Eski şenliklerde, dramatik gösteriler ve savaş oyunları dışında, seyirlik oyunlar kapsamına giren gösteriler arasında arasında en sevilenleri spora ilişkin oyunlardı. Seyirlik oyunların beceri gösterileri seyredeni ne kadar eğlendiriyorsa, spora ilişkin oyunlar da o kadar heyecan verici oluyordu. Bu şenliklerde izlenen spor etkinliklerinin ilkel türlerinin başlangıcı genellikle totem kültüne bağlı bir biçimde ve dinsel-geleneksel anlayışta olmak üzere olmak üzere,eski Türk boylarında bulunuyordu.
Çeşitli araştırmalarda yaygın spor türlerinin başlıcaları;
- Binicilik,
- okçuluk,
- kılıç oyunları,
- güç gösterileri,
- güreş,
- yaya koşuları,
- ağırlık atma ve
- avcılık olarak belirtilir.
Bugüne dek saptamış olduğumuz yetmiş padişah şenliğinin hemen hepsinde spor gösterileri yer almıştır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme süreci içinde, çatışma ve yarışmaları kapsayan spor etkinlikleri daha ağır basmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme dönemlerinde şenlikler daha görkemli ve parlak biçimde düzenlenmiş; çeşitli gösteriler arasında spor etkinlikleri de olmakla birlikte, bunlar öteki gösteriler arasında eski ağırlıklarını koruyamamışlardır (1).
İlk şenliklerde spor gösterileri en önemli yeri almıştır; sözgelimi, I. Murat’ın, oğulları Bayezit, Yakub Çelebi ve Savcı Bey’in sünnetleri dolayısıyla 1365’te düzenlediği şenlikte en önemli gösteriler okçuluk, binicilik ve kılıç vuruşmaları olmuştur. (2).
Yine I. Murat’ın oğlu Bayezit’i Germiyanoğlu’nun kızı Devlet Hatun ile evlendirmesi ve kızlarından biri için Karaman Hâkimi Ali Bey’le söz kesmesi dolayısıyla düzenlettirdiği şenlikte spor gösterileri büyük yer tutmuştur (3).
Fatih Sultan Mehmet’in Edirne’de Meriç ırmağı üzerindeki adada düzenlettirdiği 1457 Şenliği’nde at yarışları, okçuluk, mızrak atma ve kılıçla dövüşler yapılmıştır (4).
Âşıkpaşazade Tarihi’nde “ve bir niçe günlük yollardan atlar seğirttiler,” diye yazar. Yine Kanuni döneminde yapılmış şenliklerde ve özellikle 1524 ve 1530 yıllarında düzenlenenlerde at yarışları, okçuluk, güreşler, güç gösterileri ve binicilik becerilerine daha çok yer verilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir, ama biz kısıtlı yerimizi düşünerek spor gösterilerine girelim.
ATLI SPOR
Şenliklerde atlı sporun çeşitli dalları vardı.
Bunların içinde en sevilenleri;
- binicilikte ustalık ve beceri gösterme yarışları,
- uzun mesafe at yarışları ve
- at üstünde oynanan çeşitli oyunlardı.
Binicilikte ustalık ve beceri gösterme konusunda belgelerde çok örnek buluruz ve gerçekten de bu şenliklerde çok usta biniciler olduğunu anlarız. Özellikle on yedinci yüzyılın başına kadar şenliklerde biniciliğin ayrı bir yeri olduğu anlaşılır. 1606 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki üstünlüğünün sonu olan Zsitva-Torok Antlaşması’ndan bir gün sonra, yani 12 Ekim’de, I. Ahmet alelacele bir şenlik düzenlettirmiş ve bu şenlikte özellikle at üstünde beceri gösteren sipahileri görevlendirmişti (5). Bu antlaşmadan 24 yıl önce III. Murat’ın düzenlettirdiği At Meydanı’ndaki büyük şenlikte ise at üstünde çok sayıda gösteri yapılmıştır. Bir Alman gezginin anlattığına göre, bir sipahi dörtnala koşan bir kır ata sağ ayağından yaylanarak atlayıp binmiş ve bunu üç dört kez yinelemiş. Sonra eyer üzerinde tek ayakla ayağa kalkmış ve yine dörtnala koşarken amuda kalkıp omuzu üzerinde durmuş, ellerini iki yana açmış (6). Bir Fransız tanık ise aynı şenlikten bir başka beceriyi anlatır: Bir atlı, atını dörtnala koştururken atın sırtından eyerini çıkarıyor, boynuna koyuyor, sonra da eyerine yine atın üstüne bağlıyormuş (7).
Şenliklerde, iki atlı yanyana koşarken birbirinin atlarına atlayabilenler, elleri bağlı dişleriyle tutunarak ata binenler, iki atı yanyana dizginlerinden bağlayıp bir ayağını bir ata, öteki ayağını ikinci ata koyup iki at üzerinde dörtnala at koştururken hedefe ok atanlar (8) bulunuyordu.
1582 Şenliği’nde “bir sipahi at üzerinde alana çıktı, arkasında binicisi olmayan üç atı da çekiyordu. Sipahi atları dörtnala koşturmaya başladı ve koşan atlara yerden atlayarak ustalıkla bindi. Önce birincisine, sonra birinci attan ikincisine atladı. Koşan atın üzerinde hiçbir yere tutunmadan eyer üstünde ayağa kalkıyor ve ellerini açarak alanı dört dönüyordu. Sonra at üzerinde ayakta mızrak atıp kılıç dövüşüne girdi” (9).
At dörtnala koşarken eyerden kayıp başaşağı hedefe ok atanlar olduğu kadar, eyersiz at üzerinde mızrak atanlar da vardı. Bir binici, eyerden kayıp baş aşağı at koştururken ayakları da dört kılıcın keskin ağzı arasında duruyordu (10).
1675 Şenliği’ni gören bir Fransız gezgin, bu binicilerin akıl almaz beceriler gösterdiklerini yazar ve bir örnek verir: Doludizgin at koştururken yerdeki parayı alabiliyorlar, eyerin üstünde ayakta durabiliyorlar, bir ayakları bir atın, öbür ayakları ikinci atın üstünde doludizgin at sürebiliyorlar ve at hızla koşarken atın boyun altından dolanıp öbür yandan yine at üstüne çıkabiliyorlar (11).
Türklerde binicilik o kadar ilerlemişti ki, bu gösterileri seyredenleri hayran ve şaşkın bırakıyordu.
Esâd, “Sûrname”sinde binicilik üzerine şöyle yazar:
“Aşılub eyledi halkı hayrân
Ayak üstünde egersiz hayvân
Koşdurub ditremeden oldı revân” (12)
Şenliklerde at yarışları da çok tutuluyordu. Bu koşular genellikle uzun mesafe koşularıydı.
Örneğin, 1675 Şenliği’nde yapılan at yarışlarında üç değişik yarış izleriz. Bunların biri üç saatlik, ikincisi dört saatlik, üçüncüsü de altı saatlik yerden yapılmıştır (13). Bu kadar uzun mesafe yapacak atların da iyi cins, besili olduğunu yine belgelerden öğreniriz. Şenliği izleyen yabancı tanık, Hıdırlık adı verilen düzlükte yarışacak yirmi bin kadar at olduğunu belirtir (14). Zurnalar ve davullar çalınırken yarışlar yapılır ve on altıncıya kadar çeşitli ihsanlar verilirdi. Ancak en büyük ödüller beşinciye kadardı.
Sözgelimi, IV. Mehmet’in at yarışlarında koyduğu ödüller;
- birinciye uzaklığa göre yirmi bin ile kırk bin akçe,
- ikinciye on bin ile ile yirmi bin,
- üçüncüye altı ile on bin,
- dördüncüye beş ile yedi bin ve
- beşinciye üç ile altı bin akçeydi (15).
Sünnet düğünü şenliğinde at yarışları, belirtildiği gibi Hıdırlık düzlüğünde,
bu şenliği izleyen evlenme şenliğinde (16) ise Timurtaş (Demirdeş) ovasında yapılmıştır:
“Ve yirmi birinci Şenbih günü Timurtaş sahrasında otağlar kurulub erkân-ı devlet ol mesireye dahi dâvet ve ziyâfet olunub koşular oldu. Atları yürük olanlar meydân-ı ihsâna nail oldu,” diye yazar “Silahtar Tarihi” (17).
At yarışlarının ardından zaman zaman merkep, tazı yarışlarının yapıldığını da belgelerden öğreniyoruz.
1720 Şenliği’nde de özel olarak yetiştirilmiş cins atların yarışmalarından söz edilir. Özellikle, hızlı koşan atlar için özel yetiştiriciler vardı. Yarışlarda kazanan at sahiplerine toplumdaki yerlerine uygun kumaşlar verildiği gibi, binicileri de kumaş ve parayla ödüllendirilmiştir (18). On sekizinci yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen bir Alman gezgin, At Meydanı’nda cins atların yarışını seyrettikten sonra hayranlığını belirtir ve bu kadar cins atı daha önce birarada görmediğini yazar. (19).
Bu yazıda yalnızca şenliklerin kapsamı içinde duruyoruz, yoksa at yarışları Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki düğünlerde de görülür; nitekim 1876’da Ünye’de Süleyman Paşa’nın konağında yapılan düğün sırasında, konağın yakınındaki bir düzlükte cins atlar yarıştırılmış ve kazananlara ödül verilmiştir (20). Bugün de, yurdun çeşitli yörelerinde, varlıklı kişilerin düğünlerinde at yarışları en önemli gösterilerden biridir.
At üstünde oynanan oyunlara gelince, bunlar usta binicileri gerektiren oyunlardır.
Bunların en tanınanları “halka”, “çevgân” (polo) ve “cirit”tir.
Halka Oyunu’nda yere bir demir çubuk çakılıyor, çubuğa büyücek bir halka geçiriliyor, atlılar mızraklarıyla bu halkayı alıp attan inip halkayı padişaha sunuyorlar ve padişah tarafından ödüllendiriliyorlar (21).
Evliya Çelebi de “Çevgân Oyunu”ndan şöyle söz eder:
Bir alanın her iki yanına sert kayadan bir sütun dikiliyor. Her yandan biner (?) atlı toplanıp ellerinde kızılcıktan eğri bir çevgân ile hazır duruyorlar. Ortaya adam kellesi büyüklüğünde ağaçtan yapılmış bir top getiriliyor. Mehter çalmaya başlıyor ve her iki yandan iki binici son hızla topa doğru at koşturup çevgânlarıyla topu kendi taraflarına geçirmek için çabalıyorlar. Sonra başka biri çevgânıyla topu kendi tarafına atmaya çalışır, bazen topa havada vurulur. Kısacası iki tarafın binicileri bazan bu topa vurmaktan topu parçalayabiliyorlar. Bu oyunda en tehlikeli şey atların ayaklarına çevgân rasgelmesidir. Böyle bir şey olduğu takdirde atın ayağı kırılıyor. Bazan, oyun kızışınca, biniciler çevgânlarıyla birbirine karşı da girişiveriyorlarmış (22).
Bu oyuna “Top ve Çevgân Oyunu” da deniyor.
Fuat Köprülü, eski Sasani ve Selçuklu saraylarında bu oyunun çok oynandığını belirtir (23).
“Cirit Oyunu” ise bugüne dek gelmiş geleneksel bir spor etkinliğidir.
Metin And, değneklerle yapılan oyunlar arasında en yaygınının cirit olduğunu belirtir:
“Cirit’te değneklere ok, cöven, tahme gibi adlar da verilir. Cirit oyununa kimi yerde cılınt, kadal dendiği de olur. Isparta’da adı Değnek Oyunu’dur; atlılar birbirine değnek dedirip kaçar, değnek atıldığı zaman adını çağırıp ‘sakın!’ demek gereklidir” (24).
Halk arasında üstün bir yeri olan cirit için on altıncı yüzyılda yaşamış olan Gelibolulu Ali şöyle yazar:
“(...) ve yine cündîlerün cirid oynaması ve mahbub dost süvarilerin halka koması levendâneliktir” (25).
Cirit, “cerid”den gelir; kabuğu soyulmuş hurma ya da ağaç anlamındadır. Cirit, genellikle at üzerinde oynanan (yaya ciridi de vardır), bir metre uzunluğunda, soyulmuş daldan yapılan, oldukça ağır, kalın bir sopadır.
Çankırı yöresi folklörü üzerine araştırma yapmış olan Şeyhoğlu, cirit oyununu şöyle anlatır:
On ya da on beşer atlı karşı karşıya dizilirler. Aralarında yüz, yüz elli metre kadar uzaklık vardır. Her atlının birkaç tane bilek kalınlığında ve bir buçuk metre uzunluğunda meşe dalları vardır. Bunlar at koşturup birbirinin üzerine gider ve cirit atarlar. Sonunda içlerinden kendine güvenen biri karşı tarafın bir yanına saldırır, onları yarar ve kaçar, ötekiler de onu kovalarlar. Bazıları ciriti yerdeki taşa çarptırarak on, onbeş metre havaya zıplatarak gösteri yaparlar (26).
Cirit oyunundaki tek hedef binicidir. Cirit ata çarparsa ciriti atan oyun dışı kalır. Bunun için de cirit oynayanların her şeyden önce usta biniciler olması gerekir. Ayrıca, ciridi havada yakalamak da başka bir ustalık isteyen şeydir. Bu tehlikeli oyunu II. Mahmut 1826’da yasaklamıştır. Ancak padişah Anadolu’da cirit oyununu engelleyememiştir. Anadolu’da cirit oyununda ölenler şehit sayılıyordu, çünkü bu oyuna bir çeşit savaş gözüyle bakılıyordu.
Şenliklerde cirit oyunu spor gösterilerinin başında geliyordu; bunun için de bu oyun üzerine toplanmış bir hayli belge var.
Biz burada birkaç örnek vermekle yetineceğiz.
1582 Şenliği’nin hemen her günü cirit oyunu vardı. Bu biraz da İran Elçisine gözdağı verme amacı taşıyordu. Bu şenlikte cirit oynamaya yüzerlik gruplar olarak çıkılıyordu. Takımlar ayrı renk flamalar ve şimşir sopalarla alana geliyorlardı. Çoğu kez bu flamalar sarı ve kırmızı renkteydi. Alman gezgini bunların hiçbirinin üzerinde zırh olmadığını, ama buna karşılık ciritleri kıyasıyla birbirlerine attıklarını yazar (27).
İmparatorluk sınırları içinde 1589 ile 1590 yılları arasında yolculuk eden Fransız J. de Villamont, III. Murat’ın kızı ile Musul Beylerbeyi Siyavuş Paşa’nın düğünleri dolayısıyla düzenlenen 1589 Şenliği’nde cirit oynayanları çok beğendiğini belirtir (28).
Naimâ, 1628 yılı günlüklerinde cirit oyunundan söz eder:
Cuma günleri sadrazamın adamları ile Abaza Paşa taraftarları At Meydanı’nda cirit oynarlarmış. IV. Murat ise İbrahim Paşa Sarayına gelir, cirit seyredermiş. Abaza’nın adamları ayrı durur, İstanbul binicileri ile cirit oynayıp at üstündeki becerilerini gösterirlermiş (29).
1675 Şenliği’nde, cirit oynayanların usta kişiler olduğu anlaşılıyor:
“İyi ve cins atlar üzerinde usta binicilerin çok güzel cirit oynadıklarını izledim.
Bunlar hasımlarını kovalıyorlar ve bazan yere düşürüyorlar.
(...)
Birinin, yüzüne doğru uçan ciridi havada yakaladığını gördüm.
Bunlar ciridi yere saplıyorlar, at dörtnala koşarken yere doğru kayıp düşmeden ciridi alıp eyerin üzerine oturuyorlardı,” diye yazar Covel (30).
OKÇULUK
Okçuluk, İmparatorluğun en önemli spor gösterisiydi. Padişahlar da bu dala çok önem veriyorlardı.
Gelibolulu Ali, tüfek atmayı delilik olarak tanımlarken ok atmayı yiğitlik olarak önemser (31).
Ok ve yay yapan kişiler yalnızca İstanbul’da bir hayliydi.
Evliya Çelebi, yay yapanların ikiyüz dükkân olduklarını ve bunların beş yüzü bulduklarını belirtir.
Dükkânların çoğu Beyazıt’ta, Murad Paşa Türbesi civarındaymış. Ayrıca Galata’da, Üsküdar’da, Edirnekapı’da dükkânları varmış.
Yay yapmada ustalıklarını kanıtlayan kişilerin adları da yay çeşitlerine verilirmiş:
- Bayezit,
- Hurrem Usta,
- Şebcah,
- Tozkoparan (32).
- Deli Ferhat yayları gibi...
Yine Evliya’ya göre, ok yapanlar iki yüz dükkânmış ve üç yüz kişiymişler.
Bunların da dükkânlarının çoğu Bayezit’taymış.
Evliya ayrıca kemankeşlerden, tirendazlardan da söz eder (33).
Bu tirendazlardan Ayaza adında biri,
IV. Murat’ın huzurundan bir yay çilesine dört ok gizleyip iki oku önünde, bir ok sağ, bir ok sol omzunda “darb urub hüner gösterir”miş.
Evliya, on yedinci yüzyıldaki görünüşü getirir. Ondan yüz yıl önceki durumu da başka kaynaklardan öğreniriz. On altıncı yüzyılda İstanbul’a gelen birçok yabancı, okçular ve ok eğitimi ile çok ilgilenmişlerdir ve bunun için de epeyi bilgi vermişlerdir. Bir Alman gezgin Bayezit’ta bulunan küçük bir banada okçuluk eğitimi yapıldığını yazar. Bu okulda ayrıca kılıçla dövüş, atlama, mızrak atma ve taşı hem arkaya hem öne fırlatma gibi beceriler öğretiliyormuş. Ok eğitmeni her öğrenciye birer yayla ok veriyormuş, sonra duvarın üzerine bir teneke levha koyuyor ve buna nişan aldırıyormuş. Ayrıca, yayı nasıl tutmaları, kirişi nasıl çekmeleri ve nasıl nişan lamaları gerektiği uzun uzadıya öğretiliyormuş bu okulda. Buna karşılık da çok az para alınıyormuş (34).
Britanya İmparatorluğu’nun 1554-62 yılları arasında elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq,
Türklerin okçuluktaki yeteneğinden günlüğünün iki yerinde söz eder:
Türklerin okçuluk gösterileri içinde savaş taktiğine yarayacak ustalıklara sahip olduklarını belirten Busbecq, at üstünde dörtnala kaçarmış gibi görünürken birden geriye dönüp direğin üstündeki pirinç topu vurduklarını böylece savaşta da kaçarmış gibi yaparak düşmanlarını gafil avlayabileceklerini yazar (35).
Aslında çeşitli ok atma becerileri vardı; bunlar arasında kılıcı ağzına alıp kabağa ok atmak, arka üstü yatıp sağrıdan ok atmak, mızrak ile ok atmak, oynayarak, gönderden, topuz ile, at karnı altından, tüfek ile ok atmalar ve okla bir nesneyi tavana asmak gibi beceriler bulunuyordu (36).
Viyana Ulusal Kütüphanesi yazmalar bölümünde bulunan, Adnî sanıyla tanınan Mustafa Bin Celâl’in (37) “Tabakât el-Memâlik ve Derecât el-Mesâlik” adlı yazmasında 1530 Şenliği’ndeki okçularından şöyle söz edilir:
“(...) at sağrısına yatub sağ ve sol gerüsine oklar attılar, nişana urdılar ve rikâbdan ayak çıkarub yayak olub gerü süvar oldular enva’ı hünerler arzeylediler” (38).
Direk üstündeki gümüş, bakır, pirinç, tasa ya da kabağa ok atmak çok beğenilen bir beceriydi;
bu beceriyi hemen her büyük şenlikte izleyebiliyoruz.
Yine de 1530 Şenliği’nde, bir direğin tepesine konulan gümüş kabağa oklar atıldığını “Peçevî Tarihi”nden okuyoruz (I, 86).
1582 Şenliği’nde bu gösteri hemen hergün yapılıyor (Haunolt, 479, 482, 489, 508 vb.)
Evliya, gümüş tasa ok atmaya Bitlis’de rastlamıştır (Seyahatname, IV).
1675 Şenliği’nde de direk üstünde gümüş tas hedefini görürüz (Hezarfen, 167b-168a).
1720 Şenliği’nde de aynı yarışmayı izleriz (Vehbi, 13a-b).
Okçulardan birçoğunun sağ ve sol elleriyle de ok atabildikleri ayrıca belirtiliyor (39).
Busbecq, İstanbul’da gördüğü okçuları şöyle anlatır:
“Kullandıkları yaylar bizimkilerden çok daha sağlam, bizimkilerden kısa oldukları için de kullanılmaları daha kolay; bunlar tek parça tahtadan değil, sığır boynuzu ile sinirlerinin birbirine yapıştırılmasıyla yapılıyor. Bir Türk uzun bir eğitimden sonra en sıkı yayı bile kulağının arkasına kadar çekebiliyor.
(...)
Öyle de iyi nişancılar ki, savaşta karşı taraftaki adamın gözü gibi herhangi bir öldürücü def noktasının içine ya da dışına kaymadan tam sınır çizgisi üzerine oklarını saplıyorlar. Genellikle hedeften on metre kadar uzaklıkta duruyorlar.” (40).
GÜÇ GÖSTERİLERİ
Güç gösterileri genellikle ağırlık kaldırma, atma, demir bükme ve kırma gibi becerilerdir.
Bunları yapanlara “Zorbaz” denir.
Ancak bir de çeşitli tarikatların üyesi olan ya da bunu gösteri olarak yapan, kendilerine acı verecek şeyleri de yapan zorbazlar vardır.
Biz burada yalnızca spor alanına giren güç gösterilerinden söz edeceğiz.
Gelibolulu Ali, zorbazları aşağılamıştır. Bunların kendilerine işkence edip acı çektiren yaramazlıklar yaptıklarını ya da abdest ibriği taşımaya üşendikleri halde, en ağır taşları kaldırdıklarını söylemiştir.
Esâd ise bunları över:
“Şöyle hu’b eyledi zor-bâz-ı fireng
Eyledi diğerine arsayı teng
Puştına aldı o bir seng-i gîrân
Aşılub eyledi halkı hayrân” (41)
Ağırlık kaldıranlar çeşitlidir. Bunların gürz kaldıranlarına gürzbaz da denir.
Evliya’ya göre, gürz kaldıranlar on iki dükkân, yetmiş kişidir. Bunlar iş yerinde toplanıp orta çekme, kesme, asma, değme, salma, salk, çartop, şeştop gürzlerden ikişer kantar gürzlere varıncaya dek eğitim yaparlardı. Bunlar geçit törenlerinde yaya olarak yetmiş altı çeşit gürzleri ve salmaları başları üzerinde fırıl fırıl döndürerek geçerlerdi (42).
Dr. Covel, 1675 Şenliği’ni seyrederken gürzlerin resimlerini yapmıştır.
Ona göre, üç çeşit gürz vardı:
- Bunlardan biri sopaya geçirilmiş büyük bir taş toptu. İki elle bile kaldırmaya olanak görülmüyordu.
- İkincisi, bir demir sapa geçirilmiş küp biçiminde demir bir kutuydu. Üç kişi gelse sapından tutup kaldıramazdı.
- Üçüncüsü ise iki sapı olan ve sapların kısa zincirlerle demir bir topa bağlandığı bir gürz türüydü.
Bu hepsinden büyük ve ağırdı (43).
1582 Şenliği’nde bir gürzbaz, on beş büyüklü küçüklü taş topla alana çıkmıştı. Bu taş topların tutamakları demirdendi, gürzler bu tutamaklara zincirle bağlıydı. Adam bunları teker teker çevirip atmaya başlamıştı. Her defasında bu gürzlerin daha büyüğüyle oynuyordu (44).
Küçükten büyüğe gürzlerle oynama gösterisi 1675 Şenliği’nde de vardı. Ancak yabancı gezginin asıl anlamadığı şey, iriyarı bir bostancı eri olan gürzbazın, bu ağırlıkları kaldırırken tabanlarının altına kılıç koymasıydı:
“Çıplak ayaklarıyla iki kılıcın üzerinde (her ayağı bir kılıç üzerinde) dururken büyük taş topları kolayca fırlatıyor, yine bir şey olmuyordu” (45).
Zorbazlar gürzden başka şeyler de kaldırıyorlardı.
- Gemi sereni büyüklüğünde ağaç kaldıranlar,
- kocaman bir kaya parçasını sırtlarına alanlar,
- karınlarına kocaman bir örs koydurup demir dövdürenler,
- arkası üstü yatıp karınları üzerine kaya attıranlar,
- keskin yüzleri sırtına gelmek üzere yere kılıç koydurup karınlarına değirmen taşı oturtanlar vardı.
Bir de kendilerine eziyet ederek ağırlık kaldıranlar vardı.
Örneğin 1675 Şenliği’nde bir zorbaz, darağacı gibi bir direğe makara takmış, bu makaraya ince bir halat geçirmiş, halatın ucundaki halkaya da saçlarını bağlamıştır. Halatın öteki ucundan asıldıkça kendini tepeye kadar çekebiliyordu. Bu gösterisine önce sırtına bir adam alarak, sonra da bir merkep alarak tekrarlamıştır. (46).
Güç gösterenlerin arasında;
- demir bükenler,
- demirleri birbirine çarparak kıranlar,
- çivileri üstünde yeni bir at nalını büküp kıranlar,
- bir vuruşta saban demirini ikiye bölenler ve
- birkaç yüz vuruşta demir boru kıranlar vardı.
VURUŞMA OYUNLARI
Bunların en belli başlı olanları kılıçla dövüşme, “matrak” ve “tomak” oyunlarıydı. Kılıçla dövüşme her şenlikte yer alıyordu. Özellikle konulu savaş oyunlarında karşılıklı kurusıkı top atışları dışında, en çok kullanılan at üstünde ya da yaya olarak kılıçla dövüşmeydi. Bu bazan ciddi kazalara yol açıyordu, bunun için vuruşma oyunları içinde en tehlikelisiydi.
“Matrak Oyunu” (47) için Gelibolulu Âli, bu oyunu çalışıp alıştırma yapanların bir çeşit bilginlik yaptıklarını söyleyerek, övgüde bulunur.
Şemsettin Sami “matrak” sözcüğünün, değnek, sopa, eğitim şişi anlamlarına geldiğini belirtir;
matrakçı, döğmeli şişle eğiten adam, eğitmen anlamlarını kapsar (48).
Evliya’ya göre “matrak” genellikle şimşir ağacından yapılır, cilâlanır; lobud biçiminde, ancak biraz daha büyük ve ağırcadır. Yarışmacılar ellerine birer matrak alarak alana çıkarlar ve çarpışırlar. Bu karşılaşmadan amaç, rakibin kafasına vurmaktır. Karşı tarafın vuruşlarından ustaca sıyrılabilmek de maharet sayılır. Matrak yüz altmış çeşit oyuna ayrılmıştır. Bunların bazısı kesme, bağla, sâni, bagal, sürme, kulak, bağla-top, top-kafa adlarını taşır (49). Matrakçıların İstanbul’da on dükkânı vardır ve otuz kişidirler. Ancak dükkânı olmayan yüzlerce matrakçı vardır. Bunlar ordu alayında pazularını sıvayıp pehlivanca matrak oyunları göstererek heybetli bir biçimde geçerler (50).
Matrak oyunu saygıdeğer bir spor dalı olarak görülüyordu. Nitekim on yedinci yüzyılda Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa’ya, devlet yönetimi sorunları üzerine bir tasarı hazırlayan adı bilinmeyen bir yazar, yeniçerilerin hergün kışlalarında boş oturacaklarına matrak oynayarak bu alanda ustalık kazanmalarının uygun olacağını söylemiştir (51).
Bu oyunu bulanın Nasuh olduğu anlaşılmıştır. Hüseyin Yurdaydın, Ali’nin “Menâkıb-ı Hünerverân”da Nasuh’un “mel’abe-i matrak”, yani matrak oyununu bulan kimse olarak gösterildiğini yazar. Nasuh’un bu oyundaki yeteneği ve onun bu oyunu bulan kimse olup olmadığı konusunda bir kuşku yoktur (52).
Hem Celâl-Zâde’de hem “Tuhfet el-Guzât”ta Nasuh’un bu oyunu yazılıdır. Nasuh üzerinde bilgimiz arttıkça onun kişiliğine hayranlık duymamak elde değil. Ben onda tipik bir Rönesans kişiliği seziyorum, çünkü o çokyönlü bir kişilik olduktan başka, değişik alanlarda söz sahibi olabilmiş bir insan. Örneğin, Nasuh hem çeşitli silahları en iyi kullanan bir usta silahşör, hem ünlü bir hattat, hem büyük bir ressam, tanınmış bir matematikçi ve hem de saygı gören bir tarihçidir.
Celâl-Zâde için Matrakçı Nasuh,
“ (...)
matrakçıların pehlivânı,
delîrlik arsasının hünerdânı,
erlik pîşesinin arslanı,
sürûrluk gevherinin kaplanı,
dilâverlik meydanının çabuk-suvarı”dır (53).
Kanuni’nin 1530 Şenliği’nde, alana beşer kulesi ve dörder kapısı bulunan iki hisar getirilmişti. Duvarlarında nakışları olan bu kalelerin her birinde yüz yirmişer er, top ve tüfek vardı. Kalelerin içindeki matrakçılar sonradan alanda vuruşmuşlardır (54). Celâl-Zâde, bunların yüzlerinin siperli, başları miğferli, kılıç, ok ve yayla donatılmış kişiler olduklarını ve bir saat kadar kılıç, mızrak ve matrakla vuruşup savaştıklarını yazar (55). 1582 Şenliği’nde bu usta matrakçıların birbirlerini incitmeden vuruştuklarını anlıyoruz, çünkü bunların hepsi de kendilerini korumasını bilen kişilerdir. Bunların sağ ellerinde tahta sopalar, sol ellerinde kendilerini korumaya yarayan yastıklar vardır (56). Aynı olayı 1675 Şenliği’nde de izleriz (57).
Vuruşma oyunlarından bir başkası da “Tomak Oyunu”dur.
Sözlük’te tom, yuvarlak şey, tom-ak ise ağaçtan yapılmış top anlamına gelmektedir.
Tomak sözcüğünün öteki dört anlamı bizi ilgilendirmiyor.
Tomak kalın bir sicimin ucuna bağlı tahta toptur. Bu oyun altışar kişilik iki takımla oynanırdı; her takımın birer tomağı vardı. Oyun karşı takıma vurmak ve pes dedirtene kadar hırpalamak ilkesine dayanıyordu. Hamle edene karşı kollar ileri uzatılarak koruma yoluna gidilirdi. Tomak, yalnızca yalnızca karşıdaki kişinin sırtına vurulurdu.
Bu oyuna en çok on dokuzuncu yüzyılın başlarında ve özellikle II. Mahmut’un padişahlığı döneminde rastlarız. O dönemde bu oyunun büyük ustası Cündî Hüseyin Efendi adında biriydi. Tomak oyunu gösterileri daha çok Gülhane Parkı’nda yapılırdı (58). II. Mahmut’un bu oyunu sevdiği anlaşılıyor, sarayda, şenliklerde bu oyuna rastlıyoruz; bir keresinde Silahtar Ali Ağa’nın köşküne gelen padişaha göstermek için Tomak Oyunu düzenlenmiş, padişah da ihsanlarda bulunmuştur (59). Hatta o kadar ki, II. Mahmut eğlenmek için, yerinden kalkamayacak yaşa gelmiş emektarlara bile eğlenmek için tomak vuruştururmuş (60) .
GÜREŞ
Eski Türk boylarında şölenlerde güreş tutmak töre gereğiydi.
Türklerin Anadolu’ya gelmeriyle “karakucak” denilen güreş sporu yaygınlaşmıştır.
Öte yandan Müslümanlıkta da güreşin ayrı bir yeri vardır. “Allahın Arslanı” olarak anılan ve Uhud Savaşı’nda şehit düşen Hz. Muhammed’in amcası Hamza, “pehlivanların pîri” olarak tarih boyunca saygı görmüştür; onun üzerine destanlar, menkıbeler ve hikayeler yazılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda güreşe önem verilmiş ve güreş eğitimi yapılan tekkeler kurulmuştur. Bu tekkelerin ilki I. Murat tarafından Edirne’de (Edirne’nin alınışından sonra) aşağı yukarı 1385 yılında açılmıştır. Bu tekkede yalnızca güreşçiler değil, aynı zamanda okçular ve ciritçiler de bulunmuştur (61). Edirne’deki bu tekkenin bugün yalnızca arsasıyla küçük bir mezarlığı vardır ve burada güreşçiler tekkesinin “şeyhi ve duacısı” Şeyh Cemaleddin gömülüdür. Mezar taşının üstünde H. 1200 (1785 sonu - 1786 başı) yılı yazılıdır (62). Bundan da bu tekkenin on sekizinci yüzyılın sonlarına dek etkinliğini sürdürdüğü anlaşılmaktadır.
Evliya Çelebi İstanbul’da güreşçi tekkelerinden de söz eder.
Bunların iki yerde tekkeleri vardır:
- Biri Küçükpazar yakınında ve Unkapanı yolu üzerindeki Fatih Sultan Mehmet’in açmış olduğu Pehlivan Şucâ Tekkesi”,
- öbürü de Zeyrek yokuşu altındaki “Pehlivan Memur Tekkesi”dir.
On yedinci yüzyılda bu tekkenin başında Baba Hasan diye anılan iyi huylu, tanınmış bir ihtiyar, içinde de üç yüz zorlu güreşçi vardır, “ki herbiri gûya kükremiş aslandır”; yüz, yüz elli çift güreşçi kısbetlerini giyip “sarı şîr rugan bağıyla bağlayıp adem ejderhası gibi apul apul birbirlerine arslanlar gibi sarılup” seyircilere ustalıklarını gösterirler. Bunların oyunları arasında kesme, şirazî, kesebend, ters çekme, pîş kabza, yanbaşa, serkelle, Cezair sarması, boğma, karakuş denilenler vardır (63).
Edirne’nin alınışından başlayarak düzenlenen Kırkpınar (64) güreşleri Hıdırellez’den üç gün önce başlar; birinci gün daha çok alıştırma ve hazırlık güreşleri yer alırdı. Asıl güreşler ikinci gün başlar ve iki gün sürerek Hıdırellez’den bir gün önce akşamüstü sona ererdi (65). Kırkpınar’ın ilk günü bir yanda güreşçiler çalışmalar yaparken, öbür yanda at, merkep ve çuval yarışları da yapılırdı; bunun için daha sonra Edirne’de yapılan şenliklerde at ve merkep yarışları, güreş karşılaşmalarının bu ilk gününe alınmıştır.
On dördüncü yüzyıldan başlayarak hemen her şenlikte düzenlenen güreş karşılaşmaları üzerine,
bu yazının sınırları içinde, birkaç örnek vermekle yetinmek gerekiyor.
1582 Şenliği’nin yedi, sekiz gününde güreşler yapılmıştır. Bazı günler bıyığı terlememiş çocuklar da güreştirilmişlerdir. Yapılan güreşlerin çoğu yağlı güreşlerdir (66). 1584 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun elçi olarak gönderilen Lichtenstein Beyi Heinrich’i Tuna ırmağı üzerinde karşılayan Türkler, elçinin gemisine güreşçiler göndermişler ve gemide bir güreş karşılaşması yaptırmışlardı (67).
1674 yılının Aralık ayında bayram yerine giden Şövalye d’Arvieux, orada baştan aşağı yağlanmış kara kispetli güreşçilerin güreştiklerini belirtir.
1675 Şenliği’nde, alana çıkan güreşçilerin yenişinceye kadar bir, bir buçuk saat kadar güreştiklerini öğreniriz:
“Her gün yirmi ya da otuz kadar güreşçi, gövdelerinin her yanını yağlayıp alana çıkıyorlardı; bunlar alana gelince önce elleriyle toprağa değiyorlar, sonra ellerini yüzlerine sürüp el sıkışıyorlardı. Kendi ellerini öpüp güreşe başlıyorlardı.
Bu başlangıç hareketleri, dostça güreşeceklerini ve eğer bir yanlışlık yaparlarsa, bunun onların isteği dışında olacağını belirtmek içinmiş” (68) diye yazar yabancı tanık.
On dokuzuncu yüzyıl şenliklerinde güreşin daha da ön plana çıktığı izlenir. Bunda, on dokuzuncu yüzyılda tanınmış, dünya çapında güreşçilerin yetişmesi rol oynamış olabilir. Özellikle II. Mahmut’un padişahlığı ve Abdülaziz’in tahtta bulunduğu dönemlerde düzenlenen şenliklerde güreşlerin en büyük yeri aldığı görülür. Yalnızca başkent İstanbul’da değil, Anadolu’nun da en uzak köşelerinde yapılan düğün şenliklerinde de güreş en önemli spor gösterisi durumunu almıştır.
Örneğin, Ünye’de Süleyman Paşa tarafından düzenlenen düğün şenliğinde, güreşlerin yapıldığını ve güreşçiler içinde Rüstem adlı bir usta sporcunun olduğunu öğreniriz. Bu güreşçiyi gören Murad Efendi, “Müslümanlığı Herkülü bu Rüstem Pehlivan. İzlediğime göre, burada eğlencenin ya da şenliğin baş tacı bu güreş karşılaşmaları,” (69) diye yazar.
YAYA YARIŞLARI
Eski Türklerde bu yarışların çoğu uzun mesafe yarışlarını kapsıyordu. Eski koşulardan en bilinenleri Kırgızların çocuklarının doğumlarında düzenledikleri, kadın ve kızların da katılabildiği 265 m’lik, Tunguzların düğünlerde düzenledikleri 1.700 m’lik yarışlardı.
1675 Şenliği’nde Timurtaş Düzlüğü’nde yapılan yaya yarışları çeşitliydi. Yanabcı gezginin anlattığına göre, yarışlardan biri padişah otağına en az on beş mil uzaklıktan başlamıştır. Yarışı başta bitirenlerden kırk beş dakika sonra varış çizgisine gelenler olmuştu.
“Padişah’ın oturduğu yer başlangıçtan çok uzakta olduğu için, o ancak bitişi görebildi. Oysa biz at üstünde olduğumuzdan koşucuları baştan sona izleme olanağı bulduk. Bazıları yolda yoruldu, yürüdü, bazıları ise yorgunluktan kıpkırmızı kesildi; padişahın yanına yaklaştıklarında hepsi koşmaya çabalıyor, ama bunu çok azı becerebiliyordu” (69).
Yarışı bitirenler etek öpüp ihsan almışlar. Bu yarışı seyredenlerin sayısı aşağı yukarı doksan bin kadarmış.
Şenliklerde spor etkinlikleri üzerine yüzlerce örnek bulunuyor.
Kültür tarihimizin önemli bir bölümünü içeren spor konusunun ayrıntılı bir Spor Tarihi içinde irdelenmesi ve yorumlanması gerekir.
Spor tarihimizin kapsamı içinde, şenliklerin, incelemecilere ışık tutacağı kesindir.
Ben bu sınırlı yazı içinde yalnızca genel görünümü sağlıyacak bir özet getirmeye çalıştım.
_____________________________
- Yine kılıç, ok, mızrak, kargı, gürz, topuz ve benzeri silahlarla yapılan konulu savaş oyunlarını bu yazımın dışında tuttum; çünkü kalabalıkla düzenlenen bu gösterilerde amaç spor değil, imparatorluğun askeri gücünü kanıtlamaktır.
- Bkz. “Tacü’t-tevârih”, I. çev. İ. Parmaksızoğlu, Ankara 1979, 128-31;
H. Lewenklau, “Neuwe Chronica...”. - Bu şenlik için bkz.
“Tacü’t-tevârih”, I; “Neuwer musulmanischer Histori...”, Frankfurt / Mayn 1595;
“Hammer Tarihi”, I, Pesth 1836;
Danişmend, “İzahlı Osm. Kronolojisi”, I, İst. 1971;
A. Rasim “Muhrir bu ya!” Ankara 1969 ve
M. And, “A History of Theatre and Popular Entertainment”, Ank.1963/4. - Hammer, II, 27-8;
Babinger, “Mehmed der Eroberer und seine Zeit”, München 1953, 158. - Khevenhillers, “Annalium Ferdinandeorum”, Leipzig 1721/4, 3068.
- Haunolt, “Particular Verzeichnuss...”, Frannckfurt / Mayn 1595, 476.
- Baudier, “L’Inventaire de l’historie generale des Turcs”, Paris 1617, 118.
- Haunolt, 472 ve 488;
Baudier, 118-9. - Haunolt, 478.
- Baudier, 119
- Dela Croix, “Mémories”, II. Paris 1684, 149.
- “Esâd Sûrnâmesi”, 4b.
- “Abdi Sûrnâmesi”, 4b;
“Telhîsü’l-Beyân...”, 173b. - Covel, “Diary” 220b.
- Bkz. Abdî, 14b;
“Nabî Sûrnâmesi”, çev. A.S. Levend, İst. 1944, 70. - IV Mehmet’in onyedi yaşındaki kızkardeşi Hatice Sultan ile Musahip Mustafa Paşa’nın evlenmeleri dolayısıyla düzenlenen 1675 yılındaki şenlik;
bkz. Ö. Nutku, “IV. Mehmet’in Edirne Şenliği”, Türk Tarih K., Ankara 1972, 62-5. - “Silahtar Tarihi”, II. İst. 1928, 646.
- “Vehbî Sûrnâmesi”, 113b;
aynı zamanda bkz. M. And “Kırk Gün Kırk Gece” İst. 1959, 193-4. - Wratislaw, “Merkwürdige Gesandschaftsreise...”, Leipzig 1786, 166-7.
- Murad Efendi, “Türkische Skizzen”, I, Leipzig 1877, 214-5.
- M. And, “Kırk Gün Kırk Gece”, 160.
- “Seyahatname”, IV, Dersaadet 1314.
- “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”, Ank. 1976, 193 dn.
- M. And, “Oyun ve Bügü”, İstanbul 1974, 276.
- “Mevaidün-Nefâis...”, (tıpkıbasım), yay. Yeni Çağ Tar. Kürs. İstanbul 1956, 159.
- Şeyhoğlu, “Çankırı’da Ahilikten Kalma Esnaf ve Sohbet Teşkilatı”, Çankırı 1932, 246.
- Haunolt, 486.
- “Les Voyages du Seigneur de Villamont”, Paris 1595, 495-6.
- “Nâîma Tarihi”, II, İstanbul 1280, 1008.
- “Diary”, 220b-221a.
- “Mevâ’idün - Nefâis”, 159.
- Tozkoparan adındaki tirendaz Viyana Muhasarası’nda kilise çanını okuyla delmişti. Aynalı Çeşme yakınında bir mescidi vardı, diye yazar Musahipzâde;
bkz. “Eski İstanbul Yaşayışı”, İstanbul 1953, 86. - “Seyahatnâme”, I, 591-4.
- Lubenau, “Beschreibung der Reisen...”, I, 183-4.
- “The Turkish Letters...”, Oxford 1968, 137.
- H. Yurdaydın, “Matrakçı Nasuh”, Ankara 1963, 9.
- Kanuni döneminde yaşamıştır; padişahın divan kâtibiydi. Ona “Nişancı Paşa” da deniliyordu. Celâl-Zâde bu yapıtındaki Kanuni dönemi kültür etkinliklerini anlatır.
- “Tabakât el-Memâlik...”, 136a.
- Haunolt, 485.
- “The Turkish Letters”, 133.
- “Sûrnâme”, 4b.
- “Seyahatnâme”, I, 583.
- “Diary”, 208b.
- Haunolt, 480.
- “Diary”, 208b-209a.
- aynı, 209a.
- Bu konuda çok değerli bir inceleme için bkz. H. Yurdaydın, “Matrakçı Nasuh”, Ankara Üniv. 1963
ve aynı yazarın İngilizce yayına hazırladığı “Nasuhü’s-Silâhî Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i ‘Irakeyn-i Sultan Süleyman Han” (tıpkıbasım). - “Kamus-î Türkî”, II, Dersaadet, 1318, 1363.
- “Seyahatnâme”, I, 257.
- aynı, I, 583.
- Yaşar Yücel, “Osmanlı Devlet Düzenine Ait Metinler”, II, Ankara 1980, 16.
- “Matrakçı Nasuh”, 3.
- “Tabakât el-Memâlik...”, 136a.
- Yurdaydın, 4.
- a.g.y., 136 a-b.
- “III. Murat Sûrnâmesi”, 282b-283a ve Haunolt, 476.
- Bkz. “Abdî Sûrnâmesi”, 5a; dela Cronix, II, 147.
- Hafız Hızır İlyas, “Vakayi’-i Letâif-i Enderûn”, İstanbul 1276, 210-1.
- aynı, 271.
- Bkz. Ö. Nutku, “Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri”, Ankara 1977, 45dn.
- Güreşçilerin, ciritçilerin ve okçuların buradaki çalışmaları için bkz. O.N. Peremeci, “Edirne Tarihi”, İstanbul 1940.
- R. Ertür, “Eski Kırkpınar”, “Edirne Armağanı”, Ankara 1965, 301.
- “Seyahatnâme”, I, 583.
- Eski Kırkpınar, Edirne’nin altı saat batısında, bugün sınırlarımız dışında kalan Yunanistan’daki Samona köyünün otlağı içindedir; bkz. Ertür, 297.
- a.g.e., 297.
- Haunolt, 480, 491, 493, 494 vb...
- D’Arvieux, “Memories”, V, Paris 1735, 157.
- Covel, 218a.
- aynı, 220a-b.
Özdemir Nutku | sanat olayı - sayı 5 - Mayıs 1981