Cemal Süreya

"Şiirim tamamlanmamış bir şiirdir.
Sanırım hiçbir zaman da tamamlanmayacak.
Çünkü tamamlanamaz nitelikte
bir şiirdir o"


Cemal Süreya, Cemal Süreya olmadan önce Cemalettin Saber'di.

Cemalettin Saber, Süreyya adını bir dağbaşında buldu. Bilecik'teydi. Orta ikideydi.

Bilecik'te Karayollarının yol yapımı çalışmalarında çadır bekçiliği yapıyordu. Dağın il merkezine çok uzak bir yerinde... Sabah erkenden işçiler kamyonlarla çıkıp giderler, o, akşam dönüşlerine kadar çadırları beklerdi.

Üç ay boyu, yani koskoca bir yaz tatili boyu kızgın güneşin altında ya da çadırların boğucu gölgesi içinde düş kurdu: O, yazar olacaktı.

Yazar olacağı için adını değiştirdi. Cemalettin Saber, Cemal Süreyya Seber oldu.

Neden Süreyya? Orası belli değil işte. Öyle istedi, öyle oldu!

Şu yukarıdaki "neden" sorusunun yanıtını bilmiyoruz ama, sanatçı duyarlılığında o yapayalnız geçen üç ayın da bir olduğunu biliyoruz.

Kendi kendine konuşmayı da o yalnızlık günlerinde öğrenmiş. "En çok yılandan korkardım" diyor.

Yaz bitmiş, o üç aylığıyla bir elbise yaptırmıştı.

Şu isim konusunu bitirmeden önce bir açıklama daha:

"Süreyya, 1956'da tek harf atılarak Süreya oldu."


Cemalettin Seber, Cemal Süreya olmadan önce, 1931'de doğduğu Erzincan'da ancak altı yaşına dek "çocuk"luğu tadabildi. O günlerden geriye anılarında "büyük bir bahçenin içinde büyük bir ev kaldı. Hepsi bu kadar." (Baba, ticaretle uğraşıyor, anne evde. Varlıklı, ataerkil, feodal aile düzeni.)

Hepsi bu kadar olamaz.

"Bir de annemin gözlük taktığını anımsıyorum."

Şimdi çocukluk yıllarında, çocukluk gizlerinde, çocukluk yalnızlıklarında daha çok ilerlemeden hemen şunu belirtmeliyim: Cemal Süreya, kendisiyle röportaj yapma sırası gelince her zamankinden daha utangaç, daha çekingen davranıyor, kaçacak, saklanacak delik arıyor. Bir yandan "perfectionism" (mükemmellik) tutkusu, öte yandan "ama bunlar daha önce yazılmıştır" endişesi, bu utangaçlıkla birleşince iş iyice güçleşiyor. Evet, çocukluğunu beş yıl önce yazmıştım. Ama bu, yeni okurlarımızı, Cemal Süreya'nın çocukluğundan yoksun bırakmak anlamına gelmemeli. (Bunları dedimse de onu ikna edemedim. Bu nedenle çocukluk yıllarını, beş yıl önce yaptığım bir röportajdan alıntılarla tanıyacağız.)

Bir gün Erzincan'dan kalkan trenin yük vagonunda buldu kendini Cemal Süreya. Anası, babası ve iki küçük kızkardeşiyle, Bilecik'e giden yollar uzadıkça, çocukluğu da uzaklarda kaldı, ailenin düzeni de, mutluluğu da... "Sanki yüzyıllık bir yolculuğa çıkmış" gibiydi.

1938'de Dersim İsyanı sonrasıydı. Aile Erzincan'dan göçüp, Bilecik'te oturmaya mecbur edildi.

"Bilecik'e geldik, altı ay sonra annem öldü. Dördüncü çocuğunu doğururken. Ağlamadım, sızlamadım, acısı içime oturdu."

Çocuklara babaanne baktı. Cemal Süreya, Beyoğlu 37. İlkokula gitmek üzere İstanbul'a amcalarının yanına yollandı.

"Birden yoksullaştık. Babam şoförlük yapıyordu. Bu arada belirteyim, Türkiye'de en genç yaşta Sarsanyan Han'a düşen yazar benim. 9-10 yaşlarındaydım. Babam İstanbul'a gelmişti. Oysa Bilecik'ten ayrılması yasaktı. Bir gece yakalandı. Önce karakola sonra geri Bilecik'e yollandık."

"Altı yıl evlenmeyen babam, sonunda evlenmek zorunda kaldı. Babaanne, bize bakamaz olmuştu. İstanbul'a yazıp, bir kız istedi. Cevapta Refika Hanım önerildi. Babam "O kız çok şişman çamaşır yıkayamaz. Esma'nım olsa' dedi.  -Anlaşılan gözü ondaydı-.  Amcalardan yanıt geldi 'O size uygun değildir' diye. Yine de bir gün yenge Esma'yı getirdi. Esma ilk gün çamaşır yıkadı, ikinci gün babamla kavga etti, üçüncü gün eve yerleşti. Ben babam evlensin isterdim hep. Evde bir kadın dolansın, anne diyelim. Ama bütün bunları babaya söyleyemezdim. Babama hiçbir şey söyleyemezdim, beş kuruş para isteyemezdim... Esma çok kötü çıktı... Kardeşlerime işkenceli bir çocukluk yaşattı. Örneğin saçlarından tutup kuyuya sarkıtırdı. Bu yüzden kardeşlerimin saçları gür değildir."

"Ben mi? Ben, evden kaçmak için, gizlice parasız yatılı sınavına girdim. Bilecik Ortaokulu için. Gizlice, çünkü babam yoksuldu ama belli etmek istemezdi."

Evet, parasız yatılı sınavına babasından gizli girdi. Çünkü babası, bütün yoksulluğuna karşın ve onu eve getirememesine karşın, eski feodal düşü içinde izin vermiyordu onun "fakir çocuklar imtihanına" girmesine. Ne derlerdi sonra...

"Ben oradan, o evden kaçtım ama, kardeşlerimin derdi hep içimdeydi. Bir gün  -lisede, Haydarpaşa'daydım-  Bilecik'e kardeşlerimi görmeye gittim. Gece vardım. Eve gitmeye çekindim. Cebimde bir lira vardı. Bir barda kaldım. Yorganın üzerine kar yağıyordu. Sabahı bekledim... Sabah, eve vardığımda kardeşlerim pencerenin parmaklıklarına tutunmuş içeride ağlıyorlardı, ben dışarda. Ve beni içeri alamıyorlardı. Çünkü onlara eve kimseyi sokmayacaksınız, ağabeyinizi bile denmişti. Öyle bir baskı vardı üzerlerinde. Hayır eve giremezdim geri döndüm."


● Acıları hep içimde yaşadım...


"Esma deliydi. Bir fırıncıyla kavga edip adama vurunca, adam yerinden kalkamayınca öldü sandı ve Bilecik'ten kaçtı. Esma kaçınca, babam Refika'nımı aldı. O iyi çıktı. Kardeşlerim onu, anne bildiler."

Cemal Süreya'dan bunları dinlerken, zaman zaman isyan ediyorum. Peki siz, siz hiç mi isyan etmediniz diye sorduğumda, aldığım yanıt hiç değişmiyor:

"Acıları hep içimde taşıdım."

Çocukluk ve ilk gençlikteki bu amansız fırtınaları dindirecek, dengeleyecek bir şeyler olmalıydı bir yerlerde.

Vardı: Okul yaşamı.

İstanbul'da amca evinde, amcadan çok şey öğrenmişti. Okulda o hızla devam etti. Ve çok okudu. Eline ne geçerse okudu. Evdeki Alevi çevreden en çok din kitapları vardı. O da en çok din kitapları okudu. Hazreti Ali üzerine kitaplar çoktu, en çok onları okudu. Yeniden, yeniden okudu, aynı şeyleri bin kez okudu.

Şimdi, şöyle özetliyor okul yıllarını:

"Orta, lise, parasız yatılı, üniversiteyi burslu okudum. Yani tüm öğrenciliğimi. Parasız yatılılığı bir ayrıcalık ve mutluluk nedeni olarak gördüm hep."

Söylemedim değil mi: Bilecik Ortaokulu'nun yatakhanesine ilk girdiği gece sevinçten, mutluluktan uyuyamamış. (Oysa herkes ağlar!) Nasıl sevinmesin ki, üvey anneden kurtulmuştu!

Nasıl mutlu olmasın ki artık "şiir" yazıyor, öğretmenleri onu "şair" diye gösteriyorlardı. Oysa ona göre, henüz şiiri bilmiyordu.

Şiiri bilmiyordu ama yazıyordu:

İşte ilk şiir defteri: Adı: "Kızıl Mısralar". Kızıl, çünkü kırmızı mürekkeple yazılmıştı. Kırmızı mürekkeple, çünkü sevdiği kızın saçları kızıldı. İlk dizeler şöyleydi:

"Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu
Masmavi defterime kızıl satırlar doldu."

Defter elden ele dolaşıyordu ki, büyük sınıftakilerin biri, "Sen ne yaptın! Sana komünist derler" diye uyarınca Cemal Süreya "Kızıl Mısralar"ı derhal "Yeşil Mısralar" yaptı.

"Seni sevdiğim anda her şeyim yeşil oldu
Masmavi defterime yeşil satırlar doldu."

Defteri yeniden yazmak gerekti. Elbet bu kez yeşil mürekkeple...

Lise yıllarında aruzla şiir yazdı. Aruzu iyi biliyordu. Kendi kendine eski yazıyı öğrenmişti, eski metinleri okuyabilmek için.

"Yeni şiir duyarlılığının dışındayım. Lise sonda Orhan Veli'yi, yeni şiiri tanımaya başlayacaktım."

Bilecik Ortaokulu'nu 1947'de, Haydarpaşa Lisesi'ni 1950'de bitirdi. Sonra Ankara Siyasal Bilgiler...

"En güzel zamanımdı. Özgürlük. Bir tuhaflık. Sanat çevresinde yoğrulurduk."


● Şiir... hep şiir...


Şiir günleri, şair dostlar, şiir tartışmaları, ceplerden eksik olmayan şiir kitapları, arkadaşlara okunan şiirler, şiir değiş tokuşu... Artık şiir, soluk alıp vermenin bir parçasıdır. Bu arada yine "kendi kendine" Fransızca öğrenmiştir, şiirler de çeviriyordur.

O yıllardan geriye en unutamadığı anı, o sabah yürüyüşleridir: Cebeci'den çıkılır, Sıhhiye'ye, oradan Ulus'a, sonra Samanpazarı'ndan çember çizip tekrar Cebeci'ye dönülür. Ve bu yürüyüş sırasında hep şiir okunur ya da yüksek sesle yine "kendi kendine" konuşulur. "Önceleri delilik sanmıştım. Meğer değilmiş" diyor.

Ve hep şiir düşünmekten, şiir yaşamaktan, kız arkadaşlara vakit ayıramadı. Dans etmeyi bile öğrenemedi. Kızlar hep hayallerindeydi, onları da çok düşünüyordu, ama düşünmekten ve düşlemekten onlara bir türlü vakit ayıramıyordu... O yalnızca yazmaya vakit ayırabilirdi. Nitekim öyle oldu, hani o "kızıl mısralar"ın kahramanı, kızıl saçlıya yazmayı ihmal etmedi... Altı yıl mektuplaştıktan sonra (kızıl, siyah ya da sarı saçlı hangi can dayanır altı yıl boyunca, hele bir şairden gelen mektuplara!) evlendiler. Siyasal'ın son sınıfındaydı.

Evlilik deyince, orada biraz duralım.

Üç kez mi desem, beş kez mi... Son konuşmamızda beşti, galiba şimdi altıncı evliliğinde... Ona sorarsanız, "Birkaç iki kez evlendi. Herkes yetmiş kez sandı!"

Neyse yedi ya da yetmiş, çok değil mi?

Evet, çokmuş... Kabul ediyor. Ama bir "özürü" var. Evliliklerinin tümü aşktan, tümü aşk evliliği... Ayrılmaları ise yine kendi deyişiyle hep "şanssızlıktan". (Şansla evliliğin ne ilgisi var diye sormadım elbet!)

Eh, bunca deneyimden sonra Cemal Süreya'nın elbet evlilik konusunda söyleyecekleri olmalıydı:

"Evlenme çok güzel şey. Ama evlilik süreci, özellikle kasabalarda ve kentlerde bunalım içinde. Dünyada bir sürü değişiklik oldu. Gelenekler, bazı ülkelerde üretim biçimleri değişti. Çin deneyi var. Sosyalist ülkeler kuruldu. Kapitalizmin ilerlediği yerler, yoksulluk var. Afrika var. Değişmeyen tek şey evliliğin kuralları. Dünyalıların ortak tek ahlakı bu kurallarda. Ama bütün öbür değişmeler karşısında ve içinde evlilik bağlantıları yozlaştı. Özellikle büyük kentlerde bunalıma uğradı. Dişi aslanla erkek aslanın birbirine yalan söyleyebileceğini aklım almıyor. Ama biliyorum ki adam karısına, o da ona bir sürü yalan söylemekte. En küçük, en zararsız noktada bile. İki kişi önce dostturlar, sevgilidirler, sonra evlenmeye karar verirler ve evlenirler ama evlenme anından itibaren, erkek toplumdaki ortalama kocanın (bin yıllık) kadın da toplumdaki ortalama karının (bin yıllık) davranışlarını ediniverir. Oysa biz başka insanlardık. Oysa başta nasıl temiz duygularımız vardı. Ben bununla birleşmedim ki!.. O benimle birleşir miydi?

Köylerde biraz durum başka. Bundan birkaç yıl önce oğlumla birlikte Doğu Anadolu'da annemin yakınlarının yaşadığı bir köye gitmiştik. Kahvede yaşlı bir adamla konuşuyorduk. Adam çocuğa annesini sordu, ben lafa karışıp ayrıldığımızı söyledim. Çok şaşırdı. Nedenini sordu. 'Anlaşamadık' dedim. Karşılığını hiç unutmam:

'İnsan nasıl anlaşamaz?'

Elbet, bunu yalnız kendi adına söylüyordu. Ama belki karısı da öyle diyecekti."

(Çok ender de olsa, hazır oğlundan söz etmişken, burada bir parantez açmadan edemedim: "Mustafa Kemal'lerin, en uzun donlusu ve Muhammed'lerin en yoksulu" diye tanımladığı oğlu sonradan öğrenimini "Bu bilgilere gereksinim yok" diyerek bıraktı, şeriatçı oldu.)



● Aşk, meşru bir şey olamaz...


Cemal Süreya, evliliğin aşkı kesinlikle yok ettiği kanısında.

"Aşk, meşru bir şey olamaz. O da şiir gibi, meşrulaşınca ölür. Aşk da, şiir de uzlaşıcı olunca ölür. Genel olarak sanat böyledir..."

Sırası gelmişken (ya da gelmemişken) aşkta poligami olabilir mi? (Şiirlerinin esintisiyle geldi bu soru.)

Yanıtı şöyle veriyor:

"Hayır. Gerçek aşk monogamdır. Kişi aynı anda bir kişiyi sevebilir ve ona bağlıdır."

Bu yanıtla doğrudan bağlantılı olmayan ve Cemal Süreya'nın şiirini tanıyan herkesin çok iyi bildiği bir saptama: Cemal Süreya'nın şiiri erotiktir. Erotizmin tanımını yapmasını ve şiirindeki yerini belirtmesini istiyorum ondan.

"Toplumumuzda cinsellik başka toplumlara göre daha ağır ve dev boyutlu koşullar içinde. Çok büyük bir sorun cinsellik. Şiirimin belirişinde onun için bir seçme işlemi yok. Ben farkında olmadan kendiliğinden gelmiş.

Edebiyat, insan bilincinin yüce bir durumudur. İnsan doğasında, hiçbir şey ona yabancı kalamaz. İnsanın bir cinselliği varsa niçin  yadsıyalım onu? Hem istesek de yadsıyabilir miyiz bakalım? Hayatta erotik, cinsel, hatta müstehcen bir edebiyat da olacaktır... Pornografiyi sevmem ama onun da bir işlevi olduğu kanısındayım. Karşı değilim pornografiye.

Neden mi erotizm var şiirimde. Ben öyle bir kişi miyim? (Önce 'Ben öyle bir kişiyim' dedi, sonra soruya çevirdi. Belirtmeden geçmeyeyim.) Şöyle diyelim: Hiç değilse, bu konuda kafa yoran bir kişiyim."

Aşk, evlilik, erotizm derken, dönüp dolaşıp şiire gelmişiz sonunda.

Cemal Süreya'nın kendi şiiri için şöyle tanımlar kullandığını anımsıyorum:

"Güneşten yırtılmış caz..." ya da "Kavaldan dökülen gökyüzü..."

Ve şöyle dediğini de:

"Ben, Doğu edebiyatının değerleriyle beslendim, Batı edebiyatının değerleriyle de. Benim şiirim bu iki edebiyatın birbirini tamamlaması ya da uzlaşması değil, çelişkisidir."

"Şiirim tamamlanmamış bir şiirdir. Sanırım hiçbir zaman da tamamlanmayacak. Çünkü tamamlanamaz nitelikte bir şiir o."

(Ama yine de bu "tamamlanmamış şiir" için, kendi deyişiyle, "bir meslek, birkaç evlilik, bir sürü dergi ve bir banka batırmıştır.")

Cemal Süreya'nın yalnız şiirlerinde değil, denemelerinde de ironi egemen. İroni, onun için bir gereksinme mi? Kaçınılmaz bir yöntem mi? Bir sonuç mu? Ya da ne?

"Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde. Yazılarımda da ironik bir tavır ağır basar. Yazılarımda da ironi kendisinin tersi olan ağırbaşlılıkla yan yanadır gibi geliyor bana. Bir gereksinim mi, bilmiyorum. Ama bir yöntem olmadığı muhakkak. Bir sonuç, diyelim. Böyle yetişmişim. Yine de şöyle bir şeye dikkat ettim, özgürlük ve kendime güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor'a atmış. Oysa tersi olmalı gibi geliyor, değil mi? Belki de humor zayıf yanımın yansısı. Yine de orada daha güçlüyüm, etkiliyim.

İroni bende imge arayıcısı da galiba. Hayatımda söz ilişkisi en güçlü ilişki olmuş. Ayrıca en görünen ilişki. Çürüme değil, ortaya koyma, görünür kılma özlemi beni dilde bu yöne götürmüş olabilir. Sanırım sinik değil bu tavrım. Çünkü sinizmde her şey adına her şeyle oynama vardır; bir yerde mantığa ve onura meydan okur.

Küfürden kaçma girişiminin yarattığı bir şeydir belki de bende humor. Çocukluk günlerimi düşündüğümde, böyle bir olay vardı gibi geliyor. Bir şeyi aşağılanmaktan kurtarma, işi şakaya vurma. Yine de şeytansı bir yan var sanırsam. Komik hiçbir şey yok.

Ölürken, hatta öldürülürken şaka yapabilirim.

Buna karşın bazı konularda her zaman, her an paniğe kapılabilirim de."

Bu arada sizler biliyor musunuz, ya da içinizden kaçınız fark etti, Cemal Süreya son yıllarda kadının da erkeğe söyleyebileceği şiirler yazmak istiyor... Zaten hep demez mi, "Benim en yakın arkadaşlarım hep kadınlar oldu" diye...

Galiba yine şiir konusunda ayrılıyoruz, daha çok uzaklaşmadan şiir üzerine bir soru daha: Günümüz genç ozanlarına söylemek istediği bir şey var mı?

"Genç şaire ne söyleyebilirim ki? Şair, kendi yolunu kendi bulur. Yalnız bir gözlemim var, belirtmeden edemeyeceğim. Son 50 yıllık şiir serüveninin bütün söyleyiş biçimlerini kavramış günümüz genç şairi. Acemilik diye bir şey kalmamış. Bence genç şaire yeni bir aşırılık gerekiyor."

Cemal Süreya, yaşamda sanki hep utangaç, hep çekingen gibi. Sanki... Ama yazılarında tam tersi. "Katılıyor musunuz?" diye sordum. Peki, bu çelişki mi?

Şöyle yanıtlıyor:

"Bir bakıma doğru. Evet, söz gelimi gidip bir dükkânda bir şeyin fiyatını soramam. Başkalarına sordururum kimi zaman. Çünkü kendim sorarsam almak zorunda kalacağımdır sanki. Yazarken öyle değil. Çünkü yazmak hem bir sıkıntı, hem de bir kurtuluştur benim için. Yalnız çekingenlik konusunda bir ayrım da yapmak gerek. Yakın çevremde, belli bir yakınlık kurduğum insanlar arasında yazarkenki gibi bir tavrım vardır. Hatta, belki de daha ileri. Bende utançla cüret arasında çok küçük bir mesafe vardır. Çocukluğumla bugünkü ben arasında da çok kısa bir mesafe olduğu için belki de bu. Her şey o günlerden kalma, ve çok taze...

Bir de şöyle bir sayrılık var bende: Bir şeyi birkaç kez yapmamışsam, söz gelimi bir eve birkaç kez gidememişsem, artık bir daha yapamayabilirim o şeyi, gidemeyebilirim artık o eve. Hep çocukluktan kalma şeyler bunlar. Ama büyük gidişatımı bozmazlar. Bir de bürokrat yanım var. Yalnızlık mesleğinden (maliye müfettişliği) geliyorum. Yerine göre o utangaçlık değil de, başka bir şey oluyor. Sahnenin dışında durmak gibi bir şey."

Yaşamdaki çekingenliğiyle, yazıdaki ataklığı ister istemez şunu düşündürüyor: Yazı, belki de onun için bir kurtuluştur, evet. Ama aynı zamanda da bir gizlenme... "Kurtuluşu belki de bu anlamda düşünmek gerekir" diyor.

Bir konuşmasında, "Hayatımı değiştirmek istemediğime göre, mutluyum" demişti. Bu düşüncede berdevam mı?

"Çok genel anlamda söylenmiş bir sözdü o. Hayat konumum için söylemiştim. Ayrıca 'Mutluyum değil de, mutsuz değilim' demiştim. 1983'te... Bugün de hayat konumumu, yeni ve çok başka bir konumla (o yenisi de benim hayat konumum olsa bile) değişmem, değişemem. Biraz da vakit geçti belki. Yalnız 1983'ten bu yana bazı değişmeler de oldu. Bir kere dörtnala enflasyon, hayatın maddi konumu düşüncesini biraz örseledi. Bir de 18 Aralık 1985 günü var... Kilometre taşıdır... Ayıca oğlumla sorunlarım ortaya çıktı. Bugün, daha sıkıntılı değilse de, daha sıkışık bir hayat koşulu içindeyim. Ama kişisel ütopyam, her şeye karşın, bugün de yine "Mutsuz değilim" demeye yetiyor. Şanslı bir adamım aslında.

Hem mutluluk ne demek?

 Kişinin mutlu anları vardır.

Mutsuz anları vardır.

Hayat, bu iki kavramı iyice aşan bir şey."



● Yanlışları, doğruları...


Cemal Süreya'dan özeleştirisini yapmasını istiyorum. Yanlışları, doğruları... kendisinde sevdiği, sevmediği yanlar...

"En büyük özveriler benden çıkar. Yine de bencil buluyorum kendimi. Bencil değil de, egemenlik tutkusu içindeyim galiba. Hep müritlerin yanında rahat etmişim. Tembelim. Kuşkucuyum. Her işi son güne bırakıyorum. İlk barışma girişimi benden gelmez. Daha bir sürü kusurum var. Daha büyük bir kusurum: Bunların bir bölümüne erdemmiş gibi sarılıyorum. Fazla gevezeyim. Büyük toplantılarda hiç konuşmadığım halde, küçük toplantılarda kimseye laf bırakmıyorum. Bir de şey, yüzüm tutmaz, güç durumda kalırım sonradan.

Beğendiğim yanlarım da var elbet. Bunlardan birini söyleyeyim: Benim için en korkunç şey birini küçük düşürmektir."

Bir el de benden: "Jest yapmaya" bayılıyor... Hayatı, jest olarak tanımlanabilir.

Huyunu suyunu belirtmeye yarayacak bir ek daha: Bu da bir söylenti: Paris'e gidip Louvre'u, Konya'ya gidip Mevlânâ'yı görmeden gelmiş. Yani, müze düşmanı derler...

Bu kez bir söylentiye değil, şiirlerinden birine başvuruyorum. Biraz oradan aldığım ipucuyla, biraz da bildiklerimden, "Hayatınızı hesaplamışsınız, ölüm tarihinizi saptamışsınız..." diyorum.

"Sıcak Nal'da 'Kehanet 1985' adlı şiirimden söz ediyorsunuz herhalde... Lokman Şair lafı geçer orda. Benim o.

Birkaç yıl önce çok karamsardım. Kendime göre bir ömür uzunluğu biçmiştim. O şiir odur.

Lokman Hekim söylencesinden çıkış yaptım. Lokman Hekim'e uzun ömür verilmiş. Ne yapacak? Bunu kendisi saptayacak. Lokman Hekim çok yaşayan bir kuşun, kartalın yaşama süresini temel almış. O çağda kartalın 80 yıl yaşadığı varsayılıyormuş. Lokman Hekim 7 kartalın hayatını art arda yaşamaya karar vermiş ve o kadar yaşamış: 7 x 80 = 560 yıl.

Bu hesabı gördüğüm sırada 54 yaşındaydım. Ben de kendime başka bir kuş seçtim: Kırlangıç. Meğer kırlangıç dokuz yıl yaşıyormuş. 7 x 9 = 63. Evet, 63 yıl çıktı. İşte böyle, düşüncesizlik ettim... Buna tam razı oluyordum ki biri gelip 4 yıl daha zam yaptı. Efendim, 9,5 yıl yaşayan kırlangıçlar da varmış. Hatta, çoğu öyleymiş."

Ben Lokman Hekim'e karışmam, ama madem Cemal Süreya kırlangıç yaşamı seçti, ne diye yedi kırlangıç yaşamıyla sınırlıyor! Belki 17, belki 27 olur... Her neyse, Cemal Süreya'ya nice kırlangıç yaşamları...
____________

On Üç, On Beş Yaşında


Annesinin numaralı gözlüğünü takmış.

Mevlid okumuyor artık.

Parasız yatılı. Lacivert ceketinin fazla güneş gören yerleri kızıla çalmış. Ayaklarında her biri üçer kilo çörçil postallar. Babası altlarına kabaralar, demir nalçalar çaktırmış. Onlarla futbol oynuyor, koşulara katılıyor.

"Anasının beş günlükken soğuk suya bastığı."


Hatıra defterinde kırmızı saçlı kızla olan yakıştırma aşka uzak, yakın göndermeler. Her gün bir şeyler yazıyor ve sıranın gözüne atıyor. Her gün bütün sınıfın bir araya gelerek defteri "gizlice" okuduğundan da haberli.

Dedikodu: O kızla cumartesi günleri Derebağ'da buluşuyormuş. Öğretmenler de aynı sanıda. Bu yüzden kızın da rol aldığı Scapin'in Dolapları'nda oynatılmadı.


Anılardan düş devşiriyor. Anılara artı olaylar, olmaması gereken yeni durumlar ekleyerek kimi zaman düzeltiyor da onları. Her şey bir kez daha yaşanacak sanki.

Hayır, Sansaryan Han'ın en küçük konuğu o değildi; kızkardeşleri de vardı, biri dört, biri beş yaşında.

Vagona girdiklerinde babası bir yandan dövüyor, bir yandan öpüyordu onu. Belirsizlikler marşandizi.

"Süt mavisi nene"sinin açılmış bohçasını pencereden sokağa fırlatan eksiltili çocuk. Serpinler, başaklar umutçusu.

Keşke göçmen denseydi bize diye düşünen sürgün çocuk.

Babası suskun, oturuyor. Amcası, içmiş, akşam, şaraphaneden kente türkü söyleye söyleye yürüyor.

Kitabı az. Aynı kitabı on kez, yüz kez okur. Okuyarak yürür sokakta. Okumuyorsa, kendi kendine konuşur yüksek sesle, ailesinin bütün üyeleri gibi.


Evden kaçtı, Esma'dan.

Sınava girdi.

Kızkardeşleriyle sokakta rastlaşıyor; konuşmuyorlar.

Bilecik'te birinin ağacından dut yemek hırsızlık sayılmaz. Ayva koparmaksa ufak kabahat. Ama o arkadaşlarıyla haşhaş tarlasına dalmış. Az ötede namlunun ucu. Koynundaki çizili kapsüllerin hışırtısı kalp atışlarına karışıyor.

"Ne kadar şanslıyım diye düşünüyor, o anda da, henüz bir şey olmadı."

Cemal Süreya


Zeynep Oral | EDEBİYATIMIZDAN ON İNSAN BİN YAŞAM - 10