Sanat ve Spor


Temsilcileri de izleyicileri de
farklı kültürlerin insanları




Sanat ve spor arasında ne gibi bir ortaklık, ya da hiç değilse bir benzerlik bulunabileceği sorusuna ilkin her ikisinin “alıcı”sından girelim.

Herhalde spor seyircisiyle sanat seyircisi kadar farklı iki kalabalık kolay kolay bulunamaz. Zaten her iki olayın seyri “alımlanma” (reception) biçimi son derece değişik.
Sanat ürününü tüketirken insan genellikle içedönükleşiyor, çevresinde gürültü patırtı olmasından hoşlanmıyor, zihninin duru kalmasına, yalnızca o ürünle meşgul olmasına özen gösteriyor. Genellikle sessiz bir tüketim, bireysel bir tüketim.

Spor olayında ise insanlar coşup bağırıyor, birlikte bulunup birlikte bağırmaya özellikle uğraşıyor. Sporun tüketimi bir hayli dışadönük.

Yalnızca alımlama biçimiyle sınırlı değil farklılık. Her durumu, her bireyi içermese de, iki tür arasında önemli bir kültür farkı var. Bu sözü bu bağlamda bir “değerlendirme” niyetine bağlı olarak söylemiyorum: Birinin öbüründen daha değerli olması geçerli de değil, gerekli de, ama her iki grubun tipik temsilcilerini ele aldığımızda, çok farklı kültürlerden insanlar olduğunu görüyoruz.

Bütün dünyada böyle bu:

Aşağı yukarı aynı türden insanlarla dolu olan bir İngiliz üniversitesinde kısa saçlı, çoğu sağcı muhafazakâr futbol takımının üyeleri, fırsat bulurlarsa, üniversite dernekleri ve kulüplerinin uzun saçlı ve “entel” üyelerini döverler. Spor ve sanat, kimi zaman, sınıfsal ve politik tavırların bu kadar belirgin simgesi de olabiliyor.

Gene de aradaki fark çok kesin olmamalı: Hiç değilse, birinden zevk alan herkesin, öbürünü kesinlikle dıştalamasına yol açacak kadar. Çünkü her ikisinden de zevk alan birçok insan olduğunu biliyoruz. Gene de, düşüncenin soyutluk düzeylerine göre bir ayrım olduğunu düşünüyor insan; çünkü tipik sayılabilecek bir spor seyircisinin sanattan zevk aldığına ben rastlamadım. Buna dayanarak diyorum ki, daha yukarı bir soyutlama düzeyi gerektiren sanatı seven bir kişi, spora ilgi duyabilir; spor seyirciliğinden yukarı soyutlama düzeylerine erişmemiş kişi içinse sanat anlamsız, gereksiz, züppece, hatta belki “efemine” bir uğraştır.


NEVROTİK YAPI - İNSANCILLIK KÜLTLERİ


Söz bu noktalara gelince, sanatın ve sporun yalnızca birer uğraş olmakla kalmayıp, neredeyse birer ideoloji gibi, dünyanın ve hayatın çeşitli alanlarına yönelik değerlendirme sistemleri gibi işlev gördükleri sorusunun eşiğine ulaşıyoruz. Bu ille böyle midir, ya da bu ikisi gibi başka uğraşlar da benzer ideolojiler üretmez mi?

Şimdilik bunları bırakıp sözü spor ve sanatla sınırlayalım. Gene çok genel olarak, yalnızca ortalamayı ele alıp konuştuğumuzda, spor ideolojisinin çeşitli muhafazakâr ideolojilerle ilişkisi olduğu görülüyor.

Özellikle belirli fanatizm derecelerine varabilen “taraftarlık” olgusu işin içine karıştığında, yalnız kendini haklı sayma, saldırgan bir düşmanlık, kırıcılık gibi gerici ideolojilere özgü bir nevrotik yapıyla karşılaşabiliyoruz.

Sanat ise genellikle sevgi, insancıllık kültleriyle birlikte varoluyor, onları teşvik ediyor.

Bütün bu ayrımlara rağmen ortak bir özellik, her ikisinin de kendi sınırlarını kolayca aşarak, hayatı “totalize” eden kalıplar yaratabilmeleri. Değindiğim taraftarlık olgusu, Türkiye’de ve dünyada yığınla örneğini bildiğimiz aşırı “bağlılık” duygularını coşturuyor ve sonunda bir adam, kendini öncelikle “Fenerbahçeli”, bir başkası “Beşiktaşlı” olarak tanımlayabiliyor, işin kötüsü öyle tanıyor da. Sanat da, tutkunu olan kişiye, bütün hayata sanatsal bir açıdan baktırabiliyor.

Bir başka ortaklık, ikisinin de “yapay” olmalarında. Sanatın ne anlamda yapay olduğu çok kez söylenmiştir. Spor bir düzeyde daha sahici gibi görünüyor, çünkü sanat gibi “kurmaca” değil, olduğu anda gerçekten oluyor. Ama bu oluş, sadece önceden belirlenmiş yapay bir kurallılık içinde mümkün. Yoksa on birer kişiden kurulu iki takımın bir buçuk saat boyunca bir top peşinde koşturmasının bir anlamı kalmaz, hele yüz binlerce kişinin de oturup o iki takımı seyretmesi büsbütün anlamsızlaşırdı. Ama bu ortak “yapay”lıktan sonra gene farklar ortaya çıkıyor; ve zaten yapaylığın türü de ayrı.

Bir sanat ürünü önce üreticisinin zihninde biçimleniyor, kompozisyon sırasında değişiklikler olsa da zihnin bu önceliği hep devam ediyor. Dolayısıyla sanat alıcısı, her zaman, temelde zihnî olan bir nesne ile karşı karşıya. Gözünden yaş aksa, ağzından bir kahkaha taşsa vb. onun tüketimi de öncelikle zihnî.

Sporda ise, başlangıç işaretinden sonra olup bitenler tasarlanmış değil, oynayanların da seyredenlerin de zihinlerinden bağımsız  -topun gittiği yön gibi-  gelişmelere göre belirleniyor. Antrenörlerin belirlediği taktikler vb. hiçbir zaman sanatçının ürününe verdiği biçimle eşdeğer değil. Ama gene de ilginç bu taktikler, çünkü insanın değişmez eğilimini, hayatın her diliminde aklın düzenleyiciliğini egemen kılma eğilimini gösteriyor. Nitekim, sanatı “aklî”, sporu “bedenî” diye ayırmak bana doğru görünmüyor. Bir kere, insan hayvan gibi içgüdüyle değil, bilinçle hareket ettiğine göre, akıl süzgecinden geçmemiş bir bedenîlik olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca, en başarılı sporcular, her durumda, hem de çok kısa süreler içinde çok “akıllı” davranabilen sporcular oluyor. Öte yandan, olayın seyrinde kullanılan aklın her zaman aynı olmadığı, ayrıca belli sporların seyri için oldukça düşük bir akıl düzeyinin yeterli olabildiği de sanırım geçerlidir.


FARKLILIĞI VURGULAYAN YAKLAŞMA


Bir de sporla sanatın birbirine yaklaşır gibi göründüğü alanlara bakalım. Sanatlar arasında en bedenîleşeni “dans” olduğuna göre, sporlar arasında sanata en çok yaklaşanlar da dansa en çok benzeyenler oluyor: Artistik bu pateni ya da yer cimnastiği gibi. Burada gerçekten bir yaklaşma var sanki, ama bu yaklaşma bile iki alanın farklılığını daha çok vurguluyor. Çünkü, örneğin estetikle stilize edilmiş bir buz dansı ya da sözgelişi atlayıp sıçramaya önemli yer tanıyan bir Rus dansı, sanatla spor arasında, iki ülke arasındaki kimseye ait olmayan topraklar gibi. Sanki bu bölge, vaktiyle iki etkinlik biçiminin doğduğu ve henüz ayrışmadığı alan. Sanat burada hâlâ bedenî hareketle ilişkisini koruyor, spor ise burada bedenî hareketi daha katıksız bir estetiğe yaklaştırmaya çalışıyor.

Bence sanat insanın hayatı anlamlandırma çabalarından biridir  -din ya da felsefe, ya da bilim gibi-. En fantastik sanat ürünü bile, kendi dolaysız biçim ya da içeriğinin ötesinde, hayatın insanî anlamıyla ilgili bir şey söyler. Bu bakımdan öyle elle tutulur bir nesnesi yoktur, en somut konuşur göründüğü anda bile falan somut şeyi anlatmak değildir amacı. En sonunda, “yaşantı” gibi ele avuca sığmaz bir şeydir anlattığı.

Sporun ise görünürde bir nesnesi var: Topu sepete sokmak, daha uzağa, daha yükseğe sıçramak vb. ama genelde bakıldığında onun da nesnesi daha dolaylı: Dalını oluşturan yapay oyun kuralları içinde, bedenle sınırlanmış (ama yukarıda değindiğim anlamda “akıl”dan kopuk olmaksızın) bir mücadele ve başarı özlemi.

“Ne kadar hızlı koşabiliriz?”
“Ne kadar ağır yük kaldırabiliriz?” vb.

İnsanın bedenî imkânlarının sınırının araştırıldığı bir alan. Bu yüzden de rekabet ve mücadele kavramlarına çok yakın komşu. Görünüşte bütün somutluğuna rağmen o da soyut, çünkü stilize. Bedenin neyi başarabileceğini gösterebilmek için nesnel ölçüler bulması gerekiyor, dolayısıyla stilize oluyor. Ve hayatın her alanında estetik olduğu için o da başarılı olduğu anda estetikle buluşuyor, amacı estetik olmasa da.



Murat Belge | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 79 - 1 Eylül 1983
___________________________________________________________



Türkiye’de sporla edebiyat,

iki ayrı toplum kesiminin yaşam gündemindedir


Atlı-göçebe bozkır uygarlığına bağlı eski Türk toplumu avcı, binici ve savaşçı olarak kadını-erkeği hatta çocuğuyla aralıksız devinim içindeydi. Bu yaşamın gereği olarak toplumun bütün üyeleri bugün “spor” kapsamında yer alan çalışmaları sürekli biçimde yerine getiriyorlardı.

Dede Korkut kitabında ok yarışmaları, güreş, at yarışı, avcılık gibi sporlarla sık sık karşılaşılır. 

Beyrek’le evleneceği Banu Çiçek at yarışı yapıp ok attıktan sonra birbirleriyle güreş de tutarlar:

“İki pehlivan olup birbirine sarmaştılar. Beyrek götürür kızı yere urmak ister, kız götürür Beyreği yere urmak ister.

Beyrek bunaldı,
Aydur: ‘Bu kıza basılacak olurısam kalın Oğuz içinde başıma kakınç, yüzüme tokunç ederler’ dedi.

Gayrete geldi. Kavradı, kızun bağdamasun aldı. Emceğinden tuttu, kızun memesine yapıştı, kız koçundu. Bu kez Beyrek kızun ince beline girdi, bağdadı, kızı arkasının üzerine yere urdu.”

Düğünde Oğuz beyleri güveyinin yüzüğünü nişan dikip ok atarlar. Sık sık sürek avına çıkarlar. Güçleri, azgın hayvanlarla yaptıkları güreşlerde sınanır.

Kan Turalı’dan “Trabuzan tekürünün azim görklü mahbub kızı” ile evlenebilmesi için her biri birer ejderha olan kağan aslan, kara buğa ve kara buğrayı alt etmesi istenir.


MÜSLÜMAN-TÜRK TOPLUMU


İslâm dininin benimsenmesinden sonra kent yaşamında spor, kendi geleneğinden izler taşıyarak sürdü. Osmanlılarda uzun yüzyıllar günlük yaşamın bir parçası oldu.

Evliya Çelebi, Van’dan İstanbul’a 13 günde gelebilen usta bir biniciydi. Onun Seyahatname’sinde imparatorluğun dört köşesinde spor etkinliklerinden yankılar buluruz.

Evliya Çelebi, 1638 yılında İstanbul’da yapılan esnaf alayını anlatırken ok atmanın sünnet olduğunu bildiren hadisler anar, okçuların pirinin Sa’d ibni ebi Vakkas olduğunu hatırlatır, “sığır boyunduruğu gibi yayları, ona göre okları olup Rüstemvari şecaatler gösterdiklerini” anlatır.

Evliya Çelebi, esnaf alayındaki pehlivanlar için de şunları anlatır:

“Tekkeleri iki yerde, biri Küçükpazar kurbünde Unkapanı yolu üzerinde pehlivan Şüca’ tekkesi ki Ebülfeth Gazi’nindir.

Biri dahi Zeyrek yokuşu ayağında Pehlivan Memur tekkesidir ki hâlâ bu tekke mamurdur. İçinde tekkenişin Baba Hasan, hüsn-i hal ile maruf bir pir-i fanidir...

Bu tekke içre üç yüz pehlivan var ki her biri gûya bir şir-i jiyan(kükremiş aslan)dır.

Yüz, yüz elli çift pehlivanlar kisvetlerini giyip sarı şir-i rugen yağıyla yağlanıp âdem ejderhası gibi apul apul birbirlerine arslan gibi sarılıp temaşacılara pehlivanlıklarını göstererek; kesme,
Şirazi,
kesebend,
ters kepçe,
piş-kabze,
yanbaşa,
Cezayir sarması,
boğma,
karakuş oyunlarını icra ederek Alay Köşkü dibinden geçerler...”

Dönemin sporları arasında çevgân oyunu (polo) da yer almaktadır.

Evliya Çelebi, Bitlis’te Şeref Han Camii yakınında izlediği çevgân oyununu anlatırken

“Bir acayip temaşadır ve acayip pehlivanlıktır.
Ve gaye-tül-gaye faris-ül-hayllıktır (son derece de iyi ata biniciliktir) der ve,
“Amma ehl-i şer’ (şeriat adamları)
bu çevgân topu oynamağa izin vermezler,
gayet memnudur.” diye ekler.

Şeriat adamlarının spor olaylarıyla ilişkisine ait bir işaret de Ebussuut Efendi fetvaları arasındadır. Kanuni ve Sarı Selim dönemlerinin ünlü şeyhülislâmı, güreşçilerin salavat getirmelerinin mekruh ve bu yolla seyrci toplamanın küfür olduğunu ilan etmiştir.


DİVAN OZANLARININ DİLİNDEN


Binicilik, cirit, okçuluk, avcılık, koşu, güreş vb. Osmanlı toplumunda sevilen, geniş ölçüde uygulanan sporlardı. Padişahlardan, vezirlerden başlayarak güreşçilerin, okçuların tekkelerine devam eden reayaya kadar büyük topluluklar bu sporlarla yakından ilgiliydi. Eğlencelerde, düğünlerde spor karşılaşmalarına önemli bir yer veriliyordu. Edebiyatın belirli anlatım özellikleriyle sınırlı, kalıplaşmış ürünlerinde de bunlardan türlü izler görülebiliyordu.

Örneğin IV. Mehmet döneminde Edirne’de yapılan at koşusunu, Nabi, Sûrname’sinde anlatmıştır. Düğün alanına üç konak uzaklıktaki Tekyehanından başlayan yarışa 17 binici katılmış, birinciye 20.000 akçe ödül verilmiştir:
                                                           
                                  “Koşu seyrine olup dideküşa
                                  Geldi âvâze-i tabl ü surnâ

                                  Gördüler her biri ardınca revan
                                  Geldi on yedi aded esb-i devan

                                  Birisi cümleden amma akdem
                                  Şöyle ki hâke dokunmazdı kadem

                                  Cümleden evvel iren esb-i devan
                                  Aldılar yirmibin akçe ihsan.”

Pek çok ozanın divanındaki “Kasideler” bölümünde padişahların, devlet büyüklerinin spor alanındaki hünerleri övülür.

Örneğin Nef’i, sayılı bir sporcu olan IV. Murad’ın ok atışını anlatırken padişahın oku fırlattığı mesafeye kadar ünlü okçu Tozkoparan’ın bile okunu atamayacağını ve bu başarıyı görse ok atmaya tövbe edeceğini ileri sürer:

                                  “Şast destin göreydi Tozkoparan
                                  Dergehine sürerdi rûy-i niyaz

                                  Tevbe eylerdi dahi etmeğe
                                  Hiç tir ü kemana dest-dıraz

                                  Atmadı böyle bir uzak menzil
                                  Dahi bir pehlevan-ı ser-efraz.”


YANGIN TULUMBACILARI


Yangın tulumbacıları ocağı, Yeniçeri ocağı içinde, Acemioğlanlarına yamak olmak üzere 1720 yılında kurulmuştu.

İslâm dinini kabul etmiş bir Fransız deniz topçusu olan Gerçek Davut Ağa’nın kurduğu bu örgüt, yangın söndürme hizmetinde çalışıyordu. Tulumbacı neferleri esnaf delikanlılarıydı. Yangın sırasında göreve koşmak, tulumbayı kullanmak, gereken ağır hizmeti vermek sporcu yetileri istiyor, bu türlü etkinlikler, çok yönlü spor çalışmaları yerini tutabiliyordu.

Tulumbacılık, asıl Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonraki görünümleriyle Osmanlı başkentinin yaşamında önemli yerini kazandı. Semtlerinin gözüpek delikanlılarından, güçlü-kuvvetli kişilerinden oluşan tulumbacı ocakları yangına koşmada, söndürme görevlerini yerine getirmede birbirleriyle giriştikleri kıyasıya yarışlarla günümüzden elli-yüzelli yıl kadar önceye ait bir zaman diliminde bugünkü mahalle futbol takımlarınınkine benzer bir işlevi yerine getirmişlerdir.

Tulumbacıların yerel sandıklarının üyeleri arasında mahallenin esnafı, külhanbeyleriyle birlikte uçarı paşazadeler, konakların varlıklı içgüveyileri, Babıâli dairelerinin genç kalem efendileri birlikte yer alabiliyorlardı.

Bir halk şairi, tulumbacılığa merak salmış bir küçük beyi şöyle anlatıyor:

                                “Vermişler eline şeytan feneri
                                  Koşturup dururlar peripeykeri

                                  Fanila dizlikle belde bir kuşak
                                  Paşazade olmuş sandıkta uşak...”

Reşat Ekrem Koçu, “İstanbul Tulumbacıları” kitabında Küçüklangalı Tulumbacı Bahriye adlı kızla ilgili bilgi de verir.

Âşık Razi’nin bu tulumbacı kızı anlatan şiirinde şu dizeler yer alır:

                                       “İki kol örgü saçı
                                       Sanki çifte kırbacı
                                       Sandıkta Bahri Reis
                                        Kızoğlan Tulumbacı

                                         Sırtında yeldirmesi
                                        Olmuş aslan yelesi
                                       Nara atar Bahriyem
                                        Eflâki tutar sesi...”

Nabizade Nazım’ın Zehra romanında, gençliğinde kendisi de yangına koşmuş olan Osman Cemal Kaygılı’nın Aygır Fatma romanında tulumbacı yaşamıyla ilgili canlı sayfalar bulunmaktadır.


DEMİR KUŞAKLI CİHAN PEHLİVANLARI


Kanuni mersiyesinde Bâki’nin

                              “Şemşir gibi rûy-i zemine taraf taraf
                              Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları”

dizelerine konu olan güreşçiler en yaygın bir spor kolunun temsilcileriydi.

Ali Mazaheri, “Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları” kitabında “Çok kez bir Bizanslının bir Isfahanlı şampiyonla karşılaştığı olur veya Hemedanlı bir güreşçi kendini göstermeğe, Moğolistan’a giderdi.” diyor.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde güreşin parlak bir dönemi olmuş ve Türk güreşçileri yurt dışında minderlerde başarılar göstermişlerdir. Bu sporcular, “pehlivan tefrikası” adı verilen popüler bir yazı türünün konusu olmuşlardır, olmaktadırlar...

İsmail Habip Sevük, “Türk Güreşi - Ve Elli Yıl Önce Garp Âlemindeki On Yıllık Türk Kasırgası (1949)adlı kitabında pehlivan tefrikalarına konu olan güreşçi portrelerini, bu tefrikalarda tekrarlanan karşılaşmaları belgelere, tanıklıklara dayanarak daha eli yüzü düzgün biçimde anlatmaya girişmiştir.

Kitapta, genç Kurtdereli’nin Koca Yusuf’la karşılaşması kendi ağzından şöyle anlatılır:

“Gelibolu Mevlevî şeyhinin Çardak’taki düğünü, görülecek şeydi o. Türkiye’nin o zamanki en büyük başpehlivanları oraya gelmişti. Ben Çardak güleşine Katrancı ile tutuşayım diye gittim. Fakat kader karşıma Koca Yusuf’u çıkardı. Katrancı, Adalı Halil’le güleşecekti.

Koca Yusuf gibi kuvvetli bir insan ne geldi, ne gelir. Kaburgaları mandadan da kuvvetliydi. Adamdaki pençeye bakmak benim o kaviler kavisi kispeti parçalayıverdi. Böyle bir heybetle başa çıkmaya imkân yoktu.

Fakat Koca Yusuf yalnız çok kuvvetli değil, çok yiğitti de. Katrancının evvelki yıl yaptığı gibi, beni ezip öldürmeğe kalkmadı. Hattâ Çardak’taki ödülün iki beşibirliğini bana verdi. Pehlivanca birçok ağabey nasihatlarıyla beni himayesine aldı. Nitekim yakın civardaki ikinci büyük güleşe mahsus gelmeyerek meydanı bana bıraktığı için ben de o sayede başa konan tülü deveyi kazandım.”

Kurtdereli 1931 baharında Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Ankara Stadyumu’nda düzenlediği yağlı güreşlere Yüksek Hakem olarak geldiği sırada Atatürk’ün 1000 liralık bir çekle birlikte gönderdiği mektup Türk spor edebiyatının önemli belgelerindendir:

“Seni cihanda ün almış büyük bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını şöyle izah ettiğini de öğrendim:

‘Ben her güreşte, arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm.’

Bu dediğini, yaptıkların kadar beğendim. Onun için bu değerli sözünü Türk sporculuğuna bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın.”

Pehlivan tefrikaları, güreşlerin kendisine özgü “teşrifat”ı ve ağızdan ağıza geçen anlatış geleneğiyle beslenmiştir.

Kemal Tahir’in Kelleci Memet romanında, Çankırı Cezaevinde yapılan bir güreş bu çerçeve içine yerleştirilmiştir.

Mehmet Âkif, Asım’da 1. Dünya Savaşı içinde Kartal’da bir köy düğününün yoksunluğu içinde çelimsiz pehlivanların beceriksiz hareketlerle çıkardığı bir güreşi dönemin toplumsal görünümünü canlandırmak için kullanır.


SAĞLAM KAFA - SAĞLAM VÜCUT


İsveç cimnastiğinin temsilcisi Selim Sırrı Tarcan aracılığıyla bir İsveç marşına Ali Ulvi Elöve’nin yazdığı sözlerden ünlü “Dağ Başını Duman Almış” marşı oluşmuştur. 
1919 Haziran’ında Havza’dan Amasya’ya giderken Atatürk’ün söylediği bilinen bu marş, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın bir simgesi sayılır.

1928’deki bayram gösterilerini izleyen Ahmet Haşim, “İdman Şenliği” başlıklı yazısında, “Stadyumda üç bin genç iradenin bir tek iradeye o şayan-ı hayret inkıyadına şahit olanların gözü, aynı zamanda, müteyakkız bir genç milletin bir ufka irtisam eden ulvi hayalini görerek ümit ile titrediler.” derken Cumhuriyet yönetiminin gençlik ideolojisini dile getirmiş olur.

Halide Edip’in Tatarcık romanında Boğaz’daki Poyraz Köyü korusunda kamp kuran 7 gençle yapıtın genç kız kahramanı Lâle, dönemin sağlıklı ve aydın insan yetiştirme programını simgelerler. Ancak geçen yıllar böyle bir programı silip süpürecektir. Spor yaşamdan ve ortalama insandan alabildiğine kopacaktır. Bu yüzdendir ki edebi yapıtlar sporcunun dünyasına yabancıdır.

Sporcunun güdüleri, kişiliği, yarışma tutkusu, direnci, çevresinin somut koşulları hemen hiçbir metne konu olmaz!..

Sağlıklı yaşam koşusu, aerobik vb. gibi gösteriler, gazetelerin magazin sayfalarını aşamaz!..


ÇOK ŞÜKÜR FUTBOL VAR


Her yaşta, bütün yurt düzeyinde çok sayıda insanın en büyük ilgiyi gösterdiği tek spor futboldur. Gazetelerin en çok okunan yeri spor sayfası, bu sayfanın hemen tek konusu da futboldur. Böyle olduğu halde futbol da edebiyatın gündemine yabancı kalmıştır.

Konuya şöyle böyle birer yanından yaklaşan yapıtlar bir elin parmaklarının sayısını pek aşmamaktadır. Bunlar arasında Aziz Nesin’in Gol Kralı kitabı, futbolcuların özel yaşamını, takımların çekişmelerini, transferleri kimi çizgileriyle taşlamaktadır. Sosyete kızı Kerkenez Sevim’in paravana nişanlısı Sait Sarıoğlu’nu “Gol Kralı” futbolcu yapacak yol boyunca futbol dünyasının kirli çamaşırları ortaya serilir.

Orhan Kemal özyaşamından çizgiler arasında özellikle Baba Evi ve Avare Yıllar kitaplarında futbolcu olmaya heveslenen avare mahalle gençlerinin tutum ve davranışlarını yansıtır.

Haldun Taner, “Fasarya” öyküsünde sıradan bir küçük insanın bir mahalle takımı içindeki yerine dikkat çekerek toplumsal bir eleştiriye geçer:

“Takımın en nankör yerleri yan haflardır. Oyunda en çok çalışan, didinen, helâk olan onlardır. Gerçi santr-haf da onlar kadar yorulur ama ne de olsa santr-haftır, takımının belkemiğidir. Halbuki yan hafları kimse alıp satmaz. Zavallılar, kan ter içinde, bir yandan, karşı taraf içlerini tutacağız, bir yandan forveti besleyip akına yardım edeceğiz diye ileri geri helâk olur dururlar. Takım kazandı mı esamileri okunmaz. Kaybetti mi de, millet onlara çullanır.”

Taner’in “Ases” adlı öyküsünde de “tribün için değil ekip için oynayan”, “futbolu kendinden çok seven” şövalye ruhlu bir futbolcunun saha dışına itilişi anlatılır.

Selim İleri’nin “Cehennem Kraliçesi” romanındaki Rifat da saha dışına itilmiştir. Ancak o, “bir futbolcu eskisi, bir serseri, kadınlarla ve erkeklerle düşüp kalkan bir vücut”tur. Şadiye, “bir hiç” olan bu “sıradan futbolcu”yu “üstün insanlar arasına katmak istemiş ve yanılmış”tır.


SPORCUYA ÖVGÜ


Şampiyonun değeri bir insan oluşu ve bir toplumun üyesi olması dolayısıyladır.

Sirklerdeki hayvanların da, kazandırılan becerilerle türdeşlerini geride bırakabildiği unutulmamalıdır.

Kemal Özer, “Olimpiyat İçin Kara Şarkı” şiirinde, “Afrika’nın kara derili çocuklarını”, çevrelerinin toplumsal ve siyasal koşullarla bütünleşmiş sporcular olarak ele alır, olimpiyatlarda kazandıkları başarıları toplum ve siyaset alanında kazanılacak zaferin bir basamağı olarak değerlendirir:

                            “Daha hızlı, daha yüksek, daha ileri
                              son vermek için hor görmelerine!
                              Hatırlatın, saldıkları vakit güvercinleri,
                              onlar bağışlamadı kendimiz kazandık,
                              özgürlük alnımıza yazılmış değildi!

                              Ağırlığını duysun sizi alkışlayanlar
                              yıllar yılı taşıdığımız zincirin,
                                duyurmak için yarışın bütün dünyaya
                                ürünsüz kalacağını devşirilen sevincin,
                                son kurtuluş şafağı da sökene kadar!”


Bu kesik çizgiler sporu kavrayıp çözümlemeye girişmiş, onu dert edinmiş yazarlarımızın pek de çok olmadığını gösteriyor. Yazarlar ve sporcular ayrı koşullarda yetişmiş, ayrı dünyaların insanları sanki. Belki de spor adamları, kendileri kaleme alacak kendilerini anlatan yapıtları!



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 79 - 1 Eylül 1983
___________________________________________________________



Sinema ve spor:

«Mutlu Birleşme»lere çok az tanık olunan iki alan


Spor ve sinema...

İkisi arasında ortak noktalar var mı?

Türkiye Radyo-Televizyon kurumunun anlı şanlı V’si için öncelikle var kuşkusuz:

Önü-ardı budanmış spor olaylarını, sözgelimi Dünya Atletizm Yarışmaları’nın “TRT usulü” özetini bitirip de ardından yine orası-burası budanmış bir sinema filmini öfke içinde izlerken, sinemanın ve sporun, TRT’miz için tek bir anlamı ve tek bir işlevi olduğunu nasıl farketmezsiniz?

Bu işlev, “saat doldurmak”tır, onların istediği kadar, istediği sürece ve istediği biçimde saat doldurmak. Fazlası değil...

Spor ve sinema ilişkileri üstüne bir yazı yazmak için, aslında belki de ikisinin de iyi bir izleyicisi olmak gerekiyor. Oysa ben hiç değilim, yani bir spor seyircisi değilim. Hayatımda gittiğim maş sayısı iki değil bir elin parmaklarını aşmaz.

Futbol olayı, sözgelimi, bana göre sinemayla kıyaslandığında “western”e benzer, içerdiği gerilim, heyecan, sürükleyicilikle. Ama hep western’dir futbol, başka bir şey değildir, olamaz.

Peki, hangi sinema seyircisi başka türlere atlamaksızın sürekli western izlemeye dayanabilir mi?

Hep aynı dekor, aynı “vahşi Batı”, aynı kişilikler, davranışlar içinde devinen “Dalton Kardeşler”i “Billy the Kid”i, “hızlı-şut” (pardon silah) çeken, silahşörleri sürekli izlemeyi kabullenebilir?


DOĞAYI AŞMA SAVAŞIMI


Ama spor, yalnızca futbolun geriliminden ve çalımından ibaret bir olay değildir kuşkusuz. 

Spor, en geniş anlamıyla, insanın bedeniyle, eğitilmiş, geliştirilmiş, “terbiye edilmiş” bedeniyle yapabileceği en zor, aynı zamanda en güzel, en güçlü olan ve en “estetik” eylemlere erişebilmesi çabası değil midir?

Spor deyince genelde akla gelen sert, vurucu-kırıcı, heyecan yaratmaya yönelik karşılaşmaların, bireysel (boks, güreş) veya ekipsel karşılaşmaların dışında,
spor, bir tenis raketinin topa vuruşunda,
bir basket topunun fileden içeri kaydırılışında,
“röveşata” ile bir golün ağlara takılışında,
bir yüksek atlamanın alabildiğine zarif biçimde gerçekleştirilişinde,
genç ve güçlendirilmiş bedenlerin çeşitli âletler çevresinde dönüp durmalarında,
topun dakikalarca havada kaldığı bir voleybol paslaşmasında
veya bir yüz metrede nerdeyse görünmez olan insan bedenlerinde yaratılan benzersiz güzellik ve zarafet olayı değil midir?

Spor, insanın birey veya ekip olarak bir anlamda doğaya, doğanın kısıtlamalara karşı bir savaşım, onları aşma ve daha öteye gitme savaşımı değil midir?

Sporu böyle aldığımızda, spor konularına ve sporculara eğilmek savında olan birçok filmin de, aslında bir “spor filmi” olmadığını, daha doğrusu “kötü” birer “spor filmi” olduğu anlaşılır. Çünkü sinema/spor ilişkisi her türden ilişki gibi çokyanlı görünümler içerir: İyi-kötü, başarılı-başarısız, mutlu-mutsuz ilişkilerdir bunlar...

Sinema, spora çokluk bir “tür anlayışı” veya bir “ticarî kaygı” çerçevesinde yaklaşmıştır.

“Tür anlayışı” dediğimiz de, genelde spor karşılaşmaları, maçlar, herhangi bir gerilim/heyecan öğesi olarak ele alınmış, sporcu özyaşamları da yine genelde Hollywood’un geliştirdiği özyaşamsal (biyografik) filmlerin kalıpları içinde kalmıştır. 

“Ticari kaygı”, bu tür filmlerde açıktır: Her iki alanın da tüketim nesnesi (aynı film) çevresinde toplayabilmek.

Sinema tarihinde bu türden birçok film vardır.

Jim Corbett,
Joe Louis,
Marcel Cerdan gibi boksörlerin,
Jim Thorpe,
Ben Hogan gibi atletlerin,
Jim Piersall gibi basketçilerin yaşamı,

Errol Flynn,
Burt Lancaster,
James Stewart,
Anthony Perkins gibi oyuncuların oyunlarıyla zaman zaman perdeye aktarılmıştır.

Amerikalılar, sayısız beyzbol filmi yapmışlar, bu popüler oyunlarının heyecanını perdeye taşımışlardır.

“Futbolcu filmleri” yapılmış, bizde de Metin Okay, Şenol/Birol’un yaşamları “Gol Kralı”, “Şenol, Birol, Gol” gibi filmlerde canlandırılmış, “Kavgasız Yaşayalım”da Altay kalecisi Varol, kendi yaşamının 10 yılını oynamıştı. Ancak bu filmler, ne sporun heyecanını perdeye taşımada, ne de başarılı birer sinema yapıtı olmada mesafe alamamış önemsiz yapıtlar olarak kalmıştı.


SPORA DEĞGİN İKİ BAŞYAPIT


Sinema ve spor deyince hemen akla gelen başarılı filmler yok mudur?

Olmaz olur mu?

Zaman zaman usta yönetmenler, bu konudaki klişeleşmeleri aşıp sporu şu veya bu biçimde filmlerine ustaca yerleştirmişlerdir.

Hemen aklıma gelen örnek, Macar sinema ustası Zoltan Fabri’nin unutulmaz filmi “Cehennemde 2 Devre”dir. Bizde de TV’de gösterilen bu önemli film, savaş sonrasında bir Alman toplama kampında, kamp yöneticileriyle tutsaklar arasındaki bir futbol maçının, tutukluların kaçması için bir fırsat yaratmasında kullanılmasını ustaca anlatıyordu. Filme önemli olan, gerek sinemanın gerekse futbolun çok iyi kullanılmış, ikisinin de kendi özkurallarına uyulmuş olmasıydı. Film bir toplama kampındaki gündelik yaşamı, ezen/ezilen ilişkilerini gerçekçilikle çizer ve sinemaya özgü gerilimi perdede çok iyi kurarken, bir futbol karşılaşmasının kendine özgü heyecanını da hiç ihmal etmeksizin gerçekleştirebiliyordu.

Bu başyapıtın geçen yıllarda emektar John Huston tarafından yapılan yeniden çevirimi ise, Sylvester Stallone ve futbolcu Pele’nin varlığına karşın, ilkinin düzeyine yükselemeyen önemsiz bir film olarak kalıyordu.

Ve yine unutmadığım bir film sekansı Alfred Hitchcock’un Trendeki Yabancılar”ındaki ünlü tenis bölümü. Bu bölümde, tenisçi Farley Granger, oyununu sürdürürken uzakta bir yerde kendisinin bildiği ve müdahale etmesi gereken bir cinayet olduğundan bilgilidir. Ne var ki maçı soğukkanlılıkla sürdürüp bitirmesi de gereklidir. Çok iyi filme alınmış bir tenis maçına yüklenen ve tipik Hitchcock olan bu çifte gerilimin tadını anlatmaya bilmem gerek var mı?


TOPLUMSAL ELEŞTİRİ FİLMLERİ


Ama bunlar, yine de sporu ve spor karşılaşmasını sinemanın kendi yapısı içinde eriten ve konuya ek bir gerilim (biraz da yapay olan bir gerilim) eklemeye çalışan çabalardır ne de olsa. Oysa spor/sinema ilişkisinin daha çekici görünümleri de olmuştur. Bir kez, spor olayına, olayın yapısına çözümleyici biçimde yaklaşan “gerçekçi” tavırlı filmleri düşünüyorum.

Sözgelimi Lindsay Anderson’un “Sporcunun Hayatı”, bir maden işçisinin ünlü bir rugby oyuncusu olmasını anlatırken, rugby heyecanını vermeyi değil, çağdaş toplumda sporcuyu bir tüketim nesnesi haline dönüştüren ve ondan beklediği yararı sağlayınca “limon gibi sıkıp atan” bir mekanizmayı eleştiriyordu.

Boks olayına da bu tür yaklaşan filmler olmuştur:

Robert Wise’ın “Demir Yumruk - The Set Up”ı,
Mark Robson’un “Şöhretin Sonu - The Harder They Fall”u,
Ralph Nelson’un “Boksöre Ağıt - Requiem For a Heavy Weight”i,
Robert Wise’ın Rocky Graziano’nun yaşamını canlandıran “Yukarıda Biri”si,
John Huston’un “Boksörün Dünyası - Fat City”si
(bu filmlerin son dördü bizde de TV’de gösterildi) vs.

“Şampiyon” gibi filmlerde romantik / yarı gerçekçi biçimde ele alınan boks dünyası, sözkonusu filmlerde tüm çirkefi ve pisliğiyle sergilenmekteydi.


“GERÇEK SPOR FİLMLERİ” DEYİNCE...


Sporun çevresini, kapitalist bir düzende saran çıkar ağlarını ve kirli mekanizmaları sergileyen bu tür filmlerin yanı sıra, bir de “gerçek spor filmleri” vardır. Sayıları az olmakla birlikte, bu tür filmler, her türlü toplumsal uzantısının ötesinde tek başına spor olayını, çevresindeki insan malzemesiyle birlikte en uygun sinemasal dille perdede vermeyi denemişlerdir.

Bu tür filmlerin en ünlü örneği, Alman kadın yönetmeni Leni Riefenstahl’ın 1936 Berlin Olimpiyatları’nı perdeye aktardığı ünlü “Berlin Oyunları veya İradenin Zaferi” adlı belgeselidir. Film, dünya politik tarihinde de özel nedenlerle önemli bir yer tutan bu olimpiyatları, insan gücüne, özellikle geniş biçimde katılan Alman sporcu ve takımlarının olağanüstü biçimde saptanmasıyla, Cermen ırkına ve gençliğine bir övgü düzeyinde ele alan, yükselen Nazizm’e yeni ve etkili bir propaganda aracı sağlayan, “Hitler’in emrinde” sağlıklı ve güçlü Alman gençlerini yücelten bir siyasal araç biçiminde gerçekleştirilmiş veya böyle bir araca dönüştürülmüştü. Nazi sinemasının 3 küsür saatlik ve 2 bölümlük bu tipik örneği, yine de, gerek belgesel sinemanın gerekse spora adanmış filmlerin en ilginç ve ünlülerinden biri olarak kalır.

Yakın yılların olimpik oyunları da zaman zaman ünlü yönetmenlerin de katıldığı görkemli ve gerçekten etkileyici filmlere dönüşmüştür.

Tokyo Olimpiyatları, aralarında Forman, Resnais, İchikawa gibi isimlerin de bulunduğu 6 ayrı sinemacı tarafından filme alınmış, sonraki oyunlarda da tanınmış bazı yönetmenler bu tür ilginç filmler imzalamışlardı.

1966 Dünya Şampiyonası’nı, Paris’te yaşayan Türk sanatçısı Abidin Dino, gerçekten ilginç bir film haline getirmiş, futbol olayının güzelliğiyle birlikte, yaşanan insancıl olayı, bir golün arkasındakileri, futbolcusuyla, hakemiyle, seyircisiyle perdeye taşımayı başarmıştı.

Bu tür filmler, bir spor olayını sinemanın kendi kurallarının da işlediği, kendi dilinin de kurulup kendi sözünü söylediği birer yapıt haline getirdikleri için başarılı olmuşlardır. Ama ne yazık ki bu tür “mutlu birleşmelerin çok fazla olduğunu söylemek de mümkün değil.

TRT’nin beceriksiz, budanmış nakilleri dolayısıyla spor ve sinema ilişkileri, ülkemizde de gündeme geldi, her önemli ulusal veya uluslararası spor olayının naklinde yine gelecek. Bu alanda iyi ve usta işi örnekleri görmeye gereksinmemiz var. Bunu derken, yalnızca batılının bizden çok daha iyi gerçekleştirdiği “maç nakilleri”ni söylemek istemiyorum. Bu sinema olayının dışına taşan bir habercilik, bir TV belgeselciliği sorunudur. Ama spor olayından yola çıkarak ilginç bir sinemasal malzemeye ulaşmış filmlerin, zaman zaman bizde de hem TV, hem sinema ekranlarında yer almasını bekleyelim. Bu iki alanın seyircisini kaynaştırmak suretiyle, bu tavır, her iki alana da büyük yararlar getirecektir.



Atillâ Dorsay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 79 - 1 Eylül 1983
__________________________________________________________



Sporun plastik sanatlara yansıyan görüntüsü, eski bir geleneğin ürünüdür


Sporun geniş kitleleri peşinden sürükleyen ve bir tür cezbe yaratan popüler görüntüsüyle, sınırlı bir aydın çevresinin beğenilerine seslenen sanat arasında, ilk bakışta fazla bir ilişki bulunmadığı düşünülebilir. Oysa sporun, salt beden geliştirmeye yönelik programlar toplamı olmadığı, bedenin yanı sıra kafa cimnastiğini de gerektirdiği düşünülürse, böyle bir etkinliğe büyük ölçüde ihtiyaç gösteren sanat, spora aykırı bir dal olarak görülmeyecektir. 

Ancak sanattaki yaratıcı duyarlığa benzer bir olgu sporda söz konusu değildir kuşkusuz.

Sporun herhangi bir dalında başarı gösteren bir atletin, belki sanatçı gibi doğuştan getirdiği birtakım “haslet”ler vardır ama, bunları terazinin aynı kefesine koymak yanlış olur.

Sanat tarihinde, aynı zamanda atlet ya da sporcu olan ünlü bir isim yok.
Büyük spor yıldızları arasında da sanata imzasını koymuş birine rastlanmıyor.

Sporcu imgesiyle sanatçı imgesini yan yana koyduğumuzda, birincinin bedensel özellikleri, genellikle ikinciye ters düşer. Özellikle modern zamanlarda bohem yaşamayı, yaratıcılığın ilkesi haline getirmiş sanatçılar, fizik yönden çok sağlıklı bir yapı yansıtmazlar. Kuşkusuz bu genellemenin dışında kalanlar yok değildir. Öte yandan, sanat yapıtı üretmenin genç ve diri tutan, güçlükler karşısından direnç sağlayan o gizli katkısını da unutmamalıyız. Bu da belki sanatçının, sporcu karşısında küçümsenmeyecek bir avantajı sayılabilir. Elbet bu da genel geçer bir kural olarak düşünülmemelidir.

Sanatta doğanın yanı sıra, insan bedenine ve onun ideal ölçütlerine duyulan ilginin, erken dönemlerde başlamış olduğu anımsanırsa, sanatla sporun ilişkisi de kendiliğinden ortaya çıkar.

Klasik dönem Yunan heykel sanatçıları, İ.Ö. 5. yüzyılda insan bedeni için, en yetkin proporsiyonları elde etmişlerdi. Onlara bu konuda esin kaynağı olan model, olimpiyat oyunlarında başarı gösteren sporcuların vücut ölçülerinden kaynaklanmaktaydı. Sanatta temel form insandı. Vücudun çeşitli bölümleri arasında kurulan oran, heykel sanatçılarını olması gerekene yöneltiyordu.

Avrupa rönesansının, plastik sanatlarda ulaştığı aşamada, bu arayış döneminin, temel kavramların oluşması açısından büyük katkısı olacaktı. İnsan bedeninin sporla biçimlenen ideal görüntüsü, Barok çağa gelinceye kadar incelik görüntülerini elden kaçırmamıştır. Barok’u izleyen dönemde bu incelikler bir kez daha yüceltilmiş, böylece geleneğin bir kuralı yeniden işlerlik kazanmıştır.

Gerçi Olympia’da Zeus adına düzenlenen oyunlar, modern çağda yeniden canlandırılacaktır ama, geleneğin kırılmış olması, sanattaki ideal ölçüleri de bir hayli bozup değiştirmiştir. Artık olimpiyat oyunlarının, başı defne dallarıyla süslü atleti değil, bu oyunlara anlam kazandıran etkinliğin simgesel biçimleri sanata kaynak oluşturacaktır. Bu bakımdan konuyu bir de resme ve heykele esin kaynağı olan, resim ya da heykelin tematik içeriğini oluşturan spor türleri açısından ele almak gerekecektir. Bu yaklaşımın örnekleri ise, yalnız Batı sanatında değil, Doğu sanatında da zengin bir geleneği oluşturacak kadar köklü ve etkileyicidir.

İran minyatürlerinde av sahneleri, gerçek aşka uzanan bir yolun başlangıcı gibi görünür. “Şahname” minyatürleri bunun en seçkin örnekleridir.

Osmanlı minyatüründeki “Sûrname” geleneği ise, büyük şenliklerin ortasında cambaz ve perendebaz gibi hüner sahibi insanların gösterilerini, bir nakkaş duyarlığı içinde işlemekten geri kalmamıştır. Levni’nin 18. yüzyılda yaptığı Sûrname minyatürlerinde, Haliç’te gösteri yapan tel cambazları, şenliğin temel motiflerinden birini oluşturur.


AT YARIŞLARI VE SİRKLER


Batı resminin “Belle Epoque”u, izlenimci ressamların tuallerinde, o dönemin ayrıcalıklı sporu olarak at yarışlarını seçmiştir.

Degas’ın tribünler önünde koşuyu bekleyen jokeyleri, güvenli hareketlerle atlarına hakim olmaya çalışırlar. Bir bakıma bu hareketlerin izlenimci paletle karışan görüntüleri, aynı ressamın balerinlerini akla getirir. İncelik yönünden ikisi arasında fazla bir fark yoktur. 

Monet de Paris’te, Longchamp’da Dük Morny tarafından düzenlenen yarışlara ve bu yarışları, çağın kaçınılmaz bir gereği gibi izleyen kentsoyluların oluşturduğu kalabalıklara hayrandı.

1860’larda III. Napolyon döneminin gözde sporu at yarışları kadar, Normandiya plajında yüzenler ve kriket partisine katılanlar da, Manet’nin uzak durmadığı konular arasındaydı. Tramplenden atlayan yüzücüler, genellikle izlenimci ressamlara çekici görünmüştür.

Alman ressamı Max Liebermann’da da Degas’nın ya da Manet’nin atlılarını görüyoruz. Ancak onda kadınlı erkekli atlı gruplar, aristokrat bir beğeninin tatmini için sahilde dolaşmakla yetinirler.

Sirkler ve eğlence yerleri de izlenimci ressamların ilgisini çekmiştir. Fernando sirki, onların uğrak yeridir.

Alman ressam E. L. Kirchner’in, 1910’lu yıllara rastlayan yapıtları arasında sirk sahneleri, ön sıralarda yer alır.

At üzerinde gösteri yapan çıplak kadınlar, Kirchner’in anlatımcı üslubuyla doğal bir uyum sağlamıştır.


NAİF RESSAMLAR


Sirklerin ve at yarışlarının monden görünüşünden biraz uzaklaşabilmek için naif ressamlara yönelmek gerekecektir.

Genellikle ikinci sınıf işlerde uzun yıllar karın doyurduktan sonra, ilerlemiş yaşlarında resme başlamış olan bu “otodidakt” sanatçılar, konularını spordan almak istediklerinde halk panayırlarını sirklere üstün tutarlar.

Fransız naiflerinden Camille Bombois gibi, yaşamının bir döneminde güreşe merak sarmış, hatta bu dalda şampiyonluk bile elde etmiş olan birinin, resmine panayır göstericilerini sokması elbet doğaldır.


AMERİKAN RESMİNDE SPOR


Çağdaş Amerikan resminin 1750’lerden günümüze uzanan kısa geleneği içinde, spor konulu tabloların oldukça önemli sayılabilecek bir yeri bulunduğu söylenebilir.

Sanat eğitimini, Türk ressamlarının bir bölümü gibi, Fransız Gérome’un yanında geliştirmiş olan Thomas Eakins ile Winslow Homer’e bu bakımdan öncelik vermek gerekir. 19. yüzyılın bu iki ressamı, özel yaşamlarında da spora düşkündüler.

Eakins, boksa merak sarmış ve ringlerde resimlerinin ilk eskizlerini çizmişti. 1899 tarihini taşıyan “İki Raund Arasında” adlı tablosu ünlüdür. Yaşamının hemen tümünü geçirdiği Philadelphia’nın kent müzesinde, spora ilişkin tabloları dikkati çekecek bir düzeyi buluyor. Sandalda eli tüfekli avcılar, bu tür resimler arasında sayılabilir. Açık hava sporları Eakins’e konu oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda dinlenmesine yarardı. Arkadaşlarının çoğu da sporcuydu. Ormanları, nehirleri, bataklıkları karış karış bilir, doğayı bütün çıplaklığıyla incelemekten büyük zevk alırdı.

Bostonlu olan Homer, erken yaşta bir dergiye illüstrasyonlar çizmekle işe başlamıştı. Yağlıboya resme ancak 40 yaşından sonra girebildi. New York’u bırakarak Kanada, Florida ve Batı Hint Adaları’na kamp kurup balık avlamak için geziler düzenleyen bu ressam, deniz kıyılarını ve Kuzey ormanlarında pusuda bekleyen avcıların resimlerini yapmayı seviyordu. Ününü de daha çok bu alanda yaptı. “Kriket Oyunu” bilinen resimlerinden biridir.

Günümü Amerikan ressamlarının spor konularına yönelişteki tutkuları, yukarıda değindiğimiz öncülerinkinden hiç de geri kalmaz. Olimpiyat oyunları, onların bu dalda çalışmalarını sağlayan temel etkinliklerin başında gelir.

Birkaç isim vermek gerekirse,
boks konulu resimleriyle Le Roy Neiman,
otomobil yarışlarıyla Peter Helck,
avcılıkla Tom Allen,
yelken yarışlarıyla Carl Evens,
rugby karşılaşmalarıyla Paul Calle’den söz edilebilir.

Bu kuşağın, bugün özellikle Polonya’da geçerli olan grafik ve afiş etkinliğiyle resim olayını birleştirerek, günümüze özgü bir iletişim dünyası kurdukları muhakkak. Polonya’nın çağdaş grafiğinde de spora ilişkin örnekler bir hayli yer tutuyor. 1980 Moskova Olimpiyatları için Polonyalı afişçiler, özgün tanıtıcı afiş kampanyası başlatmışlardı.

Bizden Mengü Ertel’in, aynı olimpiyat oyunları nedeniyle düzenlenen afiş yarışmasında üçüncülük ödülü almış olduğunu bu arada anımsamak gerekir.


OLİMPİYATLAR


Bilindiği gibi olimpiyat oyunlarını, bugünkü sanat ve kültür konularıyla kaynaşık biçimde ve çağdaş bir gözle gündeme getiren Pierre de Coubertin’in amacı, sporu yaygınlaştırmak ve bir geleneği yeniden diriltmekti. 1890’larda bu amacın gerçekleşmesi, dünya kamuoyunda kuşkusuz çok geniş bir ilgi alanı da yaratmış oluyordu. Bugün sanatla spor ilişkileri yayın dünyasını da büyük ölçüde içeren çok boyutlu bir ilişkiler yumağı oluşturabiliyorsa, bunda, söz konusu Fransız eğitimcisinin bir başlatıcı olarak önemli bir payı var kuşkusuz.

Nitekim 1972 Münih Olimpiyatları için, ünlü sanatçılara sipariş edilen ve olimpiyatların anlamını yansıtmayı amaçlayan tablolar, yayıncı Bruckmann’ın da aracılığıyla geniş kitlelere ve spor meraklılarına ulaştırılmıştı.

Münih Olimpiyatları’nı, kendi sanat anlayışlarına göre yorumlayan sanatçılar arasında
Fritz Winter,
Hans Hartung,
Pierre Soulages,
Horst Antes,
David Hockney gibi isimlerin bulunması, spor-sanat ilişkilerine elbet yeni bir boyut katmış, o zamana kadar birbirinden kopuk kişisel yaklaşımların ilgi alanı içine girmiş olan spor, böylece sanatçının çağdaş bir gözle yeniden açıldığı görsel bir iletişim konusuna dönüşmüştü.

Şimdi de önümüzdeki 1984 Los Angeles Olimpiyatları için
Lichtenstein,
Rauschenberg,
Sam Francis gibi günümüz sanatının ünlüleri, aynı amaçla kolları sıvamış bulunuyorlar.

Çağdaş heykel, resim sanatına göre sporla daha seyrek bir ilişki içindedir. Maillol’un kanlı canlı figürleri, klasik terbiyeyle beslenmiş olan bir geleneği düşündürdüğü için, bu konuda yeni bir canlanmanın tanığı olarak alınabilir. Nazi Almanyası’nda bu gelenek, bir propaganda kuruluğuyla amacından saptırılmış, atletik görünüşlü heykeller, içi boş bir kalıp olmaktan öteye geçememişti.

Oysa Fransız Bourdelle, geçen yüzyılın sonlarında, yay çeken Herakles heykeliyle, geleneğin çağdaşlığa açılan kalıcı örneklerinden birini vermişti. Olimpiyat oyunlarının, efsaneye göre kurucusu Herakles, bu heykelde geçmiş çağlarla modern çağı birleştiren bir simge anlamı kazanmıştır.


ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİNDE SANAT-SPOR İLİŞKİSİ


Çağdaş türk resminde ise spora ilişkin temaların, fazla yaygın ve sürekli olduğu söylenemez. Bunu, yalnız Batılı anlamdaki görsel geleneğin kısalığına bağlamak kuşkusuz yanlış olur.

Çağdaş resmimizde sanat-spor ilişkisi söz konusu olduğunda, Tanzimat döneminin ikinci padişahı Abdülaziz akla geliyor. Türkiye’de batılı sanat geleneğinin kurulmasında önemli katkıları bulunan bu padişahın kişiliğinde, sanatsal yetenekle sporcu yaradılış birleşmişti. İyi desen çizmenin yanı sıra, sporun birçok dalıyla ilgilenir, özellikle güreş izlemekten ve kendisi de bu sporu uygulamaktan hoşlanırdı.

İzlenimci ressamlardan Namık İsmail’in deniz sporlarına ilgi duyduğu bilinir.

Hamit Görele de gençlik yıllarında atletizme merak sarmıştı.

Resme yansıyan görüntüsüyle, spor türleri arasında balıkçılığın görsel bir esin kaynağı olarak, ressamlarımızın bir bölümünü etkilemiş olduğu görülebiliyor.

Örneğin Halil Dikmen’in ağ çeken balıkçıları, daha sonraki kuşaktan Mustafa Esirkuş’un aynı konulu resimlerine bağlanabilir.

Cevat Dereli’den Kayıhan Keskinok’a uzanan bir çizgi üzerinde de benzer konular bulmak mümkün,

Refik Epikman’ın avlanmış yaban ördeklerinin birkaçını birarada gösteren tablosu ise avcılığı akla getiriyor. Ne var ki, bunu izleyen başka örnekleri, aynı ressamda göremiyoruz.

Daha genç kuşaktan Sübütay Özer’in, bisiklet yarışlarını bir dizi çalışma halinde işleyen resimleriyle, Orhan Taylan’ın kimi çalışmalarında da spora yakınlaşmanın izlerini bulmak zor değildir.



Kaya Özsezgin | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 79 - 1 Eylül 1983