Türk kadınının kültürel ve toplumsal gelişimi
Azgelişmiş Türkiye’nin erkeği nedir ki, kadını ne olabilir?
Aslında, “kadın” olayı azgelişmiş ülkelere özgü olmaktan çok, “evrensel” bir sorundur.
Çocuk olayı gibi. Erkek olayı gibi. Daha doğrusu “insan” olayı gibi.
Toplumlar, toplumsal düzenler, doğanın yarattığı ve yol açtığı eşitsizlikleri, haksızlıkları, adaletsizlikleri telafi edici mekanizmaları kurmak ve işletmekle yükümlüdürler. Toplumsal düzenlerin varlık nedenleri budur.
İşte kadın, erkek ve çocuk arasında doğanın yarattığı eşitsizliklerin de telafisi, haksızlık ve adaletsizliğe dönüşmelerinin önlenmesi de “toplumsal düzenlerin” sorumlulukları arasındadır.
Günümüz Türk toplumu, iki genel yaklaşımın etkisi altındadır. Bunlardan biri İslam değerleri, öteki Atatürk devrimleridir. Ayrıca, bu her iki genel “kültür sistemini” çapraz kesen ve etkisini tüm toplumsal olaylarda duyuran, “sanayileşme öncesi bir kentleşme” de her çözümlemede dikkate alınması gereken bir “toplumsal güçtür”.
İşte kadın sorunu, önce İslam değerleri, sonra Atatürk devrimleri, en sonunda da kentleşme olgusunun etkisinde kalan bir sorundur Türkiye için. Dördüncü bir evre de, sanayileşme aşamasında, daha doğrusu, sanayileşmenin kentleşmeyi yakalaması aşamasında görülecektir.
Genellikle, yanlış bir görüş, İslâm değerlerine göre kadının “aşağılanmış”, “ikinci sınıf bir vatandaş” derecesine indirilmiş olduğudur. İlk bakışta, günümüz toplumu ve İslamın değişmeyen kuralları açısından doğru gibi görünen bu yargı, tarihsel perspektif içinde çok tartışmalıdır.
Değişen toplum ile değişmeyen dinsel dogmalar trajedisini yaşayan İslâm, ne yazık ki, günümüz toplumsal yapısı açısından bazı manevî değerleri yeterince koruyabilecek işlevselliğe ve anlamlılığa sahip değildir. Fakat bunun sorumlusu İslâm dini değil, onu “değişmez dogmalar” halinde tutmak isteyen “Müslüman din adamları”dır. Bilindiği gibi, yeryüzünde “değişmeyen tek şey, değişme kavramının kendisidir”. Bu nedenle, dinsel dogmalar da, “değişmez” tutulmaya çalışıldıkları oranda, değişen toplum ve değişen dünya karşısında “yozlaşmışlar”, “anlamsızlaşmışlar”, hatta, toplumsal yaşam için gerekli olan yeniliklere karşı çıkarak, toplumsal değişme ve gelişme açısından “olumsuz” bir görev yapmaya başlamışlardır. Bu durum, İslâm dininin kadın ile ilgili tutumunda değil, tüm dinlerin tüm konulardaki ilkelerinde ortaya çıkan “evrensel” bir sorundur.
Buna karşılık, İslam dini, altıncı yüzyılda Arap yarımadasında, kadınlar için “devrim sayılabilecek yenilikler ve haklar getirmiştir. Bilimsel bir yaklaşımla, altıncı yüzyıl Ortadoğu’sundaki toplumsal ve kültürel yaşam ile karşılaştırmalı olarak incelenecek, “kadın hakkındaki İslâm değerleri”, bu söylediğimi apaçık ortaya koyacaktır.
Altıncı yüzyılda, Arap toplumunda geçerli olan kuralları, bugün yirmi birinci yüzyıla giden Türkiye’de savunmak ne denli yanlışsa, bu yanlışlığa karşı, “İslam dini kadınları küçümsemiştir savı ile karşı çıkmak da o denli yanlıştır.
Atatürk, Batı’nın yüzyıllar boyunca gerçekleştirdiği sanayi devrimini ve onu izleyen düşünce akımları çerçevesindeki toplumsal kültür atılımlarını birkaç on yıla sığdırmak istiyordu. Mustafa Kemal Atatürk, en büyük devrimini, günlük yaşam alışkanlıkları konusunda başardı. Giyim kuşam, yazı, saat, takvim, ölçü birimleri ve kadın hakları... Tüm bu devrimler, bir toplumun doğrudan müdahale ile değiştirilmesi en zor olan kültür öğelerini kapsıyordu. Çünkü bunlar, genellikle toprağa bağlı tarım kültüründen, makineye bağlı kentsel endüstri kültürüne geçişin sonuçları olarak değişen öğelerdi.
Mustafa Kemal Atatürk, tüm Türkiye’yi, Batı’nın geçirmiş olduğu aşamaları yaşamadan, “Batılı gibi” yapmak istediğinden toplumdaki tüm sınıf, kesim ve gruplar, (toplumsal mücadele yaparak kazanma anlamında) haketmedikleri, fakat (insanoğlunun evrensel gelişme aşamaları açısından) kendilerine verilmesi uygun olan haklara kavuşuyorlardı. Pek doğal olarak, kadınlar da bu gruplardan bir tanesini oluşturuyorlardı.
Böylece, Atatürk devrimleri açısından Türk kadını da gerekli bilince sahip olmadan,
tarihsel olarak zorunlu gelişme ve özümleme aşamalarından geçmeden, en çağdaş haklara sahip oldu.
Türk toplumunun genellikle “tepeden inmeci” yaklaşımı içinde haklarına kavuşan kesimlerin, sınıfların ve grupların hepsi, tarih içinde önemli hatalar yaptılar. Çok yakın geçmişte yaşadığımız “cinayet çılgınlığı” ve onun sonucu olan 12 Eylül 1980 harekâtı, tüm bu yanlışların bir birikimi, bir sonucu idi.
Bu “yanlışlar geleneği” içinde en az yanlık yapan, çünkü kendisine verilmiş haklar açısından, en eylemsiz olan gruplardan biri, belki de birincisi “kadınlarımız” idi.
Bu eylemsizliğe karşılık, toplumsal kesimler ve gruplar arasında bireysel açıdan en büyük başarıları gösterenler arasında da “Türk Kadınları” sayılabilir. Şu anda hemen aklıma gelen, “saygıdeğer” görev sahibi ve kişileri de görevleri kadar “saygıdeğer” olan kadınların isimlerini yazmaya bu derginin tüm sayfaları bile yetmez.
Bireysel başarıların ardında yatan “toplumsal gerçek” bu kadınların başarıya giden yollarının bir ölçüde, (erkeklerden daha çakıllı ve dikenli de olsa) açık tutulmuş olmasıdır. Ayrıca hiç unutulmaması gereken bir gerçek de, bazı hallerde, sırf kadın olmanın, belli görevlere atanmak, ya da belli grupların içine girebilmek için bir “avantaj” teşkil etmiş bulunmasıdır. Bu konuda hemen akla gelen bir örnek, Atatürk dönemindeki milletvekilliği kurumudur.
Toplumsal haklar ve toplumsal saygınlık açısından Türk kadını öteki ülke kadınlarından geri değil, ileridir bile. Hatta bana sorarsanız, bu “ileri” durumunu hakedecek pek fazla bir şey de yapmamıştır. Onların bu durumu, Türk toplumunun tarih içinde geçirdiği aşamalar ve siyasal devrimler sonunda âdeta, onlardan “bağımsız” bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Şimdi, “seçkin” kültürü ve “kentli” kadınların “başarılı olanlar”ını, bir an için bir yana bırakalım.
“Kentleşme” olgusu, kadının en önemli yardımcısıdır. Ona yalnızca eşit haklar sağlamakla kalmaz, aynı zamanda onu ileri teknolojinin getirdiği “ev içi” olanaklara da kavuşturur: Akar su, havagazı, elektrik gibi... Ayrıca kent, iyi kötü, bir de konut sağlar kadına.
Şimdi soğukkanlı bir biçimde düşünelim: Türk kültürüne göre ev içi, yani aile içi, kadın-erkek ilişkileri nasıldır?
Ben hemen bazı çarpıklıklara işaret edeyim: Genelde parayı erkek idare eder, kadına yalnızca mutfak masrafı verir. Böylece onun ekonomik özgürlüğünü elinden alır. Fakat buna karşılık ödediği fiyat çok yüksektir.
Örneğin, eve geç geldiği zaman karısının asık suratı ile karşılaşır. Evde iken, zaten dar olan evin, “misafirlere” ayrılmış olan odasına (temizlik ve düzenlilik gerekçesi) girmesi yasaktır. Doğru dürüst “iki kadeh” içki içmesi ise hemen hemen olanaksızdır, mutlaka dır dır olur. Velhasıl evin içi “bir cehennemdir”. Kadını dış dünyadan soyutladığı için, bu cehennemin ateşi, asıl onu yakmaktadır.
Evin içini “cehenneme” çeviren kadın, dışarda çalışmaya başladığı anda, artık erkekle benzer sorunlara sahiptir. Bu nedenle daha anlayışlı olur. Evin içi “cennete” dönmese bile, biraz daha “çekilir” bir hale gelir. Fakat bunun için de kadının ödediği fatura çok yüklüdür: Hem dışarda “erkek gibi”, hem de içerde “kadın gibi” yani “iki kat” çalışır.
Türk kadını, haketmemiş bile olsa, çağdaşları kadar, hatta kimi zaman çağdaşlarından da ileri haklara sahiptir.
Bu hakların kullanılması açısından, bireysel olarak çok önemli adımlar atılmıştır.
Çalışan kadın ekonomik özgürlüğünü kazandığı için, aile içinde de eşit, ya da adil haklara sahiptir. Fakat, bu durumlarda genellikle “iki kat” çalışmak gibi “ağır bir maliyet” öder Türkiye’de. Çalışmayan kadın ise, bunun maliyetini, evin (başta erkeği olmak üzere) tüm öteki fertlerine ödetir.
Sanayileşme oranı, ülkemizde de kentleşme hızın yakaladığı zaman, hukuk alanında çözülmüş olan kadın sorunu, fiilen de “sorun” olmaktan çıkacaktır. İşte o zaman toplum belki de “erkek” sorununa eğilmeye zaman ayırabilecektir.
Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 110 - 15 Aralık 1984
_______________________________________________________________________________________________________________________
Türk yazınında kadın imgesi
“Türk Toplumunda Kadın” adlı kitapta (Derleyen: Nermin Abadan Unat. Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları. 1979).
Füsun Akatlı, Türk yazınında kadın imgesini irdeliyordu.
“Bu yazının başlığına bakarak, yüzyıllar öncesinden, sözgelimi Divan ve Halk yazınlarından bu yana Türk yazınında kadın imgesinin nasıl, hangi değişik biçimlerde karşımıza çıktığını inceleyeceğim sanılmasın. Böylesi bir inceleme, yazın tarihçileriyle toplumbilimcilerin işbirliğiyle gerçekleştirilebilir ancak” dedikten sonra şöyle sürdürüyordu Akatlı:
“Oysa ben ne yazın tarihçisiyim ne de toplumbilimci; özel ilgi alanı yazın eleştirisi olan bir felsefeciyim yalnızca. Bu yazının çerçevesi içerisinde, yazının yapısal, biçimsel genel olarak sanatsal sorunlarına da pek yer olmayacak doğallıkla. Durum böyle olunca, kadının Türk yazınında nasıl yansıdığına -ya da yansıtıldığına-, çeşitli dönemlerdeki ve çeşitli toplumsal konumlardaki yazarların kadına nasıl baktığına, kimi örnekler aracılığıyla değinmeye çalışacağım.”
Daha sonra,
- Türk şiirinde,
- Cumhuriyet öncesi dönemde,
- Halit Ziya Uşaklıgil,
- Hüseyin Rahmi Gürpınar ve
- Halide Edip Adıvar’ın eserlerinde kadın imgesine yönelen Füsun Akatlı, yazısını şöyle sürdürüyor:
Bir Cumhuriyet dönemi yazarı olarak karşımıza çıkan ve gerek kadının sorunlarına eğilmesi, gerek kadın tipleri işlemesi bakımından ilgi çekici bir yazar da, 1909’dan yakın zamanlara kadar çok sayıda yapıtı yayınlanmış olan Halide Edip Adıvar. Bir kadın yazar olarak, kadının haklarına kavuşması, özgürleşmesi konularına özellikle ağırlık veren Halide Edip, Cumhuriyet öncesinden başlayarak, Atatürk reformlarının kadına sağladığı hak ve özgürlükler döneminde de yazmayı sürdürdüğü için, ele aldığı sorunlar da, yansıttığı kadın imgeleri de çeşitlilik göstermektedir. Milliyetçi kadın, halkını uyandırma çabasındaki ülkücü kadın imgelerine rastlanıyor yapıtlarında. Ama Turancılıktan Amerikancılığa, milliyetçilikten Batıcılığa, çeşitli ideolojik yönsemeler gösteren tutarsız düşünsel yapısı, bu ideolojileri bir birleşime vardırmaya çalıştığı, en önemli romanı sayılan Sinekli Bakkal’da bile çözümlemelerini ve önerilerini sağlam bir temele dayandırabilmesini engellemiştir.
Cumhuriyet döneminin getirdiği yeniliklerin toplumsal yönünden çok, ahlâk, değerler, inançlar gibi üstyapısal sorunlarına ağırlık veren, daha doğrusu asıl sorunu üstyapı kurumlarındaki sallantıda arayan yazarlar, Cumhuriyet’in ilk on-onbeş yılında çoğunluktadır.
- Reşat Nuri Güntekin,
- Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
- Peyami Safa,
- hatta aynı yaklaşımı daha sonraki yıllara da taşıyan ve sürdüren Ahmet Hamdi Tanpınar bunlar arasında anılabilir.
Yazınsal düzeyleri ve değerleri birbirinden çok farklı olduğu gibi, dünya görüşleri bakımından da çok ayrı yerlere yerleştirilebilecek bu yazarlar, karşımıza getirdikleri kadın imgesi bakımından garipsenebilecek bir benzerlik gösterirler. Bu benzerlik, erkek egemenliğini veri kabul eden, ataerkil, feodal yarı feodal ilişkilerden kadının üretime dolaysızca katkıda bulunması olanağının -hiç değilse yasalarca- tanındığı, kadının eskisine oranla daha yaygın çapta eğitim görebildiği, dolayısıyla bir ölçüde özgürleşme yoluna girdiği Cumhuriyet döneminin modern ailesine geçiş sürecinin yarattığı durdurulmamış çalkantıya bağlanabilir.
Batılılaşma eğilimi ve çabaları eleştiri hatta kınama konusu olur. Osmanlı’nın cömert, konuksever, ailesine bağlı, iffetli, “muti” kadın tipinin özlemi çekilir. Aile kurumu ve ahlâk -ki bununla kadın imgesi dolayında hep cinsel ahlâk kastedilmektedir- tehlikede görülür. Bu tehlike Reşat Nuri’de ancak; aşk kırgınlığı yüzünden de olsa, kendini bir ülküye adayan erdemli, namuslu genç kız imgesiyle, ülküleştirilmiş hatta biraz popülistçe sayabileceğimiz bir biçimde savuşturulur. Çalıkuşu ile örneklenen bu iyimser yaklaşımın dışında Reşat Nuri de kadını çürümenin, dağılmanın, ahlâki çöküntünün tehditi altında görür. Bu çöküntü, bu çürüme teması ve kadının bu afette üstlendiği rol, Yakup Kadri ve Peyami Safa’da çok daha karamsar çizgilerle belirlenir. Peyami Safa için, sarsılan değerler İslâmiyet’in değerleridir. Yapıtlarında fuhşa sürüklenen temiz aile kızlarıyla, kadınlarıyla karşılaşılır. Önerisi, İslâmi değerlere dönmek, sıkı sıkıya yapışmaktır.
Yakup Kadri, zaten bağımlı ve çaresiz durumdaki kadının bu sarsıntıdan sağlam çıkamayacağı, iffetinin, erdemlerinin yerine güzelliğini, süsünü, açılıp saçılmayı geçireceği ve sonuç olarak da kötü yola düşeceği kanısındadır. Böyle kadınları anlatır. Yakup Kadri’nin yapıtlarında “cehennemî görünümde bir cinsel ortam yaratmak istediğini, cinselliği günah düşüncesine yatkın gördüğünü ve gösterdiğini” belirten Selim İleri, geleneksel ahlâka özeksel yer veren yazarımızın genel tutumunu şöyle özetliyor:
“Yakup Kadri’de dönemler, olaylar ve kişiler yıkılışın boyunduruğu altına girişimlerdir. Yıkılışın iktisadî nedenleri (1883 Ticaret Antlaşması, İttihat Terakki’nin yaratmak istediği millî burjuvazinin çarçabuk savaş vurguncusu, karaborsacısı kesilmesi vb.) bu yapıtta doğrudan doğruya anlatılmaz. Nedenlerden çok sonuçlarla ilgilenilir. Nedenler bir eleştirel gerçekçinin gözlemiyle araştırılmış, yapıta izdüşümleriyle aktarılmıştır.
Seniha’yı ahlâki yıkılışa iten nedenler, bir açıdan romanın genel teması ve çağdaşlık sorunudur. Redingotla elele vermiş İstanbulinli yüksek zümrenin iktisadî çıkmazı Seniha’yı ahlâk sarsıntısına sürükler. Varlıklı ama türedi zümrelerin tutsaklığını kabul eden Seniha, güzelliğin süslülüğün pahasını insanî tükenişiyle öder. Seniha bir sonuçtur: Konak yaşamasının sonucu. Çünkü Naim Efendi Konağı, Seniha’ya “güzel ve süslü” olmayı öğretmiştir. İktisadî çıkmazlar bunu engellemektedir konak açısından. Seniha içinse bundan başka bir değer ölçütü yoktur. Avrupa özlemi, Paris’e kaçışı da güzelliğe, süslülüğe düşkünlükten doğar. Böylelikle Akdeniz kıyıları uygarlığında karşılaşmayacağımız iki özellik (şıklık, süslülük) İstanbulin döneminin de yapaylığını dolaylı yollardan dışa vurur Kiralık Konak’ta.” (1)
Yakup Kadri’nin, “eşyalarımız, elbiselerimiz gibi ahlâkımızın ve terbiyemizin de rokokolaştığı” yolundaki yakınması, Cumhuriyet’in ilk on yıllarında seçik bir ayrım yapılmaksızın, Batılılaşma ile birlikte çağdaşlaşmanın da değer sarsıntısından sorumlu tutulmasının tipik bir örneğidir. Bu yazarlarımızın gözünde yozlaşma olarak değerlendirilen değişim ve dönüşüm, kadının, yenileşmenin, Batılılaşma eğiliminin yerleşik değerleri sarsması düzleminde, ahlâkî sorunsallık düzleminde ele alınmasına yol açmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’da bile -ki yapıtlarını yayınlaması 1949’lardan sonralara uzanır- henüz Doğu-Batı kültür ikilemi tartışılmakta, geçmişteki kişiliği silinmiş kadın yerine, birey olma çabasındaki “yüz yıllık aile geçmişiyle amansız bir savaşım veren” kadın imgesi ileri sürülmektedir. Ruh çözümlemelerinden öteye uzanma, sorunların toplumsal ve bireysel olanın diyalektik bütünlüğü zemininde ele alınması eğilimleri yazınımızda çok yeni başlamış, özellikle son on-onbeş yılda gelişkin boyutlara uzanabilmiştir.
Böylece özgürleşme süreci ve çabasındaki kadının iktisadî-toplumsal sınıfsal-entelektüel konumu gözönüne alınarak gerçekçi bir biçimde yazın yapıtlarına yansımasının örneklerini Orhan Kemal’den bu yana yeni Türk yazını sağlayacaktır bize. Bununla birlikte, dikkati çekmesi gereken bir nokta da; yapıtlarında ayağı yere basan, canlı kadın imgeleriyle karşılaştığımız yazarların, bilinçlendirilmiş ve özümlenmiş dünya görüşlerine sahip olmalarıdır. Artık elektrik, bilimsel temeli olmayan ya da tutarsızlıkla dolu dünya görüşleri yerine, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu derinlikte olsun, en genel çizgileriyle toplumculuktur Türk yazarlarının düşünsel yönelimi.
Roman ve öykülerde karşılaştığımız kadınların bölgesel ve sınıfsal farklılıklarının da bir anlam taşıya bilmesi ancak bu dönemde olanaklanmıştır. Bu nedenle kırsal ve kentsel kesimlerdeki kadın, köylü, işçi, küçük burjuva aydın kadın imgelerinin belirleyici çizgileri, elli yıllık Cumhuriyet döneminin ikinci yarısında ancak gölgelerden arınabilmiştir. Kadın iktisadî, toplumsal, ruhsal, düşünsel, ahlâksal, cinsel sorunlar düzleminde de ancak bu dönemde yansıyabilmiştir yazınımıza doyurucu bir biçimde. Bireyselle toplumsalın bir arada ele alınması , ahlâkın -ya da genel olarak üstyapısal kurumların- altyapısal temellerinden soyutlanmaması iledir ki, kadın “imge”leri yaşarlık kazanabilmişler, toplumbilimsel, ruhbilimsel, felsefî araştırmalara veri olabilecek somutluğa ulaşabilmişlerdir.
Yazınımıza işçi kız, işçi kadın imgesi Orhan Kemal’le girer. Emeğiyle üretime katılan kadının, işçi sınıfının bir üyesi olan kadının, sömürü düzeninde işçinin karşılaştığı hangi koşulları aynen, hangilerini kadınlığından ötürü ek boyutlarla yaşadığı ancak sınıfsal bir yaklaşımla verilebilirdi. Orhan Kemal öyküsü bize böyle bir kadın imgesini çizmekte hemen hemen ilk örneği oluşturuyor.
Kırsal bölgenin kadını, köylü kadın, Türk yazınına Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt romancılığıyla girmiştir diyebiliriz. Baykurt’un Irazca’sı, Yaşar Kemal’in Meryemce’si prototipleri olmuşlardır köy yazınımızın. Çileli, doğayla savaşım veren, yaşam savaşımında erkeğin yanında, aynı koşulları paylaşarak yer alan Meryemce ve Elif, toplumsal düzen karşısında umarsız kalacaklardır. Tıpkı Ali gibi. Meryemce toplumsal-sınıfsal konumunun yanısıra analığıyla oğlunun onca saygısını haketmiş saygın bir ana tipi olarak çizilmiştir. Köy yaşamını anlatan yapıtlarda, kadının ana olması etmeni hep ağırlık taşır.
Fakir Baykurt’un Irazca’sı da aynı insancalıkta, somutluğu, eti-canıyla yaşayan bir kadın, yine bir anadır. Irazca anayı; oğlu gelini ve torunlarıyla, köyde sözü geçen, ailesini çekip çeviren, bin türlü çileyle, ağır baskılarla örtülü yaşamında, sonra, yine oğlunun kente göçmesiyle bir başınalığında, dirliği düzeni altüst olmuşluğunda tanırız. Artık Türk köy yazınında kadın insandır.
Kente dönmeden önce Güneydoğu Anadolu’yu özellikle töreler bağlamında yazınımıza getiren Bekir Yıldız’ın öykülerine bir göz atalım. Geleneksel, feodal ya da yarı feodal ilişkilerin kalıntılarının en yoğun bulunduğu bölgemiz olan Güneydoğu Anadolu’nun sorunsallığında Bekir Yıldız’ın kadını nasıl gösterdiğini, Hilmi Yavuz’un bir incelemesinden okuyoruz:
”...Yıldız’ın insanları, manevî hayatlarının bütününe egemen olan törelerin buyrultularını bilinçsizce kabullenmek durumda değillerdir. Bekir Yıldız, Türk hikâyeciliğinde ancak son yıllarda belirmeye başlayan bir yaklaşımla, Anadolu insanının töreler karşısındaki tavrını çözümler. Bu törelere başkaldıramayan, ya da hiç değilse değiştirilmesi doğrultusunda bir çaba göstermeyenler kadınlardır.
Bekir Yıldız’ın hikâyelerinde, töre buyrultuları karşısında kadın ve erkeğin birbirinden farklı tavırları son derece önemlidir. Yıldız bize ataerkil ve ilkel kırsal topluluklarda kadının güvencesiz ve güçsüz kalışını ve törelerin gereğini yerine getirmekten başka bir çıkar yol bulamayışını gösterir.
Kara Çarşaflı Gelin’de, kızını, kocasının öldürdüğü adamın ailesine vererek “kanını bağışlatan” kadın, bu güvensizliği simgeler. Buna karşılık töreleri zorlayan, değiştirmeye çalışanlarsa sadece erkeklerdir.” (2)
Kırsal kesimden kente dönüp, Cumhuriyetin ilk dönemindeki yazarlarımızın yöneldikleri çevrelerin ve zümrelerin kadınını, şimdi, son on yıllık yazınımızda yeniden bulalım. Bu dönemde dikkati çeken bir özellik, kadın imgesinin büyük ölçüde kadın yazarların perspektivlerinden çizilmesidir. Böylece, bulanık imgelerin ötekisine geçememiş Halide Edip’ten sonra yeniden kadın gözüyle kadının yazına yansıması durumuyla karşı karşıyayız.
Cinsellik sorununun türlü boyutlarına ışık tutan ve yazınımızda -hele kadın konusunda hiç- ele alınmamış yönleriyle “hangi seks?” sorusunu irdeleyen Attila İlhan dışında, kent kadınını, özgürleşme savaşımındaki, bilinçlenme-bilinçlendirme girişimindeki kadını, siyasal, toplumsal, iktisadî, entelektüel, ruhsal, duygusal, ahlaksal açılardan bir bütün olarak değerlendiren romancıların ve öykücülerin çoğu kadın son on yılların Türk yazınında. Bu da konuya yeni olanaklarla bakılmasını, yeni açılımların aydınlanmasını sağlamıştır doğallıkla.
Cumhuriyetin ilanından ve kadın hak ve özgürlüklerine ilişkin reformların gerçekleştirilmesinden sonraki Atatürk dönemi Türkiye’sinde kadının özgürlüğü sorunu, Adalet Ağaoğlu’nun 1973’te yayımlanan Ölmeye Yatmak adlı romanında derinlemesine işleniyor. Doçent Aysel tipi, Atatürk Türkiyesi’nin aydın kadınının yaşadığı dönüşüm sürecini ve bunalımları bütün boyutlarıyla, somutça yansıtıyor. Batı’ya dönük yenileşme ideolojisiyle geleneksel aile kurumunun değerleri arasındaki çatışmanın, birey-toplum diyalektiğine dayanan bir çözümlemesini buluyoruz. Aysel’in kişiliğinde.
Söz konusu romana Hilmi Yavuz şöyle yaklaşıyor:
“Ölmeye Yatmak’ta temellendirilmek istenen kadın özgürlüğü sorunu, belirli bir düzeyinde, aile ve eğitim kurumları arasındaki çatışmada somutlanır; geleneksel ideolojiyi dışlaştıran aile kurumu ile Batıcı Cumhuriyet ideolojisini dışlaştıran aile kurumu, kadın özgürlüğü sorununun trajik bir olgu niteliğiyle algılanmasını olanaklı kılacak biçimde çatışır. İçeriğin dayandığı bu yapısal ikilik, Aysel’de bir çelişme olarak ortaya konur. Aysel, geleneksel ideoloji ile Batıcı Cumhuriyet ideolojisi arasındaki bu uyuşmazlığı bütünüyle yaşar...” (3).
Sorunun başka görünümlerini ve boyutlarını, Nezihe Meriç’de, Leyla Erbil’de, Füruzan’da, Sevgi Soysal’da arayabiliriz.
Bulabiliriz de!
Kasabadan, kapalı aile çevresinden, kentte okumaya gelen kızın aydınlanma, dünyayı tanıma çabaları, bocalamaları, kendi oluşumunu yaşamasıyla bütünlemesi, Nezihe Meriç’in Korsan Çıkmazı adlı romanının Meli’sinde somutça çizilmektedir. Meriç’in öykülerinde yine kasaba kökenli, kente yerleşmiş kadını, olanca kadınlığıyla, anaçlığıyla, evini, ailesini hatta mahallesini çekip çeviren, çevresine mutluluk saçan, yaşama sevinciyle dolu, -sözgelimi- bir Hayriye olarak görürüz.
Leyla Erbil, erkeğin yanında, onu tartabilen, onun zaaflarını tüm açıklığıyla görebilen, entelektüellikte olsun, cinsel yaşamda olsun kişiliğiyle olsun erkeğin karşısına dikilebilen öfkeli kadın imgesini getirir. Artık kadın-erkek ayrımı, özellikle küçük burjuva aydın çevrelerinde, iyice yitirmiştir kesinliğini. Hatta neredeyse denge, kadının ağır basmasıyla, erkek aleyhine değişecek sanılır!
Füruzan’da belli başlı iki kadın tipi özeksel önemdedir: İlki, batağa sürüklenen yoksul kenar mahalle kızları, yaşam koşullarının zorlamasıyla bedenlerini meta olarak kullanmaya itilen kızlar ya da “düşmüş” kadınlardır. Artık fuhuş, önceki romancılarımızda olduğu gibi bir ahlâksal yozlaşma, bir değer bunalımı sorunu olarak değil, toplumsal ve iktisadi temelleriyle ele alınmakta, bunun yanında, birey düzlemindeki ruhsal-duygusal yaşantılar da ihmal edilmemektedir. Füruzan’ın yaşattığı ikinci kadın imgesi, olanaksızlıklar içerisinde tek başına çocuğunu büyütme, okutma, yaşatma savaşımındaki annedir, yoksul kesimin insanını, yoksulluk edebiyatından da, sav-sözcülükten de uzak, sınıfsal bir yaklaşımla yansıtır yazar.
Sevgi Soysal’ın, kendine özgü ironik üslubu elden bırakmaksızın tanıttığı devrim pratiğine atılmış kadın, 12 Mart 1982’yi izleyen faşizan siyasal ortamın karanlığında aydınlıklar aramaktadır. Kuramsal birikimin gerçeklere nasıl uygulanacağı, küçük burjuva kökenli aydının sosyalizm için yürütülen savaşıma katılması durumunda karşılaştığı sorunların pratikte yol açtığı sorunlar Sevgi Soysal’ın roman ve anılarında açıklıkla tartışılır. Eyleme girişen, mahkum olan, erkekle yanyana duran bilinçli, devrimci kadın imgesidir Sevgi Soysal’ın getirdiği.
Hemen hemen yüz yıla varan bir tarih dilimi içerisinde Türk yazınında kadının nasıl yansıdığını yabancı okura özetle tanıtmaya çalıştığım bu yazıda, her biri başlıbaşına uzun toplumbilimsel çözümlemeler gerektirecek bir işe, tiplerin derinlemesine incelenmesi işine, hiç girişmedim. Amacım yalnızca, dünya yazını içerisinde önemli bir yeri olduğuna inandığım çağdaş Türk yazınına kadın imgesi açısından bakıldığında nasıl bir tabloyla karşılaşıldığını kimi belli başlı figürlerle ortaya koymaktı. Yine özellikle belirtmek isterim ki, bu incelemede yazınsal değer ölçütlerini hiç hesaba katmadım. Salt içerik çözümlemesinin sağlayabileceği verilerle yetinmeyi yeğledim.
Bu incelemenin vardırdığı sonucu özetlemek istersek, bence şu önemli noktaların altını çizmek gerekecek:
İlkin; yapıtlarında kadın imgesini nasıl çizdiklerine baktığımız yazarların dünya görüşleri ve buna sıkı sıkıya bağlı olarak olarak yaklaşımlarının dar açılı ve tek boyutlu olup olmadığı, kadın sorununu ortaya koyuşlarında da belirleyici bir etmen oluyor, bu açıkça görülmekte.
Sonra, yine aynı soruna bağlı olarak, Türk yazınında kadın imgesinin iki ana düzlemde değerlendirilebileceği sonucuna varıyoruz:
Biri, bir geçiş döneminin toplumsal, iktisadî, siyasal bütün çalkantılarını bir değer bunalımı, dolayısıyla bir ahlak sorunu olarak görüp üstyapıda yüzdüren bir bakış açısının yansıttığı kadın imgesi; öbürü ise çağdaş bilim ve felsefenin verileri ışığında ele alınan, dolayısıyla bireyi toplumsal bağlam içerisinde ve ilişkilerinin örüntüsünden soyutlamaksızın roman ya da öykü kişisi olarak yeniden değerlendiren yaklaşımın ürünü olan gerçekçi kadın imgesi.
Tarihsel ve sınıfsal yaklaşımın yöntemsel sağlamlığından güç alarak son yirmi-otuz yıllık dönemin Türk yazınına birey-toplum diyalektiğini, insanın bütünselliğini getiren yazarların kaleminden çıkan kadın imgesinin, öncekilere oranla çok daha gerçekçi bir imge olduğunu söyleyebiliriz.
Kanımca bu belki, yazın açısından, sanatsallık açısından bakıldığında ikinci derecede önem taşıyan bir özellik olabilir; ama insanbilimlerinin çözümlemelerine yardımcı olması düşünülebilecek bir öge olarak ele alındığında birincil önem kazanıyor.
________________
- Çağdaşlık Sorunları, Selim İleri, Günebakan yay. İst. 1978. ss.77-78
- Kırsal Toplulukta Törelerin Çatlayışı: Beyaz Türkü, Hilmi Yavuz’un: Roman Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yay. Ankara 1977, s. 110.
- a.g.y. ss. 156-57
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 110 - 15 Aralık 1984
_______________________________________________________________________________________________________________________
Psikolojiden edebiyata kadın
Toplumumuzda kadının (hangi kadın?) kişilik özelliklerinin neler olduğunu bilmiyoruz, dolayısıyla edebiyatımızda çizilen kadın imgesinin (hangi imge?) gerçeklik testini yapma olanağımız da yok (edebiyat eleştirmesinin buna gereksinmesi de yok, ama psikolojinin olabilir). Değerlendirme eldeki ikinciden, varsayılan birinciye doğru gidiyor çoğu zaman.
Ülkemizde psikolojik araştırmalardan edebiyat ürünlerine doğru gitmemiz ise şimdilik çok güç. Üstelik psikolojinin kendisi de kadın söz konusu olduğunda oldukça bocalamış tarih boyunca. Öyleyse, önce psikolojinin bu evrensel serüvenini görmekte yarar var.
PSİKOLOJİDE KADIN
Çocuğun ilk merakları ve keşifleri içerisinde en önemlisi cinslerin farklılığı alanında ortaya çıkar.
Cinslere duyulan bu çocuksu ilgi, yetişkin insanın erkek ve kadın arasındaki farklılıklara ilişkin bilimsel kuramlarına kadar uzanır.
Bu kuramların yönelimini belirleyen ve farklılaşmalarına yol açan çeşitli etkenler şöyle sıralanmaktadır:
- Kişisel etkenler. Bir yazar için, kendi bireysel gelişiminden gelen kişisel ve öznel güdülerin araştırmasını belirlememesi çok güçtür. Karşı cinse duyulan sınırsız öfke ya da ölçüsüz hayranlık (birincisine Nietzsche, ikincisine Schiller örnektir) araştırmanın her adımında ortaya çıkabilir; böylece gerçeklik yazarın apriori tutumuyla çarpıtılmış olur.
- Tarihsel etkenler. Yazar belirli bir çağda yaşamaktadır, böylece çağının felsefî ve bilimsel düşüncelerine, cinslere ilişkin görüşlerine bağlıdır. Felsefî etki özellikle erkeğe ve kadına ilişkin bir “öz“ün aranmasında kendisini gösterir. Bu öz araştırması felsefeden etkilenen her psikolojide bulunur ve özellikle klasik psikanalizde egemendir. Bu öz araştırması bir maskülen ya da feminen “tip” oluşturma girişiminde de görülür. Bu girişim çoğu zaman apriori yargılardan hareket eder ve gerçek olguların gözlemlenmesine dayanmaz. Ancak, bu öz araştırması klinik gözlemlerden yola çıkan bazı psikanalizcilerde de bulunur. Mutlak bir “tip” bulmayı amaçlayan bu görüşler cinsler arasındaki farklılıkları vurgular, erkekle kadını tümüyle birbirine karşıt kılarlar.. Buna karşılık kimi yazarlar erkekle kadın arasındaki farklılıkları silerler, ikisin de aynı genel ilkenin temsilcisi olarak görürler. Bu metafizik spekülasyonlardan uzaklaşan daha yeni bilimsel araştırmalar test yöntemini kullanan psikolojilerde yapılmıştır. Ancak, tüm nesnellik iddialarına karşın bunlardan da yukarda sözü edilen iki eğilimi buluruz. Ayrıca, bunlar erkeği ve kadını tanımamızı sağlamaz, çünkü incelenen işlevler parçalıdır, bize ancak bir mozayik verir, tümel bir imge getirmez, yaşam bağlamından koparılmış soyut bir varlık betimler.
- Grup etkenleri. Yazar, kendi zamanının düşüncelerine olduğu gibi, grubunun kanılarına ve önyargılarına da bağlıdır. Grup yazarın toplumsal sınıfı, dinsel çevresi, etnik kökeni olabilir, ama belirleyici ilk grup yazarın ait olduğu cinsel kategoridir. Yakın zamanlara kadar her iki cinsi de araştıranlar erkek yazarlardı, böylece varsayımları ve yorumları temel erkek tutumlarını yansıtıyordu. Örneğin, Freud kız çocuğun gelişimini erkek çocuğa dayanarak betimliyordu. Bu durum ancak kadın psikanalizcilerin kız çocuğun gelişimini farklı bakış açılarından incelemeleriyle değişmiştir.
- Konuya bağlı etkenler. Cinslerin farklılığına göre de büyük ölçüde değişmektedir. Erkeğin ve kadının durumu evrim geçirmekte, ilgili kuramlar da bu evrimi izleyerek değişmektedir. İlginç olan nokta, değişimi izleyen kuramların aynı zamanda bu değişimi hızlandırmasıdır. Kadının Kurtuluşu Hareketi, yazarları kuramlarını yeniden gözden geçirmeye zorlamıştır; yeni görüşler de kadının durumunun değişimini desteklemiş ve hızlandırmıştır. Kadının durumunun gelişmesi katı önyargıları yıkmış, eski görüşlerin başarısızlığı da yeni bakış açılarının getirilmesini gerektirmiştir. Söz gelimi, test teknikleriyle yürütülen araştırmaların ancak belirli bir çağda, belirli bir çevrede geçerli olabileceği anlaşılmıştır. Böylece erkeğin ve kadının davranışlarındaki sabitliklere değil, değişkenliklere dikkat edilmesi yönelimi doğmuştur. Sonuçta erkek ve kadının doğasından değil, erkek ve kadın rollerinden söz etme geleneği yerleşmiştir. Çünkü, roller toplum tarafından belirlenirler (Rocheblave - Spenle).
EDEBİYATTA KADIN
Yukarıdaki inceleme, nesnel ve yansız olması beklenen bilimde bile, konu kadın olunca düşüncemizin ne tür etkiler altında olduğunu göstermektedir. Öyleyse kimbilir ne beklenmedik etkiler söz konusudur. Belirleyici etkenleri en dar bireysel alandan, en geniş tarihsel, toplumsal alanlara kadar izlemek olanaklı. Kolaylık sağlaması açısından yukardaki tabloyla koşutluk kurulabilir. Yazar, kendi kişisel gelişiminin etkisindedir, karşı cinse ilişkin duyguları yapıtına ister istemez yansıyacaktır. (Kemal Tahir’in kadınlara düşmanlığı, Nazım Hikmet’in sevgisi). Yazar yaşadığı dönemin cinslere ilişkin görüşlerinin de etkisindedir.
Toplumsal dönemlere göre kadın imgesi hep ikiye bölünmüştür. Eski kadın imgesi saf, iyi, erdemli ama cinselliği olmayan kadınla, baştan çıkarıcı, ahlâksız, yosma kadını karşı karşıya getirir. Yeni kadın imgesi iyi, saf, özverili üstelik cinselliği de olan ev kadını ile çalışan, bağımsız bu yüzden de potansiyel olarak her türlü kötülüğün tohumunu taşıyan kadın arasında bölünmüştür.
Edebiyatımız cumhuriyet öncesinde, cumhuriyetin ilk yıllarında ve son döneminde hep bu ikili şemayı izlemiş görünüyor. Eskilerde birinci bölünme, daha yenilerde ikinci bölünme söz konusudur. Hepsinde belirleyici bir öz, bir ortak ilke aranmıştır. Yazarın ait olduğu cinsiyet kategorisinin belirleyici etkisi bir başka sorundur. Bizde bu sorun kadın yazarların çoğalmasıyla birlikte “kadın duyarlılığı” tartışmasıyla başlamış, kimi kadın yazarların kendi kişisel sorunlarını işledikleri iddialarına kadar gelmiştir. Ama kadın kuramcıların ortaya çıkması nasıl psikanalizi zenginleştirmişse, kadın yazarların devreye girmesi de edebiyatımıza öylesine bir canlılık getirmiştir. Ayrıca hâlâ ortak çözüme vardırılmamış birtakım yeni tartışmalar da bu gelişmenin sonucudur. Bu tartışmalar Türkiye’de bir “kadın sorunu” olup olmadığından başlayarak, sorunun çözümünde feminizm mi, toplumculuk mu çatışmasına kadar uzanmaktadır.
Temel sorunlardan biri de yazarın bakış açısını besleyecek bilimsel araştırma verilerinin bulunup bulunmadığıdır. Karşı savların, çelişik saptamaların bolluğu bu verilerin yetersizliğini göstermektedir. Yazarın toplumculuğu, gerçekçiliği, yazarlık yeteneği, gözlem gücü bu boşluğu tek başına kolay kolay dolduramaz.
Türk kadınının psikolojik özelliklerini veren araştırmalar yok elimizde. Sosyolojide, ekonomide, siyasal bilimlerde ancak cinsiyet değişkenine göre elde edilen bulgulara sahibiz, bu da tam bir kişilik tablosu çizmeye yetmez.
İşte daha çok psikiyatristlerden gelen birkaç bulgu örneği:
- Toplumumuzda kadının erişilmesi çok güç bir varlık olarak tanınması, yüceltilmesi, erişildiği zaman da aşağılanması;
- kadın ve erkeğin toplum içinde birbirinden uzak yaşaması, birbirini tanımaması;
- kadın - erkek ilişkilerinde ortak yaşam (Symbiosis) eğiliminin egemen olması,
- Türk erkeğinin güçlü, kavgacı olmaya önem vermesi ve erkeklik rolünü bunlarla tanımlaması;
- babanın mesafeli, sert, cezalandırıcı, annenin aşırı düşkün, koruyucu ya da egemen, kısıtlayıcı olması;
- ailedeki eğitimin her iki cinste de özerklik ve bağımsızlık duygularını engellemesi;
- genç erkeklerde cinsel güçsüzlük korkusunun ve eşcinsellik kaygısının, genç kızlarda cinsel saldırıya uğrama korkusunun yaygın olması;
- cinsler arasında cinselliği yok sayan bir “kardeşçe arkadaşlık” ilişkisinin yeğlenmesi...
Psikolojinin çizdiği tablo bu; edebiyatta çizilenler bunu sadece vermeyi değil, değiştirmeyi de amaçlıyor. Kadın, artık yüceltilmiyor, mistifiye edilmiyor, ama bu kez de mitleştiriliyor. Kadın, artık duygusal değil, ama bu kez de bu duygularını yaşayamıyor. Yalnız bırakılmaktan korkmuyor, ama bu kez de kendi kendisiyle yalnız kalmaktan korkuyor. Bağımsız ama bu kez de kızgın, öfkeli, huzursuz.
Son dönem edebiyatımızda kadınlar hep özgürlük savaşımı veriyor, ama bir türlü özgür olamıyorlar.
Ardında oldukları özgürlük bir şeylerden kurtulma özgürlüğü, yani tepkisel. Böyle olması da kaçınılmaz belki.
Geleneksel toplumun bireyi davranışını ya başkalarının beklentilerine göre ayarlar ya da onlara karşı tepkileriyle oluşturur. Bu nedenle yine psikiyatristlere göre, örneğin kadınlarımızın sevgi konusundaki ortak eğilimi, sevmeden sevilmek ya da ancak sevildikten sonra sevmektir.
Edebiyatımızda bağımsız kadının sorunları henüz yazılmadı, şimdilik sadece bağımsızlaşmakta olan kadının sorunları yazılıyor. Böyle olunca yazar, bağımsızlaştırmaya çalıştığı kahramanını sevgide bile duygusuzlaştırıyor, cinsel eylemde bile cinsellikten nefret ettiriyor.
Kendini ve çevresini sürekli yargılayan bu kadın, kendi iç yaşantılarını algılama olanağından yoksun kalıyor. Duygulu olmamayı güçlülük sayıyor, duygu alanını daraltarak kendini yeniden incinmekten ve düş kırıklığına uğramaktan korumaya çalışıyor.
Psikolojide “düşünselleştirme” (intellectualisation) denilen mekanizma yeni edebiyatımızda yaşam biçimi olmuş gibi. Duygusal yaşantının yerini düşünceler alıyor, ama duygusal yaşamda yalnızlık ve başarısızlık da arkadan geliyor. Yazar, bunu kadını ille de duygusal görmek isteyen erkek ideolojisine tepki olarak yapıyor, ama bütünlüğü bozmak pahasına.
Bu toplumda erkekler “erkek millet” olmanın yolunu duygularını bastırmakta bulmuşlarsa, özgürleşme çabasındaki kadının da bu yola öykünmesi gerekmezdi. İnsanın zihinsel ve duygusal yaşamı, biri diğerinin uğruna harcanamayacak bir bütündür.
Erkek cephesinde de yeni bir şey yok.
Edebiyatımızda aydın erkeğin bile kadına bakışı yukarıda sözü edilen ikili imgeleri yansıtıyor; çünkü gerçek yaşamda da hâlâ öyle.
Sevgisinde kadını yüceltiyor, yanına yaklaşamayacağı yerlere koyuyor (oysa bu, erkeğin kadını sevmesi değil, kendi özsever “erkek” benliğinin kadındaki uzantısını sevmesidir). Sürekli olmayacağı korkusuyla sevmekten vazgeçtiği bile oluyor, ama aslında istediği süreklilik sevmede değil sahip olmada.
Kadını cinsiyetsizleştiriyor, çünkü geride kendi cinsel korkuları var. Kadının özgürleşmesini istiyor, ama özgürleşmesinden de ödü kopuyor. Kadının özgürleşme isteğini ille de cinsel özgürleşme diye algılaması da bu korku yüzünden ya da böylesi kendi erkeksi beklentilerine uygun düştüğü için.
Bazı değerlendirmelere göre edebiyatımız ruhsal çözümlemelerden toplumsal saptamalara doğru gelişmektedir.
Kadın sorunu işlenirken, artık dar bireysel ve ahlâksal açılardan bakılmıyor.
Şimdi herkes ekonomik düzenden, toplumsal yapıdan söz ediyor. Oysa, toplumsal yapımızın özelliklerini bildiğimiz bile pek söylenemez.
Çünkü hızlı değişme ve yenileşme içinde bile eski ögeler varlığını ve etkisini sürdürüyor.
Sözgelimi, yine psikiyatristlerimize göre aile yapımız biçimsel olarak ataerkil ama gerçekte anaerkil bir özellik göstermektedir. Ayrıca toplumsal ve kişisel etkenlerin sınırlarını çizmek, bir yaşantının bütünlüğündeki paylarını belirlemek son derece güç olmalı. Edebiyatımız hâlâ bu bütünlüğü arıyor, bunun güçlüğünü yaşıyor.
Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 110 - 15 Aralık 1984
____________________________________________________________________________________________________________________
Çıkmaz yol: Feminizm
Batı dünyası kadınlarını hop oturtup hop kaldıran ilk feminist dalganın hızı kesildiğinde, takvimler 1920’leri gösteriyordu. Tüm o gürültülü gösteri yürüyüşlerinden, parlamento baskınlarından, mitinglerden, açlık grevlerinden, hatta polisle taşlı sopalı çatışmalardan, tutuklanmalardan geriye, bir kadınların ne yapacaklarını dahi kestiremedikleri oy hakkı (o da tüm ülkelerde değil), bir de Louisa M. Alcott, Florence Nightingale gibi saygın, fedakâr “hanımefendilerin” okullarda belletilen örneği kalmıştı.
“O canavar oy sandığı, başka her şeyi yutmuştu” diyor bir feminist yazar.
“Kadın Hakları Hareketi’nin doğuşundan bu yana üç kuşak geçmiş, önderlerin tümü ölmüştü.
Yalnızca oy hakkı için uğraşmak üzere harekete katılanların hiçbiri, daha geniş bir perspektif geliştirememişti:
O sıralarda oyun neye yarayacağı dahi unutulmuştu. Kazançlı çıkan, muhalefet oldu” (1)
Evet, tüm bu gürültü-patırtı sırasında egemenler muhasebelerini titizlikle yapmış, kadın oyunun sistemin özüne yönelik bir tehdit olmak bir yana, onun için payanda görevi göreceğini sezinlemişlerdi. Patriyarkalizm’in kalesi Kilise’nin de onayıyla (Papa XV. Benedict 1919’da kadınlara oy hakkı verilmesinden yana olduğunu açıklar.) Batılı ülkeler kadınlara oy hakkını birbiri ardı sıra tanımaya başladılar.
İKİ FEMİNİST DALGA ARASINDA
1920-1960 arası, B. Avrupa ve ABD’nin kadınlar cephesinde oldukça sakin geçer. İkinci Dünya Savaşı sırasında yitirilen erkek işgücünün yerini almak üzere uysalca tezgâh ve masaları dolduran bu yedek işçi ordusu, savaşın sona ermesiyle birlikte aynı uysallıkla evine geri gönderilir.
1950-1960 arası savaş-sonrası büyüme dönemi ise, “Amerikan Rüyası”nı yaşatacaktır Batılı kadına. Bu on yılda ABD’de kadınlarda evlilik yaşı rekor düzeyde düşmüş, doğurganlık oranı büyük ölçüde artmış ve evli kadınların evlilik yaşı içindeki tüm kadınlara oranı ABD tarihindeki zirvesine ulaşmıştır. ABD’deki ikinci feminist dalganın habercisi sayabileceğimiz Betty Friedan’ın “The Feminine Mystique”: (Kadınlık Gizemi) işte 1950’ler ABD’sinde orta sınıf kadınının kendi içinde bulduğu bu açmazın betimlenişidir.
Atlantik’in öbür yakasında yaşanan da pek farklı değildir. İşçi sınıfı örgütleri Kadının Kurtuluşu konusunda kendi görüşlerini muhafaza ederken, burjuvazi kadınıyla, erkeğiyle gözünü Batı’ya, Amerikan Mucizesi’ne çevirmiştir. Feminizm’den geriye ne kalmışsa, savaş-sonrası bezgin aydınlarının çevresinde toplanıp bitip tükenmez tartışmalar ürettikleri loş kahve masalarının kısa saçlı, siyah giysili, uzun ağızlıklı varoluşçu kadınlarına intikal etmişti. Ve “reddiye” de bunlardan yükseldi.
Sonradan Kadınların Özgürlüğü Hareketi’nin (KÖH) tartışmasız İncil’i kabul edilecek “La Deuxième Sexe (İkinci Cins), yazıldığı 1940’larda bu dar aydın çevresinin dışında pek bir hareket yaratmadı. Oysa Simone de Beauvoir kitabında ufku oy hakkıyla kısıtlı olmakla politikacıların elinde bir oyuncak durumuna düşen ilk feminist dalganın eleştirisini yapıyor ve kadını “ikinci cins” konumuna getiren etkenlerin kadınlarca içselleştirilmesi mekanizmasını irdeliyordu. Böylelikle iktisadi ve siyasal “hak” mücadelesini ikinci plana iterek psikolojiyi tüm mücadelelerinin mihveri haline getirecek olan ve giderek de bu önü alınmaz bir öznelciliğe saplanan KÖH’nin temellerini atmış oldu.
Ne var ki, Feminizm’in bir hareket olarak yeniden canlanışı için 1960’ların sonlarını beklemek gerekecekti.
ABD’de Vietnam Savaşı’nın yarattığı bunalım, Batı Avrupa’daysa özellikle ve öncelikle genç kuşakları etkileyen işsizlik, Batı’nın delikanlı kesimini bu yıllarda kitlesel bir hareketliliğe sürüklemişti. Batı Avrupa’da Con-Bendit, Krivine, Dutschke gibi anarşist ideologların devriminin siyasal öncülüğü görevini düzenle bütünleşerek devrimci niteliğini yitirdiğini öne sürdükleri işçi sınıfından alıp, gençliğe veren görüşlerinin etkisiyle daha politize bir görünüme bürünen gençlik hareketleri, ABD’de daha çok Vietnam Savaşı’na karşı apolitik barış gösterileri biçimini alıyordu. Ne var ki, zencilerin yurttaşlık haklarını savunan “Black Panters” (Kara Panterler) ya da Troçkist eğilimli yeraltı örgütü “Weathermen” gibi radikal siyasal örgütler de yok değildi ABD gençliği içinde...
Politize olsun, apolitik olsun, tüm bu gençlik hareketleri siyasal bağlamda modern versiyonu öğrenci liderlerince savunulan 19. yüzyıl anarşist tezlerinden, etik bağlamda ise, Freud’un solcu öğrencisi Wilhelm Reich’ın Cinsel Özgürlük görüşlerinden etkilenmişlerdi. Tıpkı yüz yıl öncesinde yaşıtlarının yaptığı gibi burjuvazinin bağnaz ahlâkçı düzenine başkaldırdılar, evlilik-dışı birlikteliklere yöneldiler, komünler kurup yeni ilişki biçimleri denediler, üretim ve tüketim kooperatifleri kurarak kapitalist ülkelerde kapitalizmin “dışında” yaşamaya çalıştılar. Böyle bir “dış” olmadığı için de, bir kısmı uyuşturucuların elinde heder oldu, bir kısmı eğitimini yarıda bıraktığından yaşamda önüne açılabilecek kapıları kendi eliyle kapatmış sayıldı, bir kısmı kendi kabuğuna çekildi, mutlu azınlık sahibi olan pek azı ise, “zararın neresinden dönülse kârdır” diyerek başkaldırı yıllarında edindiği deneyimleri sermayeye tahvil edip genç ve dinamik işadamları kuşağını (ABD’de Jöntürk grubu) oluşturdular.
FEMİNİST BİLİNÇLENME
Tüm bu süreçlerin içinde kadınlar da vardı kuşkusuz. Öğrenci ayaklanmalarına onlar da katılıyor, barış festivallerinde onlar da şarkılar söylüyor, savaş-aleyhtarı mitinglerde onlar da pankart taşıyor, serbest aşk tezlerini onlar da savunuyor. Kısası tüm bir gençliği yerinden oynatan rüzgârın önünde onlar da sürükleniyordu.
Ne var ki, bir an geldi, hareket içindeki genç kadınlar konumlarından tedirgin olmaya başladılar.
Konuşmalara katılamadıklarını, topluluk içinde söz alamadıklarını, sözlerine kulak verilmediğini, görüşlerinin ciddiye alınmadığını... farketmişlerdi.
İşte Kadınların Özgürlüğü Hareketi bu noktada kendini diğer özgürlükçü hareketlerden ayırma gereğini duydu. Hiçbir şey değişmemişti; erkeklerin en radikallerine dahi güvenmemek gerekiyordu; tarih kadınların erkekler tarafından sömürülüşünün ve baskı altında tutuluşunun tarihiydi; radikallerin anlattığı özgürlük ve eşitlik masalı, binlerce yıllık baskı ve sömürüyü gözlerden gizlemek için uydurulmuş bir yalandı yalnızca. İktisadî-siyasal sistem ne olursa olsun, erkek egemenliği sürecek ve kadınlar kişiliksiz, silik varlıklar, uysal köleler olarak onlara hizmeti sürdürmek zorunda bırakılacaktı.
Bir süredir Zenciler, Kızılderililer, Latin Amerikalılar... kısacası ezilen azınlıklara ilişkin olarak yapılan tahliller, kadınların durumuna da taşınmaya başladı: Kadınlar ezilen bir azınlık grubuydu; diğer azınlıklardan farkları, gündelik yaşamlarını efendileri (erkekler) ile paylaşmak zorunda bırakılışları idi. Kadınların işlerini zorlaştıran da bu idi; bağımsızlığa yönelen bir kadın ailesinin dağılmasını da göze almalıydı... (2)
FEMİNİST EYLEM
KÖH olarak adlandırılan ve daha çok orta sınıf mensubu meslek sahibi kadınlarla öğrenci kızların özlemlerini dile getiren hareket, böylelikle 1960’lı yılların sonlarında ABD’de başlayarak hızla Batı Avrupa ülkelerine yayıldı.
- Betty Friedan,
- Germaine Greer,
- Juliet Mitchell,
- Susan Brownmiller,
- Shulamith Firestone,
- Robin Morgan,
- Gisèle Halimi gibi feministlerin önderliğini yaptığı KÖH, gevşek bir biçimde örgütlenmiş kadın gruplarından oluşmaktaydı.
Üye sayısı 5-15 arasında değişen bu gruplar dergi çıkartmaktan birlikte yemek pişirmeye, birbirlerinin bedenlerini tanıyıp birbirlerine kürtaj yapmaya, ya da yalnızca oturup dertleşmeye... dek çeşitli amaçlar için bir araya gelen kadınlardan oluşmaktaydı. Ancak tüm kadınları ilgilendirdiği varsayılan konularda (8 Mart gösterileri, kürtaj hakkı, tecavüze karşı mücadele vb.) sokağa iniliyor, bunun dışında mücadele içine-kapalı (autistic) küçük gruplar halinde sürüyordu (yalnızca ABD’de 306 grup sayılabilmekteydi).
Bu gruplar arasında iletişimi sağlayan ise,
- ABD’de NOW’ın (National Organisation of Women: Ulusal Kadınlar Örgütü) yayın organı “Ms.”,
- Fransa’da “Le Quotidien des Femmes” (Kadınların Günlüğü; sonradan “Des Femmes en Mouvement:” Hareketteki Kadınlar adını alacaktır),
- Almanya’da “Emma”,
- İsviçre’de “Fraue-Zitig” gibi dergilerdi.
Feministler “Egemen Erkek Düzeni”ne karşı ilginç mücadele biçimleri geliştirdiler.
Okuyalım:
“Cenovalı başarılı bir jinekologun arabasına konulan bombayı bir kadın grubu üstlendi...”
“Roma’da bir mahkeme tecavüz suçundan yargılanmakta olan 7 kişiyi dışarıda bekleyen bir grup kadın parmaklarıyla makas işareti yaparak şöyle bağırıyordu! ‘Dışarı gelin de yargılama nasıl yapılır, biz size gösterelim.’ ” (3)
“Göstericiler ellerindeki püskürtücülerle ....’in üstüne mavi ve yeşil mürekkep sıktılar. Boya yıkandığı zaman deriden çıkıyor, ancak giysiler üzerinde leke bırakıyordu. Göstericiler adliye binası önündeki çimenler üzerinde yürürken bağırıp çağırıyor, ıslık çalıyorlardı...
Ellerindeki yapma erkeklik organlarını... yaktılar...
Gösteri boyunca kadınlar Vietnam Savaşı’nın temel nedeninin cinsiyetçilik (sexism) olduğu yolunda müstehcen sloganlar attılar.” (4)
“Norveçli feministler erkeklere tuzak kuruyorlar.
(...)
Norveç’in başkenti Oslo’da, ülkenin önde gelen gazetelerinden ‘Dag Bladet’in küçük ilanlar bölümünde feministlerce ‘Güzel ve zarif bir genç kadın refakatçi arıyor’ yollu bir ilân verildi. İlânı verenler yığınla talep mektubu aldılar
(...)
’Güzel ve genç kadınla’ ‘refakat’ etmek için başvuran ‘yardımsever’ erkeklerden yedisinin isimleri Oslo metrosunda her tarafa asıldı. Ama daha önce ‘güzel genç kadın’ bu kişilere telefon etmiş, onlarla uzun uzun konuşmalar yapmıştı. Feministler bu konuşmaları da kendi kurdukları ‘Radyo Oracle’ istasyonundan yayınladılar.” (5)
Eylemlerindeki şiddet dozunu zaman zaman tırmandıranlarına karşın (örneğin feminist lider Valerie Solanas’ın pop-art sanatçısı Andy Warholl’un yüzüne kezzap atışı, ya da geçtiğimiz yıl ABD’deki iki feministin bir Türk gencini öldürüp diğerini yaralayışları) KÖH, egemen çevrelerce hiçbir zaman sistemin özüne yönelik ciddî bir tehdit olarak görülmedi...
Hatta FBI’ca bir süre izlendikten sonra “aklandı”;
“Kadınların Özgürlüğü Hareketi’nin, Yeni Sol ve diğer şüpheli akımlarla hiçbir ilişkisi saptanamamıştır...
KÖH’nin bu ülkenin iç güvenliğine karşı hiçbir tehdit oluşturduğu yolunda hiçbir kanıt bulunmadığından, New York ofisimiz bu konuda yürüttüğü soruşturmayı kapatma kararı almıştır.” (6)
Dahası, “kullandı”;
“KÖH bölücü bir etken olarak ortaya çıktığı için Yeni Sol ve devrimci hareketi zayıflatmada bir karşı istihbarat olarak tavsiye edilir.” (7)
VE FEMİNİST KURAMLAR
Kadınların siyasal, iktisadî ve toplumsal alanlarda erkeklerle eşit haklara sahip olması, bedenine sahip çıkma hakkı ve bu bağlamda ele alınan cinsel zorbalığa karşı mücadele ve kürtaj savaşımı, iletişim araçlarında kadın imajının aşağılayıcı bir biçimde kulanılmasının önlenmesi... bunların tümü feminist grupları harekete geçiren pratik, somut taleplerdi. Ne var ki Feminizm’in ayırdedici yönü, herhangi bir liberalin rahatlıkla benimseyebileceği bu talepler değildi.
Feminizm’i diğer kadın hareketlerinden ayıran yön, “Erkek egemenliği”, “Erkek düzeni” olarak nitelendirilen anlayış (ki bu tanım dahi muğlak bırakılmıştır feminist jargonda:
- kimi zaman “male chauvinism” -erkek şövenizmi-
- ya da “machisme” -kazak erkeklik-’dir esas düşman,
- kimi zaman ise “patriyarkalizm”, yani ataerkillik...) ve bunun taşıyıcıları (erkekler) ile genel/soyut “kadın” arasında uzlaşmaz karşıtlık varsayımıydı.
Bunun dışındaki her türlü mücadele, özellikle de sosyalist mücadele kadınlar için talî önemde, hatta saptırıcıydı.
Bu nedenle KÖH komünist, radikal, devrimci örgütlerden özenle uzak durmaya çalışmış, bir yandan sol öğrenci örgütlerinde bulunup bir yandan da kadın hareketine katılmaya çalışan “kızkardeşlere” daima yarı-ihtiyati yarı-alayla bakılmıştı:
“Hâlâ geniş sol hareket içinde varlık göstermeye çabalayan kadın grupları, çizgileri yukarıdan dayatıldığı, analiz ve taktikleri bizzat iktidarını gayrı-meşru ilân ettikleri (erkek -ç) sınıf (-ı) tarafından biçimlendirildiği içindir ki, hiçbir şansa sahip değildir.” (8)
Ya da:
“Kadınların Kurtuluşu diyorsunuz. Bunu anti-faşist, anti-kapitalist, anti-sömürgeci mücadeleyle nasıl bağdaştırırsınız?
Size şöyle söylesek: işçi sınıfını kadınların haklı mücadelesine katılmaya çağıralım.
Tüm ülkelerin işçilerine ataerkillik karşısındaki konumlarını, cinsiyetçiliğe karşı mücadele içindeki yerlerini soralım!” (9)
“Nasıl bir düzen?” sorusuna verilen cevaplar ise, her gün mantar gibi biten feminist grupçukların sayısı kadar bol ve çeşitliydi. Gerçek devrimi psikoloji ile politika arasında kurdukları özdeşlik uyarınca gündelik ilişkilerde, aile yaşamında arayan feministlerden kimileri, örneğin “Aphra” dergisi yazarlarından Eve Merriam gibi:
“
- İnsanların fiziksel sağlığa zarar verenler dışında her türlü evliliğin --bir kadın-erkek; iki kadın; iki erkek; kadın ya da erkek ve hayvan ya da canlı/cansız bir nesne vb.-- meşru kabul edildiği;
- Hiçbir yasal belgenin gerekmediği;
- Çocukların bakımının 24 saat açık bakımevleri, ev hizmetlerine yardım vb. yollardan tümüyle devletçe üstlenildiği;
- İnsanların doğal hallerinin kısırlık olup, çocuk istenmesi halinde doğurganlığın bir hap ile sağlandığı...” (10) bir düzeni özlemekteyken, kimileri “Erkeklerin dünyasında” gerçekleştirilecek bazı reformlara razıydı.
(ABD’nin en geniş kadın örgütü NOW faaliyetlerini ERA (Eşit Haklar Yasası), kürtaj hakkı vb. “reformist taleplerle sınırladığı” için radikallerce sık sık eleştirilmiştir.)
Bunların yanısıra, “sınıf düşmanı erkeğin tümüyle dıştalandığı” bir kadın ütopyası düşleyenler de az değildir--özellikle “siyasal lesbian” denen seviciler arasında:
“Lesbianlar olarak bu sistemle her türlü uzlaşmayı reddediyoruz. Erkeklerin varlığını reddetmenin de ötesinde, üremeyi reddediyoruz.
Bu patriyarkal düzeni ciddî bir biçimde tehlikeye sokacaktır.” (11)
Sevicilik konusu, en az “Erkek düzenine karşı tutum” sorunu kadar tartışılmış bir konudur KÖH içinde. Burada da tutumlar sevicileri ‘Hareket’e zarar veren aşırılar’ olarak değerlendirip bundan uzak durmaya çalışmaktan, seviciliği ‘Feminizm’in özü! Patriyarkal düzenin bağrına yönelmiş gerçek tehdit’ olduğunu savunmaya dek çeşitlilik gösterir.
“Feminist Lesbianlar Grubu -ki terim bir totolojiyi içermektedir; çünkü lesbianlık feminizmin özüdür- reformizmi, varolan toplumun biraz düzeltilmesini değil, toplumsal-bireyci aygıtları, iktidar ilişkilerini, hiyerarşi, kâr ve eşitsizlik üzerine kurulu bu patriyarkal toplumun iktidarını sorgulayacak devrimci bir güçtür...” (12)
Bir yandan özel yaşamını sınıf düşmanıyla paylaşmama, bir yandan “erkeklerin değer yargılarına uygun davranıyor” damgası yememe kaygısı, pek çok kadını cinsel gereksinimlerini hemcinsleri arasında giderdikleri kadın komünlerine yöneltmiş, bu “kadın ghettoları” ise kişilikleri güçlendirecek yerde büsbütün yıpratmış, çeşitli ruhsal bozukluklara dek yol açmıştır.
Feminist tartışmaların bir başka odağı da, şimdiye dek erkeklerce yaratılan dil, edebiyat, sanat, felsefe, kültür ve giderek uygarlığa katılıp katılmama sorunuydu. Bazı kadın grupları mevcut sistem içinde belli bir noktaya gelebilmiş kadınları erkeklerin “Truva atları” olarak niteleyip yeni bir kadın dili, edebiyatı, kültürü, yeni bir kadın tarihi üretmek üzere yola çıktılar... Ve öyle görünüyor ki daha ilk adımlarda solukları kesildi. Bu yaklaşıma örnek olarak, Fransa’da yeni ve kadınca bir dil ve edebiyat arayışına yönelen “Socrières” dergisini, İsviçre’deki “Fraue-Zitig” grubunu, büyücülüğü ve Ortaçağ’da kadınların elinde olan halk tababetini yeniden canlandırma girişimlerini, Patriyarkalizm-öncesi tarihi yeniden keşfetme çalışmalarını sayabiliriz.
●
Feminist sarkaç 1980’lerde geriye savruldu; sokakları dolduran öfkeli kadın kitleleri evlerine, okullarına, iş yerlerine döndüler.
Batı gençliği “Cinsel özgürlük onyılı”nda yitirdiklerini, “Romans onyılı”nda aramaya koyuldu...
- ’Özgürlük’ kavramı etrafında kopartılan onca gürültüye rağmen kadınıyla erkeğiyle tüm insanların geleceğini ipotek altına alan tekellerin egemenliği kırılabildi mi?
- “Kâr, daha çok kâr” hırsının bir anda gezegenimizi ölü bir çöle çevirmesi riski bertaraf edilebildi mi?
- Giderek küçülen bir azınlığın elinde muazzam servetlerin biriktiği bir çağda, açlık tehlikesi yeryüzünden silinebildi mi?
- Hepsi bir yana, Batılı ülkelerde dahi, kadınların nüfus içindeki yerlerine orantılı bir biçimde iktisadî, siyasal, toplumsal yaşamın yönlendirilişine katılması sağlanabildi mi?
İnsanlığın ortak sorunları olan bu ve daha nice sorunun çözümüne Feminizm’in katkısı, kocaman bir HİÇ’dir.
Kadını ‘politize ediyorum’ diye diye yoğun bir psikolojizm, içinden çıkılmaz bir öznellik batağına sürüklemiş, onu kendisi de acımasız rekâbet koşullarının kurbanı olan erkekten tecrit ederek tüm potansiyelini soyut bir “kadın-erkek mücadelesi” yolunda heba etmiştir. Yarattığı “kadın ghettosu”nda sağlıksız ilişkilerle birbirine bağlanan kadınlar, gerçekliğin çarpıtılmış bir algılanışını yaşamak durumunda kalmış, kendi kendilerini “gizemselleştirir” hale getirilmişlerdir..
Öyle ki, 1980’i dönebilen kadın örgütleri, adeta bu çarpıklığı tamir etme istercesine,
kadınlarla erkeklerin sağlıklı ilişkilere girebileceklerine (!) işaret eder olmuşlardır. (13)
Tüm bu olgular, Feminizm’in sonunu işaret etmektedir. Ve üretimci-emek-sahibi kadını toplumsal yaşamın her alanına katmayı hedefleyen sağlıklı bir Kadın Hareketi, bu yanılgıların eleştirisinde kendisine sağlam bir temel bulacaktır.
_________________
- Shulamith Firestone, “On American Feminism”, Women in Sexist Society, Studies in Power and Powerlessness, A Mentor Book, New Ameican Library, 1972, s. 671.
- Bu konuda bkz. Alice Rossi: “Sex Equality: The Beginning of Ideology”, Gayle Rubin, “Women Rusin, “Woman as a Nigger”, Masculine/Feminine Readings in Sexual Mythology and the Liberation of Women, Ed. by Betty Roszak, Harper Colophon Books, 1969.
- International Herald Tribune, 27.6.1977.
- KÖH üzerine hazırlanan FBI raporlarından. “The FBI was watching you”, Ms. Haziran 1977, vol. 5, no. 12, s. 37.
- Cumhuriyet, 25.7.1983.
- Ms. a.y. s. 39.
- FBI San Francisco bürosunun başkan Hoover’a muhtırasından (1969) Ms., a.y. s. 38.
- Shulamith Firestone, agm, s. 681.
- Histoires d’Elles, 8.3.1977, Paris, no. 0.
- “Thinking About Marriage”, Aphra, vol. 4, no. 4, 1973, ss.7-8
- Sorcières, no. 9, Kasım 1977, s.62.
- a.y.
- Bu konuda Ms. dergisinin Ağustos 1984’de erkeklerin kadınlara söylemek isteyip de bir türlü cesaret edemedikleri konusunda özel bir sayı yayınlamak gereğini duymuş olması, ilginçtir. Bkz. Ms., Ağustos 1984, vol 13, no. 2, “What Men Haven’t Said to Women”.
Sibel Özbudun | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 110 - 15 Aralık 1984
____________________________________________________________________________________________________________________
Resmimizde kadının yeri
Canlı modelden desen çizimini, sanat eğitiminin temel koşullarından sayan yerleşik anlayışla, sanattaki kadınlık kavramı arasında yakın ilişkilerin bulunduğu, bilinen bir gerçektir. İnsan vücudunun gerçekçi gözlerle kavrandığı ve ülküsel ölçülerle heykele aktarıldığı İlkçağ Yunan Sanatı, sonradan Aydınlanma Çağı'nın doğaya bakış ilkelerini belirleyecek olan denge, uyum ve oran fikirlerini geliştirirken, onu tüm fazlalıklardan arındırıyor, canlı ve yaşayan bir nesne olarak algılıyordu. Doğanın özenerek yarattığı kadın, akademik sanat eğitiminin yapıldığı geleneksel atölyelerin değişmez konusunu oluştururken, gözetilen değerler gene aynı amaçta birleşmekteydi: İster giyimli, ister çıplak olsun, kadını, sanatın baş öğesi yapmak, onun da biçimlenmiş olan güzellik kavramlarını, belli anlayışların imbiğinden geçirerek tuale yansıtmak.
Kapalı toplum geleneklerine ve katı ahlak kurallarına bağlı toplumlarda, sanatçıların bu amacı gerçekleştirmeleri, ya birtakım kayıtlar gerektirmiş, ya da canlı modelden çalışmanın mümkün olmadığı ortamlarda, sanatçıyı, düşlem gücünü işletmeye zorlamıştır. Türkiye'de Tanzimat dönemine gelinceye kadar, Batili anlamda bir sanat eğitimi söz konusu olmadığı gibi, kadının Osmanlı toplum yapısından kaynaklanan statüsünde herhangi bir değişimin gözlenmesi de mümkün değildir. Ancak 19. yüzyılın ortalarına doğru köleliğin ve cariyeliğin kaldırılmasını öngören fermanla, verasetten kız çocuklarını yararlandırmayı amaçlayan yasa, 1850'li yıllarda doğrudan doğruya kızların eğitimine yönelik okulların açılması, toplumsal yaşamda kadın erkek eşitliğine doğru atılmış adımlar olarak düşünülebilir. Kadın haklarının somut yasal önlemlerle güvenceye bağlanması ise, bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllardadır. Eğitimi birleştiren 1924 tarihli yasa, 1925'teki ''Kıyafet Kanunu", onu izleyen yıldaki "Medeni Kanun'', özellikle de 1934'te kadına seçme ve seçilme hakkını tanıyan yasa, bu güvencenin başlıca aşamalarıdır.
"Sanayi-i Nefise'' adıyla kurulan(1883) Güzel Sanatlar Akademisi, başlangıçta erkek öğrenciler için düşünülmüştü. İkinci Meşrutiyet'ten sonra, kız çocuklarının okutulması yolunda eğilimler belirmeye başlayınca, zamanın Maarif Naziri Şükrü Bey'in çabalarıyla Bezmialem Valde Sultan Mektebi olarak bilinen şimdiki İstanbul Kız Lisesinde "İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'' kuruldu (1914). Malik Aksel, bu okulun kuruluşunda ilk kadın ressamlardan Mihri Hanım (Müşfik)'in da önemli bir payı bulunduğunu anılarında anlatır. Şükrü Bey'in huzuruna çıkan Mihri Hanım, Meşrutiyet'le birlikte ülkeye özgürlük ve eşitlik geldiği halde, bütün nimetlerden yalnızca erkeklerin yararlandığına değinir ve kız öğrencilerin sanat eğitimini üstlenecek olan bir kız (İnas) akademisinin kurulmasını ister, istek uygun karşılanır. Öğrenciler, bu okulda çarşaflı, fakat yüzleri peçesiz olarak ders görürler. Daha çok meyve, çiçek ve manzara resimleri yapılmaktadır. Oysa çıplak modelden resim yapmak gerekmektedir. Mihri Hanım, bu konudaki görüşünü kız öğrencilere açar. "Yüksek sosyeteye mensup'' bazı öğrenciler, bu görevi üzerlerine alırlar, hamamlardan bazı kadınları alıp okula getirirler. Özellikle Vrangel ordularının yenilgisi üzerine Rus göçmenlerinin İstanbul'a geldiği yıllarda, gerek erkek, gerek kız mekteplerine canlı model bulmak, bir ölçüde kolaylaşır. Ancak bu kez başka bir sorun ortaya çıkar: Çıplak kadın çizmeye alışmış olan kız öğrenciler, erkek resimlerini de bu kadınlara benzetmektedirler. Okulun müdürü Mihri Hanım, Asar-ı Atika Müzesi müdürü Halil Edhem Bey'e giderek, erkek antik heykellerin alçı kalıplarını aldırır ve atölyeler taşıtır. Çıplak erkek heykellerinin uyan duracağı tepkiyi düşünen Mihri Hanım, bunlar birer peştemalla sarmayı da ihmal etmez. Gene de Maarif Nezareti'ne şikâyetler gecikmez. ifadesine başvurulan okul müdiresi, heykellerin peştemalli olduğunu ve bu görünümleriyle ''halk ortasında güreşen pehlivanlara'' benzediğini savunacak ve bu görüş, müfettişlikçe "mâkul" bulunacaktır. Ancak gene de, canlı kadın modelden desen çalışıldığı bir okulda, erkek modeller için heykellerin seçilmesi bir çelişkiydi. Buna da geçici bir çözüm bulunur ve Tophane kahvelerinden getirilen yaşlı işsizler, erkek model olarak kullanılır. Malik Aksel, anılarında bu konuyla ilgili olayları eğlenceli bir dille anlatır.

Resmimizde çıplak ve portre olarak kadın konusunu işleyen ressamların, sayıca kabarık bir düzeyi bulduğu söylenebilir. Bu konuya ilgi, Batılı yaşamı benimsediğimiz dönemlerin zorunlu bir sonucu olmuş, canlı model önünde ilk desen etüdlerini yapan sanatçılar, biraz da gördükleri sanat eğitiminin doğal bir itişiyle, resimlerine kadın figürü koymaktan geri durmamışlardır.
- Başta Çallı ve Namık İsmail olmak üzere, 1914 kuşağı ressamları, kendi çevrelerinden tanıdıkları kadınların portrelerini yapmaya güçlü bir eğilim göstermiş, kadınlar da sanatçılara belli aralıklarla poz vermeyi, hem sanata bir katkı saymışlar, hem de görüntülerini sanat yoluyla geleceğe aktarmanın seçkin bir ölçüsü olarak görmüşlerdir.
- Çıplak modelden çalıştığı desenleriyle Halil Paşa'nın, kadın portreleriyle Osman Hamdi ve Ruhi Bey (Arel)'in bu konuda temel bazı birikimlerin oluşumunu hızlandırdıkları söylenebilir. Osman Hamdi, türbe kapısı önünde ya da kır gezintisindeki yaşmaklı kadınları, sedir üzerinde kitap okuyan romantik tavırlı genç kızları, kokona Rumları, özellikle eşi Naile Hanım'ın, kızlarının ve yeğenlerinin portrelerini çizmeyi sever.
Bunlar bir bakıma, klasik portre ressamlığının Melek Celal, Mihri Müşfik'te de örneğini bulan uzantılarıdır.
- Ruhi Arel'in sayılı birkaç kadın portresi de aynı geleneğe bağlanabilir.
- Namık İsmail ve Nazlı Ecevit'in genç kadın portreleri, giyimleri ve davranışlarıyla modern toplum yaşamına karışmış olan “mondain” tipleri konu almıştır. Namık İsmail, kadınların hayranlığını çeken yaşam lüksü içinde, kendisine model duracaklar bulmakta, fazla zorlanmıyor olmalıydı. Çallı için de aynı kolaylık söz konusuydu. Onun sere serpe uzanmış çıplakları, kendinden emin bir tekniğin ve rahat bir çalışmanın ürünü olarak görünür.
- Feyhaman Duran'ın, genellikle eşi Güzin Duran'ı konu alan portreleri, ondaki usta portreciliğin belki de en başarılı örnekleridir.
- Şeref Akdik, Vecih Bereketoğlu gibi, bu kuşağı ortak estetik kaygılar paralelinde izlemiş olan ressamlar,
Şefik Bursalı ve Eşref Üren'de olduğu gibi, kadın portreciliğinin yaygın etkisine bağlıdırlar.
Yenilikçi çabalar, 1930'lu yıllarda bu portreciliği, yeniliğin gerekli kıldığı yönlerde oldukça değiştirmiş, benzetme, portrenin temel işlevi olmaktan çıkmıştır.
Cemal Tollu'nun ve Zeki Kocamemi'nin kadınları, daha kavramsal denebilecek boyutlara bürünmüş, deformasyon estetiği, yerleşik değerleri oldukça değiştirmiştir.
Kocamemi'nin poz veren çıplakları, kadın vücudunun kitle etkisini ön plana çıkarmaya, plastik bütünlüğü kavramaya yöneliktir.
Yöresel giyimli Anadolulu kadın figürlerinin, çağdaş sanatımızda ağırlıklı bir yer bulması da,1930'lu yıllardadır.
- Turgut Zaim'in otantik görünüşlü yörük kadınların günlük yaşam içinde gösteren figürleri, gerçekçi yaklaşımlarla ilgilidir.
- Bedri Rahmi'de bu eğilim, yüzeye bağlı bir nakış beğenisini düşündürür. Erken dönemine ait çıplaklar, Doğu kültürlerinden esinlenmiş olan Matisse'in odalıklarını akla getirir. Saf duruşlu genç kız portrelerinde, kadın varlığını derin anlamıyla kavramaya yönelik içten bir yorum egemendir.
- Malik Aksel'in köylü kızlarında da buna benzer bir yorum payı bulmak mümkündür.
- Eren Eyüboğlu, bir kervana katılarak birbirini izleyen köylü figürleriyle, yöresel kadın tipini geliştirmeye çalışır.
Orta kuşak sayabileceğimiz 1950 sonrası sanatçılar içinde de Anadolu temasından kaynaklanan figür etkinliğini, farklı yönlerde ele alanlar olmuştur. Ama bu yöndeki eğilimler, yaşama daha çok bütünsel bir açıdan bakmanın olağan uzantılarını içerir. Bu kuşak ressamlarının büyükçe bir çoğunluğu, kadın konulu portreciliği, kendi anlatım yollarının dışında düşünmemişler, zaman zaman bu konuya da ilgi duymuşlardır.
- Neşet Günal'ın, orta Anadolu kadınlarını yoksul yaşamlar içinde yansıtan anıtsal nitelikli figürleri, kuvvetli gözleme dayanır. Onun bu konuya ilişkin büyük boyutlu kompozisyonları, toprağa bağlı bir yaşamın birbirini bütünleyen sahnelerini oluşturur.
- Cihat Burak'taki alay ve yergi öğeleri, kadınla erkeğin bir arada katıldıkları güncel yaşamın çelişkilerini dışlaştırma amacına bağlanabilir.
- Buna karşılık Şükriye Dikmen'in çizgi soyutlamasında biçimlenen genç kadın portreleri, inceliğin şiirini duyurur.
- Orhan Peker'in kadınları, daha çok, çizgilerini taşıdıkları modellerin yaşamlarını ve kişiliklerini dışa vurmakta birleşirler.
- Adnan Turani, son yıllarda genellikle şapkalı kadın portrelerine ve hareketin coşkulu çizgilerini içeren rakkase figürlerine ağırlık vermiş olan bu sanatçı, çizginin ve boyanın iç içe oluşumunu, bu figürlerde seçkinleştirme yoluna yönelmiştir.
- Nuri İyem, büyük kentlerin çevresini saran gecekondu yaşamındaki kadını, bir dizi portrede kalıcı kılmaya çalışmaktadır.
Onun genç kadın yüzleri, geriye itilmiş ya da açığa vurulmamış duyguları sezinletici çizgiler taşır.
- Güney Anadolu yaşamından derlediği kadın figürleriyle Duran Karaca da, Turgut Zaim'le başlamış olan yöreselliğin sorunlarını, belli bir pentür beğenisiyle çözümlemek yanlısıdır. Bu yöndeki eğilimlerin, 1960'lardan sonra geniş bir sanatçı kesimi için özgünlük araştırmalarının odağını oluşturduğu görülebiliyor.
- Kadın bedeninin erotik yapısını, modern genç kız kavramını belirleyecek biçimde ele alan eğilim ise, bu araştırmanın karşı seçeneğini oluşturur. Kayhan Keskinok ve Mustafa Ayaz'ın adı burada verilebilir.
- Burhan Uygur'un mazlum ve düşkün kadınları, kendi içlerine kapanmanın çaresizliğini yansıtırlar.
- Mehmet Güler ise, Anadolu kadının yazgısını konu aldığı resimlerinde toplumsal kökenli bir mesaj iletmeye çalışır.
Özet olarak denebilir ki,
tükenmeyen bir konuya dönüşen kadın ve çevresi, Türkiye'deki sanatçı kuşaklarının ilgisini canlı tutacak boyutları, her dönemde korumuştur.
Kaya Özsezgin | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 110 - 15 Aralık 1984