“Amaç yalnızca yaşamımızı güven altına alacak bir işyeri bulmak değildi. Bütün emelimiz yeteneklerimizi geliştirmek ve varoluşumuzu sağlayan düşünce yapısına ve bilime olan borcumuzu ödeyebilmek için hizmet verebilecek bir ortamı bulmaktı. Bugün henüz açıkta bırakılmamızdan altı ay geçmiş olmasına karşın, hiçbirimiz yalnız değiliz.
Sakin ve kendine güvenli geleceğe bakabiliriz. Bilimin araştırmacısı olarak bu işe kendini adayanlar,
işlerine devam edebilecekler ve bu işteki becerilerini iki misli belki de on misli ile kanıtlamak zorunda kalacaklardır.” (*)
Prof. Schwartz söylüyor bu sözleri...
30 Ocak 1983’te hükümeti Naziler ele geçirmişlerdi.
Politik yönden beğenmedikleri üniversite öğretim üyelerini ya emekli ediyorlardı, ya uzaklaştırıyorlardı, ya da tutukluyorlardı.
Ne olacaktı? Tokatı yiyen bir köşeye çekilip, karnını doyuracak bir işin peşine mi düşecekti? Hayır! Prof. Schwartz ve önayak olduğu kişiler de “hayır” demişlerdi bu soruya... Ve “Yurt Dışında Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti”ni kurmuşlardı. Ve Dr. Schwartz’ın yukarıya aldığım sözleriyle, daha altı ay geçmeden büyük çoğunluğu Türkiye’de olmak üzere hepsi bir çalışma ortamına kavuşmuşlardı.
Kaç kişiydiler biliyor musunuz bunlar?
Kendi ülkelerinde bilim yapma, öğretim yapma olanağını bulamayanlar?
1937’deki sayıları 1802 idi... Bu sayıda kalmadılar. Başta işlerin nereye varabileceğini göremeyenler -her yerde olduğu gibi- sonradan sonradan bu sayıyı yükselttiler. Daha doğrusu sıra birgün onlara da gelince anlayabildiler olanı biteni. İşte bunlardan biri Viyana’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümünde profesör ve kürsü başkanı Clemens Holzmeister’di.
Holzmeister 1938’de zorunlu olarak emekli edildi.
O da tuttu Türkiye’ye yerleşti. Türkiye ona en yabancı olmayan ülkeydi çünkü...
Ona orada öyle olanaklar yaratılmıştı ki, hiçbir ülkede böyle bir şeyi düşleyemezdi bile.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın ardından, hemen her alanda devrimin gereklerini zorluyordu. Benzer girişimleri arasında üniversite reformuna da karar verildiğinde rastlantı bu ya, Hitler de, profesörleri aç bırakmak için işlerinden atıyordu. Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip durumu değerlendirmeyi bildi. Açıkta kalanlardan kimilerini yurdumuza çağırdı. O günlerde Türkiye’ye gelip de, bize pek çok bilim dalında gerçekten büyük yararlar sağlayan çoğu Alman, yabancı profesörleri bizim kuşak bile anımsar. Atatürk, mimarlık alanında da olanaklarımızı, o günkü mimarlık tutumunu, yarattığı döneme koşutluk açısından yetersiz buluyordu. Gerekli sayıda mimarımızın olmayışı bir yana, kamu yapıları alanında işçimiz, ustamız bile yoktu.
Ankara, Cumhuriyetin simgesiydi elbette. Jansen Ankara’yı yeniden planlamıştı. Bu plana yasa gücü verilmişti. Mimarlık alanında da İttihat ve Terakki yükünden kurtulamamış, ulusal olma kompleksindeki mimarlık ürünleri ona yeterli gelmiyordu. Taze kan arıyordu bir bakıma. İşte bu arayış sırasında Türkiye’ye ilk gelenlerden biri olan Holzmeister’e geniş olanaklar tanınacaktı.
Şu listeye bir bakın:
- 1927-30: Milli Savunma Bakanlığı yapısı;
- 1927-30: Genelkurmay Başkanlığı yapısı;
- 1929-34: Çalışma Bakanlığı yapısı;
- 1930-35: Harp Okulu yapısı;
- 1931-32: Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü;
- 1931-33: Merkez Bankası yapısı;
- 1932-34: İçişleri Bakanlığı yapısı;
- 1933-34: Avusturya Büyükelçiliği yapısı;
- 1933-34: Danıştay yapısı;
- 1933-35: Ekonomi ve Tarım Bakanlığı yapısı;
- 1933-35: Vilayet alanı (İçişleri Bakanlığa arkası);
- 1938-63: Türkiye Büyük Millet Meclisi yapıları.
Holzmeister, 1886’da Avusturya’da Tirol’de (Fulpmes) doğmuş.
Türkiye’ye gelmeden önce, kendi ülkesinde kilise-okul yapılarıyla bilinen bir mimar...
1927’de Milli Savunma Bakanlığı işiyle gelmiş Türkiye’ye. Mühendislerini, ustalarını, hatta işçilerini bile birlikte getirmiş...
Ne var ki, Holzmeister, daha ülkesindeyken de kararsız bir mimar.
Bir bakıyorsunuz kırık gotik kemerleriyle çalışıyor, bir bakıyorsunuz Roman biçemini izliyor.
Aslında, bu biçem iniş çıkışları, kararsızlık, kendi yöresinde kuşağının genel özelliği...
Ankara’daki bütün yapılarına “koridor” yapıları diyebiliriz. İçle dışın ilişkisi yoktur bu yapılarda... (Örneğin TBMM yapısına şöyle karşıdan baktığımızda çeyrek kilometrelik cephenin iki kanadı bakışımlıdır. Bu birbirinin tıpkısı dış görünüşteki iki kitlenin içlerinde, bambaşka işlevleri olan büyüklükleri de bambaşka odalar vardı. Önlerinde de nereye inip çıktıkları anlaşılamayacak merdivenler. Kısacası önceden seçilmiş biçimlerin içine sıkıştırılmış işlevler...) Git git bitmeyen, toplamı kilometreleri bulan koridorlar üzerine dizim dizim dizilmiş, sıkıcı tek düze odalar... Kendi ülkesinde Linz’de yaptığı yatılı okulla, Ankara’daki Danıştay yapısının ya da İçişleri Bakanlığı’nın planı hemen hemen birdir. Giderek, zorlayarak da olsa TBMM yapısını bile bu benzetmenin içine sokabiliriz. Bu yapılarda sentez aramak boşunadır. Olsa olsa arsayı bol bulmuş bir analiz...
Holzmeister Türkiye’yi çok sevmiş ama tanımış mı bilmiyorum... Anadolu’yu tanımış olmasını beklemiyorum ama, 9 yıl (1940-49 arası) Teknik Üniversite’de ders veren, mimarlık bölümü başkanlığı yapan bir insan İstanbul’u en azından Boğaz’ı tanıyabilirdi. 1943’te yaptığı Ekert evi (Rumelihisarı) Boğaz’ı hiç mi hiç tanımadığını gösteriyor bana... En basit bir Boğaziçi evinin yöreye bağlı bir iki ana ilkesini tanıyabilirdi en azından. 1935’te tasarladığı Boğaziçi’ndeki Atatürk anıtı ise iyi ki yapılmamış. Bütün bu yazdıklarımı saygısızlık gibi alanlar olacaktır. Ama Batı’ya saygı bile, ikiyüzlülükle olmuyor. Saygı sevgi, gerçekleri görmeden olanaksız. Onu çok seven öğrencileri var Türkiye’de. Biz, bize bir harf öğretene iki yüzlü olmayan gerçek saygıyı biliriz. Bir öğrencisinden, onları nasıl Arkeoloji Müzesi’ne, Ayasofya’ya götürdüğünü, dersini orada yaptığını dinledim. İnanın ki bu bile o günlerde çok çok önemli...
Bugün bile onun etkilerini taşıyanlar var aramızda. Çoğu ondan aldıkları bilgilere, elbette, kendi yorumlarını katmaya çabalamışlardır.
(Ankara’da başarılı yapıları olan Egli de onun öğrencisiydi)
Holzmeister 1950’de Avusturya’ya döndü. Orada profesörlük etti, mimarlığını sürdürdü. (En ünlü yapılarından biri 1960’da yaptığı, Salzburg Festival Evi’dir.) Yanlış anımsamıyorsam bundan 6-7 yıl önce TBMM yapısına bir cami eklemek istemişlerdi. Yarışma açılacaktı. Ben seçiciler kuruluna Mimarlar Odasının isteğiyle katılıyordum. Olayı onaylamıyorduk, ama dışında kalıp doğru bulmadığımız bu olayı önleyememekten de korkuyorduk.
Seçiciler kurulunda, son yol olarak: “Mimarından izin alınmadan yapılamaz” dedim.
Çoğu kimse şaşırdı! Holzmeister yaşıyor muydu ki?
Önceden hazırladığım adresini verdim yetkililere... Türkiye’ye çağrıldı. 1978’di sanıyorum.
Geldi... Atatürk’ün mimarlığını yapmış (Bence Türkiye’deki en olumlu plan çözümü Çankaya Köşkü’dür.) bir kimsenin TBMM içinde camiyi doğru bulmayacağını düşünmek zor değildi. Öyle de oldu... Holzmeister onaylamadı. Güzel Sanatlar Yasası’na göre istenilen izni, yapının mimari olarak vermedi. Yarışma yapılmadı bile... Bunu anlatmak benim ona bir başka saygı borcumdur. Toprağı bol olsun.
____________________________________________________
(*) Prof. Dr. Horst Widmann, “Atatürk Üniversitesi Reformu”, İstanbul 1981, İst. Üni. Çevirenler: Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Dr. Serpil Bozkurt.
Cengiz Bektaş | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 75 - 1 Temmuz 1983