Bunun ilk örneğini şamanist kültürün, yerini Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık gibi dinlerin belirlediği yeni bir kültüre bıraktığı Uygurlar döneminde görürüz. İlk bilinçli çeviri eylemi de Uygurlarca geliştirilmiştir. Nitekim kazılar sonucu ele geçen ve VIII-XIII. yüzyıllarda yazıldığı sanılan Uygurca metinlerin çoğu çeviri metinlerdir. Budizm, Maniheizm ve Hıristiyanlıkla ilgili olan bu metinler Sanskritçe, eski Farsça, Süryanice, Tibet dili ve Çinceden çevriliyor, yeni bir kültürün oluşması amaçlanıyordu.
Ama sonuçta “yabancı terim ve deyimlerin Uygurcada genişçe yer alması, ister istemez VIII. yüzyıla kadar Orta-Asya Türkçesine giremeyen sayısız unsurların yerleşmesine” yol açtı (Ahmet Caferoğlu).
Türk dilinin gelişim sürecinde sonra da karşımıza çıkacak bu olgunun altını çizmek gerekmektedir. Aslında kabullenilen yeni bir kültürün ürünleri ana dile aktarılırken bunun bir yeniden üretim olduğunun bilinçle kavranması zorunludur. Ancak bu, çevirmeni kendi dil kullanımını geliştirmeye, gerektiğinde geniş bir terim ve kavram yaratma deneyimine itebilir. Nitekim kimi uygur aydınları da bunu yapmışlardır. Ama belli bir çeviri kuramına bağlanabilecek belli bir çeviri yönteminin genelleştirilememesi, bütünü kapsayamaması Uygurcaya yabancı öğelerin dolmasıyla sonuçlanmıştır.
Yine Ahmet Caferoğlu bu olumsuzluğu şöyle açıklar:
“Çünkü başka başka mekteplerden yetişmiş olan Uygur aydınlarının birçoğu, mensup oldukları dine ait tercümelerde, ancak bildikleri dillerden çevirmeler yaparak, o dilin içinde yerleşmiş olan unsurları, aynen Uygurcaya aktarmakta hiçbir mahzur görmemekte idiler. Nitekim elimizdeki Budistçeden yapılan tercümelere bakılacak olunursa, çağın Uygur ve Moğol mütercimlerinin Çin dil ve kültürüne yakından aşina oldukları anlaşılır. Mensup oldukları tercüme okullarına gösterilen bu kadar büyük bir sadakat, elbette Uygur edebî dilinin parçalanmasında ve şivelere ayrılmasında geniş bir tesir yaratmaktan geri kalmamıştır.”
Burada dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, yeni dinsel kültürün edebiyata da egemen oluşudur. Elimize geçen metinlerin neredeyse hepsi dinsel niteliklidir çünkü.
Örneklersek, Prof. Reşit Rahmeti Arat’ın yayımladığı Mani ve Burkan (Buddha) çevrelerinde yazılmış şiirler, biri dışında, ilâhi ya da duadır. Şiirlerde Mani ya da Buda dininin ilkeleri konu edinilmiştir. Üstelik bir bölüğü, her iki dinin ana metinlerinin doğrudan çevirisi niteliğini taşımaktadır.
İslamlığın benimsenişiyle benzeri olgular başka boyutlarda karşımıza çıkar. Yeni dinin ve bu dine dayalı kültürün ürünleri, başta Kur’an olmak üzere, Türkçeye aktarılırken ana dil yeniden yabancı öğelerin saldırısına uğrar.
Müslüman olmadan önce İran kültürünü tanıyan Türkler, bu kez benimsedikleri din dolayısıyla Arapçanın ve Arap kültürünün etkisine açılırlar.
Elimizdeki bilgilere göre Kur’an ilk kez aralarında Türk üyelerin de bulunduğu bir kurulca X. yüzyılın ikinci yarısında Farsçaya çevrilmiştir. Türkçe çevirinin de o sırada, belki de aynı kurulun Türk üyelerince yapıldığı sanılmaktadır. Bir başka görüşe göre de söz konusu çeviri XI. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır.
Burada bizi tarihsel bilginin doğruluğundan çok Kur’an çevirilerinde benimsenen çeviri yöntemi ilgilendirmektedir. Bu yöntemin adı satır-arası’dır. Yani çeviri, her yabancı sözcüğün altına Türkçesi yazılarak sözcüğü sözcüğüne yapılmaktadır.
Böylece “Türkçe cümle kuruluşuna çoğu zaman hiç uyulmamakta ve Arapça ibareler Türkçeye büsbütün yabancı bir biçimde taklit edilmektedir.” (J. Eckmann).
Ayrıca çevirmen, Türkçe karşılığını bulamadığı Arapça sözcüğü almakta sakınca görmemiştir. Tanrıyla ilgili sıfatlar arasında Arapçadan alınanlar bu yolda ilk örneklerdir.
Ama bu olguyu salt dil bozulması olarak yorumlamak da yanlıştır. Çünkü İslamlık, XI. yüzyıldan başlayarak Türkleri gerek devlet örgütü, gerekse toplumsal yaşayış bakımından etkilemiş, dinsel nitelikli yeni bir kültürün oluşmasına da yol açmıştır. Çevirinin işlevi, işte bu oluşumu gerçekleştirmek olmuştur.
Tıpkı Uygurlarda olduğu gibi, çevirileri yapanların bu kez de Arap, Fars kültürüyle yetişmiş, bu yolda eğitilmiş olmaları çeviri yaptıkları dilin sözcüklerini Türkçeye taşımalarına yol açmıştır. Etkilenmenin ölçüsünü göstermek için medrese öğreniminin Arapçaya dayanmasının ötesinde alfabeye değiştirilmiş, Arap harflerinin kabullenilmiş olduğunu belirtmek yeterlidir.
(İslam kültürünün, Arap ve Fars edebiyatlarının etkisini taşıyan ilk edebiyat ürünleri de 912-1212 yılları arasında hüküm süren Karahanlılar döneminde verildi. Bunlar arasında din, ahlak ve yönetim üzerine öğütleri kapsayan Kutadgu Bilig ile yine öğretici bir nitelik taşıyan Atebetü’l-Hakayık Türk edebiyatı tarihi açısından önem taşır.)
Çevirinin yüklendiği bu işlev Beylikler dönemi Anadolusunda ve Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında açık seçik görülür. Nasıl bir zamanlar eski Yunan düşüncesi Araplarca aktarılmış, İslam felsefesi Helenistik felsefenin çevirisi ve eleştirisi sonucu gelişmişse, bu kez de Anadolu geniş bir çeviri eylemine sahne olur.
Bir bakıma Selçuklular ile Anadolu Selçuklularında devlet ve bilim dilinin önce Arapça, sonra Farsça oluşu çeviriye çokça gerek duyurtmamıştır. Ama Moğol yayılması sonucu Türkleşen Anadolu’da egemen olabilmek dağınık Türk topluluklarına egemen olmaya bağlı bulunduğundan, önce Türkçeye, ardından çeviriye yönelmek zorunluydu. Nitekim Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçeyi devlet dili olarak ilan etmesi de buna bağlanmalıdır. Bu zorunlu ulusçuluk öteki beyliklerle Osmanlı için de söz konusudur. Ama salt dilde. Çünkü yeni devletin dayanacağı kültürü oluşturabilmek çeviriyi gerektirmektedir.
Gerçekten XIV. yüzyıl ürünlerine baktığımızda çoğunun çeviri olduğunu görürüz. Ayrıca bu ürünlerin niteliği, oluşturulmak istenen kültürün de niteliğini gösterir.
Tefsirler, ahlâk ve siyasetle, fıkıhla, kelâmla ilgili yapıtlar, Arap-Fars kaynaklı ansiklopedik derlemeler, tarih-coğrafya kitapları, tıpla ilgili yapıtlar, dinsel kıssalar, evliya tezkireleri, siyerler, edebiyat ürünleri (özellikle Farsçadan) birbiri ardınca çevrilmiştir. Kuşkusuz bu çeviri etkinliği, önceki örneklerinde de gördüğümüz gibi hemen aynı nedenlerle Türkçenin bozulmasına yol açar.
Kimi çevirmenlerin bireysel çabalarına karşın eski Anadolu Türkçesi denilen yazı dili yabancı dillerin etkisiyle bozulmaya, Osmanlıca denilen karma bir yazı dili oluşmaya başlar. Tıpkı Osmanlıca gibi Osmanlı kültürü ve edebiyatı da temelde bu çeviri etkinliğinin ürünüdür.
Osmanlı döneminde toplumsal gelişim sonucu yeni bir çeviri dalgası XIX. yüzyılda gelecektir. Çözülen imparatorluk kurtuluşu Batılılaşmada, bir kültür değişiminde aramaktadır çünkü. Nitekim Tercüme Odası da devlet tarafından 1832’de kurulur.
Ahmet Hamdi Tanpınar Tercüme Odası’nı değerlendirirken çevirinin işlevini de vurgular bir bakıma:
“Tanzimat devrinde Âli, Fuad, Safvet Paşa’ları yetiştiren bu oda, sade yeni yetişenlere ecnebi dili öğretmekle kalmaz. Yavaş yavaş yeni bir dünya görüşünün, yeni bir siyasî idealin geliştiği çok ileri bir muhit olur.”
Yeni kültürü aktarmayı amaçlayan ilk çeviri kitap da (bu alanda) Tercüme Odası’nda yetişen Münif Paşa’dan gelir:
Muhàverât-ı Hikemiyye,
Fransa hukemâ-yı benâmından Volter ve Fenelon ve Fontenal’in telifâtından.
Edebiyatta ise roman, öykü, tiyatro, deneme gibi yeni türlerin örnekleri çeviri yoluyla girdi. Başlangıçta bu işi, yine bir başka yenilik olan gazeteler yüklendiler. Batı edebiyatında aktarmalar ve konu özetleriyle yeni türler Türk okuruna tanıtıldı.
Bu arada Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan ilk roman örneği olarak Telemak’ı (Télémaque) çevirmesi (1862) konumuz açısından altı çizilmesi gereken bir olaydır. Paşa’nın amacı, temelde çeviri etkinliğine yol açan amacın aynıdır: Batı kültürüne açılmak.
Bu ise önce Batı kültürünü oluşturan düşünsel temelin tanınmasını gerektiriyordu. Mehmet Kaplan’ın, Paşa’nın amacına ilişkin şu düşünceleri bunu kanıtlar:
“Mütercimin maksadı Türklere roman nev’ini tanıtmak olsaydı, Fransız edebiyatında Telemak’dan çok daha güzel eserler bulabilirdi. Fakat mütercimin maksadı edebi olmaktan ziyade siyasidir. Zira Telemak’a esas itibariyle roman dahi denilemez. Fenelon’un bu eseri yazmaktan maksadı, hocası olduğu veliahde siyasi ve içtimai bazı fikirleri aşılamaktır. Roman şeklini tercih etmesi sırf o fikirleri okuyucusunu sıkmadan telkin etmek içindir. Yusuf Kâmil Paşa da eserin bu gaye ile yazıldığını biliyor, tercümesini aynı maksadla yapıyordu.”
Ayrıca kültür değişimi konusu, çeviri eylemine bağlı olarak dil sorununu da gündeme getiriyordu. Kullanılan yazı dili yeni kültürü aktarmada yetersizdi. Daha doğrusu şiirin yedeğinde gelişmiş divan düzyazısının biçemini (üslup) kırmak gerekiyordu. Yeni kültürün, yeni dünya görüşünün yerleşebilmesi için anlatımın yalın, açık, anlaşılır olması zorunluydu. Özellikle gazeteler ve edebiyat aracılığıyla halkı eğitmek ancak bu yolla olasıydı.
(Burada Yusuf Kâmil Paşa’nın eskiye bağlı dilini ağır bulan Ahmet Vefik Paşa’nın Telemak’ı daha anlaşılır bir dille yeniden çevirdiği belirtilmelidir.)
Böylece halkın anlayacağı dille yazmak düşüncesi gündeme geldi. Yeni kültürün gerektirdiği yeni yazı dili sorunu Tanzimat sanatçısı ve çevirmenini ilk ilişki kurduğu Fransızcanın sözdiziminden etkilenmeye götürdü, Kültür değişiminde çeviri ilk adım olduğu için Türkçedeki gramer eksikliği, yazımdaki başıboşluk ve noktalamanın bulunmayışı hemen farkedildi. Ama bu boşluklar kapatılıncaya dek önceki dönemlerde çeviri hangi olumsuz sonuçlara yol açmışsa yine benzeri bir durum yaşandı.
Güzin Dino bu konuda şu saptamayı yapar:
“Türkçenin söz varlığının gerçek zenginliklerini bilmeyen ya da halk dilini aşağı gören ilk düzeltimcilerin kendileri bile aşırılıklara düştüler; yeni kavramları dile getirmek için, Farsça sözdiziminde bazı yeni tamamlayan kümeleri yarattılar; Osmanlıcaya, aslında, Arapça ve Farsçada bulunmayan sözcükler soktular, yanlış sözcükler bile uydurdular ve kabul etmeli ki, kimi zaman Fransızca tümcelerin mekanik çevirisi yöntemlerine başvurdular.”
(Burada ilginç bir örnek olarak, Hariciye Nazırı Ali Paşa’nın kâtiplerin alışkanlıklarını kırmak için yazışmalarda metnin önce Fransızca yazılmasını, sonra olduğu gibi “ayniyle ve kalıbiyle” Türkçeye çevrilmesini emrettiğini ekleyelim.)
Çeviri alanındaki ilk sistemli çalışmalar ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilmiştir.
29 Ekim 1923’te “Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de, asrî, binaenaleyh batılı bir hükümet vücude getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir?” (Söylev ve Demeçler, anan Fethi Naci) diyen Atatürk’ün öngördüğü çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada çeviri yine önemli bir görev üstleniyordu.
Nitekim Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak bir Telif ve Tercüme Heyeti kuruldu. Amaç Türk ulusal kitaplığının, öğretim kurumlarının gereksindiği çevirilerin gerçekleştirilmesiydi. Daha sonra bu görevi Talim ve Terbiye Dairesi yüklendi (1926).
Ama yeni devlet öyle ivedi sorunlarla karşı karşıyaydı ki, yoğun bir çeviri etkinliğine ancak 1940’larda girilebildi.
1939’da toplanan 1. Neşriyat Kongresi’nde klasiklerin Türkçeye çevrilerek yayımlanması kararlaştırıldı.
Daha sonra kurulan Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyuboğlu ve Nurullah Ataç’ın görevlendirilmesiyle (Sabahattin Ali de çalışmalara katılmıştır) düzenli, belli yöntemlere bağlı, etkili bir çeviri çalışması gerçekleştirildi.
Cumhuriyet dönemindeki bu çeviri etkinliğinin (1932’den sonra özel yayınevlerinin girişimlerini de anmak gerekir) öncekilerden ayrımı dil sorunun çözülmüş olmasıdır.
Özellikle Milli Edebiyatçıların çözümü Türkçede arama çabaları, yazı dilinin olumlu yönde gelişmesine yol açmış, halk edebiyatına yöneliş anlatım olanaklarının zenginleşmesiyle sonuçlanmıştır. Ayrıca devletin bir dil politikası geliştirmesi de çevirinin işini kolaylaştırmıştır.
Kısa sürede bir okul görünümü alan Tercüme Bürosu’nun çeviri sorunlarına ilişkin yazıların, çeviri yapıtlarının eleştirilerinin, çeviri çalışmalarının yer aldığı iki aylık bir Tercüme dergisi yayımlanması ise çeviri eylemine belli bir bilinçle girişildiğinin göstergesidir.
Türkçede çeviri çalışmalarının bu kısa tarihsel özeti (bu özete 1960 sonrası çeviri etkinliğinin sonuçları da eklenebilir) Türk kültür tarihinin belli aşamalarında çevirinin belirleyici bir etken olduğunu göstermektedir.
Bir bakıma çeviri eylemi kültürel gelişimin itici gücü olmuş, düşünsel birikim çeviri yoluyla sağlanmıştır. Giderek (aşırı bulunsa da), düşünsel ve sanatsal üretimin dışalım’la (ithal) beslendiği, benzerini yaratma biçiminde geliştiği bile söylenebilir.
_________________
KAYNAKÇA:
- Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, c. 1-2, 1970-1974
- J. Eckmann, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1967
- Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 1956
- İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. 1, 1972
- Mehmed Kaplan, Tanzir-i Telemak, Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. 3, sayı 1-2, 1948
- Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 1972
- Güzin Dino, Türk Dili Çeviri Sorunları Özel Sayısı, sayı 322, 1978
Atilla Özkırımlı | sanat olayı - sayı 9 - Eylül 1981