Kadın Yazarın Bazı Sorunları


Geçenlerde, 1971’de yazdığım Yusuf ile Zeliha adlı öyküyü eleştirel bir gözle incelerken bir bölümde takıldım:  “Alt katlardan birinde genç bir ana akşama hazırlanıyordu besbelli. Kızarttığı kabakların cızırtısını bastırıyordu türküsü. Dudaklarında mutlu bir gülümseme olmalı.Ama öykünün genel havası hiç de öyle değil. Sürdürüyorum okumayı:  “Oysa Zeliha’nın karşısındaki şu cam, bir sarmaşığı sevmek, uzaktaki bir denize göz atmak için değil, hepsini dışta tutmak için konulmuştu sanki. Yaşamayla arasına girmiş korkunç bir engeldi.Öyküde, ana-babaların çıkar ilişkilerine dayalı bir evliliğin iki genç insanın iç dünyalarını, hatta cinselliklerini nasıl yeyip bitirdiği anlatılıyor.

Cem Taylan, “Evrimdeki Estetik” adlı incelemesinde Batılı kadın şairlerin geçmişteki acı serüvenlerini, zaman zaman intiharla sonuçlanan yaşam öykülerini irdelerken hep o  “engel” üstünde duruyor. Gerçi  “intihar” apayrı bir olgu sayarak bir kenara ayırıyor, sanatsal yetkinlikte bir ölçüt olarak ortaya sürmüyor ama bu eylemin, o dönem kadın yazarının, o dönem kadınının dışa kapalı dünyasında gitgide yalnızlaşması, itilmişliği, yalıtlanmışlığıyla bağlantılarını aramaktan da geri durmuyor. Yüzyılın başında yaşayan kadın yazar, hiç kuşkusuz yaşadığı toplumda sesini yükseltmek, olayların gidişinde söz sahibi olmak isteyecek kadar sorumludur, buna hazırlıklıdır da, ne varki yaşamın arenasına çıkması olanak-dışıdır. Savaşlar kapısına dayanmışken o her türlü cephenin gerisinde acı çekmekten başka bir şey yapamaz. Dış dünyadan ona ulaşan seslerse cılızdır, tek-tüktür. Bu durumda...

Kimi ünlü kadın yazar bu durumda takma bir erkek adı benimseyerek toplumca kabullenmeyi umar.
Bu yazarlar, en az erkekler kadar bilgili, bilinçli olduklarını kanıtlamak için topluma ve ilişkilere değgin görüşlerini  “cinsiyet-üstü bir aydın” diliyle açığa vururlar.

Bazı kadın yazarlarsa her şeyi göze alıp “itirafçı, iç-dünyalarını açıklayıcı bir yol seçerler. Zekâlarını cömertçe kullanıp yazılarında buruk bir alaycılığa bolca yer vererek haklarını kısıtlayan topluma, yani sevgilide ya da kocada somutlanan erkek’e ince, üstü örtülü sitemler yağdırırlar. Zamanla kendi “kızkardeşleri”yle dertleşmeye yönelir yazıları “nevi şahsına münhasır olmak”ta düğümlenir. Genişletmeye bunca çabaladıkları iç dünya bir anlamda yine daralmış, yine kısıtlanmıştır. Bu iletişim engelini kendince aşmanın çıkar yolunu bulamayan yüzyıl kavşağındaki Batılı kadın yazarlar, ola ki, kavuşma umudu göremedikleri bir  “bütüncüllüğü” kendi elleriyle sağlama adına intiharı seçmişlerdir.

İletişim engellerinin başında evrensel beylik kalıplar, inançlar geliyor.
Sözgelimi kadın sevecendir, erkek yiğit,
kadın edilgindir, erkek etkin,
kadın yaşamı götüren, sürdürendir, erkekse yaşamı yapan.

Burada bir ayraç açarak sözcüklere dişil ve eril tanımlar (article) yakıştıran Batı dillerinden örnekler verebiliriz.
Batı dillerinde sabır, erdem, süreklilik, direnç gibi uzun vadeli kavramların dişil tanımlarla anıldığını görüyoruz.
(Bu arada kişilik zaafı, oynaklık, döneklik imleyen sözcüklerin de!)
Ataklık, girişkenlik imleyen sözcüklerin çoğuysa eril tanımlarla kullanılıyor.

Hazır bu ayracı açmışken edebiyat türlerinin tanımlarını da unutmayalım.

Roman’dan başlayalım.
Almancası: der Roman,
Fransızcası le Roman,
İtalyancası İl Romanzo
ama İspanyolcada la Novela ve La Ficcion’la bir dişilik yükleniyor roman.

Öykü,
Almancada die Geschicte,
Fransızcada dişil L’histoire,
İtalyancada la Novella’yken
İspanyolcada La Narracion’ ile El Cuento arasında bocalıyor.
Bu bocalamada öyküleme ve anlatı sanatları doğuş biçiminin payı da büyük olsa gerek.

Şiir bütün Batı dillerinde dişil bir sözcük,
yalnız Almancada cinsiyetsiz: das Gedicht.

Bu tanımlar, halkların bu türlerden beklentilerinin ipuçlarını verdiği için dilbilimcileri olduğu kadar toplumbilimcileri de ilgilendirse gerek.

Günümüz İngiliz yazarlarından Margaret Drabble, dilin çağdaş kadın yazara hazırladığı tuzaklardan söz etmişti bir konuşmasında. Kadınların baştan beri resmi bildirimli tümceler yerine kısa kısa, kopuk bir anlatım tarzını benimsediklerini, bol bol soru, ayraç, tire kullandıklarını, tümceyi sonlandıran buyurgan noktaya sorulara açık bitimsiz üç noktayı yeğlediklerini belirtmişti.

Bir başka tuzak da, yaygınlaşmış erkek jargonuydu.

Bir aşkı, bir cinsellik deneyimini, bir aybaşı olma durumunu, bir doğumu, bir kürtajı kendince anlatmak isteyen Çağdaş kadın yazar,
  • ya Mailer, Miller, Kerouac gibi  “erkekler dünyası” yazarlarınca yaygınlaştırılmış bayağı, kabadayı jargonunu kullanacak,  “düzmek",  “yarık",  “fışkırtmak” gibi sözcüklere başvuracak
  • ya da  “rahim”,  “döl yatağı”,  “penis”,  “orgazm” gibi tıp alanında kalan yaşamasız sözcüklerle yetinecekti. Kendi kuracağı estetiğin devralınan bir kalıtı yoktu çünkü.

Buradan, John Berger’in Bir Kadınlık Durumu başlıklı roman bölümüne geliyoruz:

O zamana kadar (Yüzyıl başı, T.U.) kadın olarak doğmak, erkeğin gözetimi altında, bağışlanmış, sınırlı bir ortamda doğmak demekti. Kadının varlığı da böylesi bir vesayet altında ve kısıtlı bir hücrede yaşama becerisinin bir tortusu olarak gelişiyordu. Bu hücreyi varlığıyla donatıyordu: kendisine daha sevimli gelmesi için değil, başkalarını içeri girmeye kandırmak umuduyla. Çocukluk yıllarından başlayarak benliğini sürekli gözlem altında tutması öğretilmişti ona, buna inandırılmıştı. Böylece kişiliğindeki gözlemleyen ve gözlemleneni kendi kadın kimliğinin tamamlayıcı ama apayrı iki ögesi sayagelmişti.

Günümüz kadın yazarlarının bir bölüğü “korunmalı kadın” imgesini yıkmak için savaş verirken, bu savaşta özellikle tabu sayılan cinselliği ön plana alırken “itirafçı”lık geleneğini sürdürüyorlar. Günümüzde bu tür itirafların yepyeni bir meta olduğunu umursamıyorlar. Jong’da, French’de, Brögger’de tek tek erkek hasımlardan oluşan bir dünya görüyoruz. Bütün sorunları cinsellikten kaynaklanan başkaca bir amaca yönelmeyen bir iç dünya. Bazı kadın yazarlarsa kapkara kesilen ilişkileri yorumlamaya, erkekle birlik bir dünya kurma adına neler yapılabileceğini tasarlamaya çalışırken geçmişin trajik kalıtına fazlaca yaslanmamayı seçiyor, yeni anlamda bir varolmanın sorumluluklarını nasıl taşıyabileceklerine kafa yoruyorlar. İntihar etmiyorlar, azar azar ölüyorlar. Alınan bunca yol bu kadarcık mı?

Yine kabak kızartmasına dönelim. Çetrefil sorunlar bazen çok basit bir soruda somutlanabilir. Kişi olarak dünyayla değişmeye, günü kovalamaya düşkün bir kadın yazarsanız öykünüze bugün de  “kabak kızartmaktan mutluluk duyan bir ev kadını” koyar mısınız? Kendiniz kabak kızartmayı hâlâ sevseniz bile? Her akşam karşınızda  “İnanır mısınız, ben bulaşık yıkamayı seviyorum,” diyen, kocasının yemeği beş dakika geciktiği için telâşlara kapılan ve yeni model bir buzdolabının düt-dütüyle silkinip kendine dönen reklam kadın imgesi,  “Hanım mutfakta, yağ tavada, afiyet olsun” diye şıkır şıkır oynayan bir erkek imgesi varken?

Galiba şimdilik hiçbirimize afiyet olmasa yeter.



Tomris Uyar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 98 - 15 Haziran 1984