80’lerde Caz ve Rock




Herhangi bir sanat biçiminin ilerideki gelişmesi hakkında kehanette bulunmak çok tehlikeli bir iştir.
Yol, görünmez tehlike sinyalleriyle doludur. En beklemediğiniz anda insanın üstüne çullanıverirler. Hele o sanat biçimi caz ise...

1940’lı yılların başlangıcında cazın bugünkü noktaya varacağını tahmin etmek, hemen hemen olanaksızdı. O günlerde Dizzy Gillespie, Charlie Parker ve diğer birkaç öncünün emprovizasyon dilini sürekli genişletmesiyle ortaya çıkacak devrimi nasıl hayal edebilirdik? 1950’li yılların sonunda Ornetta Coleman ve 1960’lı yılların başında da John Coltrane’in getirdiği değişiklikler ise, caz dünyasını bir kez daha şaşkınlığa düşürdü. Akort kalıplarına dayalı emprovizasyon sistemine isyan eden Coleman, bazen atonal da olabilen bir “özgür caz” yaklaşımını benimsemişti. Coleman biçim alanında da değişiklikler peşindeydi: 12 perdelik eski blues yapısını alıp 11 perdeye dönüştürüyor, ritmi uzatıyor ve ölçüyü değiştiriyordu. Coltrane’in etkisi de küçüksenmeyecek boyutlardaydı. Tenor saksofonun bu büyük ustası, emprovizasyonu Hintlilerden esinlendiği kavramların üzerine inşa ediyor, kendine temel olarak akortları değil, raga’ları (skalaları) alıyordu. Coltrane’in uzun soloları da alışılmamış bir şeydi elbette. Bir solo bölüm normal olarak birkaç dakika sürerken Coltrane enstrümanı ile 45 dakikaya kadar varan çok yoğun soloların adamı olmuştu.


Bugün hem caz dinleyicileri, hem de cazcıların kendileri, bir yandan geçmişte yapılanları değerlendirirken, bir yandan da bunları 1980’li yıllarda başarılması gerekenlere bağlamak istediklerinde, çok daha karmaşık bir sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Onlarca yıl boyunca, cazın bir tanımını yapmak görece kolay bir iş olagelmişti. Bazı sloganlar, sınır çizgilerinin çekilmesine yardımcı oluyordu. Örneğin Duke Ellington, ta 1932’de “Eğer swing’i yoksa, önemi de yok, aldırma diyebiliyordu. Yarım yüzyıl boyunca, bu öğüde bağlı kalındı. Oysa bugün, soyut, açık ve belirgin bir ritmden yoksun ‘swing’den nasibini almamış birçok performansa caz adı veriliyor.


Aynı şekilde, caz yapıtlarını önceden tayin edilmiş yapılara örneğin geleneksel blues ya da 32 perdelik koroya dayandırma kavramı da süratle geçerliliğini yitirmekte. Caz dünyası artık “açık biçimler” denen şeyle birlikte yaşamaya alıştı. Çoğu kez, “açık biçim”, biçim yokluğu anlamına gelmiyor. Örneğin Keith Jarret’in tipik bir solo resitalinde, piyanosundan bir saat süreyle özgürce akıp giden sesler dökülüyor. Yine de Jarret’in 1980’li yıllarda cazdan beklenebilecekleri, gelenekçiliği ya da lirizmi üstün tutanlardan daha iyi temsil ettiğine kuşku yok.


YENİ UFUKLARA DOĞRU

Öyleyse, ritmik yönden cazın artık tanımlanamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Yapısal olarak ise caz, yeni sınır çizgilerine doğru yol almakta. Doğaldır ki, sonra bu sınırları da yıkıp daha ilerilere gidecek. Yaratıcılık açısından cazın geleceğinde, klasik geleneklerle, Afrika ve Güney Amerika müziğiyle, rock ve çağdaş pop biçimleriyle, kısacası dünyanın her yanından nağmelerle birleşmek görünüyor.

Peki, o zaman cazdan geriye ne kalacak?

Geleceğin semaları oldukça bulutlu, 1970’li yıllardaki gelişmelere dönüp baktığımızda ise, bir zamanlar belli başlı gelişmeler gözüyle bakılan bu hareketlerin çıkmaz sokaklarda sona erdiğini görüyoruz. Elektronik aygıtların kullanımı, yalnızca çok az sayıda grupta (en başta Weather Report), yeni ve etkin bir etnik ve tonal çeşitlilik bileşimi getirdi. Miles Davis, John McLaughlin’in öncülüğündeki Mahavishnu Orkestrası ile Herbie Hancock gibi cazcıların getirdiği ve zamanında oldukça önemli gözüyle bakılan değişiklikler, bugün etkinliğini aynı ölçüde korumuyor. Zaten Davis ve Hancock’un son yapıtları da, onların köklerini unutmadıklarını ve belki de bu serüvenleri ciddiye almadıklarını vurgular gibi.

Öbür yandan ise, işin ticari yanına kaçmayan ve 1980’li yıllarda belki de en yetkin yeni güçleri oluşturacak müzisyenler var. Bunların büyük bölümünü, 1965’te Muhal Richard Abrams’ın öncülüğünde kurulan Association for the Advancement of Creative Musicians’ın kanatları altında Chicago’da müziğe başlayıp, daha sonra New York ile Avrupa’ya yayılan zenci enstrümantalistler oluşturmakta.

Bu tür müziğin, hatta belki günümüz cazının en yetkin temsilcisi ise, Art Ensemble of Chicago. Beş yetenekli müzisyenden oluşan ve Afrika müziği, geleneksel caz ile avantgarde “özgür caz” hareketinin unsurlarını başarıyla birleştiren grup, emprovizasyon geleneğini de yaşatmakta. Hepsi vokal yapan ve birden fazla enstrüman çalan (rekor, 21 enstrüman ile Dougoufama Famoudou Don Moye’de) grup üyelerinden ikisi, Afrika kökenlerini vurgulamak için adlarını da değiştirmiş. Grup, cazın her türünü rahatlıkla çalıyor ve bazen üyelerinden birinin, bazen de hepsinin birlikte yarattığı parçaları seslendiriyor. Bugün insanların müzikten çok daha az bir gerçek yarar beklediğini, dolayısıyla da eskisi kadar esinlenmediğini öne süren Art Ensemble of Chicago üyeleri, müziğin insan yaşantısında kesinlikle işlevi olduğunu savunuyorlar. ”Association for the Advancement of Creative Musicians” müzisyenlerinin hemen hemen tümü gibi, Art Ensemble of Chicago’nun da politik bir yanı var. Yaptıkları müzikle, zencilerin kendi tarihlerini yeniden yakalayıp keşfetmesini istiyorlar ve müzik, giysiler, din ile hayat konularında, Afrika’dan esinleniyorlar.

IRKÇI NÜANSLAR MI?

Klarnetçi ve alto saksofoncu Anthony Braxton, Art Ensemble ile yakın ilişkisi olmakla birlikte, asıl, bireysel albümleri ve konserleri ile bilinir. Gerçi müziği zaman zaman ‘beyinsel’ ya da ‘swing’ den yoksun olarak tanımlanmıştır ama, etkisini yadsımak da olanaksız. Üstelik, Art Ensemble çevresindekilerin çoğunun tersine, Braxton, ırk engelini aşarak, kendi serüvenci içgüdü ve ilgi alanlarını paylayan Amerikalı ve Avrupalı beyazlarla da birlikte çalışan zenci müzisyenlerin bir örneğidir.

Şu anda caz dünyasında kendini gösteren ırkçı nüansların, 1980’li yıllar boyunca daha alt düzeye inmesi beklenebilir. Afro-Amerikan müziği adını vermeyi yeğledikleri bir türe gururla sarılıp kalanlar arasında, bu tür kendi kendine ayırım yaratma eğilimi söz konusu, kuşkusuz. Irk ayırımı çitinin öte yanında ise, aralarına bazen Avrupalıların da katıldığı bir yeni Amerikan müzisyenler kuşağı tarafından ve genellikle Oslo’da ECM şirketine bağlı olarak kaydedilen yeni bir empresyonist müzik dalgasına katılan beyaz gruplar var. ECM sesinin en başarılı yaratıcıları ise John Abercrombie, Pat Metheny ve Ralph Towner gibi beyaz gitaristler. Müzikler zaman zaman ortodoks anlamda cazdan çok klasik geleneğe ya da ‘country’ türüne yaslanıyor. Sıradan dinleyicinin kulağına, kara avantgarde cazcıların müziğinden daha hoş gelen bu müziğin değerlendirilmesi konusunda, eleştirmenler de kesinlikle ikiye ayrılmakta.

Cazın geleceğinin neler sakladığı sorusuna verilecek yanıtta bir anahtar sözcük olmalı Ortak yaşam, Bazı tarihçiler ve birçok müzisyen, Afrika-Amerika müziği biçimindeki bir caz kavramına sıkı sıkıya bağlı kalırken, son on yılda ırklar arası işbirliği ve uluslararası niteliğe erişme yolunda da önüne geçilmez bir eğilim gözlenmekte. Bu durumda, 1970’li yıllarda kurulan üç grubun öncülüğü temelinde bu eğilimin baskın olması beklenebilir.

  • Weather Report, 1970 yılında saksofoncu ve besteci Wayne Shorter ile “synthesizer” ve tüm klavyeli enstrümanların ustası Joe Zawinul öncülüğünde kuruldu. Brezilyalı, Çekoslovakya, Perulu ve ABD’li elemanların yer aldığı grup, kavramsal yönden çeşitlilik içeren, enerji düzeyi çok yüksek bir müzik, cazın temel kaynaklarına ancak arasıra eğilen, incelikli ve çoğu kez de epeyce soyut bir müzik türü geliştirdi. Weather Report, bugüne kadar hava raporu anlamına gelen adına uygun bir şekilde, yükselme yolundaki birçok müzisyen için güvenilir bir hava raporu oluşturdu. 1982’de bir avuç genç müzisyenle birleşen Zawinul ve Shorter’ın grubunun şimdi eskisine göre daha az soyut ve daha melodik olan “ses”i, birçok eleştirmence ‘belki de en iyi grup’ olarak tanımlamalarına yol açtı.

  • 1980’li yıllar cazında çok etkin bir grup da, kornetçi ve besteci Thad Jones ile, Stan Kenton’ın eski davulcusu Mel Lewis’in kurdukları bir başka ‘iki-önderli’ grup oldu. 1960’ların sonunda çok etkin olan grup büyük topluluk cazına yeni dokular ve orkestra yoğunluğu getirdi. Ancak 1970’li yılların sonunda Jones Danimarka’ya yerleşti. Topluluğu tek başına yönetmeye başlayan Lewis ise, grubu doruğa çıkartan o ruhu yine yakalama çabasında fazla başarılı görünmüyor.

  • Bundan 11 yıl önce Los Angeles’da kurulan bir başka büyük grup ise, 1980’li yılların müziği için bir tür işaret feneri oldu. Uluslararası niteliğe sahip bir gruptu bu. Çünkü grubu, piyanist-besteci Toşiko Akiyoşi ile kocası, virtüöz tenor saksofoncu ve flütçü Lew Tabackin yaratmışlardı. Yine de, bir kadın tarafından kurulan ilk grup olan Akiyoşi-Tabackin topluluğu, tümüyle Akiyoşi’nin bestelerinden oluşan repertuarıyla, Amerikan cazının özüne çok yakındı. Bu kültürlerarası yenilik, Tabackin’in çarpıcı sanatçılığı ile birleşince, büyük toplulukların varlığını sürdürebileceği yolundaki umutların da güçlenmesine yol açtı.

Sayıları son on yılda hızla artan Akiyoşi gibi müzikçiler, caza deniz aşırı ülkelerden yepyeni ve özlü, zengin bir kan verildiğini kanıtlıyor. Uzak bir ülkede doğup gelişen bir sanat biçimiyle uğraşan bu kişilerin, her biri kendine özgü bir rota çizdiği halde, Amerikan cazı çerçevesinde yenilikçi fikirlere erişme yolunu birlikte çiğniyorlar. Ve hepsi birlikte, cazın artık dünya çapında, ve tüm dünya için yapılan bir müzik olduğunu vurguluyorlar.

Başka bir değişiklik ise, bir zamanlar çok cüretli, hatta olanaksız sayılacak bir enstrümantasyon eğiliminde görülmekte. Anthony Braxton bundan birkaç yıl önce, tek başına, alto saksofonunun yanı sıra diğer nefesli sazları da çalarak, resitaller vermeye başlamıştı. Bugün basçılar, hatta davulcular bile solo albüm hazırlıyor. The World Saxophone Quartet ise, bas ve bateriyi, yani cazda ‘elzem’ sayılan iki enstrumanı içermeyen bir ritm bölümü ile çalışmakta. 1980’li yıllar boyunca böylesi deneyimlerin daha da yaygınlaşacağı sonucuna rahatlıkla varılabilir.

Eski enstrümantal biçimler, özellikle swing çağının emprovizasyon stili ile bebop bir dereceye kadar varlığını sürdürecek. Çünkü ana babalarından ya da eski ilahlarından miras kalan bir stile sahip caz müzisyenlerinin sayısı, hiç de az değil. Babaları bir caz piyanisti olan 22 yaşındaki Wynton Marsalis (80’li yılların Dizzy Gillepie’si denen Marsalis, aynı zamanda klasik albümler de hazırlıyor), bir yaş büyük ağabeyi saksofoncu Branford Marsalis, tenor saksofonun ‘tutucu’ genç büyücüsü Scott Hamilton ile kornetçi Warren Vaché’yi bunlar arasında sayabiliriz.

Peki, caz, geçen 70 yıl boyunca temel niteliğini oluşturan unsurlarla tanınan bir müzik olarak varlığını sürdürebilecek mi? Bu sorunun yanıtı, yeni solistlerin bir yandan bu müziğin ilk özelliklerini korurken, bir yandan da ona bugünün taze, canlı yaratıcılığını katmaya çalıştıkları konser salonları ve gece kulüplerinden dalga dalga yükseliyor.

Caz pınarı gerçi Amerika’da ortaya çıktı ve caza uzun süre kara Amerikalının müziği gözüyle bakıldı ama bugün artık dünyanın her yanında işitiliyor, her yanında tanınıyor. Önümüzdeki kuşaklar herhalde cazı 20. yüzyılın gerçek klasik müziği olarak benimseyecekler.



Derleyen: Sevin Okyay | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 96 - 1 Mayıs 1984
__________________________________________________________________________________________




Nisan’ın son gününde Harlem’de Abyssinian Baptist Kilisesi’nde toplanan renkli ve ünlü bir kalabalık, caz dünyasının ve Harlem’in “Kont”unu hem hüzünlü, hem de neşeli bir törenle uğurladı.

Evet, William Basie, buracıkta, Harlem’in kalbinde başlamıştı müziğe.
Yaşamı boyunca stilinden ayrılmadığı Fats Walter’ın dizi dibinde, caza ilk adımını atmıştı.

Basie, bu karşılaşmayı şöyle anlatıyor:

Harlem’deki Lincoln Tiyatrosu’na uğramıştım. Baktım, delikanlının biri orgun başına yerleşmiş, çalıp duruyor... Bir gün bana org çalıp çalmadığımı sordu. ‘Hayır’ dedim. ‘Ama öğrenmek için sağ kolumu veririm.’ Ertesi gün beni yanına çağırdı. Bir yandan pedallara basışını izliyor, bir yandan da el hareketlerini taklide çalışıyordum. Sonra yanına oturdum ve bana öğretti.

Bir süre sonra Walter Page ve Benny Moten’ın topluluklarında çalışan William Basie, 1935’te kendi grubunu kurdu ve Kansas City’deki Reno Klübü’nde çalışmaya başladı. Aynı zamanda, deneysel nitelikte bir radyo istasyonundan da yayın yapıyorlardı. Bir gün spikerin biri Basie’yi bir kenara çekerek, “Buraya bak Bill dedi, Bill Basie çok sıradan bir isim. Oysa tanınmış bazı grup şefleri kendilerine asalet payesi veriyorlar. Earl Hines, Duke Ellington gibi. Ben de seni artık ‘Count’ Basie diye anons edeceğim.Basie, “Şaka ediyor sandım diyordu. Omuzlarımı silkip, ‘Nasıl istersen’ dedim. Ondan sonra da hiçbir zaman Bill Basie diye anons edilmedim.

Basie grubu Kansas City’den Chicago’ya, oradan da New York’a geçti ve birinci sınıf yerlerde çalışmaya başladı.

Bu arada, doldurdukları plaklar da kapışılmaya başlamıştı:
Swing’ the Blues”, Jumpin’ at the Woodside,”, One O’Clock Jump” (Basie’nin kendi parçası) gibi.

Count Basie’nin ne yaratıcılık yanı cazın bir başka devi, Duke Ellington kadar güçlüydü, ne de enstrümanında Earl “Fatha” Hines düzeyinde bir virtüozdu. Ama ülkenin en kaynaşmış, en hareketli topluluklarını örgütlemekte ve bu topluluklara en birinci sınıf müzisyenleri toplamakta ‘Kont’un üstüne yoktu. 1950’de büyük topluluklar güç bir dönem yaşarken, topluluğunu sekiz kişiye indiren Basie, 1952’de tekrar büyüdü. Bu ikinci grubun birinciden farklı yanı, çok ünlü aranjörlerle birlikte çalışmasıydı. Büyük caz topluluğu geleneğini yaşatan son bir kaç kişiden biri olan Basie, sağlık nedeniyle bir süre müziğe ara verdiği yıllarda bile, grubu çalışmaya devam etti.

Kurduğu güçlü grupların dışında, Ella Fitzgerald ve Frank Sinatra gibi devleri de destekleyerek bugünkü yerlerine gelmelerini sağlayan Count Basie, yaşamı boyunca Duke Ellington’la karşılaştırıldı. Ama doğuştan mütevazi bir kişi olan Count, bu tür karşılaştırmalardan hep kaçardı. Bir keresinde, iki orkestra plak kaydı için bir araya geldiğinde, Duke, Count’tan “Take the ‘A’ Train”de solo yapmasını istemişti. Basie, “Ne yaptım biliyor musunuz? diyordu, “Tabanları yağladığım gibi kaçtım...

Son yıllarda artık sahneye ancak motorlu bir tekerlekli sandalye ile çıkabilen Count, kısa bir dönem hariç, enstrümanından hiç ayrı kalmadı. Eski geleneğin bu son devlerinden biri, cenaze töreninde de, çok sevdiği cazla, kendisinin üne kavuşturduğu ve bestelediği parçalarla uğurlandı.



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 96 - 1 Mayıs 1984
__________________________________________________________________________________________




Rock müzik kendini arıyor...
Rock bunalımına alternatif arıyor...
Rock Michael Jackson’a “panzehir” istiyor...

80’li yılların rock müziğini tanımlarsak yukarıdaki tümceler sanırız buna uygun olur. Bu yıllara gelene kadar rock müzik, toplumun “özgürlük sübapı” olarak işlev görmekten kurtulamamıştır. Kapitalist toplum rock’a “saldırmak”, “özeleştiri yapmak” özgürlüğünü tanımış ama bunu asla sistemin temeline indirtmemiştir. “We shall over come” (Her güçlüğü yeneceğiz) diyen Joan Baez’a, bağlı bulunduğu plak şirketi artık sen aşk şarkıları söyle diyebilmiştir.  Sistem Woodstock’a izin vermiş, kraliçeye en galiz küfürler ettirmiştir, ama o kadar. Rock saanatçısı da bu oyunun içinde yerini almak zorunda kalmıştır. Düzen rock’un üzerine basınla, teknoloji ile para ile gitmiştir. Bu güçlü silahlar karşısında her seferinde gerileme kaçınılmaz olmuştur. Aynı döngüyü 70’li yıllarda da yaşadı rock müzik. Bir müzik eleştirmenine göre60’lı yılların iyimserliğinin sona erip bunalım  ve işsizliğin hüküm sürdüğü ortamın müziği, punk akımı ortaya çıkmıştır. İşsizliğin “sübapı” olmuştur punk. Kendi gazetesini, kendi plağını, kendi toplumunu, kendi alt kültürünü yaratan punk, 60’lı yıllardaki benzerleri gibi olmasa da hatta onları reddetse de aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştır. 60’lı yılların”ilahları”ndan bir bölümü tercihlerini plak şirketlerinin istekleri doğrultusunda yaparken, bir kısmı da göklere, “mavi, sarı, yeşil yıldızlara” doğru kaydı. 70’li yılların ilahları için “şimdilik” kesin bir ayrım yapmak zor değil.

“Yeni Dalga”nın parlak gruplarından Police, 1983’te yılın topluluğu seçildiği günlerde, ABD’nin ünlü müzik dergisi Rolling Stones’a verdiği demeçte şunları söylüyordu:
Zenginiz, başarılı söz yazarıyız, sorun şimdi ne için müzik yapmakta...


1960-1970 yılları arasındaki gruplar “bakir toprak” rock’u her parçasıyla ektiler ve hasadı topladılar. 80’li yılların grupları için bu nedenle çok şanssız denebilir. Çıkış noktası için melodi yanı sıra, teknolojiden de yararlanma yoluna giden “hasat” sonrası gruplar bu olanağı da elden geldiğince kullandılar. Üçüncü Dünya’nın müziği bu dönem için de kaynak teşkil etti. Doğu ile batı arasındaki “müzik” köprüsü 80’li yıllar içinde alışverişleri sürdüreceğe benzer. Bob Marley ve Reggea’dan yeterince yararlanan rock, bu alanda yeni bir kaynağa doğru hareketlenebilir. Özellikle Alman rock grupları bu konuda çalışmalar yapıyorlar. Berlin’de yoğunluk kazanan “avangard müzik” denemeleri yapan Alman grupları doğu ile yakından ilgileniyorlar. Örneğin bunlardan biri olan Blixa grubunun solisti parçaların yorumunu Tibet folklorik özelliklerindenyararlandırıyor. Dinleyicide ise “geçmişe özlem” gücünü koruyor hâlâ.

Bob Dylan’ın “Infields”,
Paul Simon’ın “Hearts and Bones”,
Paul McCartney’in “Pipes of Peace” ve
Rolling Stones’un “Undercover” albümleri 80’li yılların en beğenilen LP’lerinin başında yer alıyor.

80’li yılların bir özelliği de Avrupalı rock gruplarının “Amerikan etkisinden kurtulma” çabaları olabilir. “Pazara sunulan” estetik yapıları temelinden değiştirmek, bu yaratıcılığı yeniden yeşertmek yeni rock gruplarının amacı. “Punk yorgunu” İngiltere bu konuda şimdilik pek o kadar hareketli değil. Berlin üstün teknolojisi, üçüncü Reich’ı ve duvarı ile Avrupa kültürünün ve bizim müziğimizin geleceği olacak. Son yıllarda çıkış yapan Alman gruplarının iddiası bu. Paris’teki müzik bienalinde bir araya gelen Berli grupları 80’li yıllarda “alternatif” çalışmalar yapmak niyetindeler.

Parlak günlerin rock’cularından Van Morrison şöyle diyor: Rock müziği artık bir yere gidemez. Gelişmesi durmuştur. Caz’ın geldiği noktaya gelemeyecektir. Plak, yaratıcı bir destek olmaktan çıkmıştır.

Avrupa ABD’ye karşı tavır alırken, ABD de Heavy Metal’i yeniden canlandırma uğraşında. İki taraf da hayır rock bitmedi diyor. Iron Maiden, Def Leppard, Scorpions yeni Heavy Metal’in temsilcileri. Örneğin Scorpions Alman grubu olmasına rağmen Avrupa, Heavy Metal’i anlamıyor gerekçesi ile şansını ABD’de arıyor. Avrupa’da Tödliche Doris, Die Haut, Crepuscule yeni bir rock yaratma uğraşında.

“Le Monde de la Musique Rock” eleştirmeni Patrice Bollon bundan ümitli: Şimdilik fazla bir şey söylemiyorlar. Buna rağmen yeni rock canlanacaktır. Dada haklıymış, yeni bir şey yapmak için önce var olanın hepsini yıkmak gerekir.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi 80’li yıllarda rock kendini yeniden arayacak, Michael Jackson’a karşı çözüm arayacak.



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 96 - 15 Mayıs 1984
__________________________________________________________________________________________




Türkiye’de hâlâ üzerinde kesin bir yargıya varılamayan kavram “Batı Müziği” ya da “Türk Hafif Müziği” -biz Türk popüler müziği diyoruz- en canlı dönemini 1962-1972 yılları arasında yaşadı. Bunda en büyük faktör “Grup müziği”nin benimsenmiş olmasıydı.  Grup müziği “yaratıcılığı” ve “kişilik bulma”yı kolaylaştırıyordu. Grup müziğini destekleyen yarışmalar yapılıyordu. Bir Altın Mikrofon günümüzün müzisyenlerini çıkarıyordu. Aynı şekilde Milliyet gazetesinin düzenlediği liselerarası yarışmalar birçok yetenekli müzisyenin ortaya çıkmasına önayak oluyordu. Grup müziği ile birlikte önceleri “yabancı parçalar” icra edilmesi, yerini Türk Halk Müziği’nden düzenlemelere, giderek özgün çalışmalara bıraktı. O yılların ünlü grupları arasında Haramiler, Selçuk ve Rana Alagöz kardeşler, Kardaşlar, Mavi Işıklar bulunuyordu.


ANADOLU POP VE MOĞOLLAR OLAYI

70’li yıllara gelirken Türkiye’de bir akım etkinliğini bütün gücü ile hissettiriyordu: Anadolu Pop. Anadolu pop da kendi içinde çeşitli yelpazelere ayrılıyordu. Rock kalıpları ile Türk Halk Müziği motiflerini birleştiren grupların yanı sıra, yalnız gitar ile “folk türü” şarkı söyleyenler ya da vokal grupları. “Halk müziği dejenere ediliyor eleştirilerine rağmen zaman içinde halk türkülerini derleyen bu akım daha sonraları kendi özgün yapıtlarını ortaya koymaya başladı. Gitarı ve tatlı sesi ile o zamanlar “Bayan Yoh Yoh” diye anılan Esin Afşar, Fikret Kızılok, Hümeyra, Selda akımın “elinde gitar söyleyenleri”ni meydana getiren ilk akla gelen isimlerdi. Folk türünü benimsemiş vokal grupları vardı: Modern Folk Üçlüsü Türk Halk Müziği’nde yaptıkları çoksesli çalışmalar ile beğeni kazanmışlardı. Yine Mazhar-Fuat-Özkan (ki bugün de Türkiye’nin en kaliteli vokal grubu) “Türküz Türkü Çağırırız” ile büyük sükse yapmışlardı. Barış Manço bu yıllarda ilk çalışmalarını yaptı. Grup müziğini yapan ve bu akımın unutulmayanları arasında olanlar şunlardı: Ersen Dadaşlar, Üç Hürel, Kaygısızlar, Edip Akbayram. Anadolu pop akımı içinde yer alan ve bu akımın isim babası olan Moğollar’ın yaptıkları diğerlerinden farklı bir yapıdaydı. Sesten çok melodiye ağırlık vermeleri, içlerinde Murat Ses gibi gerçekten çok yetenekli bir müzisyenin olması bu grubu akım içinde ayrı bir yere oturttu. Moğollar’ın bugün müzikle uğraşan tek ferdi olan Cahit Berkay ile yaptığımız bir konuşmada kendisi Moğollar’ın değişik “modal müzik enstrumanı”nı ses düzenlerini bozmadan rock, blues kalıpları ile birleştirebildiğini söylerken grubun en büyük özelliğini vurgulamış oluyordu. Moğollar gerçekten Türk Halk Müziği kalıplarını zorlamadan birleştirebilen grup oluyordu. “Madımak” düzenlemeleri bu senteze gözel bir örnektir. Moğollar düzenlemeden besteye çabuk geçti. Bu dönemlerin en güzel yapıtı: “Ağrı Dağı Efsanesi”. Moğollar’ın Barış Manço ile doldurdukları “Binboğanın Kızı” yine başyapıtlardan sayılabilecek bir çalışmaydı. Ve Moğollar’ın en büyük başarısı 1971 yılında Academic Charles Cross ödülünü kazanması oldu. Bu devirde unutulmaması gerekli bir başka isim de Erkin Koray. Rock müziği en iyi icra eden müzisyen olarak nitelenen Koray, “Elektronik Türküler” ile bunu kanıtlarken aynı yapıyı daha sonra arabeske indirdi.



TÜRK POP MÜZİĞİ: ARABESK

Rock müziğin Batı’daki gelişmesi yani toplumsal olay olma özelliğini Türkiye’de arabesk gerçekleştirdi. Çünkü, arabesk yalnız müziği ile değil giyimi, davranış biçimleri, kendine özgü felsefesi ile toplumun içine girdi. Orhan Gencebay toplumsal olayın “en tutarlı” savunucusu ve yorumcusu oldu. “Dejenere” denilmesine, “tu kaka” edilmesine ve çalınmamasına rağmen “yeraltından” toplumun büyük kesimini kavradı. Gencebay kendilerine “dejenere” diyenlere Ocak ‘82 tarihli Gong dergisine verdiği demeçte şunları söylüyordu: Yetti artık, ben bunu söyleyenlere şunu sormak istiyorum. Acaba kendileri halka ne verdiler?Arabesk de kendi içinde çeşitli kollara ayrıldı. Arabeskin felsefesini ve yorumunu gerçek anlamda yapan Gencebay’ın yanı sıra işin tüccarları peydahlandı. Bu kişilerin elinde arabesk “ticari müzik” oldu. Arabesk “piyanolu kaytan bıyıklı delikanlıların” elinde “lahmacunlu viskili sofraların” müziği haline geldi. Örneğin, arabesk ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir hanım sanatçı, Neden arabesk? sorusuna şu karşılığı veriyordu: Fuarda bizi dinlemeye gelen müzikseverlerin isteklerine uymamız gerekiyor. Bu benim sanat politikama ters düşse de söylemek zorundayım. Arabeskin ‘70’li yılların sonunda geldiği nokta başlangıcı ile yakından uzaktan ilişkili değildi. Arabesk bütün müzikleri etkilemişti. Türk Halk Müziği sanatçılarından, Türk Sanat Müziği sanatçılarına kadar herkes bu akımın etkisinde şarkılarını yorumlamaya başlamışlardı. 80’li yıllara gelirken iki önemli olay oldu. Biri Sezen Aksu’nun Firuze uzunçaları, diğeri ise, Yıldırım Gürses’in “Hafif Türk Sanat Müziği”. Firuze’nin bestecisi Atilla Özdemiroğlu söz konusu plak ve parça için şunları söylüyordu: Pop müziği diye bir şey kalmayacak. Alaturka ile karışacak, folklorla batıyla ve bir müzik oluşacaktır.Aynı dönemde Yıldırım Gürses: Her ülkenin klasik müziği ve hafif müziği var, bizde de Türk Sanat Müziği’nin bir hafif müzik türü olması gerekir.derken iki sanatçı bir noktada birleşiyordu ve arabeskten hareketlenen Türk pop müziği ‘80’li yıllarda kendini “Hafif Türk Sanat Müziği”nde bulmaya çalışıyordu.


Gelişmeler bu yönde olurken arabeskin dışında çok önemli bir alternatif görünmüyordu. “Grup olayı”nın bitmesinden sonra geriye bir Barış Manço bir de Edip Akbayram kalmıştı. “Star” dönemi üç ismi barındırabiliyordu: Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Sezen Aksu. 80’li yıllar bazı kıpırdanmalara sahne oldu. Genç gruplar kuruldu “Batı’nın biraz gerisinden” Heavy Metal’i benimseyen, kendilerini “yeni dalga” olarak niteleyen gruplar çıktı. Kendi dar kalıpları içinde şimdilik Batı’daki Heavy Metal’i uygulamaya çalışan bu grupların kendi yorumlarını bulmaları için zaman gerekecektir. Aynı dönemde, 70’li yıllarda Anadolu motiflerinden çoksesli müzik yapanları hatırlatan, ama onlardan daha farklı olma uğraşısında olan gruplar da çalışmalarını sürdürmeye başladı. Yeni Türkü ile başlayan akıma daha sonraları Ezginin Günlüğü de katıldı. Timur Selçuk 70’li yıllardan bugünlere değişik çalışmalarıyla beğeni kazandı. Farklı düşünmelerine rağmen genç gruplar Türk Hafif Sanat Müziği’ne alternatif olma çabasındalar. Bu grupların yaşaması desteklenmelerine, ekonomik sorunlarını çözmelerine bağlı. Çünkü, bundan önceki dönemde de grupların dağılmalarında en büyük etken ekonomik zorluklardı.


SONUÇ

Konserlerin, gösterilerin yeniden başladığı bir dönem içinde bulunuyoruz.
Alternatif çalışmalar”ın meyvesini vermesi çok uzun zaman alacak.
80’li yıllarda bir süre daha “Hafif Türk Sanat Müziği”nin etkinliğini sürdürmesi kaçınılmaz.



Sina Koloğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 96 - 15 Mayıs 1984