Biyografi




Kimler yapar tarihi?

Bilginler mi?
Değil.

Kuramcılar mı?
Değil.

Filozoflar mı?
Değil.

İnsanlar mı?
Değil.

Ya peki kimler?

Tarihi yapanlar halk yığınlarıdır.

Kimler oluşturur halk yığınlarını?

Emekçiler ve onların konumlarındaki toplumsal sınıflar, katmanlar, ulamlar (kategoriler).

Sevmek, davranışa geçmektir” diyen Victor Hugo uçsuz bucaksız tutkusuyla “La Légende des Siécles” (Yüzyılların Söylencesi) adlı yapıtında insanlığı bütün yönleriyle, tarihiyle, masalıyla, felsefesiyle, bilimiyle... dile getirmek istemiştir. Ama, bir de insanın, bireyin yığınlar içinde eriyip, yok olup gitmesine gönlü elvermeyenler var. Herkesin yaşamı bir bakıma roman. Yaşam bir roman ise, “yaşamöyküsü roman sanatının yazınsal özüdür.” Kimi yaşamlar gerçekten çok ilginçtir. Örneğin, Victor Hugo’nun yaşamı handiyse tüm XIX. yüzyılı kapsar. Onun yaşamına eğilmek o yaşamı irdelemeye çalışmak bir bakıma XIX. yüzyılı anlamaya, aydınlatmaya girişmektir. Örneğin, André Malraux’nun yaşamı, o da öyle: “Savaşlar ve devrimler yüzyılı” olan XX. yüzyılı tanımak, bilmek, “ulus” gerçeğini kavramak isterseniz, Malraux’nun yaşamı size ipuçları verecek, ışık tutacaktır. “Ama ne roman onun yaşamı” diyor Pierre Galante.

Bir gerçeklik çabucak uçup gidebilir, bir olay göz açıp kapayıncaya değin parçalanıp dağılabilir, un ufak toz duman olabilir. Oysa bir düş binlerce yıl yaşayabilir, nice engelleri aşabilir. işte ilgilendiğimiz, düşlediğimiz kişiyi, bireyi etli, kanlı, canlı, dipdiri yakalamaya, ortaya koymaya kalkışmaktır “yaşamöyküsü” yazmak.

Yaşamöyküsü okumaya bayılanlar olduğu gibi, yaşamöyküsü yazmaktan gerçekten büyük tad alanlar da vardır. Sözgelimi, türlü alanlarda, romancılıkta, tarihçilikte, yazın eleştirmenliğinde başarıyla at oynatmış André Maurois yaygın ününü yaşamöykücüsü olarak yapmıştır.

Yazdığı yaşamöykülerinden belli başlılarını saymak bizi şaşkına çevirebilir:

  • "Ariel ya da Shelley’in Yaşamı” (1923);
  • "Disraeli’nin Yaşamı” (1927);
  • "Byron” (1930);
  • "Marcel Proust’u Arayış” (1949);
  • "Lélia ya da George Sand’ın Yaşamı” (1952);
  • "Olympio ya da Victor Hugo’nun Yaşamı” (1955);
  • "Üç Dumas” (1957);
  • "Adrienne ya da Bayan Lafayette’in Yaşamı” (1961);
  • "Prométhée ya da Balzac’ın Yaşamı” (1965).

Yazarların, sanatçıların yaşamoykülerini yazmakla yetinmeyip siyasa adamlarının da yaşamöykülerini yazanlar var: İşte onlardan biri de Jean Lacouture’dür. O, hem André Malraux’nun yaşamöyküsünü, hem de Ho Chi Minh’in, General de Gaulle’ün, Nasır’ın yaşamöykülerini yazmıştır. İngiliz-Fransız yazar Robert Payne de öyle, o da hem André Malraux’nun yaşamöyküsünü, hem de Lenin’in, Stalin’in, Mahatma Gandi’nin yaşamöykülerini yazmıştır.

Yaşamöyküleriyle yalnız yazın alanında değil, tiyatro, sinemada da karşılaşmıyor muyuz? Geçen yıl “Kaldırım SerçesiEdith Piaf’ın yaşamöyküsünü sahnelerimizde izlemedik mi? Gandi’nin yaşamöyküsü sinema perdelerine, televizyon camlarına yansımadı mi? Geçen yıldan beri oynanan “Savunma” da anlatılan bir hukuk savaşçısının, avukat Darrow’un yaşamöyküsü değil midir? Sokrates’in Savunması da bir bakıma yaşamöyküsü değil midir? Ya bu yıl hem Ankara’da, hem de İstanbul’da tiyatro sahnelerinde gözler önüne serilecek olan “Galile’nin Yaşamı” da yaşamöyküsünden başka bir şey midir?

Doğrusu, yaşamöyküsü bir bağıntı, bir ilişki kurmak ya da bir çatışmaya girmektir, hem bağıntının, hem de çatışmanın bir araya gelmesidir bir bakıma. Yaşamöykücülerinin prensi sayılan Plutarque önemsiz eylemler, kimileyin bir söz, kimileyin bir saka bir insanin gerçek rasini (karakterini) başarılarından ya da gerçek savaşımlardan çok daha iyi ortaya koyar, anlatır, diyor.


YAŞAM İLE YAPITI ÖZDEŞLEŞTİRMEK

Birini sevmek, onu tanımaya, bilmeye, anlamaya çalışmak, dahası, o bireyi unutulup gitmekten, yok olmaktan kurtarmaktır yaşamöyküsü. Onu yalnızca anmak değil, onu yaşamaktır da. Kimileyin yazara, eylem adamına insan boyutu kazandırmak, kimileyin yaşam ile yapıt arasında ilişki, ilişkiler kurmak, bu karmaşık ilişkileri gün ışığına çıkarmaktır yaşamöyküsü yazmak: Söz ile eylemi, yaşam ile yapıtı birleştirmek, özdeşleştirmek.

Melih Cevdet Anday bu özdeşleşme konusunda bakın ne diyor “Chaplin ile Şarlo” başlıklı yazısında:

Yarattığı kişiler yaşıyor sayılan yazarlar vardır; sözgelişi Balzac’a bir gün dostları şaka olsun diye, ‘M. Vautrin gelmiş, sizi görmek istiyor’ demişler de ünlü romancı ayağa kalkarak, Buyursun’ demiş. Sonra kimi yapıtlar, yaratıcılarından daha büyük üne kavuşmuşlardır,sözgelişi Don Quijote ile Cervantes gibi. Fakat bu örneklerden hiçbiri Charles Chaplin ile Şarlo arasındaki özdeşlikle yarışamaz sanırım.

Büyük sanatçı şöyle anlatıyor Şarlo’yu:

‘Onu doğururken bir yergi yaratmaktı dileğim. Baston onuru deyimliyordu, bıyık kurumluluktu, potinler de ölümlü dünya kaygılarının çekilmezliğini belirtiyordu’.

Gelmiş geçmiş sanatçılar arasında hiçbiri yarattığı kişi ile böylesine karışmamıştır. Bugün Şarlo adı, sinemada gördüğümüz o güldürücü tipi değil sadece, onun yaratıcısını da anlatır bize, Şarlo’yu bilenler içinde Charles Chaplin adını duymamış olanlar bile vardır. Charles Chaplin de Şarlo’ya kendisinin bir parçası olarak bakmaktadır: “Bu kişi yaşıyor bende. Kimi zaman yanıbaşımda, benimle, kimi zaman da başını alıp ötelere gidiyor sanki... Bence Charles Chaplin’in başta sayılabilecek özelliklerinden biri işte bu, yarattığı kişi ile karıştırılmasıdır” (1)

Evet, “Ölümler savaşımlarımıza karışmış yaşayanlardır” diyenler de vardır. Büyük adamların düşünüleri insanlığın ortak malı olmuşlardır elbet. Ama o büyük adamların herbirinin gerçekten tuhaflıkları, gariplikleri de vardır. İşte o tuhaflıkları, gariplikleri ortaya koymak da yasamöykücüsünün işidir. Bir rastlantı, bir yazışma, yeni bulunan bir belge kuşkusuz çok önemlidir yaşamöyküsü için. Ama yol alındıkça değişen yalnızca ele alınan örnekçe (model), yaşamöyküsü değildir. Onu tanıdıkça, bildikçe onun avına çıkan kişi de kendini açığa vurur, o kişinin girişimi, tasarısı değişir o kişi de başlangıçtaki kişi olmaktan çıkar, başka biri olur.

Gérard Chaliand bir şiirinde: “Yabanıl bir av yaşamım / Hem avcı hem av hayvanıyım” diyor. Ava giden, avlanır, derler ya, işte öyle. Yaşam öyküsü yazılan kişi yaşamöykücüsünü ister istemez değiştirir, dönüştürür. Yaşamöyküsü yazmanın tadı da bu dönüşümdedir belki.

Kimi insanlar yaşamöyküsü yazarından bir “hafiye” tutumu, sağtöreye düşkün bir hafiyenin ilgisini, açıklamalarını beklerler. Romancının, öykücünün, ozanın, kısaca, sanatçının, siyasa adamının yaşamöyküsünü okurken, sözkonusu edilen kişilerin anlattıkları olaylar doğru mu, eğri mi? Tarihsel bakımdan doğru mu diye, onu anlamak, bulmak isterler. Acaba yazar yalanlara, dolanlara, düzmeceliklere mi başvurmuş? Bizleri aldatmış mı? olanları uydurmuş mu? Yoksa, onlar kendine göre, olmadık bir biçimde mi yorumlamış? Doğrusu, yaşamöykücüsünün kaygısı, amacı bütün bunları doğrulamak ya da yalanlamak değil, yaşamöyküsü yazılan kişinin,bireyin de sıradan bir insan gibi, bizim gibi yiyip içen, giyinen, barınan, duyan, acı çeken, seven, sevilen, sevinen biri olduğunu gün ışığına çıkarmaktır.

Daha ileri gidip şunu da ekleyebiliriz:
Yaşamöykücüsünün sanatı insanda varolan güçler, gizilgüçler arasında tek olanı, biricik olanı seçip bulmak, onu ortaya koymak ereğini güder.

Yapıt sürüp durmaktayken, bir bakıma yaşayıp gitmekteyken, o yapıtı üreteni korkularıyla, tasalarıyla, özlemleriyle, sevileriyle, tutkularıyla, ete kemiğe yeniden bürünmüş bir biçimde bir kez daha yaşatmaya çalışmak yaşamöykücüsünün başlıca kaygısıdır, yapıtı üreteni içimizden biri kılmaktır. İçimizden biri diye görmek, duymak, anlamak istediğimiz kişi, birey gerçekte belki olağanüstü biridir. Bir yaşamın öyküsü, o yaşamı dile getiren kişilere göre öyle değişik kimliklere, anlatımlara bürünür ki, şaşırır kalırsınız.

Bakın Charles Chaplin’in yaşamöyküsünü yazanlardan biri, Philippe SaupaultŞarlo”nun yasamöyküsünün önsözünde neler diyor:

Bu yaşamı yazmak için yararlanacak belgelerim olmadı. Kaynaklarım sinemayı seven herkesin eğilebileceği kaynaklar. Benim yaptığım gibi, Charles Chaplin’in filmlerini anımsamaları yeter. Elimden geldiğince az yorumlamaya çalıştım filmleri. Belleğimin buyruğunu dinleyerek, kalemimin koşusuna bırakıverdim kendimi. Arada bir, sanırım sık sık, sözcükler çelimsiz gelirse okura, anılarını canlandırmasını dileyeceğim. Şarlo’nun özünü, damarlarında akan kanı demek istiyorum, çok eksik belirtebildiğimi de biliyorum.

Şarlo gerçekte sözün en ari, en güçlü anlamı ile ozandır
Yaşamı akıyla karasıyla şiirin gerçek kaynaklarından beslendiği için çarpıcıdır şaşırtıcıdır.

Onun daha gerçek bir görüntüsünü verebilmek için bir yaşamöyküsü değil, bir şiir yazmak gerekirdi.”

Eee, ne yaparsınız Philippe Saupaut bir ozan, Şarlo’ya ozanca bakacak elbet, “şiirce” dile getirmek isteyecektir onu.

Oysa yine başka bir ozan Jacques Prévert bakın nasıl görüyor Şarlo’yu.

Hıfzı Topuz - “Prévert’e bir ara ‘Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?’ diye soruyorum şöyle diyor:

- Çocuk kitapları okurum. Bakın Şarlo’ya, o da çocuklara seslenir. Bambaşka bir insandır Şarlo. Dünyada en büyük şair Şarlo’dur bence.
En büyük besteci de o’dur. En büyük oyuncu da o. En büyük yazar da o. En büyük ressam o. Gerçek bir sanatçıdır Şarlo” (2).

1977 yazının son günlerinde Hıfzı Topuz’la konuşan Jacques Prevert -üstelik biraz da kafayı bulunca- ne nitelikler, özellikler görüyor Şarlo’da, ne denli abartıyor bence? Oysa Philippe Saupault Şarlo’nun yaşamöyküsünü şöyle bağlıyor:

Ölüm de kimi zaman tuhaf olur. Son soluğuna dek Şarlo kalmayı bilmek gerekli ve yeterli. Şarlo yazıtını düşünüyor. Bir gece, diyor içinden, biri gelecek, cesedini barındıran taşın üstüne şu hem sert hem yumuşak, iyemli ve öçlü sözleri kazıyacak:

TÜM DÜNYAYI GÜLDÜREN YATIYOR BURADA.

Çok geçmeden de kimse bir şey anlamayacak artık, sessizlik içinde çürüyecek Şarlo. Ölüm onun için bir öç alma olacak kuşkusuz. İşte bundan sonra gülmekten başka bir şey bilmemekle onun ne denli acımasız olduğu anlaşılacak; birkaç kişi de onun herkes gibi biri olduğunu, kendini ciddiye almalarını istemediğine göre, öteki insanlar denli kendini beğenmiş olmadığını, o göze batan beceriksizliğinin de üstün bir ustalıktan başka bir şey olmadığını anlayacaklar.”


Yaşamöyküsü” başlıklı bir oyun, yazan Max FrischBrecht Üstüne Anılarında Brecht’i ilk kez nerde, nasıl tanıdığını anlatıyor:

Brecht’i ilk kez 1947 Kasım’ında, onun Avrupa’ya gelişinden birkaç gün sonra görmüş olduğumu anımsıyorum:

Zürih’te tiyatro eleştirmenliği yapan Kurt Hirschfeld’in kitaplarla dolu küçük barınağında; Brecht’in üç oyununun:
  • Yiğit Ana (1940-41),
  • Sezuan’ın İyi İnsanı (1942-43),
  • Galileo Galilei’nin (1943-44) Almanca sahneye konduğu Zürih’te.

Brecht orada, bir sıraya oturmuştu bir köşede, tıpkı onu fotoğraflarından tanıdığımız gibi: Üzüntülü, sessiz, ince, sıska, yabancı bir ülkede biraz kabuğuna çekilmiş bir adam, ama kendi dilini yeniden konuşan biri. Sağında ve solunda omuzlarının duvara yaslanmasından, dokunmasından hoşnutluk duyuyordu sanki.

Şarapla biraz kafayı bulmuş olan Horst Lange, köşesinde dingin duran bu ellisindeki adama sevecenlikle şöyle demişti: “Gençler sizi bekliyor, Bay Brecht, siz bizim için bir söylencesiniz”. Brecht kıs kıs gülmüştü. Lange bu gülüşü alçakgönüllüğüne vermiş, şöyle sürdürmüştü konuşmasını: ‘Sizin Almanya’da bir söylence olduğunuzu bilmiyor musunuz Bay Brecht?’ Brecht şöyle yanıtlamıştı: ‘Bu hastalığa bir ilaç, bir çare bulacağım’.

Brecht gömütünde tabutunun çelikten olmasını istemişti. Anlaşılmadık bir istek. Neye karşı korunmak için? Zorbalara karşı mı? Dirilişe karşı mı? Öteki leşler arasında bir leş olmaktan kaçınmak için mi? Doğrusu, nedenini bilememiştik.”

Söylence olmak istemeyen, ama çelik bir tabutla gömülmek isteyen Brecht’in “Galileo Galilei’nin Yaşamı"nı öğrendiğimiz gibi, bir başkasından “Brecht’in Yaşamı"nı öğrenmek istemez mi kişi?

Kendi payıma ben, sevgili “hocam” Charles Bettelheim’in seminerlerinde bir iki adım ötemde oturan, “Gitanes”larını fosur fosur tüttüren çağımızın en büyük “beyinlerinden” biri olan Nicos Poulantzas’in en verimli, en üretken olduğu günlerde canına kıymasının nedenini, onun yaşamöyküsünü bilmeyi, öğrenmeyi çok isterim. Ya Louis Althusser’in yaşamöyküsünü nasıl merak etmez insan? Evet, “Tarihin öznesi insan” sorununu yadsıyan, bu sorunu tüketen birinin günün birinde nasıl oluyor da yeryüzünde en çok sevdiği varlığı, birlikte yaşadığı kadını ipek bir boyun atkısıyla boğup öldürebiliyor, sonra da neredeyse yaşam boyu okuduğu, “hocalık” ettiği okulu yakmaya kalkışabiliyor.


Bu insanların yaşamöyküleriyle ilgilenmez, onları bilmek, öğrenmek istemez mi kişi? Alain Robbe-GrilletDjina” adlı romanında “Tarihin motoru cinsiyetlerin çatışmasıdır” diyor. Tarihin motoru şu ya da bu çatışmadır. Ne olursa olsun, bir insanın, bir bireyin yaşamöyküsü, bir bakıma tarihini okunmaya, öğrenilmeye değer buluyorum. Bir insanın yaşamöyküsünü yazmak, okumak, eninde sonunda, o insana dostça yaklaşmak ona kardeş elini uzatmak, onunla belli bir süre -yapıtının ötesinde- birlikte duymak, düşünmek, yaşamak, kendinden çıkmak, başka biri olmak, değişime uğramak,kısacası, birini derinlemesine sevmek demektir.Yazımın başında Victor Hugo’nun “Aimer, c’est agir” (Sevmek, davranışa geçmektir) sözünü anmıştım. Günümüzde barışa, kardeşliğe giden yol da sevgiden geçmiyor mu? Davranalım öyleyse!

Galileo Galilei’nin Yaşamının sonunda şöyle der Brecht:
Dostlarım! Anımsayın sonunu
Kitap sınırları aştı gitti
Ama n’olur unutmayın şunu
Çağ dışında kalan yandı bitti
Bilim alevini hep koruyun
İyilik uğruna kullanın onu
Düşürmeyin elinizden sakın
Yoksa hepimizin sonu yakın

Evet, insandan insana giden en kısa yol sanattır, yaşamöyküsü sanatı.
___________________________________
(1) Melih Cevdet ANDAY, “Chaplin ile Şarlo”, Cumhuriyet, (20 Ocak 1978), ss. 2.
(2) Hıfzı TOPUZ, “Jacques Prévert”, Milliyet Sanat, (16 Eylül 1977), ss. 30-31.


Teoman Aktürel | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984
________________________________________________________________________________________________




Yaşamöyküleri çokluk kahramanlar, büyük yazarlar, devlet başkanları, ressamlar, tiyatro sahnelerini tutuşturan kutsal canavarlar, ateş parçası düşesler ve de altın babaları ardından koşar; boynubüküklere, yavaş kuzulara, bastıbacaklara, nanemollalara ve söğüt ağacı gibi meyvesiz kalanlara da tekmeyi indirir.

Ne ki, Carlyle, adı pek yaygın olmadığı halde İskoç şairi John Sterling üzerine iki ciltlik bir yaşamöyküsü döktürmüştür. Hazret, karısı öldüğünde de (1883) onun mektuplarını ve anılarını içeren bir yaşamöyküsü daha yazacaktır: Letters and Memorials of Jane Welsh Carlyle (1). Şöyle anlatmışlardır ki, Fransız yazarı Marcel Schwob da onun izindedir. O da büyük adamların yaşam öykülerine inanmaz. Kıyıda, köşede kalmış bir adamdan da çok başarılı bir yaşamöyküsü çıkarılabileceğine inanır. Kendisi üzerine hiçbir bilgimiz olmadığı halde, hemen hemen topumuz Monna Lisa’nın gülücüğündeki firavunluk üzerinde birleşmişizdir. Kaldı ki Monna Lisa’nın yüzü belki bir erkek yüzüne bakılarak boyanmıştır.

Kahramanlar: Tarih günleri sayılmaya başladığından beri insanların kafalarını hep onlar doldurur. İnsanların, onların yaşamlarını öğrenmeye kalkışmaları da kahramanlara benzemek istemelerinden gelir. Bir de yaşam içinde kendilerinin gerçekleştiremedikleri şeyleri onların gerçekleştirdiklerini görerek bundan bir haz çıkarırlar.

Gelgelelim, Stefan Zweig bu yaşamöykülerinde anlatılan kişilerin, dünyanın gerçek alınyazısını yazan kişiler olarak tanıtılmasında, onların tabulaştırılmasında bir tehlike görür. Ona göre, yaşamöykücüsünün görevi tavasına koyup kızarttığı kişiyi türlü cambazlıklarla sevimli kılmak değil, durumu olduğu gibi, sağ sola, solu da sağa vurmadan açıklamaktır. Yazarın, kitabındaki kişilerin kimi yanlarını gizlemeye,kimi yanlarını da abartmaya hakkı yoktur (2).

Romain Rolland (3) da kişilerin aksayan yanlarının örtbas edilmeden verilmesini ister. Michel-Ange’in önsözünde şöyle diyecektir:

- Bu kitapla benim de büyük adamlardan birine çengel attığımı söyleyeceğimi sanmayın. Ben erişilmez heykeller dikmek istemiyorum. İnsanı, yaşamın bayağılıklarından ve ruhun güçsüzlüğünden uzaklaştıran tabansız ülkücülük oyunlarından nefret ediyorum. Kahramanlık kılığındaki yalanlar bir alçaklıktır. Dünyada tek bir yiğitlik vardır, o da dünyayı olduğu gibi ve aşkla görmektir.

Virginia Woolf, İngiltere’de Victorya Çağı (1837-1901) yaşamöykülerinin de kişilerini hep soylu, namuslu ve ağırbaşlı kişiler arasından seçtiğine değinerek der ki:

- Heykel hep doğal büyüklükten üstün tutulmuştur. Başına silindir şapka, sırtına da rödengot geçirilmiştir.

O çağın insanları da yaşamöykülerine konu edilen kişilerin hep erdemli olarak tanıtılmasına büyük önem verirlermiş. İt canlıların bile pamuklarla sarılıp sarmalanmalarını isterlermiş. Bunlar kendi yakınlarından biri üzerine kitap yazanları da boş bırakmazlar, onlardan yakınlarını iyisinden koltuklamalarını beklerlermiş. XIX. yüzyılda, Amerika’da işi daha da ileri götürmüşler. Orada biri öldü mü, hemen karısı, kızkardeşi ya da kuzini bu övgülü yaşamöykülerini yüklenirlermiş. Ailede bunu yazacak kimse bulunmadığı vakit de iş papazlara düşermiş.

André Maurois’nun Aspects de la Biographie (Yaşamöyküsü Görünümleri) kitabında anlattığına göre, işini bilir kişiler, ölmeden önce, vasiyetlerini yürütecek birini seçerken bir de yaşamöykücü seçerlermiş. Ne var ki, bu seçim her vakit iyi sonuç vermezmiş. Carlyle, bu yoldan geçerek Froude’un (4) kişiliğinde senli benli ve tehlikeli bir düşman bulmuş. Böyle seçilmiş iki yaşamöykücü de Consort Prensi ile Kardinal Manning’in maskarasını çıkarmış. Bunlara karşılık Lord Beaconsfield’in (İngiliz Başbakanı Disraeli) varislerinin seçtiği Monypenny ile Buckle işlerini mutlu sonla bitirmişler. Lord John Manners ailesinin seçtiği Charles Whibley (5) de öyle. O da sözün sonunu latilokumla bağlamış. XIX. yüzyıl insanları yaşamöykülerinde özel yaşamlardan, gönül ve aşk öykülerinden açılmasına da pek bozulurlarmış.

Tennyson (1809-1892) dermiş ki: Halkın, Byron’nun çılgınlıklarını öğrenmeye ne hakkı var? Byron ulusuna güzel şiirler yazdı. Ulusu da bununla yetinmeli.

İrlandalı şair Thomas Moore’un, Byron’un yaşamöyküsünü yok etmeye kalkışması yine bu çevrenin, dolayısıyla da Byron’ın karısının baskısıyla olmuştur. Oysa Byron, ölümünden beş yıl önce, 1819’da. Özyaşamöyküsünü Moore’a vermiş ve onun yayınlamasını istemiştir. Bereket Moore, birkaç yıl sonra (1830) The Letters and Journals of Byron, with Notice his Life (Yaşamından notlarla Lord Byron’un yazıları ve mektupları) adlı kitabıyla ciğerlerini ağzına getirdiği İngiliz Edebiyatını yine eski durumuna döndürmüştür.

Okurlarımız burada hangi noktaya gelip demir bıraktığımızı anlamışlardır.
Yaşamöyküleri gerçekçi olacaklar mı, olmayacaklar mı?
Olacaklarsa nereye değin olacaklardır.

Doğrusu her yazar söylediklerinin yüzde yüz gerçek olduğunu öne sürer.

Fransız yaşamöykücüsü André Castelot (6) Le Fils de l’Empereur (İmparator’un oğlu yani Yavru Kartal) adlı kitabının önsözünde şu sözlere yer verecektir:

-Burda hiçbir şey uydurulmadı. En küçük bir ayrıntı bile. Konuşmaların en küçük kırıntıları da öyle.

Sonra da okurlarını anlattıklarına inandırmak için şunları da ekler: Bu kitap yalnızca, Bourgoing Baronunun eskiden Viyana’da yapmış olduğu buluntulara dayandırılmadı. Özellikle İmparatoriçe Marie-Louise’in binlerce mektuptan oluşan belgeliğinden de yararlanıldı. Bunu ilk olarak da ben inceledim. Yavru Kartal’ın gerçek yüzünü öyle çıkardım.

İngiliz yaşamöykücülerinden Samuel Johnson (7) ile Sidney Lee (8) de, -onun kadar yaşamöyküsü yazmış bir başka yazar yoktur- yaşamöyküleri hedefinin insanları gerçeğe uygun olarak yansıtmak olduğuna inanır.

Johnson şunu da söyler: Her türlü yaşamöyküsünün değeri gerçekliğinden gelir. Öykü ya bir bireyin, ya da genel olarak insan yapısının bir resmidir. Yanlışsa resim de beş para çalışmaz (9).

Gelin görün ki, insanlar tek bir andan değil, birçok anlardan oluşur. Onların herhangi birini saptayıp yargıda bulunmak çokluk yanıltıcı sonuçlar doğurabilir. Bir başka deyişle insanlar delikanlılıklarından yaşlılıklarına değin aynı adam değillerdir. Dahası, insanlar 24 saat içinde bile değişik görünümlere dalıp çıkarlar. Maurois, Disraeli’nin de yaşamına bozuk çalan karakter çatapatları ile başlayıp sonunda yaşamını şehlevent bir dinginlik içinde bitirdiğine değinir. Bir de şu var ki, bu öykülerde hiçbir şey uydurulmamış olsa bile dayanılan belgeler kimi zaman gerçeği çarpıtır. Çünkü bunlar (mektuplar, günlükler, anılar, görgü tanıklarının anlattıkları) gerçek ile yalanı yanyana getirmeye pek elverişlidir. Marie-Stuart’ın çeşitli biçimlerde anlatılmış olmasının nedeni de budur.

Stefan Zweig der ki:

- Marie Stuart kimi zaman bir cani, kimi zaman bir inanç kurbanı, kimi zaman dalavereci bir çılgın, kimi zaman da bir ermiş olarak anlatılmıştır. İşin tuhafı, bu görünümlerin çeşitliliği belgelerin sınırlılığından gelmemektedir. Tersine, belgeler ibadullahtır. Ama onlar incelendikçe tarihsel tanıklıkların çoğu duman olup uçar. Bu eldeki yaşamöyküsünde yalan ile doğrunun birbirine karıştığı ilkesi gözden hiç uzak tutulmamıştır. Korku ve baskı ile yapılan itiraflar karşısında da ayni biçimde davranılmıştır. Usta bir ruhbilimci bu tür itiraflara gerçek ve etkisiz gözüyle bakamaz. Bu arada, elçilerin ve casusların raporları da tetikte kalarak incelenmiş ve her belge ilkin kuşku ile karşılanmıştır. Birbirini çelen belgelere rastladığımızda da her belgenin siyasal nedenlerini ve kaynaklarını özenle araştırdık. Hiçbirine güven duymadığımız zaman da en son ölçü olarak belgede sözü edilen davranışın, kişinin karakteriyle ne dereceye değin bağdaştığına baktık.

Yaşamöykülerinin kestiği bir başka iş de gereksiz olanı kitapların dışında bırakmaktır. Burada yine Zweig’tan bir örnek alalım. Avusturyalı yazar Fouché’nin yaşamöyküsünü yazarken bu yöntemi büyük bir şaşmazlıkla uygulamıştır. Thermidor’un sekizinde Robespierre, Meclis’te, günler boyunca hazırladığı söylevini okuyup da bunun oylanmasını istediği vakit buna ilk Bourdon de l’Osie karşı çıkar. Ne var, Zweig onun adını verir ama kimliğini açıklamaz. Aynı şeyi Robespierre’in giyotine gönderilmesine karar verilen oturumda da yapar. İşe ön ayak olanlardan Tallien ve Barras’tan sadece Meclisteki davranışları çerçevesinde söz eder.

Bu yaşamöykülerinin anlatılan kişinin yaşamıyla sınırlandırılması anlamına gelir.
Gelgelelim kimi yaşamöykülerinde başkalarının portrelerine de büyük yerler ayrıldığı görülür.

  • Voltaire (1872),
  • Rousseau (1873),
  • Diderot (1878),
  • Burke (1879) gibi yaşamöyküleri yazmış olan İngiliz politikacısı Lord John Morley’in iki ciltlik Life of Gladstone adlı kitabı bunlardan biridir. Onda İngiliz başbakan Disraeli fırt fırt ortaya çıkar.

Lytton Strachey’in (10) General Gordon’unda ise Gladstone, Hartington ve Baring, General Gordon kadar süse ve püse vurulmuştur. Max Beerbohm, anlatımın Downing Sokağı ile Sudan arasında bir sarkaç gibi, düzenli bir devinimle gidip geldiğini söyler. Okurlar şimdi burdaysa, biraz sonra daha alengirli bir yerde olurlar. Ve bu, boyuna ve dönüşümlü olarak yinelenir. Bu sürekli yer değiştirmelerin yarattığı etki ise, çok büyüktür. Strachey’den açtığımıza göre Maurois’nin da onu pek koltukladığını şuracığa kıstırmalıyız.

Maurois der ki:

- Trevelyan (11) ile Lockhardt’ın (12) yaşamöyküleri ne kadar iyi düzenlenmiş olursa olsun, eninde sonunda bir belge yığınıdır. Strachey’in kitaplar ise her şeyden önce bir sanat ürünüdür. O, hiç kuşkusuz doğrudan ayrılmayan bir tarihçidir. Ama gereçlerini dört dörtlük bir biçim içine oturtmayı başarmıştır. Kendisi için en önemli şey de budur, bu biçimdir.

Strachey’in üslubunu Max Beerbohm da öve öve bitiremez. Fransızların üslupçu olduklarını, İngilizlerinise üsluptan yoksun kaldıklarını ileri sürer de, Strachey’in üslubunu göklere çıkarmadan yapamaz. Beerbohm’a göre Strachey’in çok yumuşak bir anlatımı vardır. Kimden açıyorsa bu anlatım ona göre ayarlanır. “Sonbahar Gülü” adını taktığı Lord Melbourne söz konusu ise şıpıdık bir anlatıma el atar. Lord Palmerston sahneye geldiğinde de dolambaçsız bir dil kullanır. Disraeli yüzünü gösterdiğinde ise üslup özentili bir doğu zenginliğine bürünür.

Burada Gauguin’in, Van Gogh’un yaşamöykülerini yazmış olan Fransız yazarı Henri Perruchot’dan da (13) söz açmamız gerekir. Çünkü o, düş payını elden geldiğince sıfır noktasında tutar. Bunun için de yaşamını anlatacağı kişi üzerinde ne bilindiğini büyük bir sabırla araştırır. Önemli ya da kitipyoz öğeleri yılmadan, usanmadan bir araya getirir. En küçük ayrıntıları bile bir belgeye dayandırır. Söz gelişi, Van Gogh’un yaşamını dile getirirken bir karganın, akasya tepesinde gurkladığını söylemişse, bu hiç mi hiç kendi düş gücünden çıkan bir şey değildir. Bunu Van Gogh’un, kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların birinden 23 Ocak 1889 günlü mektup çıkarmıştır.

Adam, ne oluyoruz?
Hemen hemen her yazar söylediklerinin kendilerinden önce o konuda inceleme yapanlardan geldiğini kabul eder.

André Billy (14) Balzac’ın Yaşamı adlı kitabının önsözünde şu açıklamayı yapacaktır: Başvurduğum kaynaklar, Balzac üzerine çıkan ve belli olmayan bibliyografyalarla, Bouteron’un bana verdiği Lettres à l’Etrangère (15) (Yabancı Bir Kadına Mektuplar)’ın daha basılmamış bölümlerinde bulunabilir.

Bunları say say bitiremezsiniz.

  • Alain Decaux (16) Offenbach’ı yazarken André Martinet’den (Offenbach, savie et son oeuvre, 1887) tutun da Jacques Brindejont-Offenbach’a (Büyük Babam Offenbach) değin birçok yazardan yararlanmıştır.

  • Romain Rolland da Michel-Ange’ı yazarken birçok kitaba başvurmuştur. Bunların arasında Rönesans’ın o ünlü yaşamöykücüsü Vasari’nin Vite de piu Eccelenti Pittori, Scultori e Architettori, 1550 (En ünlü ressamların, heykelcilerin ve mimarların yaşamı) ile Asconio Condivi’nin Vita de Michel Angelo Buonarroti’si (1553) de vardır.

Burada şunu da açıklamak gerekir ki, yaşamöykücülerin çoğu yaşamlarını bu işe adamışlarsa da kimileri de bu alana bir rastlantı ile düşerler.

  • Gustave Flaubert için üç ciltlik bir yaşamöyküsü (L’Idiot de la Famille / Ailenin Budalası) yazmış olan Sartre da bunlardan biridir. Gerçekte Sartre, Flaubert’e iyisinden dikleniyordur. Bunu Edebiyat Nedir adlı yazısında da açıklamıştır. Ama bu savaşlar da pek zıttırık şeyler, canım. II. Dünya Savaşı, Sartre’a Flaubert’in dört cilt tutan yazışmalarını okutmuş ve onu Flaubert’in önünde dilim dilim doğramıştır.

Öykü gelsin mi?

1954 yılına doğru Roger Garaudy bir gün Sartre’a demiştir ki: Herhangi bir adam alıp onu anlatmaya çalışalım. Ben bu işi Marksist yöntemlere göre yapayım. Sen de varoluşçuluk yöntemlerine göre yap.

Garaudy, Sartre’ın her şeyi öznel bir açıdan ele alacağını, kendisinin de konuya nesnel bir açıdan yaklaşacağını sanıyordur. Öneri, geleceğin İslâm şeyhinden gelmiştir ama seçimi Sartre yapar ve bu iş için Flaubert’i seçer. Üç ayda da bir düzine kadar defter doldurur. Çalakalem çırpıştırılmış şeylerdir bunlar. Ne ki, onları Pontalis’e gösterince o da: “Bunlardan neden bir kitap çıkarmıyorsun?” der. Sartre da yeniden oturarak çalakalemlerini yontmaya başlar. Kısa zamanda ortaya bin sayfalık bir karalama çıkarır. Hayıflar ona ki, ertesi yıl işi durdurur. Nedir, Flaubert, kanına iyisinden işlemiştir. Daha sonraki yıllarda yazdıklarını -aferin ona- üç kez temize çeker. 1968-1970 yıllarında ise hemen hemen Ailenin Budalası üzerine çalışarak kitabın ilk iki cildini yazar. Sartre’ın (17) bu kitapta yaptığı birtakım yenilikler de vardır ki, bunları şimdi şuracıkta açıklamazsak olmaz. Sartre kitapta tam anlamıyla Flaubert’in üslubunu izlemiştir. Bu, biraz da kendini yormak istememesinden geliyordur. Bir de yazarların bu gibi kitapları üslup kaygısına kapılmadan yazmaları gerektiğine inanıyordur.

İnsan, der, biri üzerine yazarken kendi üslubunu kullanırsa, hele söz konusu kişi bütün yaşamı boyunca üslup ardından koşan biriyse, bu, bir çılgınlık olur. Niçin usturuplu cümleler kurmak için vakit yitirmeli? Benim isteğim bir üslup ve bir amaç göstermekti. Bunu da çalakalem yaptım. En iyi anlatım, en sade, en akıcı olandır. Zaman zaman kitapta benim kendi üslubum da belirdiyse bu da anlatılamaz ya da anlatılması güç şeyler yüzünden olmuştur. Onları ancak kendi üslubumla anlatmak zorunda kaldım.”

Burada düş payı yeniden sahneye gelecektir.
Çünkü Sartre Ailenin Budalası’nı yazarken boyuna düş gücüne gerek duymuştur.

Gelsin mi yine Sartre’ın iç dökmeleri:

- Bilirsiniz benim için zekâ, düş ve duyarlılık tek ve aynı şeydir. Buna yaşanmış (vécu) adını verebilirim. Düş gücümü yerinden kımıldatmak zorundaydım. Söz gelişi 1838 ve 1852 günlü iki mektup aldım diyelim. Bunlar Flaubert’in kendisinin, ya da mektupları yazmış olanların ya da eleştirmenlerin aralarında hiç mi hiç ilişki kurmadığı belgelerdir. Yani bu iki mektup arasında şu anda hiçbir alışveriş yoktur. Ne ki ben, bu iki mektup arasında bir ilişki kurmuşsam düş gücümü harekete geçirmişim demektir. Bir kez de düş gücümü ilettim mi bu ilişki bana gerçekmiş gibi görünür.

Şimdi yeniden Emile Ludwig’e dönmemiz gerekiyor. Çünkü o da gerçek olayla, çözümlenmiş ve yeniden kurulmuş olay arasında bir ayrım yapar ve yaşamöykülerinin bu kurulmuş olayla anlatılabileceğine inanır. Yani o da Sartre gibi düş payına büyük bir yer ayırır. Ludwig’e (18) göre tarihin içindeki insan her zaman kendi dizgesinden ve kendi imgesinden daha karmaşıktır. Zamanımıza uygun düşen şey belgeleri üst üste yığmak değil, kişinin genel karakterini plastik bir açıdan anlatmaktır.


Ludwig, Bismarck adlı kitabının önsözünde de şu düşünceyi savunacaktır: Sokaktaki adamla politika adamı birbirlerinden ayrılmayan kişilerdir. Duyguları ile davranışları birbirinin içine girmiştir. Özel yaşamları ile genel yaşamları aynı anda sürgit olur. Sanatçının görevi de araştırmacının sunduğu gereçlerin yardımıyla bir bütün oluşturmaktır.

Ludwig akademik araştırmalar ile yaşamöyküleri arasında bir ayrım olduğunu “Tarihin Shakespeare’i” adını verdiği Plutarkhos’tan aldığını da söyler. Yunanlı ve Romalı Plutarkhos Koşut Yaşamlar adı ile bilinen yaşamöykülerini 105-117 yıllarında yazmıştır. Öyküler iki kişiden oluşur. Biri Romalı ise öbürü de Yunanlıdır. Sonunda öykü iki kişinin birbiriyle karşılaştırılmasıyla son bulur. Bu kişilerin de ilkin soyu sopu üzerine bilgi verilir. Huyu husu çizildikten sonra da gençliği ve yaptığı işler sergilenir. En son da ölümü ve ölümün çevresindeki olaylar ele alınır. Plutarkhos’un ele geçen yaşamöykülerinin sayısı 26’dır. Bunların dördü tek ise yirmi ikisi ikilidir. Hazretin insanları hemen her çağda ve her yerde rastlanan kişilerdir. Bu yüzden Koşut Yaşamlar kendine geniş okur kalabalıkları bulmuştur.

  • Erasmus onu başucu kitabı yapmıştır.
  • Montaigne de ona gönülden bağlıdır. Kitabın Fransızcaya çevrilmesi de büyük şakşaklara yol açmıştır.
  • Corneille ile Racine hemen birkaç oyun çıkarmak için kayıklarını ona yaklaştırmışlardır.
  • Shakespeare de onlardan aşağı kalmamıştır. O da Coriolan’ı, Julius Sezar’ı ve Antuan ile Kleopatra’yı ondan sızdırmıştır.
  • Emile Ludwig, Rousseau’nun dünyada iki şeye önem verdiğini yazar. Bunlardan biri köpeği ise öbürü de Plutarkhos imiş.
  • Franklin’le Emerson da Plutarkhos’u dillerinden hiç düşürmezlermiş.
  • Bacon da portrelerini Yunanlı’yı örnek tutarak yazarmış.
  • Napoleon ile 1789 oyuncuları ise Yunanlı’ya toptan biterlermiş.
  • Beethoven de Plutarkhos’u okudukça kahramanca bir cumhuriyet düşler. Bunu Napoleon’un gerçekleştireceğini sandığı için de Aşık Josephine’in sevgilisine içten bağlanır. Gelgelelim, Napoleon’un başına imparatorluk tacını oturttuğunu işitince öfkeye binip inmeye başlar ve şöyle bağırır:

- Demek o da sıradan biriymiş. Yaşamöykücüleri, kişilerini seçerken çokluk onlarla kendi aralarındaki sevgi alışverişinden çıkarlar yola.

Bu konuda Alain Decaux şöyle der:
- Tarihin kimi varlıkları ile tarihçiler arasında yürek yakınlıkları, kafa dostlukları vardır.
Bir yaşamöykücüsünün anlattığı kişiyi sevmesi doğal bir eğilimdir. Bunun açıklaması sevgidir. Düşmanlık, gerçeği saklayan bir kale duvarıdır.

Maurois da (19) kendi yaşamındaki başarısızlıkları Shelley’in yaşamında gördüğü için onun öyküsünü yazmıştı. İlkin Shelley’in yaşamından bir roman çıkarıp yazmıştır. Ne ki, bu hiçbir şeye benzememiştir. Ona öyle gelmiştir ki, Shelley’in yaşamını anlatmak kendisini, içinde çöreklenen romantizmden kurtaracaktır. Bunun için, kitapta boyuna romantizmi sarakaya almıştır. Ama kitap yine de sevgi ile yazılmıştır.

Maurois, Disraeli’yi nasıl yazdığını da şöyle anlatır:

- Bir gün Maurice Barrès’in, XIX. yüzyılın en ilginç kişisinin Disraeli olduğunu açıklayan bir yazısını okudum. Disraeli’yi biliyordum ama şöyle böyle. Bunun üzerine ilkin Froude’un, daha sonra da Monypenny ile Buckle’nin Disraeli üzerine yazdıkları yaşamöykülerini okudum. Daha, daha, çağla ilgili anıları ve Disraeli’nin kendi mektupları ile romanlarını okudum. Oldukça seveceğim bir kahramanla karşı karşıya geleceğimi kuruyordum. Benim için yepyeni bir kişilikti Disraeli. Hem eylem adamıydı, hem de romantikti.

Maurois yaşamöykülerinin, yazarın yaratılışının gizli bir gereğine karşılık vermek için yazıldığına da inanır.
Onlar anlatılan kişinin duyguları ve serüvenleri arasında yazarın da duygularını dile getirirler.
Bu bakımdan yaşamöyküleri, bir ölçüde, yaşamöyküsü kılığına girmiş özyaşamöyküleridir.

Buraya son olarak bir de Samuel Johnson’un bir sözünü iliştirelim:
Yaşamöykülerinin en iyisini o yaşamı yaşamış olan insan yazabilir.
Bunları da bize autobiographie’ler (özyaşamöyküleri) verirse verir. Ama o başka bir konudur.
____________________________________________________________
(1) İngiliz tarihçi, eleştirmen ve yaşam öykücüsü Thomas Carlyle’in (1795-1181)
  • Muhammet, Luther, Dante, Shakespeare, Burns, Napoleon vb. büyük kahramanların yaşamöykülerine değindiği Kahramanlar adlı yapıtından -ki kitapta kültür kişilerinin insanlık tarihi üzerindeki etkisi gösteriliyordur-
başka;
  • Oliver Cromwell’s Letters and Speeches with Elucidations, 1845 (Cromwell’in Mektup ve Söylevleri) ve
  • The History of Friedrich II of Prussia, Called Friedrich the Great, 1865 (Büyük Frederik diye bilinen Prusya Kralı II. Frederik’in Öyküsü) adında iki yapıtı daha vardır.

(2) Stefan Zweig (1881-1942). Öyküleri ve romanları kadar yaşamöyküleriyle de tanınır.

Yaşamöyküleri şöylece sıralanabilir:
  • Verlaine, 1905.
  • Emile Verhaeren, 1910.
  • Romain Rolland, 1920.
  • Üç Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, 1920.
  • Şeytanla Savaş: Hölderlin, Kleist, Nietzsche, 1925.
  • Drei Dichter Ihres Lebens, 1928. (Yaşamlarının Üç Şairi).
  • Cazanova, Stendhal, Tolstoy, 1932.
  • Fouché, 1929.
  • Marie Antoinette, 1932.
  • Rotterdam’li Erasmus, 1934.
  • Marie Stuart, 1935.
  • Magellan, 1938.
  • Calvin’e Karşı Castellion, 1938.
  • Balzac, 1946.
  • Sigmund Freud.

(3) Romain Rolland (1860-1944). Romanları, denemeleri, günlüğü yanı sıra yaşamöyküleri ile tanınır.

  • Beethoven, 1903.
  • Michel-Ange, 1907.
  • Haendel, 1910.
  • Tolstoy, 1911.
  • Mahatma Gandhi, 1923.
  • La Vie de Ramakrishna, 1929. (Ramakrişna’nin Yaşamı).
  • La Vie de Vivekananda et L’Evangile Universel, 1930. (Vivekananda’nın Yaşamı ve Evrensel İncil).
  • Romain Rolland 1929-1944 yıllarında Beethoven üzerine 7 ciltlik bir kitap da yayınlamıştır.

(4) James Anthony Froude (1818-1894). İngiliz tarihçisi. Carlyle’in yakın arkadaşı ve hayranıdır. Siyasal görüşlerinde tutucu ve emperyalist, dinsel inançlarında tutucudur.

  • En önemli yapıtı: History of England from the Fall of Wolsey to the of the Spanish Armada, 1856-1870 (Wolsey’in Düşüşünden İspanyol Armadasının Bozgununa Değin İngiltere Tarihi)

(5) Charles Whibley,
  • Life of John Manners, 1925. (John Manners’in Yaşamı)’den başka
  • siyasal portreler yazmıştır: Political Portraits.

(6) André Castelot. Çağdaş Fransız tarih ve yaşamöykücüsü.

Başlıca kitapları şöyle sayılabilir:
  • Le Fils de l’Empereur,
  • Marie Antoinette,
  • Sarah Bernhardt,
  • Louis XVII,
  • Le Grand Amour des Windsor (Windsor’ların Büyük Aşkı),
  • Napoléon et l’Amour (Napoleon ve Aşk),
  • Duchesse de Berry,
  • Histoire de Napoleon Bonaparte (6 cilt),
  • Josephine,
  • Madame Royale,
  • Philippe-Egalité, le Prince Rouge (Kızıl Prens Philippe-Egalite),
  • La Fille de Marie-Antoinette (Marie-Antoinette’in Kızı).

(7) Samuel Johnson’un;
  • İngiliz şairi Richard Savage (1697-1743) üzerine bir yaşamöyküsü vardır. Savage, borç yüzünden girdiği hapis damında ölmüştür. Ne var, onu bu duruma düşüren daha çok iğneleyici ve kinci taşlamalarıdır.

  • Johnson’un Habeşistan Prensi Rasselas’in öyküsünü anlattığı bir kitabı daha vardır: The History of Rasselas, Prince of Abyssinia, 1759.
  • Son yapıtı da 1779-1781 yıllarında yazdığı The Lives of the Poets (Şairlerin Yaşamı) adını taşır.

  • Ünlü günlükçü James Boswell’in (1740-1795) Samuel Johnson üzerine yazılmış bir yaşamöyküsü de vardır. Boswell kendini beğenmişin biri olduğu ve boyuna yüksekten attığı halde bütün yaşam boyunca Johnson önünde yüzünü yerde tutmuştur. Her yıl onu görmek için Londra’ya gitmeyi alışkanlık haline getirmiştir.
  • Boswell’in General Paoli’nin Yaşamı, 1768, adında bir yaşamöyküsü daha vardır.

(8) Sir Sidney Lee’nin (1859-1926)
  • A Life of William Shakespeare ve
  • A Life of Edward VII adında iki yaşamöyküsünü biliyoruz.
Maurois bunlardan birincisinin iç karartıcı, VII. Edward’ın yaşamını anlatan kitabın ise okunmaz olduğunu söylemiştir.
  • Sidney Lee’nin bunlardan başka Principles of Biography (Yaşamöyküsü İlkeleri) adında bir kitabı daha vardır.

  • Lee, 1890-1891 yıllarında da Sir Leslie Stephen ile birlikte Dictionary of National Biography (Ulusal Yaşamöyküleri Sözlüğü)’nü yönetmiştir. 1891’den sonra ise sözlüğü tek başına yürütmüştür.

(9) Gerçek kaygısı duyan yaşamöykülerinden biri de İngiliz politikacı ve yazarı Harold Nicolson’dur (1886-1968).
  • 1919 Paris Barış Konferansı’nda İngiliz delegesi olarak da bulunan yazarın en önemli kitabı Byron için yazdığı yaşamöyküsüdür: The Last Journey.

Nicolson’un bundan başka;
  • Verlaine,
  • Tennyson ve
  • Benjamin Constant üzerine deneme ve yaşamöyküleri de vardır.

(10) Lytton Strachey’in;
  • Queen Victoria ile
  • Eminent Victorians adında iki önemli yapıtı daha vardır.

(11) George Macaulay Trevelyan (1876-1962). İngiliz tarihçisi.

Başlıca kitapları:
  • Life and Letters of Lord Macaulay (Lord Macaulay’in Yaşamı ve Mektupları),
  • England Under the Stuarts, 1907 (Stuart’lar Zamanında İngiltere),
  • England Under Queen Anne, 3 cilt 1930-1934 (Kraliçe Anne zamanında İngiltere),
  • English Social History, 1944 (İngiliz Toplumsal Tarihi).

(12) John Gibson Lockhart (1794-1854) İskoçyalı romancı ve gazeteci. 1820 yılında Walter Scott’un kızıyla evlendi,

  • 1837 yılında da yedi cilt halinde Walter Scott’un yaşamöyküsünü yazdı: The Life of Sir Walter Scott.
  • Lockhart’in bundan başka The Life of Robert Burns, 1828 adında bir yaşamöyküsü daha vardır.

(13) Henri Perruchot’nun yaşamöyküleri şöyle sıralanabilir:
  • Lavie devan Gogh, 1955.
  • La Vie de Toulouse-Lautrec, 1958.
  • La vie de Cézanne, 1956.
  • La Vie de Gauguin, 1956.
  • La vie de Manet, 1960.

Yazarın bunlardan başka şu incelemeleri de vardır:
  • Le Douanier Rousseau, 1957 (Gümrükçü Rousseau).
  • Le Corbusier, 1958.
  • Montherland, 1959.

(14) André Billy. Çağdaş Fransız yazarı.

Yaşamöyküleri:
  • Vie de Diderot,
  • Vie de Balzac,
  • J. K. Huysmans et ses Amis (Huysmans ve Arkadaşları),
  • La Présidente et ses Amis,
  • Sainte-Beuve, sa vie at son Temps (Sainte - Beuve, Yaşamı ve Çağı),
  • Vie de Guillaume Apollinaire.

(15) Balzac’ın sevgilisi sonra da karısı olan Madam Hanska, Balzac’a gönderdiği mektupları Yabancı Kadın diye imzalar. Balzac da ona yazdığı mektuplara Yabancı Kadına diye başlar. Mektupların bu biçim anılmasının nedeni budur.

(16) Alain Decaux. Çağdaş Fransız tarihçisi ve yaşamöykücüsü.

Kitapları şöyle sıralanabilir:
  • Louis XVII Retrouvé (Bulunmuş XVII. Louis),
  • Letizia, Mère de l’Empereur (İmparatorun Annesi Letizia),
  • La Conspiration du Général Malet (General Mallet’nin komplosu),
  • Anastasia,
  • La Castiglione,
  • Le Prince Impérial,
  • Offenbach, Roi du Second Empire (Offenbach, İkinci İmparatorluk Çağının Kralı).

(17) Sartre’ın
  • Saint Genêt, Comédien et Martyr (1952) adında Fransız oyun yazarı Jean Genet üzerine yazılmış bir kitabı daha vardır.

(18) Emile Ludwig (1881-1948). Alman yazarı, sonradan da İsviçre yurttaşı.

Başlıca kitapları:
  • Goethe, 3 cilt 1920,
  • Napoleon, 1925,
  • I. Wilhelm, 1926.
  • Bismarck, 1926,
  • Michelangelo, 1930,
  • Lincoln, 1930,
  • Hindenburg, 1935,
  • Ademoğlu, Bir Peygamberin Yaşamı, 1929,
  • Roosevelt, 1938,
  • Beethoven, 1945,
  • Stalin, 1942.

(19) André Maurois (1885-1967). Fransız yazarı.

Yaşamöyküleri şöyle sıralanabilir:
  • Ariel ou la Vie de Shelley, 1923.
  • La Vie de Disraeli, 1927.
  • Byron, 1930.
  • Edward VII et son Temps, 1937.
  • Turgenyev, 1931.
  • Lyautey, 1931.
  • Chateaubriand, 1938.
  • Lélia ou la vie de George Sand, 1952.
  • Olympio au la vie de Victor Hugo, 1954.
  • Les Trois Dumas, 1957.
  • A la Recherche de Marcel Proust, 1949 (Marcel Proust’un Ardında).
  • Robert et Elizabeth Browning, 1957.
  • La vie de Sir Alexander Fleming, 1959.
  • Adrienne ou la vie de Mme de la Fayette, 1961.
  • Prométhé ou la vie de Balzac, 1929.


Salâh Birsel | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984
________________________________________________________________________________________________


Türkiye’de yayınlanan bellibaşlı biyografi kitapları

  • Ahmet Mithat, Beşir Fuad, 1887.
  • Ahmet Rasim, İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi, 1927.
  • Ahmet Refik, Bizans İmparatoriçeleri, 1904.
  • Ahmet Refik, Kabakçı Mustafa, 1915.
  • Ahmet Refik, Sultan Cem, 1923.
  • Ahmet Refik, Alimler ve Sanatkârlar, 1924.
  • Ahmet Refik, Sokullu, 1924.
  • Akyüz Kenan, Tevfik Fikret, 1947.
  • Alangu Tahir, Ülkücü Bir Yazarın Romanı, 1968.
  • Ali Kemal, Rical-i ihtilal, 1913.
  • Atay Falih Rıfkı, Başveren İnkılapçı (Ali Suavi), 1954.
  • Atay Oğuz, Bir Bilim Adamının Romanı (Mustafa İnan), 1975.
  • Aydemir Şevket Süreyya, Tek Adam (Atatürk), 3 cilt, 1963-65.
  • Aydemir Şevket Süreyya, İkinci Adam, 3 cilt, 1966-69.
  • Aydemir Şevket Süreyya, Enver Paşa, 3 cilt, 1970-72.
  • Aydemir Şevket Süreyya, Menderes’in Dramı, 1969.
  • Beşir Fuad, Voltaire, 1886.
  • Beyatlı Yahya Kemal, Edebi ve Siyasi Portreler, 1976.
  • Baysun M. Cavid, Cem Sultan, 1946.
  • Beşir Fuad, Victor Hugo, 1885.
  • Bursalı Mehmet Tahir, Muhyiddin Arabi, 1908.
  • Bursalı Mehmet Tahir, Katip Çelebi, 1912.
  • Bursalı Mehmet Tahir, Hacı Bayram-ı Veli, 1912.
  • Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, 3 cilt, 1916-25.
  • Çelebi Asaf Halet, Mevlana, 1940.
  • Celebi Asaf Halet, Molla Cami, 1940.
  • Çelebi Asaf Halet, Ömer Hayyam, 1945.
  • Çelebi Asaf Halet, Naima, 1953.
  • Dosdoğru Hulusi, Kemal Tahir, 1974.
  • Ebüzziya Tevfik, İbn Sina, 1881. (Yazarın aynı türde Napolyon, Gutenberg, Benjamin Franklin, Diyojen, Harunresit adlı kitapları da yayımlandı.)
  • Erişirgil Mehmet Emin, Bir Fikir Adamının Romanı - Ziya Gökalp, 1951.
  • Erişirgil Mehmet Emin, İslamcı Bir Şairin Romanı - Mehmet Akif, 1958.
  • Faik Reşat, Eslâf, 1894.
  • Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, 1913.
  • Gölpınarlı Abdülbaki, Mevlana Celaleddin, 1951.
  • Halikarnas Balıkçısı, Uluç Reis (roman), 1962.
  • Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis (roman), 1966.
  • Hisar Abdulhak Şinasi, Yahya Kemal’e Veda, 1959.
  • Hisar Abdulhak Şinasi, Ahmet Haşim, 1963.
  • İnal İbnülemin M. Kemal, Son Asır Türk Şairleri, 12 cüz, 1930-40.
  • İnal İbnülemin M. Kemal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, 14 cüz, 1940-53.
  • İnal İbnülemin, M. Kemal, Son Hattatlar, 1955.
  • İnal İbnülemin, M. Kemal, Hoş Sada (besteciler), 1958.
  • Kaplan Mehmet, Tevfik Fikret, 1946.
  • Kaplan Mehmet, Namık Kemal, 1948.
  • Karahan Abdülkadir, Fuzuli, 1949.
  • Kısakürek N. Fazıl, Namık Kemal, 1940.
  • Köprülü Fuat, Tevfik Fikret ve Ahlakı, 1918.
  • [Ödevlerimizi hazırlamakta kullandığımız bir kaynak]
    Kuntay Mithat Cemal, Mehmet Akif, 1939.
  • Kuntay Mithat Cemal, Namık Kemal, 2 cilt, 1944-56.
  • Kuntay Mithat Cemal, Sarıklı İhtilalci Ali Suavi, 1948.
  • Kurdakul Şükran, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, 1971; gen. 3 bas. 1981.
  • Namık Kemal, Evrak-ı Perişan, 1881.
  • Necatigil Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, 1960; gen. 11. bas. 1983.
  • Okay M. Orhan, Beşir Fuad, 1969.
  • Orkun H. Namık, Attila ve Oğulları, 1933.
  • Ortaç Yusuf Ziya, Portreler, 1970.
  • Özkırımlı Atilla, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 4 cilt, 1982.
  • Pakalın Mehmet Zeki, Maktul Şehzadeler, 1918.
  • Pakalın Mehmet Zeki, Son Sadrazamlar ve Başvekiller, 1940.
  • Recaizade Ekrem, Kudemadan Birkaç Şair, 1885.
  • Seyda Mehmet. Edebiyat Dostları, 1970.
  • Taner Haldun, Ölür İse Ten Ölür - Canlar Ölesi Değil, 1976.
  • Tanpınar Ahmet Hamdi, Tevfik Fikret, 1944.
  • Tanpınar Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, 1962.
  • Tolluoğlu Meral, Babam Nurullah Ataç, 1980.
  • Uyguner Muzaffer, Sait Faik’in Hayatı, 1959.
  • Ünver Süheyl, Ressam Nigarî, 1946.
  • Ünver Süheyl, Ressam Nakşî, 1949.
  • Ünver Süheyl, Ressam Levnî, 1949.
  • Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nazım Geçti, 1965.
  • Yalçın Hüseyin Cahit, Talat Paşa, 1943.
  • Yener Cemil, Fuzuli’nin Dünyası, 1966.


Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984
________________________________________________________________________________________________



Genel bir tanımla, bir kimsenin yaşamını konu alan yazıların tümüne biyografi denilir. Fransızca olan sözcük (biographie) Yunanca bios (yaşam) ve graphien (yazmak) sözcükleriyle yapılmış bir birleşik isimdir. Ama bu terime, sözkonusu yazı türünün tarihi çok eski olmakla birlikte ancak yakın zamanlarda rastlanmaktadır. Yunancadan türetilmesine karşın, klasik Yunan yapıtlarında da böyle bir sözcük yoktur. Biyografi teriminin ilk kez 1683’te John Dryden tarafından kullanıldığı, 1721’den başlayarak da Fransızcada geçtiği görülmektedir. Bunun nedeni biyografi türünün taşıdığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.

İlkçağda biyografi efsane, destan, din ve tarihin içinde, daha çok bir malzeme niteliği taşımaktaydı. Sümerler’de (MÖ III. binyıl), eski Mısır’da, eski Babil döneminde Asurlular’da hükümdarların ağzından yazılmış tarihsel yazıtlar, birer zafer anıtıydılar ve o hükümdarın kendi yaşamına ilişkindiler (otobiyografi). Biyografi örneği sayılabilecek ilk ürünlerse Hititler döneminde görülmektedir. Hititler’in yeni imparatorluk döneminde II. Mursilis diktirdiği yazıtta, yalnız kendinden söz etmekle yetinmemiş, babası Suppiluliuma’nın dönemini de anlatarak otobiyografiden biyografiye geçmiştir (MÖ 1350 dolayları).

Bu, efsane, tarih ve dinle içice oluş, Suriye ve Filistin’de, İbraniler’de, eski Hint toplumunda da biyografinin temel özelliğidir. Biyografi, ya bir kahramanın ya da dinsel bir önderin destansı anlatımı biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Üstelik her iki durumda da efsane ağır basmakta; dinsel bir kişilik söz konusu ise ahlak dersi vermek amacı da güdülmektedir.

İlk örneklerde biyografinin en gelişmiş biçimine eski Çin’de rastlanmaktadır. Yao’dan Wu’ya kadar (MÖ 2258’den VIII. yüzyıla) imparatorların anlatıldığı Shu King (Tarih Kanonu) adlı yapıt, efsanevi biyografilerin toplandığı en eski örnektir. Sonraki dönemlerde biyografinin tarih türünün ana dallarından biri sayılması, efsaneden tarihe geçişin yanısıra türün zenginleşmesine de yol açmıştır. Nitekim tarihsel biyografi türünün ilk örneğini veren Ssu-ma Chi’en (MÖ II. yy), Sarı imparator adıyla bilinen efsanevi imparatordan Han dönemine kadar bütün imparatorları Shik-ki (Tarihsel Kayıtlar) adlı kitabının bir bölümüne almış; sonra onun yapıtı örnek alınarak 26 sülalenin ayrı ayrı tarihsel biyografileri yazılmıştır. Bu, toplu biyografilerin de başlangıcı olmuş, imparatorların dışında din ve devlet adamlarının, edebiyatçıların, matematikçilerin biyografilerini kapsayan kitaplar düzenlenmiştir.

Biyografi türünün efsane, tarih aşamalarından geçişi eski Anadolu’da, eski Yunan’da da benzeri gelişimi izlemiştir. Yazılı tarihin, imparatorların, kralların, dinsel önderlerin ya da kahramanların tarihi oluşu, biyografilerin de bu kişilerle sınırlı olmasını doğurmuştur. Biyografinin konusu birey olduğu için, bireyin öneminin kavranması ve tarihin bireylere bağlı kalınarak yazılması bu gelişimi beslemiştir. Özellikle eski Yunan felsefesinde insan kavramının önem kazanması ise edebi biyografinin doğuşunu hazırlamıştır. Bu alanda Aristoteles’in Peri Poieton (Şairler Hakkında) ve Athenaion Politeia (Atinalıların Devleti) adlı yapıtlarının esin kaynağı olduğu görülmektedir. Nitekim edebi biyografinin öncüsü Aristoksenos da Aristoteles’in öğrencisiydi. Ama bu alanda dünya edebiyatının klasiği sayılan en önemli yapıt MS 1. yüzyılda Plutarkhos’tan geldi. Plutarkhos, Bioi Paralleoi (Paralel Hayatlar) adlı yapıtında, klasik biyografi anlatımının da dışına çıkarak 46 Yunanlı ve Romalının karşılaştırmalı biyografisini veriyordu.

Ortaçağda insan kavramının Tanrı düşüncesi karşısında önemini yitirmesi, biyografinin yine belli alanlara kaymasıyla sonuçlandı. Özellikle din ulularının yaşamını konu alan zengin bir biyografi edebiyat oluştu. Ama bu yapıtlar ahlak dersi vermeyi amaçlıyor, yaşam öyküleri gerçek dişi ayrıntılarla süsleniyor, bir anlamda yeniden efsaneye dönülüyordu. Feodalitenin gelişmesi ise feodalleri, ya kendilerinin ya da atalarının biyografilerini yazdırmaya götürdü. Bunlarda da ilgili feodalin yapıp ettikleri öyküleniyor, kişiliği övülüyordu. Bu nedenle her iki alanda da, güvenilirliği kuşkulu tarihsel kaynak olma dışında, biyografi terimiyle nitelenebilecek ürünler verilemedi.

Bu örnekler göz önünde tutulduğunda, ortaçağın sonlarına kadar biyografinin bağımsız bir tür olarak geliştiği söylenemez. Biyografinin tür olarak bağımsızlaşması, insanın kendini birey olarak algılamasıyla koşut bir gelişimin sonucudur. Bu ise ancak hümanizmanın doğup gelişmesiyle gerçekleşmiştir. Burjuvazinin soylulara karşı özgür birey düşüncesine sarılması ise biyografinin bağımsızlaşmasını hızlandırmıştır.

Belli alanlarda sivrilmiş kişilerin, ünlülerin, sanatçıların yaşamını konu alan biyografiler kapsamları bakımından kişisel biyografi (biographie individuelle), genel biyografi (biographie générale) biçiminde iki ana kümede toplanabilir. Ayrıca bu iki küme kendi içinde çeşitlere ayrılır. Ama kişisel biyografi ile genel biyografiyi ayıran en önemli özellik, aslında niceliksel değil nitelikseldir.

Alfabetik ya da sistematik bir sözlük biçiminde düzenlenen genel biyografiler, anlatım biçimi olarak bir edebiyat türü sayılmazlar. Örnekse, antoloji ve ansiklopedi gibi yapıtlarda yer alan ve söz konusu kişiyi tanıtmayı amaçlayan biyografilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve mesleki durum gibi kalıplaşmış bir yol izlenir, kaba çizgileriyle o kişinin yaşamı verilir. Tek kişiyi konu alsalar da önemli bir göreve atanan ya da ölen birinin yaşamını özetleyen yazılarla, bir sanatçının kitabının arka kapağında yer alan kısa biyografiler de bu kümeye girer. Bunlarda amaç, salt bilgi vermektir.

Birçok kişiyi bir araya toplayan genel biyografiler, belli bir dönemle ve belli bir ulusla sınırlanmamışsa evrensel biyografi (biographie universelle), tek bir ulusla ilgili ise ulusal biyografi (biographie nationale), yalnızca bir bölgede yetişenleri ele almışsa bölgesel biyografi (biographie régionale), belli bir meslekten olanları konu edinmişse adini alır. Çağdaş kişilerin bir araya toplanmasıyla oluşturulanlar ise çağdaşlar biyografisi (biographie de contemporains) olarak anılır. Çağdaşlar biyografisinin, bir tür rehber sayılabilecek en yaygın türü, İngilizlerin geliştirdiği “Kim kimdir?” (Who’s who?) adını taşıyan kitaplardır.

Edebiyat türlerinin sınıflandırılmasında biyografi, genel bir deyimlemeyle yardımcı türler arasında ele alınmaktadır. Oysa bu sınıflamayı yaparken, edebiyat türü olan biyografinin yalnız bir kişinin yaşamına değgin kişisel biyografi olduğunu belirtmek gerekmektedir. Üstelik her kişisel biyografi de edebiyat türü sayılmaz. Salt bilgi aktarımını amaçlayan kuru bir anlatıma dayalı biyografiler, temelde klasik biyografinin genişletilmiş biçiminden başka bir şey değildirler. Önemli olan biyografiyi yazanın kimliği, ele aldığı kişiye bakış açısı ve kullandığı anlatım biçimidir.

Nitekim bir kişiyi konu alan biyografiler içerikleri ve anlatım biçimleri bakımından çeşitlere ayrıldığı gibi değişik adlar da taşırlar.

Bunları genel çizgileriyle şu kümelerde toplayabiliriz:

  1. Söz konusu kimsenin kişiliğini oluşturan niteliklerinin anlatıldığı biyografiler portre adını alır. Bu tür biyografilerde o kimsenin duyguları alışkanlıkları, kısaca onu başka insanlardan ayıran özellikleri belirtilir. Ki en belirgin özelliğinin yaşamının bir kesiminin ana çizgileriyle betimlenmesi de olabilir bu.

  1. Bir kimseyi çevresi, gördüğü işler, özel yaşamı ve yapıtlarıyla kendi çağı içinde ayrıntılı olarak ele alan biyografiler, anlatım biçimine göre biyografik monografi ya da biyografik roman adını alırlar. Ortak özellikleri bir araştırmanın ürünü olmalarıdır. Bir kişinin yaşamını konu alan monografiler eleştirel bir nitelik de taşırlar. Bunun için gerekli bilgi ve belgeleri toplamak, o kişinin, varsa yapıtlarını okumak, kişiliğini çeşitli yönlerden ele alarak bilimsel bir tutumla değerlendirmek gerekir. Ya da gerekli araştırmalar tamamlandıktan sonra o kişinin yaşamı romanlaştırılır. Bunun içinse salt iyi bir araştırıcı olmak yetmez. Bir romancı ustalığına da sahip olmak gerekir.

  1. Birinin ölümünün ardından, onunla ilgili anılarını belirtmek, bu yolla onun kişiliğini, üstün niteliklerini anlatmak amacıyla yazılan yazılar ve yapıtlar da biyografi türüne girer. Düzyazı ağıt sayabileceğimiz bu ürünlere nekroloji (nécrologie) denilir. Bu tür yazılarda ya da yapıtlarda, anlatılan kişi yakından tanınan biri olduğu için ayrıntı önemli bir yer tutar, ama yazarın yansızlığına güvenilemez. Çünkü anlatılan kişiye duygusal bir tutumla yanaşılmıştır.

Bu kümelendirme denemesinden sonra, altı çizilmesi gereken şudur:

Biyografide ana koşul, doğumundan ölümüne bir kişinin yaşamının anlatılmasıdır. Gerçeğe bağlı kalma, gerçekleri değiştirmeden sergileme ise anlatımın temel ilkesidir. Ele alınan kişinin yaşamı romanlaştırılmış da olsa, olaylardan ruh çözümlemelerine, toplanan verilere dayanmak zorunludur. Biyografi yazarının yaratıcılığı anlattığı kişinin gerçekleriyle sınırlıdır. Bu nedenle ani, mektup, günlük gibi biyografinin ana malzemesini oluşturan yardımcı edebiyat türlerinden yararlanmak, bir değerlendirmeye gidilecekse o kişinin yapıtlarına, tanıklıklara, belgesel verilere yaslanmak gerekmektedir. Biyografik bir yapıt, sanatsal bir değer taşısa da, önünde sonunda tarihin malidir çünkü.

Tanzimat öncesi Türk edebiyatında bir kişinin yaşamını konu alan biyografiye rastlanmaz. Tarikat ulularının yaşamını konu edinen menâkıblar birer biyografi sayılabilirler belki. Ama bunlar efsaneleştirilmiş destansal nitelikte yapıtlar olduklarından bilimsel bir doğruluk taşımazlar. Gerçek bilgilere değil gerçek dışı yakıştırmalara dayanırlar çünkü.

Buna karşın, Osmanlıcada tercüme-i hâl (hâl tercümesi) denilen kısa genel biyografi türü oldukça gelişmiştir. Vekayinâmeler, eski tarihlerin hemen hepsi biyografik malzemeyi içerir. Çoğunda, padişahların yanısıra öteki devlet adamlarının, bilginlerin, sanatçıların hâl tercümeleri verilir.

Ayrıca birçok kişinin hâl tercümesini bir araya toplayan salt biyografik nitelikli yapıtların sayısı da çoktur.

Üstelik;
  • siyer,
  • tezkire,
  • hadîka,
  • devhâ,
  • sefine,
  • ravza,
  • tuhfe,
  • sicil gibi adlar taşıyan bu yapıtlarda belli bir meslekten olanların bir araya getirildiği görülür.

Bu açıdan Osmanlılarda zengin bir hâl tercümesi edebiyatının oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Ama bugün söz konusu yapıtların tarihsel bir kaynak olma dışında -bu tarihsel nitelemesi dil ve edebiyat tarihini de kapsamaktadır- değer taşıdıklarını söylemek de zordur.

Tanzimat sonrasında Batı etkisi biyografi alanında da söz konusudur. Bir yandan hâl tercümesi geleneği sürdürülürken, bir yandan da kalıplaşmış hâl tercümesi anlatımının kırılmaya çalışıldığı, kaynakları araştırmaya yönelindiği görülür.

İlk örnekler de, öteki türlerde olduğu gibi,
  • Namık Kemal,
  • Ebüzziya Tevfik,
  • Recaizade Ekrem gibi ilk yenilikçilerden gelir. Yine de bunlar sınırlı örneklerdir ve sayıları üçü beşi geçmez.

Meşrutiyetten günümüze biyografi alanında verilen ürünler, daha çok inceleme ve araştırmaya dayanan monografi türündedir. Genellikle edebiyatçıları konu edinen biyografik yapıtlarsa (Varlık Yayınları’nın Türk Klasikleri, TDK’nin Türk Diline Emek Verenler dizileri gibi) o kişiyi tanıtmayı amaçlayan el kitapları niteliğindedir. Batı’da Rönesans’tan başlayarak büyük gelişme gösteren ve başlıca edebiyat türleri arasında yer alan biyografi, Türk edebiyatında gereken ilgiyi görmemiştir.

1. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda;
  • İngiliz L. Strachey,
  • Amerikalı G. Bradford,
  • Fransız Andre Maurois,
  • Alman Emil Ludwig gibi yazarların geliştirdiği romanlaştırılmış biyografi örneği ise biri, ikiyi geçmemektedir.



Atillâ Özkırımlı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984