlı sayıdaki polisiye roman yazarlarımızdan Server Bedi - Peyami Safa’nın Cingöz Recai tipini sinemaya aktararak ilk “hafiye” filmimizi gerçekleştiren Metin Erksan oldu: “Yol Palas Cinayeti” (1954). Daha sonra 1960’larda Ümit Deniz’in yarattığı yerli “özel dedektif” Murat Davman’ın serüvenleri, Atıf Yılmaz, Osman F.Seden, vb. gibi yönetmenlerimizin çeşitli filmlerine konu oldu. Tabii, polisiye geleneğinin olmadığı ülkemizde (bir dönemdeki Lütfi Akad’ın çalışmaları dışında) bu gibi filmlerin yeterli ve doyurucu bir düzeyde olmadığını da belirtmek gerek.
Sungu Çapan | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________________________________________
En beğendikleri 5 polisiye roman
Orhan Duru
- “Morg Sokağında Cinayet” - Edgar Allan Poe.
- “Baskerviller’in Köpeği” - Arthur Conan Doyle.
- “On Küçük Zenci” - Agatha Christie.
- “Malta Şahini” - Dashiell Hammett.
- “Büyük Uyku” - Raymond Chandler.
Aydın Emeç
- “Malta Şahini” - Dashiell Hammett.
- “Dişi Kurtlar” - Boileu ve Narcejac.
- “Kara Yiğit” Peter Cheyney.
- “On Küçük Zenci” - Agatha Christie.
- “Kanaldaki” - Georges Simenon.
Tarık Dursun K.
- “Morg Sokağında Cinayet” - Edgar Allan Poe.
- “Tavanda Yürüyen Fil” Arthur Conan Doyle.
- “Kanlı Hasat” Dashiell Hammett.
- “Müfettiş Kadavra” Georges Simenon.
- “Balkondaki Adam” - Per Wahlöö & Maj Sjowall.
Ahmet Oktay
- “Akroyd’un Katli” - Agatha Christie.
- “Gece Trenleri” - Georges Simenon.
- “Trampetçi Kız” - John Le Carré.
- “Malta Şahini” - Dashiell Hammett.
- “Altın Böcek” - Edgar Allan Poe.
Mehmet Seyda
Suç, genelde, ünlü ünsüz bütün yazarları yakından ilgilendirmiş, polislik olayları inceleyen ve sergileyen roman dalında birçok başyapıtın doğmasına yol açmıştır.
Bu konuda ilk aklıma gelenler:
- Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza"sıyla “Karamazof Kardeşler”i,
- Faulkner’in “Kutsal Sığınak”ı ile “Ağustos Işığı”,
- Truman Capote’un “Soğukkanlılar”ı oluyor.
Yazınsal değerleri bu denli yüksek olmamakla birlikte, kurguları dolayısıyla,
yazarlarına büyük ün kazandıran öbür polisiye romanlar arasından 5’ini ise, böylesine bir sınırlamanın haksızlık olacağını vurgulayarak, şöyle sıralayabiliyorum:
- “Sarı Odanın Esrarı” Gaston Leroux.
- “Billur Tapa” Maurice Leblanc.
- “On Küçük Zenci” Agatha Christie.
- “Yaşamak Hırsı” George Simenon.
- “Mağrurlar” Sanders.
Ali Poyrazoğlu
- “Sari Odanın Esrarı” - Gaston Leroux.
- “Nil’de Cinayet” - Agatha Christie.
- “Şark Ekspresi” - Agatha Christie.
- “Murat Davman’ın Maceraları” Ümit Deniz.
- “Cingöz Recai” Server Bedi.
Cemal Süreya
- “Morg Sokağında Cinayet” - Edgar Allan Poe.
- “Sarı Odanın Esrarı” - Gaston Leroux.
- “Mezopotamya Cinayeti” - Agatha Christie.
- “On Küçük Zenci’ -’ Agatha Christie.
- “Bu Adam Tehlikelidir” - Peter Cheyney.
Hilmi Yavuz
Hepsi, Maurice Leblanc’ın Arsen Lüpen’lerinden:
- “Salonlar Müfettişi Viktor”
- “Dişi Parsın Dişleri”
- “Billur Tapa”
- “Altın Üçgen”
- “Kontes Kagliostro”
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985