Telefonu çevirdim.
Ya bir ya iki kez çaldı ve hemen açıldı.
Bir çırpıda anlatıverdim:
“Alo, ben Türkiye'den... falan filan... Sanat Dergisi... Milliyet... ülkem, halkım... San Fransisco'daki İnsan Hakları Derneği'yle konuşmuştum... belki demişlerdi... hani Washington Post gazetesinden benim için randevu alınacaktı... birkaç dakikada olur... yani Baez'le telefonla görüşecektim...”
”Ben Joan.”
Şaşa kaldım.
En azından birkaç santral ya da sekreter ya da yardımcı bekliyordum.
Şaşkınlıktan “Hangi Joan?” demişim.
Telefonun öbür ucundan bir kahkaha koptu. “İster beğen ister beğenme ama, bu Joan, Joan Baez.”
Kahkahalar biraz yatışınca: “Senin adın nasıl söyleniyor bir türlü çıkaramıyorum” deyip, bir iki denemeden sonra adımı çıkarıverdi.
“Bak Zeynep, (sanki kırk yıllık arkadaşız) bizim dernekten sana, vakti yok, görüşemez falan demişler. Doğru, vaktim yok. Üç gün sonra Amerika turnem başlıyor. Üstelik su anda mide spazmlarından geberiyorum. Hastayım, iki büklümüm. Ama bu arada Coleman McCarty'den öyle bir mektup aldım ki, ben de seninle tanışmak istiyorum. En iyisi yarın yine telefonlaşalım.”
Ertesi gün yine telefondayız. O San Fransisco'da, ben Los Angeles'de: Benden çekingen bir “Alo?”..
Ondan şen şakrak, cıvıl cıvıl ışıltılı bir ses: “Merhaba Zeynep. Her şeyi hallettim. Hemen bulabildiğin ilk uçağa atla gel.
Sakın çay vaktini kaçırma. Anam harika pastalar yaptı. İşte adres... Anladın değil mi. Kaybolmazsın değil mi...”
Hoşçakal Los Angeles Festivali, ben San Fransisco'ya gidiyorum.
BAŞLANGIÇTA
Her şey Washington'da başlamıştı. Amerikan Haberler Merkezi'nin çağrılısı olarak bu ülkeye gittiğimde, ünlü “Washington Post” gazetesini gezmek ve ünlü yazarı Coleman McCarty'le tanışmak istemiştim. Özellikle son yıllarda Türkiye ile yakından ilgilenen, Barış Derneği davası üzerine sayısız yazı yazan, çeşitli üniversite ve okullarda barış dersleri veren (evet evet, askerlik ve savaş gibi, barış da okullarda öğretiliyor) Coleman McCarty, beni bağrına basmıştı. (Buna neden “Bir Ses” kitabım) Kendisine Joan Baez'le görüşmek istediğimi söylediğimde, McCarty kolları sıvamış, barış ve insan hakları konularında işbirliği yaptığı yakın arkadaşı Joan Baez'e benim için mektuplar döşenmişti.
“Atla gel” dedi Joan Baez. İşte San Fransisco'ya gidiyorum...
Hayır, elbetteki her şey Washington'da başlamamıştı... Her şey, çook çok eskiden ilk gençliğimde başlamıştı... 60'lı yıllarda, ilk gençliğini, ikinci, üçüncü, dördüncü ya da sonuncu gençliğini yaşayanlar (Öyleydi, o yıllarda birkaç gençlik birden yaşanırdı) Joan Baez'i tanımışlardı. Onun şarkılarıyla yeryüzü dediğimiz bu mucizenin güzelliklerine gönül veriyor; onun şarkılarıyla yeryüzündeki yalanlara, kötülüklere, çirkinliklere kahroluyor; onun şarkılarıyla âşık oluyor; onun şarkılarıyla gülüyor, ağlıyor, öfkeleniyor, umutlanıyor ya da yumruklarımız havada savaşlara, ölümlere, haksızlıklara direniyorduk...
Bu pırıl pırıl, ışıklı, duru mu duru soprano sesli genç kız, ne opera sahnelerindeki sopranolara ne de pop konserlerin starlarına benziyordu. O herkese, 60'lı yılların gençlerine benziyordu. Meksikalı babasından aldığı koyu renk teni, İskoçyalı anasından aldığı açık renk gözleri, beline dek inen simsiyah saçları, boynundaki boncukları, yalınayakları ve yanından hiç ayırmadığı gitarıyla gezginci çingeneler misali, neyi yaşıyor, neyi hissediyorsa onu söylüyordu... Bu çıplak ayaklı, gitarlı, çingene görünümlü kızı, “Time” dergisi kapak yaptığında yıl 1962'ydi. Ve Joan 20 yaşındaydı.
Palo Alto Ortaokulu'nda (California), görünümü öteki çocuklardan farklı olduğundan hep yalnızdı. Biraz yalnızlığını kırmak için, biraz da tanrı vergisi güzel bir sesi olduğunu keşfettiğinden, her fırsatta şarkı söylemeye başladı. Sınıfta, okul toplantılarında, eş-dost-aile toplantılarında... Biraz Harry Belafonte, biraz folk kraliçesi Odetta tarzında... Ortaokulda bir de Gandhi'nin şiddet karşıtı felsefesini benimsemiş bir öğretmeni var. İra Sandperl. Joan, neredeyse ona âşık...
Yerel gazetelerin ondan ilk söz etmesi şarkı söylemekle ilgili değil. 50'li yıllarda soğuk savaşın en kızgın anlarında, okullarda savaş provaları yapılıyor, alarm düdükleri çaldığında öğrenciler, okulu anında boşaltıp, bir sığınağa taşınıyorlar. Yine bir gün prova vardı. Alarm verildi. Herkes okulu boşalttı. Bir öğrenci yerinden kıpırdamadı. Nedeni sorulduğunda, “Ansiklopedide bombaların hızını öğrendim. Zaten tepemize düştüğünde, sığınağa gitmeye vaktimiz olmayacak. Bütün bu provalar saçmalık” diyecekti... Ertesi gün gazeteler, adı Joan Baez olan bu çocuktan söz ediyordu. Adı “komünist”e çıkmıştı bile...
İlk kez, kendi okulu, kendi arkadaş grubu, kendi ailesi, kendi kenti dışında bir konser vermeye davet edildiğinde lise sondaydı ve konserden üç gün önce mide ve karın spazmları, kramplarıyla kıvranmaya başlamıştı. (O gün bugün her konserden önce devam eden bir durum).
İlk profesyonel konseri, (yani karşılığında para aldığı konser) 1959'da: Newport Folk Festivali'ne katılıyor...
Ve bir yıl sonra ilk solo konseri ve ilk plağı...
O GÜNDEN BU YANA
O günden bu yana, yıllar geçti...
O günden bu yana, 30'u aşkın plak albümü...
30 bin, 100 bin, 300 bin kişilik kalabalıklara verilen konserler.
Satışı bir milyonu geçen “Altın plaklar”...
Beş kıtada konserler...
O günden bu yana Martin Luther King'in ayak izlerinde yürünen yollar: ilk kez 1961'de tanımıştı Martin Luther King'i. Güneye konser vermeye gittiğinde, konserlerine yalnız beyazların geldiğini görmüş, siyahların girmesinin yasak olduğunu öğrenmişti. Derhal yalnız siyahlara açık konserler vermeye başlamış ve King'le tanışmıştı... 1963'te Martin Luther King, Washington'da şiddete karşı büyük bir eylem düzenlendiğinde “sana ihtiyacım var” diyerek onu çağıracaktı. Ve King, “Benim bir düşüm var” diye başlayan tarihi konuşmalarından birini yaptıktan sonra, Joan Baez, başkentte, hükümet binasının önünde toplanan 350 bin kişiye “We Shall Overcome” (Bir gün, bunları aşacağız) şarkısını söyleyecekti... O günden sonra King'in ölümüne dek birlikte savaşa, ırkçılığa, ayrımcılığa ve şiddete karşı sayısız eylem düzenlediler.
O günden bu yana, gençliğin başka bir tanrısı, Bob Dylan'la birliktelik ve birlikte yapılmış şarkılar var:
1961'de tanıştılar, New York, Greenwich Village'de...
İki serseri, iki âşık, iki çılgın çocuk!
Dylan sözleri yazdı (sözcükleri şamar gibi fırlattı mı demeli), Baez besteledi, ikisi çaldı, ikisi söyledi:
O iki üç yıldan geriye bize o dönemin en popüler şarkıları kaldı:
“Masters of War” (Savaş Ustaları),
“Blowing in the Wind” (Rüzgarın Söylediği),
“Don't think twice, it's allright” (Çok düşünme tamamdır),
“Love is a four letter word” (Aşk üç harflik bir sözcüktür) vb...
O günden bu yana “askeri harcamalara gidiyor” diye vergi ödememe kararları ve bu kararı nedeniyle cezalandırılması...
“Milli kahramanlık duygularına ve milli menfaatlere karşı” davranışları nedeniyle, konser salonlarının verilmemesi...
O da sokaklarda, alanlarda, 3 bin kişi yerine 30 bin kişiye konser verdi diye “sokağı işgal ve halkın huzurunu bozma” gerekçesiyle tutuklanma ve hapis...
O günden bu yana, şiddet karşıtı lider,
“askere gitmeyin” kampanyasının mimarı,
Berkeley Universitesi'nde alternatif politika sunan en ateşli sözcü David Harris'le evlilik,
bugün 18'inde olan bir oğul ve boşanma...
50'lerin “Çıplak ayaklı Madonna”si;
60'ların “Folk şarkıları Kraliçe”si;
70'lerin kimine göre tehlikeli “anarşisti” kimine göre yalnızca savaş aleyhtarı,
80'lerin İnsan Hakları Sözcüsü...
O günden bugüne, Hanoi'de, Şili'de, Arjantin'de, Polonya'da, Moskova'da, Nikaragua'da...
Kesmek zorundayım. Çünkü uçağım San Fransisco'ya indi.
EVİNDE
“Otoyolda hep kuzeye gideceksin, yarım saat sonra şu isimlere rastladın mı, sola sap” falan demişti.
Değil yarım saat, bir saate yakın gittim, yine de söylediği isimler ortada yok. Ama Berkeley Universitesi karşıma çıkıverdi. Eh tamam, diyorum. Joan Baez de ancak böyle ilerici bir üniversitenin yakınlarına oturabilir... Bu mantıkla hiçbir yere ulaşamayacağımı kavrayınca, yeniden telefona sarıldım.
Meğer San Fransisco'da iki hava alanı varmış. Benim indiğimden kuzeye değil tam tersi güneye gitmek gerekirmiş. Neden sonra evine ulaştığım anda “ah ben ne aptalım, niye sana iki havaalanı olduğunu söylemedim... Seni boşuboşuna nerelere yolladım...” diye başladı, ben “önemi yok, çevreyi görmüş oldum” dedikçe, o, özür dileyip durdu.
Yemyeşil bir vadide, ağaçlar arasına gizlenmiş, kocaman bir bahçenin ortasında tek katli bir ev. Bu evi çevredeki öteki evlerden ayıran iki özellik var: Önündeki posta kutusunun üzerinde kocaman bir barış işareti var. Bahçesi, öyle düzenli, İngiliz, Japon, Fransız bahçeleri gibi değil, en doğal halinde bırakılmış, balta girmemiş bir orman gibi...
Bahçe kapısında Joan Baez. Sırtında bir etek bluz. Uzun saçlar çoktan gitmiş, şimdi kısacık. 46 yaşını hiç mi hiç göstermiyor. Yüzünde kocaman, bembeyaz, ışıklı bir gülümseme. (Bu ışıklı sözcüğünü çok kullanıyorum ama çaresiz. Yüzü, gözleri, dişleri gerçekten ışık saçıyor.) Evinde kalacağım dört saat boyunca, alçak gönüllü, harika bir mizah anlayışı olan, kendiyle de olmak üzere bir sürü şeyle “matrak geçen”, hani “gırgır” dediğimiz, şakacı, komik, rahat, sıradan, ama ciddi konulardan söz ettiğinde, keskin bir dille hedeften vuran, enerjik, canlı, yerinde duramayan, yalnız ağzıyla değil, elleri, yüzü, gözleriyle de konuşan, konuşurken taklitler yapan, cıvıl cıvıl, olgun bir kadınla konuşacaktım.
Evin içi de kendi gibi alçakgönüllü. Oldukça dağınık. Mutfak salon ikisi bir. Bol ahşap malzeme ve yerde kocaman yastıklar... Annesinin hazırladığı pastaları yediğimiz mutfak-salonda başlayan konuşmamız, bahçede sürecek ve zaman zaman “şimdi şu ortancaları sulamam gerek” ya da “anacım yeter artık, içerde iş yapıp durma, ben bu kadar hizmet görmeye alışık değilim” deyişleriyle kesilecekti.
“Ülkende durumlar nasıl?” deyip, ülkemle ilgili son yıllara ait gelişmeleri bana anlatıyor... “Demokrasi” sözü geldiğinde, gülerek “Biliyor musun, ben konserlerimde zaman zaman Türkiye'den söz ederim. Dinleyicilerime 'Batı demokrasilerinde' ölüm cezasını kaldırmamış iki ülke vardır. Biri biz Amerikalılar, öteki Türkler, derim. Millet şaşırır...”
Bir an için durumu, gözümün önüne getirmeye çalışıyorum: Düşünün kendilerinin yeryüzünün en uygar, en ileri ve en büyüğü olduğuna inananlara, kadının biri çıkıp diyor ki, “Siz Türklerden farksızsınız.” büyük şok! Çünkü, o kendini en büyük, en ileri, en uygar sayanlar da Türkleri büyük bir olasılıkla “barbar” biliyor...
KAPA ÇENENİ ŞARKI SÖYLE
Konserlerinizde hep konuşur musunuz?
”Elbet! Hem de nasıl. Konuşmazsam ölürüm! Geçen ay Atlanta'da bir konserim vardı. Koskoca bir parkta. Sahneye çıktım, bir baktım en ön sıralarda bütün varlıklılar, en arkalarda da yoksullar. Ben de başımı iyice geriye atıp başladım konuşmaya. Sohbet ediyorum... Ölüm cezası insanlık için utanç vericidir diyorum, kaldırmalısınız diyorum. Sonra başka toplumsal konularda bir şeyler söylüyordum ki, ön sıralardan bağırmaya başlamazlar mı: 'Kapa çeneni de şarkı söyle'... Ertesi sabah bütün gazetelerde aynı cümle: “Kapa çeneni, şarkı söyle... Aman ne güldüm.”
Şimdi de anlatırken kahkahalarla gülüyor. “Çenemi kapayıp, yani konuşmayı kesip şarkı söyleyecekmişim!
Ses, benim sesim! İster şarkı söylerim, ister konuşurum! Bu ses bana verilmiş! İstediğim gibi, istediğim amaçla kullanırım! Değil mi ya!”
Bu konuda benim de onayımı aldıktan sonra: “Aynı konserde bir de 'Defol, geldiğin yere dön' diye bağıranlar da oldu.
Bilemezsin güneyde ne gerici yerler var. Adamların en küçük bir eleştiriye bile tahammülleri yok.”
Öyle bağırdıklarında ne yaptı?
“Hiiiç! Kılımı bile kıpırdatmadım. Bildiğimi okudum.”
Çayı, pastaları bitirdik. Bahçeyi suladık.
Anneye, “Telefon gelirse sakın bağlama” diye tembihledi ve bahçedeki kocaman ağaçların altına yerleştik.
Şimdi sanırsınız ki, ben soru soracağım, o yanıtlayacak. Yoo, hiç öyle olmadı. Her şeyden önce, onun sorularının ardı kesilmedi.
Ben soru sorduğumda ise kâh yanıtladı, kâh daldan dala atladı, kah anılara gömüldü.
Yıllardır (30 yıldır) barıştan, insan haklarından, eşitlikten, özgürlüklerden yana, şiddete karşı çalışıyor, etkinlikler düzenliyor.
Ve dünya hâlâ savaşıyor, için için kanıyor, insan hakları orda ya da burada çiğnenip duruyor. Hiç mi cesaretini gücünü yitirmedi?
“Hayır yitirmedim. Bende bol cesaret, bol güç var. Ancak zaman zaman yolumu bulamıyorum... En bocaladığım zamanlar o zamanlar... Şuna katıl, buna katıl, şunun için eylemi yap, şunun için eylem düzenle diyorlar, zorluyor... Ben zorlanmak istemiyorum. İnandığım kimi doğrular var. İnandığım, emin olduğum, ya da ikna edildiğim konularda hep hazırım. Eylem yapmaya, düzenlemeye, bir eyleme katılmaya hep hazırım. Ama zorlanmayayım. Ordan buradan çekiştirilip durmayayım...”
HASTALIKLI SEKSENLER
“Öyle bir dönem yaşıyoruz ki... Eskisi gibi 60'lar gibi değil. 80'leri yaşıyoruz, hiçbir değer ölçüsünün kalmadığı, yozluğun, yapaylığın egemen olduğu, ahlaksal, dinsel, politik ve aklınıza gelecek her alanda yalanların, çöküntülerin egemen olduğu bir dönemi, hastalıklı 80'leri yaşıyoruz... Bunca yalan, yozluk ve çöküntü içinde yoluma nereden başlamalıyım? İşte karşılaştığım en büyük güçlük bu. Yoksa cesaretimi, ya da gücümü yitirmem değil...”
“Peki nasıl buluyorsun yolunu?”
“Her zaman bulamıyorum. Ama her zaman arıyorum... Kimi kez bir çağrı, yalnızca bir çağrı bekliyorum. Ve çağrı geldiğinde kolları sıvayıp işe koyuluyorum. Bu çağrı, yıllar öncesinde olduğu gibi, örneğin Martin Luther King'in telefonu gibi, 'Sana ihtiyacım var, çabuk gel' gibi bir telefon çağrısı da olabilir; daha sonraki, Uluslararası Af Örgütü'nün çağrısı gibi de olabilir; dünkü gibi bir çağrı olabilir ya da yalnızca içimden kendi içimden gelen bir çağrı olabilir...”
“Çağrı”larla ilgili biraz açıklama:
- Washington'da Martin Luther King'le ilk büyük açıkhava direnişinden birkaç yıl sonra King yine onu çağırmıştı. Bu kez Alabama'ya. Siyah çocukların ilkokula gitmeleri engelleniyordu. Çocuklar öyle hırpalanmışlardı ki, okula gitmeye korkuyorlardı. King ve Joan Baez sessiz bir yürüyüş düzenleyip, yüzlerce siyah çocuğun elinden tutarak, polis kordonunu aşıp çocukları okullarına götürdüler. (1966)...
- Bir başka çağrıyla, Uluslararası Af (Amnesty International) Örgütü'nün Amerika'nın batı yakasında oluşmasını sağladı (1972)...
Dünkü çağrı neydi?
”AIDS'li hastaların yararına bir konser vermem istendi.
Şimdiye dek, onlarla ilgili hiçbir şey yapamadım diye üzülüyordum. Peki dedim. Noel gecesi onlara büyük bir konser vereceğim. San Fransisco'da...”
HESAPLAŞMA
“Ya içinizden gelen çağrılar?”
“Aaaa!” diyor kocaman bir gülümsemeyle. “İşte o çok önemli. Yani sessiz geçirdiğim, içime, içimdeki sese kulak verdiğim zamanlar... Bir bakıma öz eleştiri... Bir bakıma ben ne yapıyorum diye kendi kendime sormak. Kendimi sınamak. Kısacası hesaplaşmak. Böyle sessiz zamanlara çok ihtiyacım var. İşte bu hesaplaşma şunu yapmalıyım diye söylediğim oluyor. O zaman dışardan bir çağrı beklemiyorum. Kendi kendime kalkıp, davranıyorum.”
Bunlar gülerek söylenmişti.
Biraz durdu daha ağır başlı, sözcüklerin üzerine basa basa ekledi:
“Eskiden, kahramandım... Şimdi eski bir kahramanım... Eski kahramanlar, bugün de işe yarayabilir. Eğer adımın yararlı olacağına, eğer eski kahramanlığımın bir işe yarayacağına inanırsam, tamam varım diyorum ve katılıyorum eyleme... Ama zorlanmaya yokum... Yeniden kahraman ilan edilmeye yokum... 60'lar başkaydı, 80'ler başka. Sınırlarımı da, haddimi de, yapabileceklerimi de çok çok iyi biliyorum.”
”Eskiden”... Bu sözcük girdi mi araya... Nostaljinin tatlı ve ılık sularında boğulmamak işten bile değil... Sakın, ahh nerde o eski...
“Yoo, hayır! Yanlış anlama! Hiç öyle eskiye özlem yok içimde... Şimdi şu anda ne yapabilirim?
Sesimi nasıl kullanabilirim? Şimdi, şu anda, bulunduğum yerde sesimi, hangi amacın hizmetine verebilirim? Benim için önemli olan bu.”
Joan Baez “ses vermek”ten söz edince, bunun hem politik, hem müzikal bir ses olduğunu söylemeye gerek yok herhalde...
Yirmi kusur yıldır piyasadan hiç silinmeyen onca ünlü popüler şarkılar yaptıktan sonra, şimdi bugün yeniden müzik yapmak...
Hep o en ünlü “eski” şarkıları söylemenin kolaylığına kaçmamak...
Dinleyiciden gelen istekler...
Dünün gençleriyle bu günün gençlerinin farklı baskıları...
Of ne zor iş!
MÜZİKTE ARAMA
Beni terleten bu düşünceler onu şimdi güldürüyor.
Ama belli ki zamanında onu bin kat terletmiş, bin kat düşündürmüş ve midesine her zamankinden daha çok, daha yoğun kramplar saplamış.
“Tam sekiz yıl, hiç plak yapmadım. Sekiz yıl aradan sonra geçtiğimiz haziran ayında yeni plağım çıktı. Albümün adı da 'Şimdilerde'... Hep eski şarkılarımı söylemem için, doğru çok baskı gördüm. Ama bunun tam aksi baskı da oldu. Her şey değişiyordu: Zaman, müzik ve dinleyicilerin beklentileri. İkisi arasında çok bocaladım. Bu bocalamadan ve uzun süre plak yapmamaktan kahroldum. Ama sonra toparlandım. Nasıl ki düşüncelerimde, eylemlerimde hep yeninin peşindeydim, müzikte de yeniyi aramam, yolumu bulmam gerekiyordu. Hem ben kalmalıydım, benliğimi, sesimin ve müziğimin özelliklerini, renklerini yitirmemeliydim, hem de ben kalarak yeniyi bulmalıydım... Joan dedim kendime, artık farklı bir şeyler yapabileceğini de kendine kanıtlamalısın. Çok çalıştım. Ve 'Şimdilerde' albümü ortaya çıktı.”
(Haziran'dan bu yana “Şimdilerde” binlerce sattı. Çok iyi eleştiriler aldı. Ve bu konuşmadan birkaç gün sonra New York'ta Carnegie Hall'daki konserine gittiğimde, salonun 60'ların gençleriyle değil, günümüzün gençleriyle dolu olduğunu gördüm.)
“Yeni plağıma gösterilen ilgi beni şaşırttı.
Çünkü doğruyu söylemek gerekirse, ülkemin gençleri beni bilmiyor. Başka ülkelerin gençleri daha çok biliyor. Acı ama öyle...”
“Yoo, bana hiçbir zaman doğrudan sansür uygulanmadı.
Daha çok gizli bir sansür, Radyo, televizyon istasyonları sana kapalıysa, ne yapabilirsin ki... Güneyde benim plaklarım hiç çalınmaz. Unutturulmak istenir.”
POLİTİKASIZ SAVAŞ
Birden aklına geldi, kahkahalarla gülmeye başladı: “Şimdi televizyonda son moda, habire Vietnam filmleri gösteriyorlar.” (Yalan değil, ne zaman televizyonu açsam, bu Vietnam filmleri karşımda. Ben hep aynı film sanıyordum meğer hepsi başka başkaymış.) “Bunlara müziğimi vermemi teklif ettiler. Vermeyeceğim dedim. Deli bunlar, yalan söylüyorlar, politikasız savaş filmi yapıyorlar. Ortada savaş var ama politika yok!”
Daha da çok gülerek ekledi: “Geçenlerde liselerde bir araştırma yaptılar. İnanır mısın, öğrencilerin çoğu, Vietnam'da savaşı Amerikalılar kazandı sanıyor!”
Kimi ülkelerde askeri darbeler, kimilerinde aşırı tüketim yoluyla, galiba politika yalnız politikacıların uğraşı haline getirilmek isteniyor... Ne dersin?
“Katılıyorum... Bu, milleti politikadan arındırmak da 80'lerin hastalığı... Bugün Amerika'da ancak en ama en yoksullar politik bilinç gibi bir şeylere sahip. Yani köylüler, en zor durumda olanlar... Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar. Geri kalan, o en tehlikeli Amerikan hastalığına tutulmuş durumda.”
Nedir o hastalık?
“Ben harikayım, kendimi harika hissediyorum, her şey yolunda hastalığı... Çok tehlikeli, üstelik çok bulaşıcı...”
Bahçeden güneş çekildi. Arada bir içeriye sesleniyor, “Anne, lütfen iş yapmaktan, ortalığı toplamaktan vazgeç!”...
İki güzelim köpeği ayaklarımızın arasında dolanıyor. “Sahi, seni bunlarla tanıştırdım mı? Bak şu Lucy, şu da Doonesbury”... (ikisi de çizgi romanlardaki köpeklerin adı.)... Bir ara kolumdaki bilezikleri inceliyor. “Şu harika. Nereden?” diyor. “Türkiye'den” deyip, ona veriyorum. Çocuklar gibi sevinip ne yapacağını bilemiyor. (Bodrumlu dostlar Haluk ve Lale, bilin ki, bileziğiniz Joan Baez'in kolundadır.)... Arada saatine bakıp, “Nerede kaldı bu çocuk? Çocuk dediğime bakma, kocaman harika bir adam!” diye her anne gibi konuşuyor.
İki güzelim köpeği ayaklarımızın arasında dolanıyor. “Sahi, seni bunlarla tanıştırdım mı? Bak şu Lucy, şu da Doonesbury”... (ikisi de çizgi romanlardaki köpeklerin adı.)... Bir ara kolumdaki bilezikleri inceliyor. “Şu harika. Nereden?” diyor. “Türkiye'den” deyip, ona veriyorum. Çocuklar gibi sevinip ne yapacağını bilemiyor. (Bodrumlu dostlar Haluk ve Lale, bilin ki, bileziğiniz Joan Baez'in kolundadır.)... Arada saatine bakıp, “Nerede kaldı bu çocuk? Çocuk dediğime bakma, kocaman harika bir adam!” diye her anne gibi konuşuyor.
Anne-çocuk deyince... Şimdi 18 yaşında olan Gabriel küçükken... “Benim çok iyi bir anne olduğuma karar vermişti. Yalnız ona göre büyük bir kusurum vardı. O da askercilik ya da savaş oyunu oynamıyordum onunla. Çocuk haklı dedim, madem baba evde değil, barışçı düşünceleri bir yana bırakıp onunla askercilik oynamalıydım”...
Bu amaçla Joan Baez, gitti iki paket kurşun asker satın aldı... “Bunlar benimkiler, iyiler, bunlar da seninkiler, yani kötüler, düşman” dedi çocuk, askerleri masaya savaş durumuna dizdi. “İyiler kim?” diye sordu Joan Baez. “Elbet Amerikalılar” dedi çocuk... Ya kötüler?.. Çocuk biraz düşündü: “Japonlar”... “Yani bizim sevgili bahçıvan gibi mi!” dedi anne. Yok, o düşman olamazdı. “Almanlar” dedi çocuk. “Hani sana pasta getiren şu yaşlı komşumuz gibi mi?”... Yok, çocuk onu da çok seviyordu, o da düşman olamazdı... Bu öyküyü bana anlatırken kahkahalarla gülüyordu Joan Baez: “Kısacası, savaş oyunu oynayabilmek için bir türlü düşman bulamadık. Oğlum da 'Anne sen bu işten hiç anlamıyorsun' deyip, bir daha benimle askercilik oynamaya kalkışmadı.”
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 179 - 1 Kasım 1987
___________________________________________________________________________________________________________________________
”Barış umudu” konusunda
“Önce... Şu barış sözcüğünü sevmiyorum. Herkes öyle olur olmaz kullanıyor ki anlamı kalmadı. Barış için bombalar yağdırılıyor, barış için savaşılıyor, Reagan barış için şunu bunu yapıyor... Barış demek yerine şiddete karşı olmak demeyi yeğliyorum. Şiddete karşı olmak aynı zamanda bir eylemi içeriyor...”
“Doğrusu bu konuda hayalci değilim. Çünkü insanlık tarihi aynı zamanda barbarlık tarihi... Gençler beni idealist biliyorlar ama, değilim. Savaşlar artık denetim dışı. Savaşlar artık savaşlıktan çıktı, işkenceye dönüştü... Optimizm, iyimserlik sözcüğüne alerjim var. İyimserliğin, gerçeklerle bir ilgisi yok... Ammmmma: Şiddete karşı olmanın öğretilebileceğine, öğrenilebileceğine inanıyorum... Ve bu konuşarak, yalnız lafla değil, eylemle öğretilir ve öğrenilir... Örgütlenmiş şiddet ne denli korkunçsa, örgütlenmemiş bir biçimde şiddete karşı olmak da o denli işe yaramaz. Yani örgütlü bir biçimde şiddet karşıtı eylemlerde bulunmalıyız...”
“Kimi, şiddet insanın içindedir, yok edemezsiniz der. Kimi, insanın doğuştan güzel, yumuşak ve şiddete karşı olduğuna inanır. Her ikisi de yalan. insanoğlunun içinde ikisi de var. Hangi yanını geliştireceği, hangi yanını seçeceği, eğitime bağlı. Eğer dedikleri gibi, insandaki en doğal iç şiddet olsaydı, o zaman askerlik eğitimine de gerek kalmazdı. Baksanıza, savaşa, adam öldürmeye yolladıklarını bile en az dört ay eğitimden geçiriyorlar. Yani adam öldürmek de kolay değil. Önce eğitim gerekiyor...”
“Kimi zaman, sonuna dek ben şiddete karşıyım deyip oturdun mu, öldürülüyorsun... Ama bunu demeyip adam öldürmeye savaşa gittin mi de, öldürülüyorsun... Önemli olan, karar vermek, bir seçim yapmak. 'Öldürmek, benim işim değil' diyebilmek.”
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 179 - 1 Kasım 1987