İşgal İstanbul'unda Ramazan


İstanbul işgal altındadır. Söylev’de Atatürk’ün dile getireceği acı gerçekler yaşanmaktadır:

Ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu genel savaşa sürükleyenler kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş...

Manastırlı Hamdi Efendi’nin 16 Mart 1920 tarihli telgrafı Türklüğün son yüzyıldaki yazgısının ve Kurtuluş Savaşı’nın bir dönüm noktasını vurgular:

Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Bu sabah Şehzadebaşı’ndaki Muzıka Karakolu’nu İngilizler basıp, oradaki askerlerle İngilizler çarpışarak, sonunda, şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize sunulur.

İşgal kuvvetleri resmi bildirisiyle İstanbul halkına kendince güvence veriyordu. Hareketin iyi niyetle yapıldığına inandırmaya çalışıyordu:

İşgal geçicidir. İtilaf devletlerinin düşüncesi, Padişahlığın erkini kırmak değil, tersine Osmanlı yönetiminde kalacak ülkelerde o erki desteklemek ve sağlamlaştırmaktır... Bu sıkışık zamanda, Müslümanlar olsun, olmasın herkesin ödevi, kendi işine gücüne bakmak, güvenliğin sağlanmasına yardım etmek, Osmanlı Devleti’nin yıkıntısından yeni bir Türkiye yaratmak için yaptıkları delilikle son bir umudu da yok etmek isteyenlerin aldatmalarına kapılmamak ve şimdi de padişahlık başkenti olarak kalan İstanbul’dan verilecek buyruklara uymaktır.

Bu sözlere inananlar, bu buyruklara uyanlar elbette olur.
Anadolu’daki direnişin eylemcileri ise seslerini gittikçe güçlenerek yükseltirler.


Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal’in “protesto”sunda şöyle denilmektedir:

Osmanlı ulusunun siyasal egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son yumruk; yaşamımızı ve varlığımızı, ne pahasına olursa olsun savunmaya kararlı olan biz Osmanlılardan çok, yirminci yüzyıl uygarlık ve insanlığının kutsal saydığı bütün ilkelere, özgürlük, yurt ve ulus duygusu gibi bugünkü insan topluluklarının temeli olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri ortaya koyan insanlığın genel vicdanına indirilmiş demektir. Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı savunmak için giriştiğimiz savaşın kutsallığına ve hiçbir gücün bir ulusu yaşamak hakkından yoksun bırakamayacağına inanıyoruz.

10 ay önce 21/22 Haziran 1919 gecesi Amasya’da yayınlanan genelgedeki inanç ve ilkeler Kurtuluş Savaşları’na yol göstermektedir:

Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.


İŞGAL İSTANBUL’U

Kurtuluş Savaşı’nı işgal koşulları içinde sansürle de hesaplaşarak destekleyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, işgal altındaki İstanbul’un bir görünümünü şöyle çizer:

“(Payitahtın Galata, Beyoğlu, Pangaltı, Büyük Ada vs gibi bazı semtleri) hele Mütareke’den sonra artık büsbütün bizimle ilgisini kesmiştir. Sakin ve mütevazı İstanbul’un karşısına çirkin, farfara ve gürültücü Beyoğlu, eski ve türedi birçok milletlerin bayraklarıyla donanıyor ve geceleri Türkün havsalasına sığmayacak birtakım dans havalarında desli belli değil bir çingene kadını gibi teller, pullar zillerle raksediyor.

Başka bir yazısında da başkentin uğradığı yozlaşmaları şu sözlerle dile getirir:

Zavallı İstanbul, zavallı büyük ve muhteşem şehir, günün birinde senin bu hale gireceğine kim ihtimal verebilirdi?.. Üç dört yıldan beri senin artık bir sirk meydanından farkın yoktur. Tozların ve çamurların içinde birçok soytarı sabahtan akşama kadar tepiniyor, zıplıyor, taklak atıyor! Dünyada bir sirk meydanında bu yüzü boyalı, başı külahlı, madeni sesli ve mihaniki hareketli palyaçoların tuhaflıklardan daha korkunç ne olabilir?.. Bütün o sefahatlara, o açlıklara, o çıplaklıklara ve bahtın bütün o siyahlığına rağmen bu zehirli bozgun havasında, halk dişlerini sıkmış çalıyor, oynuyor, giyiniyor, süsleniyor, kırıtıyor... İstanbul’da yalnız sırıtan, durmadan sırıtan bir halk var. En bayağı şeylerle eğleniyor, anlamadığı şeylere gülüyor, bilmediği şeyleri istiyor ve inciden boncuğa, altından tenekeye kadar her şeyi süs ve ihtişam sanıyor.


İstanbul’da bir Türk kentinin yerli çizgilerini görmenin güçleştiğini ileri sürenler az değildir.

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) işgal İstanbul’unu şöyle yargılar:

O sırada bir arkadaşla konuşurken arkadaş İstanbul’dan hâlâ bir Türk şehriymiş gibi bahsediyordu. Kendisine çok yanıldığını, Fatih beş yüz yıl önce İstanbul’u fethettiği gibi, biz de şimdi şehri ikinci kere fethetmezsek, şehrin bir Türk şehri sayılamayacağını söyledim.


Falih Rıfkı Atay ortalığı bürüyen çirkinlikleri acılı bir dille sergiler:

Şehirde bağıranlar satılık cesaretlerini, susanlar satılık namuslarını sokağa sermişlerdir. Fuhuş, kadınların boynunda bir iri elmas gibi; alçaklık, erkeklerin başında bir altınlı taç gibi yanıyor. Herkesin öyle bir vatanı var ki evine sığabilir; öyle şerefi var ki cebine sığabilir.

İnsanların ağızlarından içleri akıyor; gözlerinden içleri bakıyor.
Ve hepsi kokan bir nefes gibi yanımdan geçiyor; Hepsi bağırsak, ciğer, böbrek, hepsinde bir koyun leşi kokuyor.


Falih Rıfkı bu dönemde kendi toplumuna yabancılaşmış, kökünden kopmuş aydınların bir prototipini canlandırır:

Ara sıra vapurda orta yaşlı bir Türk yolcuya tesadüf ediyorum. Bu yolcu sabahları Journal d’Orient ve akşamları Stamboul okuyor. Çok vakit Türklerle bile Fransızca konuşuyor. Başındaki fesi, İstanbul’a ilk gelen ecnebilerin tuhaflık için giydikleri eğri büğrü, tepesi kalkık, püsküllü dikişsiz fesine döndürmüştür. Belli ki fes giymekte acemi görünmemek bu gencin zıddına gidiyor. Vapurda, serpuşlarını Mütareke’den beri değiştiren Galatalı Frenklerle Tatavlalı medeniler arasında başında kırmızı bir Türk damgası bulundurmak ona ağır geliyor. Bir gün Türkçesini dinlemek istedim, oturduğu yere yaklaştım, yanındaki konuştuğu adam biraz alaturka dili ve zavallı genç, Türkçesini de tıpkı fesi gibi, buruşturmak, bozmak için ne mümkünse yapıyordu. Düzgün bir cümle söylemek, Arapça bir kelimeyi doğru harekelemek yüzünü kızartıyordu. -Sansür tarafından kesilmiştir-”

İşgal altındaki kentin yaşadığı kâbus, Halikarnas Balıkçısı’nın anılarına şöyle yansıyacaktır:

Şehre adeta bir kâbus havası çöktü. Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi, Gazhane yokuşundan Taksim’e çıkanlar ölümü göze almalıydı. Çünkü Taşkışla’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yokuştan çıkanları vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı.

Gün geçmiyordu ki yabancı kıtalar şehirde geçit resmi yapmasınlar. O cakalı, kabına sığmaz kabarıklıklarıyla sokak sokak çalım satarlardı. Akıllarınca halkı sindiriyorlardı. Oysa ki yılmak şöyle dursun, yatkın meydan okuma duyguları boylarınca dimdik doğrulmaya koyuluyorlardı. Sabırlı insanların ağır kabaran öfkeleri korkunç olur.


AYDINLARIN ARANIŞLARI

Aydınlar içinde yaşadıkları koşulları aşmak için arayışlara yönelirler.

Halikarnas Balıkçısı işgal koşullarından kurtulmak için Anadolu’ya geçmeyi tasarladığını, ancak sağlığı yüzünden bunu gerçekleştiremediğini anlatır:

Anadolu’ya gitmek için sıhhatim müsait değildi. Ciğerlerimde lezyonlar vardı.
Balık olup yüzüp, kuş olarak uçup o alemden çıkamazdım; o âlemi görmeyeyim diye dört duvar arasına da kapanamazdım.

Gövdemle ayrılamıyordum, ama bir de gönül olarak ayrılmak vardı. İşgal altındaki İstanbul’da değil, işgalden uzak İstanbul’da yaşamak vardı.

Halikarnas Balıkçısı kırlarda bir başına dolaştığını anlatır;
İstanbul’un yabancılığı karşısında açık gök, esmer toprak, otlar, ağaçlar, rüzgâr, yağmur, şimşek, yıldızlar bana yabancı gelmiyorlardı” der.

Yahya Kemal de kentten uzaklaşmada avuntular yakalamaya çalışır:

Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan bu zamanlarda fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor.

Ozanın bu gezintilerinden birinin getirdiği esinlerle yüklü olan ünlü Esir Jeminus ve Altor Şehri yazısı özgürlük ve bağımsızlık duygularıyla yüklüdür. Yazı, Heredia’nın bir şiirinden yola çıkar: Romalı esir Jeminüs çalıştırıldığı yerden kaçarak Pirene Dağları’na ulaşmış, burada kendisini özgürlüğüne kavuşturan dağlara şükran belgesi olarak bir yazıt taşıyan küçük bir sütun dikmiştir.

Yahya Kemal bu yazıttan söz eden Fransız ozanını andıktan sonra sözü İsviçre’de bağımsızlık savaşçısı Giyom Tel’in kenti olan Altor’a yaptığı geziye getirir ve Türkiye’nin kurtuluşu için beslediği inancı ortaya koyar:

Yarının Türk çocukları hürriyeti benim gibi ya Pirene yahut İsviçre dağlarında aramayacak; geçen kış Kafkas karları arasında Kâzım Karabekir’le Kars’a yürüyen genç zabitler ve genç köylüler, bu baharda İsmet ve Refet’le İnönü’den Dumlupanır’a koşan genç zabitler ve genç köylüler, Anadolu’yu ulvi ruhlarının, mukaddes kanlarının rayihalarıyla doldurdular. Artık Anadolu’da her köy bir Altor şehridir. Yarının Türk çocukları hürriyetin toprağında doğup büyüyecek. Ah anne Anadolu! Ne kanlı ve ne büyük nasibin varmış!


KENTİN MÜSLÜMAN YÜZÜ

İşgalin bütün bütüne açığa çıkardığı çirkinlikler ortasında kentin bozulmamış, kendine yabancılaşmamış yönünü yakalamaya çalışan aydınlar halkın dilini, dinini, geleneklerini ulusal benliği koruyan bir kalkan olarak görmüşlerdir. Yakup Kadri, Galata Kulesi yakınlarında bir evde konuk kaldığı bir gecenin sabahında salepçi, sütçü, simitçi seslerini duyarak uyanışını, bunları kentin kimliğinin bozulmayan yanları olarak nasıl değerlendirdiğini anlatır:

Bu Türkçe seslerin burada ne işi var? Nereden geliyor? Kimlere söylüyor? Böyle düşünerek gözlerimi sağa sola çeviriyordum. Bir de ne göreyim: Bulunduğum evin önünde küçük bir cami duruyor; beyaz minaresi, suyu çekilmiş sebili ve yanıbaşında kafesli harap bir Türk evi ile eski bir cami... Başımı çevirince ötede bir cami daha gördüm, Galata’nın pis ve mekruh sokaklarının bir köşesine sinmiş bu küçücük, üslupsuz, zarafetsiz, kabasaba mabetler bana karşıkilerden, yedi tepelerin üzerindekilerden daha muhteşem, daha güzel göründü. Bu camilere kim bilir ne kadar zamandan beri hiçbir Müslüman ayağı basmıyor; sokak sokak dolaşan şu salepçi, şu sütçü, şu simitçi belki Lehli fahişelerle Yunanlı tayfaların parasıyla geçiniyor. Fakat asırlardan beri adım adım, sinsi sinsi zorlu bir istilaya karşı bu sessiz minareler, bu kapalı camiler, bu kurumuş çeşmeler ve bu satıcı sesleri bana müdafaasız ve avare Türk’ün son koruyucuları gibi göründü. Acaba bizim gördüğümüz facialar bir şeyin sathı mıdır? Acaba bütün bu bulanan suyun dalgaları altında gene bizim manevi hazinelerimiz mi saklı duruyor?

Halikarnas Balıkçısı katı gerçeğe karşı teselli verecek manevi havayı tekkede, camide yakalamaya çalışır.

Fatih’te Molla Gürani Mahallesi’ndeki Rufai dergâhına gidip gelmeye başlar:

Dervişlik kısmen de beni işgal İstanbul’undan ayırıp Türk İstanbul’unda yaşatabiliyordu”; “Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Üsküdar’da Şemsipaşa Camii’nde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet’te Marmara’ya bakan bir camiyi seçerdim. Batan güneşin kopardığı heybetli renk kıyametinin kıpkızıl angısı göklerde hâlâ inerken orada namaz kılmaktan çok hoşlanırdım.


DİNİN BİR YORUMLANIŞ BİÇİMİ

Kurtuluş savaşçıları giriştikleri hareketi zaman zaman birbirlerinden farklı biçimlerde yorumlamış, değerlendirmişlerdir.
Savaşta ve savaş sonrasında bu farklılıklar görüş ayrılıklarını doğuracaktır.

Kurtuluş Savaşı safında onurlu yerini almış olan Mehmet Akif Ersoy Meşrutiyet’ten sonraki siyaset ve düşünce akımlarından İslamcılık cephesinin adamıydı. Bu akımın yayın organı Sebilürreşat’ın başlık klişesi cebinde, 19 Ekim 1920’de Kurtuluş cephesinde yerini almak üzere Kastamonu’ya hareket etti.

Burada Nasrullah Camii’nden başlayarak vaazlar vererek eylemi savunmaya girişti:

Bizi mahvetmek için düzenlenen barış antlaşması parçasını, savaşçılarımız doğu yönünden yırtmaya başladılar. Şimdi beri yandaki dindaşlarımıza düşen görev, Anadolu’muzun öteki yanlarındaki düşmanları denize dökerek, o kirli paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Çünkü o parçalanmadıkça bu diyarda yaşama imkânı yoktur. Düşman eline geçen Müslüman yurtlarının durumu, bizim için en etkili bir ibret levhasıdır. İslamın son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım.

Mehmet Akif, Türk topraklarını islamiyetin kurtuluşu adına savunmaktadır.
Savaştan sonra devrimi bu görüşten sapmış saydığı için, Türk topraklarını bırakıp gidecektir!

Kurtuluş Savaşı içinde İslamiyete bağlılık yönünden Akif elbette yalnız değildi. İslamcılık akımı içinde hiç de yeri olmayan, tam tersine türlü yönlerden Türkçülük akımının ilkeleriyle bağları olan Yahya Kemal de Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet dairesinde Kutsal Emanetler’in Mısır’dan getirildiği günden beri aralıksız Kuran okunduğunu anlatan yazısında, heyecanla şöyle söyler:

Halifeliğin merkezi olan İstanbul’da böyle bir makamın yanında dört yüzyıldır durmamış bir Kuran sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz yıldan beri olmuş ihtilaller, tahttan indirmeler, kıyımlar bu Kuran sesini bir an susturamamış. Bu durumu öğrendikten sonra İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu soruyu çözer gibi oldum.

Yahya Kemal islamlığı Türklüğün Türk topraklarında oluşmasının ögelerinden sadece biri olarak görür. Türk ulusuna özgü bir din anlayışı biçimini “medresenin çok Sünni kafaları” şiddetle yadsımışlardır. Örneğin Edebiyat Fakültesi Felsefe profesörü Ahmet Naim Bey, Yahya Kemal’in “Türklüğe özgü Müslümanlık” görüşüne karşı çıkanlardandır. Bu konudaki bir tartışmada Yahya Kemal’in ona verdiği yanıt ise, “Bu millet islamlığı kendi mizacına göre benimsemiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğrunda yalnız bu sebeple ölür” şeklinde olmuştur. Naim Bey böyle bir görüş sahiplerinin Batılılaşmayı savunanlardan bile zararlı olduklarını ileri sürer. Yahya Kemalİslam dininin inkâr edilmesine razısınız, lakin bizim ulusal tasarlayışımıza göre var olmasına ve öyle açıklanmasına razı olamıyorsunuz,” karşılığını verir.

Kurtuluş Savaşı safında yer alan kalemlerin İslam dinini böyle değerlendirdiğini de hatırlayarak ramazan yazılarına geçebiliriz.


İŞGAL KENTİNDE 3 RAMAZAN

Hicri 1338 ramazanın 1. günü, 19 Mayıs tarihine rastlamıştı. İşgalin yaşandığı o ramazan ve onu izleyen iki ramazan Türk-İslam geleceğinin “11 ayın sultanı” diye nitelendirdiği kutsal ayın parlak görünüşlerinden yoksun kaldı. Eski Osmanlı toplumunda özel bir kült oluşturan oruç ayı, eski iftarların, sahurların, mahyaların, davulcu manilerinin, gece eğlencelerinin yansıttığı coşkunlukların sadece sönük bir uzantısı oldu.

Yakup Kadri bu dönemdeki bir ramazan yazısında bu farklılığa dikkat çekerek:

Bu ramazan bizde geçmişe ait birçok üzüntüler ve özlemler uyandırıp duruyor. Genç ihtiyar hepimiz çocukluğumuzun ramazanlarına ait masum birçok anılarla doluyuz. Kimimiz bundan 30-40 yıl önceki iftar sofralarını, kimimiz Direklerarası âlemlerini, kimimiz mahyaları, kimimiz Beyazıt’taki sergileri, şu kokulu çörekleri, bu sıcak pideleri, kısacası hepimiz bir şey hatırlıyoruz, bir şeyin hasretini çekiyoruz. Bu ramazan bütün eksikleriyle doğrusu bize bir gönül acısı oldu.

Eski ramazanlar uzun zamandan beri yaşamıyordu. Falih Rıfkı Atay biraz daha eski bir ramazanın izlenimlerini, “Geç vakit bir iftara gitmek için Mehmetpaşa yokuşundan bizim semte iniyordum. Artık hiçbir mahallede niçin eski ramazan havası kalmadığını düşünüyordum. Bu hava bir ıtır gibi, bir türbe içi gibi. Esrar ve ruh gibi kokardı. Şimdi hangi Rum ayına rastlarsa, ramazan onunla kabuklanmaktadır. Üstündeki ıtır uçtu; esrar kurudu. Sokakta dolaşanlara bakınız; Nerede o durgun ve uçuk Müslüman yüzü, nerede o tütsü ve keyif dalgınlığı? Şu iftara çağrış bile özenti gibi geldi, kendimden sıkıldım” diye anlatmıştı.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın kalemi bütün bir ramazanın iftar sofralarına, davulcu manilerine, teravih namazlarına, cami ziyaretlerine tanıklık ederken esir bir şehrin insanının duygularını yansıtır:

Seni biz tatlılar, şerefler ve şenliklerle karşılarken ey ramazan ayı, on bir ayın ey nur yüzlüsü, önüne sonunda böyle kolları düşük, sofraları tatsız, yürekleri acılı ve gözleri yaşlı mı çıkacaktık?.. Söyle ey ramazan ayı, bahtsız ve yarsız Türkler için, bu yıl koynunda bir nebze şefaat da mı yok?

Askerden yeni döndüğü sırtındaki Alman ceketinden belli” bir davulcunun söylediği maniler yazarı düşündürür:

“Bu aya sultan ay derler
Kaymak ile baldan yerler
Ezelden adet kılınmış
Bekçiye Bahşiş verirler.

Zavallı genç, kaymakla baldan yenen ayların ne kadar uzakta kaldığını düşünmüyor muydu! Türk kapılarının otuz gece her gelene bir sebil gibi açık olduğu o iftarlar kalsaydı davul boynuna böyle ağır gelir miydi? Acaba bahşişini beklediği adamlar bile artık baldan, kaymaktan tadabiliyorlar mıydı? Ah! Türklerin bol ve şen günlerinde, kim bilir, hangi yüreği coşkun ve zekâsı sen bir halk şairinin düzenlediği bu beyit, o gece ne kadar etkileyiciydi!

Türklerin geçirdiği belki en küskün ramazan” günlerinde yazar Eyüp mezarlığını ziyaret eder:

Bu dünyadaki nişanları yarı yıkık, soğuk yazıları karanlıkta yok olmuş birer taştan ibaret kalan atalar ülkesinde garip bir teselli ve bir kuvvet buldum... Onlar devletlerinin, milletlerinin herhalde bizden daha iyi günlerini görmüşlerdi. Bol ve rahat yaşamışlardı. Bastıkları toprağın bir gün olup sarsilacağını akıllarına bile getirmeden içine rahat yerleşmişlerdi. ’Sizin engin günlerinizi bir daha bulmak kaderimizde yoksa, bile sizden olduğumuzu ve kendimizin olarak kalacağımızı da gösteremez miyiz’ diye düşündüm.

Süleymaniye Camii’nin uyandırdığı duygulanışlar ve yakarışlarda şöyle dile getirilir: “Bugün bu binayı değil, içindeki cemaatten bir ferdi bile ayakta tutamayacak kadar zayıflıyoruz. Yıkılalım mı, bitelim mi? O halde beklenenleri gönder Allahım. Ta ki vatan kubbesi yeniden kurulsun.


KURTULUŞA İNANANLARIN RAMAZANI

Yahya Kemal, ramazanı “çörekli, börekli, davullu dümbelekli, meddahlı karagözlü, şuruplu, şerbetli, amberli hacıyağlı, kandilli kâğıt fenerli bir şehrayin” gibi gören -ve 1986 ramazanında da eksilmemiş olan- kentin ramazanından ulusal eylem için bir derlenip toparlanma olanağı yaratmaya çalışır. Dönemin ekonomik yaşamına egemen yabancıların dükkânlarından Türklerin alışveriş yapmalarını önlemek böyle bir izlencenin parçasıdır:

“(İstanbul halkı) kaderin sevkiyle Anadolu’daki ulusal savaşa katılamadı. Bari etkili olduğu kadar basit de olan bu ekonomik savaşsa azmetse. Yarın içimizde bir gurbet duygusuyla bir daha gireceğimiz mübarek ramazan bu kutsal savaşıma ne güzel bir başlangıç olur.

Ekonomik boykot uyarısı Falih Rıfkı’nın kalemine de konu olmuştur:

Yunan ulusunu cephede süngü ile, cephe gerisinde boykotla yeneceğiz. Bu bayramı maliyesi bozuk olduğu için, bizim çocuklarımızdan daha büyük bir sevinçle bekleyen Yunan ordusunun vatandaşlarının kesesine bir tek Türk parası sokmayacağız.

Ramazanın girişi dolayısıyla Kurtuluş Savaşı yöneticisinin islam dünyasına yayınladığı bildiri de dinsel değil, siyasal niteliktedir.

Ve Türk ulusunun verdiği savaşımın gerçeklerini İslam uluslarının gözleri önüne serer:

Orduyu terhis etmek, köylülere Ulusal Kuvvetler’i asi tanıtmak, ulusu, kendine şeref veren en soylu ve özverili çocuklarına karşı kuşku ve duraksayışla düşürmek, barışı hazırlamak için İngiliz emri altında çalışanların ilk işi oldu...

Ramazan topları İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen kalemlere Anadolu’da verilen savaşı düşündürmüştür.
Kutsal ayın, Türk-İslam toplumunu bir araya getiren dinsel heyecanından ulusal kurtuluşu yönlendirecek eylem için yararlanılmıştır.

Yahya Kemal’in “Düşüncelerimiz” yazısında bütün bu duygular, bu düşünceler özetlenmiştir:

Ramazan topları patlarken anne Anadolu’nun bağrına mavi bayraklarını diken Yunan orduları karşısındaki askerlerimizi bir daha hatırlayacağız, onları hatırlarken İslam ülkesine ramazanın bir daha geldiğini haber veren topları derin bir hüzünle işiteceğiz, minarelerde yanan kandilleri dolmuş gözlerle göreceğiz, yükselen ezanları dalgın dalgın dinleyeceğiz, bu ramazanın her zevki bize biraz acı gelecek...

Bütün düşüncelerin odağı, Anadolu’da çarpışanlardır. Yazar “Biz onlardan aldığımız gurur duygusuyla yabancılar karşısında başımızı dik tutuyoruz. Yarın da Tanrı’nın karşısına onların şefaatinin gölgesinde çıkacağız. Biz yalnız onların ruhunu soluyoruz. Bu ramazana girerken de yalnız onları düşünüyoruz.” der.

Geçmiş bir dönemin ramazanlarını konu edinen kalemler, onları çevreleyen koşullar bunlar işte.
O duyarlıkta bugün de alınacak dersler hiç eksik değil.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 114 - 15 Mayıs 1986
____________________________________________________________________________________________________________________






1921-22 arasında, Zeynep Hanım Konağı’nın Edebiyat Fakültesi olan katında, o vakit, fakültenin kâtib-i umûmîliğini eden Bahçet’in adasında, felsefe müderrisi Ahmet Naim Bey’le, İslamiyetin telakkisine dair, sertçe bir kavgamız oldu.

Ahmed Naim Bey’le 1915’de, yeni Dârülfünûn’a beraber girmiştik. O zamandan beri tanışırdık. Buluşup konuşmamız fırsatı yalnız, ders aralarında, teneffüs saatlerinde yâhut da Meclis-i Müderrisin olduğu günlerde çıkardı. Bu fırsatla da ekseriyâ muârızâne konuşurduk, Naim Bey’in rûhunda, şahsıma karşı, bu muârızlığın asıl sebebi ne idi? Bunu uzun zaman, tamâmiyle tesbît edememiştim.

Dârülfünûn’un Türkçü müderrislerinden biri olduğum için bu çok sünnî ve hanefî müderrisimizin fazla teveccühüne muntazır olamazdım. Ancak o, güler ve gülümser ve hayli mânîdar konuşmasını bilir bir âlimimizdi. O vakit ise, Zeynep Hanım Konağı’nın salonlarında, bâzı müderrislere, bâzı muharrirlere, bâzı siyâsîlere dâir, alaylı musâhabelerimizde çok anlaştığımız noktalar olmuştu. İslâm taassubu bertaraf edilirse Naim Bey’i rûhuma çok uzak görmemiştim.

1918 mutârekesi olunca Naim Bey, sarâhatle, Ferid Paşa safına geçti, Darülfünün’un, milliyetçi unsurlarına karşı düşman tavırları takındı. Bir küçük müddet fakülte reîsi oldu. Hattâ fakültenin milliyetçi müderrislerini çıkarmak vazîfesiyle mükellef olduğu halde tasfiye komisyonu nâmını alan komisyona girdi. Diğer arkadaşlarımızla berâber beni de ihraç etmeyi teklif eden komisyon, Ali Kemal’in Maârif Nâzırı olmasıyle, dağıldı.

Naim Bey’e bu komisyonda bulunmuş olduğu için serzeniskâr olmağa lüzum görmemiş ve aldırmayan bir adam tavriyle daima selâm vermiştim.

1921-22 arasında “Tevhíh-i Efkâr’a Milli Hareket’e dâir, milliyeti benim anladığım yolda, bir nevî yazılar yazıyordum. Hemen hepsi eski İstanbul’un rûhânî semtlerini teşrîh etmeye çalışan bu nesillerde, fetih hâtıraları ve İstanbul toprağına gömülmüş olan ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallelerin mânâları, hulâsa bu toprağın “vatan toprağı” diye tekevvün edişinin hikâyesi vardı. Şüphesiz ki bu yazıları, ben, herşeyden evvel bir Türk gibi duyarak yazarken, İslâmiyetin çok katı, çok maddî âdetâ rîyâzî olan uknûmlarının üstünden atlayarak, nehyettiği noktalara, butlanların zevkine kadar gidiyordum.

Bu nevi edebiyattan tam yerli Müslüman olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı, lâkin medrese’nin çok sünnî yapılı kafaları zevk alamazlardı, hattâ ürkerlerdi; irşâdın bu tarzında, putperestliğe bir gidiş görebilirlerdi; daha başka bir nokta var: İslâmiyeti yalnız bir milletin, meselâ bir Türk milletinin kendi zevkine ve hulyâsına göre anlayışını ulûm-ı islamiyye reddederdi... Kur’ân’ın hükümleri malûmdur, tafsîl etmek lüzümsuzdur.

İşte Ahmed Naim Bey’le aramızda kavga bu bahisten çıktı.

O gün gaalibâ “Tevhid-i Efkâr” da, “Eyüb”e dâir nesrim çıkmıştı. Bu nesirde Eyüp şehrinin nasıl tekevvün ettiğini hikâye ediyordum. Peygamber’in, hicrette, Mekke’den Medine’ye gelişini, devesinin Ebâ Eyyûb’un evinde duruşunu, o eve misâfir oluşunu, hicreti müteakib zuhûr eden Bedir gazasında Ebâ Eyyûb’un Peygamber’in bayrağını taşıyışını, sonra Ebâ Eyyûb’un İstanbul’un muhâsarasına gelişini, ölüp Haliç kenarında, şimdi yattığı noktada gömülüşünü, Eyyûb’un ölümünden sonra kaç defâ İstanbul’u fethetmeğe gelen İslâm ordularının onu hatırlayışlarını, nihâyet bu an’ane Türk ordularına intikaal ederek Ebâ Eyyûb’un “Alemdâr-ı Resûlüllah” olarak her neferimize, İstanbul surları önünde görünüşünü, nihâyet 1453’de, Fetih’den birkaç gün evvel, tam halk kafasında bir veliyyullah olan Akşemseddin’in âlem-i mânada, Eyyûb’un kabrini keşfedişini, bu keşif yüzünden orduda emsalsiz, şedid, rûhânî bir vecid hâsıl oluşunu, bu vecdin sevkiyle şehrin fethedilişini, hulâsa, Fetih’den sonra ilk şehidlerin Eyüb’ün etrâfında çevrilen mezarlarıyle, o güzel Ölüm Şehri’mizin türeyişini tesbit etmeğe çalıştığım bu hikâye o günlerde vatandaşlarımızı tehyic ettiği halde, Ahmed Naim Bey’i kızdırmış...

Derslerden yeni çıkmıştık. Kâtib-i Umûmî’nin odasında istirâhat ediyorduk.

Ahmed Naim Bey birdenbire dedi ki: “İslâmiyete sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor.

Niyçün... Nasıl, ne gibi...” dedim.

Meselâ bugünkü yazınız gibi yazılardan...” dedi ve ilâve etti: “Zaten dalâlete düşmüş bu zavallı milleti dâimâ şaşırtıyorsunuz... Bir zaman türkçülükle, şimdi de islâmiyeti üzerine kurulmuş bir din gibi göstererek... Hâsılı bu şaşırmış halkı bir türlü şaşırtmayı îcâd ediyorsunuz... Bizim (!) Abdullah Cevdet’in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarâhatle dinsizdir ve maddîdir; islâmiyeti yıkamaz. Halbuki sizin “Tevhîd-i Efkâr” da bir seneden beri çıkan bu yazılarınız islâm akaaidini ve esãsâtını baştan başa tahrif ediyor. Beyefendi! İslamiyette ölülere ibâdet, mezarlara mahabbet, ölmüş insanları filân veyâ falan semtte hâzir ve nâzır zannetmek gibi îtikatlara yer yoktur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri’nin kendi nâşı bile islâmda takdîs olunamaz. İşte islâmın hıristiyanlığa ve diğer dinlere bir fâikiyyeti de bundandır, böyle ebâtına islâmda inanılmaz!..

Naim Bey coşmuştu. Coşkunluğuna bir diyeceğim yoktu; zâten onun inanan bir insan oluşundan hoşlanıyordum. Ancak katı ve kırıcı bâzı kelimelerini tahümmülün fevkinde gördüm ve aynı sert tavırla ve söyleyişle iade etmeği zarûrî addettim ve aynen de dedim ki:

Demin “biz” korkmayız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çokluksanız bile bütün bir Türk milletinin târîhî hâtıralarına ne karışırsınız. Türk milleti, dînini istediği gibi benimsemiştir, diyânetini vatanının toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır. “Biz” dediğimiz zevât kalkıp da: “Ey Türkler, islâmiyet sizin vatan toprağınıza bigânedir, sizin milliyetinizi ve diğer kavimlerin de milliyetini tanımaz. Zâten milliyet tanımaz. Sizin filân ve falan “vatan”a islamiyetin rühâniyetini şu bu şekilde, hulâsa putperestâne bir itikat bakiyyesiyle izafe edilmesini islamiyet istemez!” demenizle şu memlekette emin olunuz bir yaprak kımıldamaz.

Evet bu millet, islâmiyeti kendi mizâcına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğurunda yalnız bu sebeplerle ölür.

İslâmiyeti olsun, hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun, bütün milletler dâimâ kendi hilkatleriyle, temâyülleriyle muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyle karıştırarak kabûl etmişlerdir ve başka türlü almalarına imkân yoktur... Nihayet ben, şikâyet ettiğiniz bu yazilarda bu milletin inanmadığı bir şeyden bahsetmiş değilim. Siz ki bu yüzden bana bu kadar asabîsiniz! Siz, kalkıp da Pâdişah’a karşı, onun Şeyhülislâm’ına ve Bâb-ı Fetvâ’sına karşı ve birçok dalâletlere inanan bu halka karşı: “Eyüb’ün mezarı ne demektir, böyle bir şey yoktur, böyle bir mevhûmenin ziyâret edilmesi islâm akaaidini mugaayirdir; hattâ Peygamber’in Medine’deki mezarını da ziyaret etmek ve orada bir rûhâniyet görmek islama bu derece mugaayyir bir dalâlettir; bunları hemen kaldırınız!” dediniz mi?

Halbuki bugün burada Abdullah Cevdet’den daha muzır olduğumu söylüyorsunuz. Niyçün diyorsunuz! Çünkü islâmiyetin inkâr edilmesine râzısınız, lâkin bizim milli tahayyülümüze göre mevcud olmasına ve öyle teşrih edilmesine razı olamıyorsunuz!

Aramızda bu sözlerle kavga büyüdü; sonuna doğru da bahis yalnız bir noktada toplandı: Ona göre: Herhangi müslüman bir millet kalkıp da islâmiyeti kendi milliyetinin unsurlarından yalnız biri olarak telâkkî edemez ve kendine uygun bir şekle koyamaz. Müslüman bir kavim kavmiyetini unutmak ve islâmin nass-ı kaatı’larına tamâmıyle bağlamak şartıyle müslüman olur ve diğer müslümanları aynen kendi milliyetinden bilir.

Naim Bey’e izah ettim ki bizde yeni türeyen bu kavga Avrupa milliyetleriyle katolik ve sâir kiliseler arasında zâten oldu ve gaalibâ kilise göz kapamağı daha münasip gördü. Hattâ papazlardan bile milliyetçilerin zuhûr ettiğini gördük. Kim bilir, belki bizde de böyle olabilir.

Bu münakaşanın üzerinden onüç sene geçti. 1934’de uzun bir gaybûbiyetten sonra, İstanbul’a avdet etmiştim; eski semtleri bir daha görmek sevgisiyle, İstanbul’un, her gün bir köşesine gidiyordum. Bir gün de Şeyh Vefa Türbesi’yle Şehid Ali Paşa Kütüphânesi’ni ve ayni zamanda o taraflardaki medreseleri görmek niyetiyle çıkmıştım.

Öğleden hayli sonraydı, vefa’ya doğru yürüyordum, karşıdan Ahmed Naim Bey’in geldiğini gördüm. Rahatsızlıktan yeni kalkmış gibi yorgun yürüyordu. Beni görür görmez durdu, kollarını açtı, “Bu tesâdüf münâsebetiyle Cenâb-ı Hakka hamdolsun...” diyerek söze başladı. O kadar dostça bir tahassüsle hareket ediyordu ki mütehayyir kaldım.

Sözüne devam ederek: “Avrupa’da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide bir de; Yârabbî bu adamla son bir defa görüşmemi mukadder kıl! Tâ ki söylemek istediğim bir kaç sözü söyleyebileyim, diyordum, işte bu saatte Allah’ın o lütfunu idrak ettim. Ondan seviniyorum, şimdi sana maksadımı îzâh edeyim, nereye gidiyordun” dedi.

Şehid Ali Paşa Kütüphânesi’nin nerede olduğunu bile bilmediğimi ve görmek istediğimi söyledim.

Pekala... Beraber yürüyelim...” diye teklif etti ve söze girişti: “Seninle o kadar sene evvel, Dârülfünûn’da bir münâkaşada bulunmuştum. O münâkaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ise, ben, istanbul’un bir çok semtlerinde gezmeği ve oralarda, tıpkı senin usûlünde, eski mîmâri eserlerinin târihini araştırmağı îtiyâd edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zaman “Tevhid-i Efkâr”da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum, Azîm bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime o yazıların bir şair fantezisi olmayıp hakîkaten mânevî birer ufuk olduklarına kaail oldum. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem istifa-yı kusûr etmeği nezr ettim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi.” dedi.

Ekseriyâ müzeyyif olarak konuştuğunu bildiğimiz o Naim Bey bu sözlerini söylerken o kadar müminâne bir teessür içindeydi ki ben de teessürümden önüme bakıyor ve ne cevap vereceğimi bilemiyordum...

Bana o saatte, “Tevhîd-i Efkâr”da çıkmış makaaleler zemîni üzerinde tekrar ettiği teveccühkâr teşhirleri uzun boylu, birkaç defa tekrar etti. Ne derecede mütehassis olduğumu mümkün mertebe anlatmağa çalışarak bu bahsi kapadık.

Beraber Şehid Ali Paşa Kütüphânesi’ne girdik. Muhâcirlerle iskân edilmiş bir ev hâlini almış olan bu vakfı ancak merdiveninden bir nebze gördük. Sonra Şehzâdebaşı Câmii’ne geldik. Arka kapının üzerindeki Mustafa izzet sülüsünü seyrettik. Naim Bey: “Muhakkak ki sülüs son asırda asıl mükemmel şeklini buldu. Gerçi hat-şinaslar eskiye itibâr ettiklerinden dâimâ Şeyh Hamdullah’dan vecidle bahsederler, hayır ben bu fikirde değilim... Bu mükemmeliyet son zamanlarda hâsıl oldu” dedi.

Berâber bir müddet daha dolaştık. Oradan çıktık.
İbrâhim Paşa Medresesi’nin arkasından, tehnâ sokaklardan, Şehzâdebaşı’na çıktık. Orada ayrıldık.

Son ayrılışımızmış. Naim Bey bir ay sonra öldü.
Benimle son bir defa görüşmek istediğine dair, yukarıda naklettiğim dileğinin, Vefâ’da, sırf tesadüf sevkiyle, tahakkuk etmesini hayretle telâkkî ettim.

-Siyasi ve Edebi Portreler’den-
_____________________________________________________________________________
1 - Muharririn bu yazısı için bakınız: Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüp, Aziz İstanbul, s. 196.



Yahya Kemal Beyatlı I Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 144 - 15 Mayıs 1986