Türkiye’nin üç yanı denizlerle çevrilidir. Kıyılarımızın uzunluğu 8000 km’yi buluyor. Nüfusumuzun önemli bölümü denize kıyısı olan yerleşme alanlarında oturmaktadır. Önemli bir nüfus da deniz ulaşımı, balıkçılık, belki hâlâ süngercilik, tuzla işletmeciliği son yıllarda da deniz turizmi yoluyla yaşamlarını denizden sağlamaktadırlar. Uzun yıllardan beri yıllık izinlerini, tatillerini deniz kıyılarında geçirenler oldukça çok. Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşlarının başlattığı mavi yolculukların tiryakileri çoğaldı. Şimdi Marmara’da bile Bodrum tekneleriyle dolaşanlar görülüyor!.. Bu çerçevede acaba Türkçe’de bir deniz edebiyatından da söz edilebilir mi? Denizi anlatan yazarlarımız elbette az değil. Ancak bunların yapıtlarında deniz nasıl yorumlanıyor? Okurlar denizin anlatıldığı sayfalarda hangi gözlemlerin dile getirilmiş olmasını arıyorlar? Deniz hangi özlemlerin ortaya konulmasına yardımcı?..
Türk edebiyatında deniz konusuna yaklaşırken bu sorulara da yanıtlar aramaya çalışacağım.
Bizim en eski edebiyat yapıtlarımızdan Oğuz Kağan Destanı’nda denizden de söz edilir. Hatırlanacağı gibi Oğuz Kağan’ın 6 oğlundan birinin adı Deniz’dir. Oğuz’un bütün dünyaya egemen olma özlemi, “Daha deniz, daha ırmak, güneş, bayrak, gök, çadır...” diye anlatılır. Orta Asya coğrafyası elbette denizin uzağındaydı. Nitekim Orhun Yazıtları’nda Göktürk Kağanı İlteriş’in Okyanus’a ulaşmayı amaçladığı ama bunu gerçekleştiremediğinden söz edilir. Bu dönemde deniz bir doğa gerçeği değildir daha, bir kavramdır yalnızca. Örneğin büyüklüğü, genişliği, derinliği belirtilir. Bundan dolayı Kutadgu Bilig’de “Bu kitap bir bilgi denizi olacak” denir.
Eski edebiyatımız çok uzun süre doğaya, somut dünyaya, gerçeklere kapalı kalmıştır.
Denizin bir doğa gerçeği olarak anlatılması, deniz insanlarının serüvenlerinin canlandırılması da oldukça yenidir.
MASAL DÜNYASI
Eski edebiyatımıza yer yer deniz görüntüleri yansımamış değildir. Örneğin Ali Şir Nevai’nin, Makedonyalı Büyük İskender’in İslam dünyasında masallaşmış serüvenlerini anlattığı Sedd-i İskenderi’sinde kahraman Doğu ülkelerini aldıktan sonra denizleri de ele geçirmek ister. 3000 gemi yaptırır. Devlet adamlarını, askerlerini, 8 yıllık yiyecek ve içeceğini alarak yola çıkar. 7 denizi ve bu denizlerdeki 12000 adayı alır. Sonra 2 yıl gitmek, 2 yıl da dönmek üzere uzun bir deniz yolculuğuna çıkar. 300 gemiyle yola koyulur. Cam bir sandıkla (batiskaf!) denizin derinliklerine inerek araştırmalar yapar.
Nevai’de deniz, kahramanın filozof yanını, bilme, araştırma eğilimlerini belirtmeye yarayan bir araçtır.
Eski edebiyatımızda deniz genellikle bilginin, sevginin derinliğini anlatabilmek için bir simge olarak anılmıştır.
Kıyılarında dolaşılan, üzerinde yolculuğa çıkılan gerçek denizi anlatanlar da oldu elbette.
Selçuklular Alanya’da bir tersane kurmuşlardı. Deniz adamları yetiştirdiler. Bu insanlar denizle ilgili izlenimlerini, denizden beklentilerini, korkularını, öfkelerini niçin söylemiş olmasınlar? Ama edebiyatta modalar vardır... Böyle modalar ortaya çıktıktan sonra örneğin Magrip Ocakları ya da Cezayir Şairleri diye adlandırdığımız topluluklar oluşacak, deniz şiirleri söylenebilecektir!
Osmanlıların Rumeli’ye 40 kişilik bir salla geçtikleri anlatılır. Bugün bunun doğru olmadığı, devletin kuruluşunda bile Osmanlıların bir deniz filoları olduğu bilinmektedir. Rumeli’ye geçmeden 2 yıl önce bu filo ile Marmara adaları alınmıştı. İzmit Körfezi’nde deniz üssü kurulmuştu. Bugün de adı unutulmamış olan Karamürsel Bey kendi adıyla anılan hafif ve süratli bir gemi tipi üreterek bir donanma meydana getirmişti. Tarih yazarı Âşıkpaşazade bu konularda bize birçok ayrıntılar veriyor.
DENİZ ADAMLARI
Gerçek bir denizcinin gerçek deniz serüvenlerini ise ancak Kanuni döneminde Basra’daki donanmayı alıp Mısır’a götürmekle görevlendirilen Seydi Ali Reis’in yapıtı Mir’at-ı Memalik’te (Ülkelerin Aynası) buluyoruz. Bu kitapta Seydi Ali Reis denizlerle ilgili dikkat çekici pek çok şey anlatır. Örneğin Bahreyn’de, tulumlarla 7-8 kulaç derinliğe dalıp dipten içme suyu çıkaran dalgıçlar görmüştür. Portekiz gemileriyle savaşlara tutuşmuştur. Hint Okyanusu’nda fırtınalara tutulmuştur...
Ünlü Evliya Çelebi de deniz yolculuklarını anlatır. Örneğin Kırım’dan dönerken bir deniz kazası geçirir. Yapıtında bunun ayrıntıları vardır.
Bir kaza dolayısıyla da ünlü İranlı ozan Şeyh Sadi’nin dizelerini tekrarlamaktan kendini alamaz:
“Denizde çok çıkar vardır ama,
esenlik istersen kıyıdadır!”
İstanbul gibi denizlerin kuşattığı bir başkentte oturan atalarımız denize ilişkin birkaç gözlemi şairce benzetmelerle süsleyerek anlatmaktan öteye geçememişlerdir.
Örneğin, Taşlıcalı Yahya, İstanbul güzelliklerini anlattığı Şehrengiz’inde kıyıdan denize girip serinleyenleri canlandırır:
“Görürsün onları suda soyunmuş
Sanarsın taze güller suya konmuş”
Şair, yüzleri gümüşe benzeyen güzellerin denize girmesini gökten denize ışık yağmasına benzetir...
Latifi’nin Evsaf-ı İstanbul’unda birbiri üzerine yığılmış söz oyunları arasında denizin kendisi kaybolup gider.
İstanbul’da bir deniz kentinin bütün özellikleri yaşanıyordu. Kıyılarda yalılar, sahilhanelerde oturuluyordu. Ancak denizi anlatan, yorumlayan bir edebiyat oluşmadı. Yalnız İstanbul’da yaşayanlar değil, uzun deniz seferlerine katılanların, Seferlioğlu, Magriblioğlu, Kara Hamza ve benzeri gibi denizci halk ozanlarının şiirlerine de örneğin deniz savaşlarının bazı ayrıntıları yansımıştır ama onların yaşamlarını dolduran, insanı alıp götüren deniz hayalleri, denizin güçlükleri, insanoğluna verdiği tadlar yoktur bütün bu ürünlerde!
Tanzimatla birlikte edebiyatımızda gerçek yaşamdan gitgide daha güçlü izler, görüntüler yer edecektir. Örneğin Namık Kemal’in Akif Bey oyununun kahramanı bir denizcinin oğlu, bir deniz subayıdır. Yazarın bu yapıtını Magosa’ya sürgüne giderken denizle ilgili gözlemlerine dayanarak gemide tasarladığı biliniyor. Âkif Bey denize tutkundur. Denizi coşkunlukla anlatır. Onun kişiliğini saran kahramanlık duygusu denizi de alt edilecek bir doğa gücü olarak görmesine yol açar. Tanzimat yazarları denizden, insan hallerini, tutkuları anlatmak için bir araç olarak yararlanmışlardı. Örneğin Abdülhak Hamid’in Finten oyununda Avusturalya’dan bir aşk cinayeti işleyerek dönmekte olan insan azmanı Davalaciro, Beyrut önlerinde bir fırtınaya yakalanır. Kıskandığı sevgilisini izleyen Finten’le Davalaciro fırtınanın güverteye fırlattığı kayık yardımıyla karşılaşırlar! Bu olağandışı, fantastik görüntüler insana olduğu kadar doğaya da ters düşer.
SONSUZLUK, YÜCELİK
Bizim edebiyatımızda XX. yy. başlarında Batı edebiyatının sahip olduğu değerleri ustaca aktaran Yahya Kemal denizi de kendi çağdaşı usta dünya ozanları gibi anlatıp yorumlamayı başarmıştır. Onun Deniz ve Deniz Türküsü adlı 2 şiiri temayı derinliği ve genişliğiyle işleyen ilk büyük yapıtlardır. Deniz Türküsü’nde bir tekneyle çıkılan bir deniz yolculuğu söz konusudur.
Yolcu, düşle gerçeğin birleştiği tadlar, renkler içindedir:
“Daldığın mihveri gittikçe saran başka ziya,
mavidir her taraf, üstün gece, altın derya...”
Bugün parayı bastırıp mavi yolculuğa koyulanlar Yahya Kemal’in duyarlığını kavrayacak mıdır, kestirmek güç.
Ancak yazıldığı dönemde bu anlatılanların bizim edebiyatımız bakımından yepyeni duygular olduğu kesindir.
Deniz insanda bilinmedik duyuşlar uyandırır:
“Duy tabiatta biraz sen de ilah olduğunu,
Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu.”
Ozanın öteki deniz şiiri “Fanileri gökten ayıran perde”nin altında söylenmiştir; deniz yani sonsuzluk tutkunlarını sürükleyen bir çağrıyı dile getirir:
“Madem ki deniz ruhuma sır verdi sesinden,
Gel kurtul o dar varlığının hendesesinden!
...
At kalbini girdaba, açıl engine, ruh ol!”
1. Dünya Savaşı’nın felaketli yılları, Türk toplumundaki büyük çalkantılar, olanakları ve boyutları adım adım tanınan vatan toprağı edebiyatımıza yeni temalar kazandırırken toprak sevgisinin yanı başında denizden de söz edilmeye başlandı. İki şair, Enis Behiç Koryürek ile Ömer Bedrettin Uşaklı denizi konu edinen şiirleriyle tanındılar.
İlki deniz adamlarını, eski denizcileri canlandırıyordu:
“Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz
Ufuklardan ufuklara haber sorar, gezeriz.
Güneşlerde uyuklayan yamaçları,
Kalbi duran tarlaları bıraktık
Gölge veren ağaçları,
Sevmiyoruz biz artık...”
İkinci ozan ise deniz ülkesinin özlemini dile getirir:
“Nasıl yaşayacağım ey deniz senden uzak?
Yanıp sönüyor gibi gözlerimde fenerin!
Uyuyor mu limanda her gece sallanarak
Altından çivilerle çakılmış gemilerin?”
Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’sini okuyanlar bu şiiri sığ bulacaklardır ama tadına da ancak onlar varacaklardır!
BALIKÇININ DÜNYASI
Halikarnas Balıkçısı’nın deniz gerçekleriyle doğaya yönelik coşkulu gözlemleri birleştiren yapıtı deniz edebiyatımızda dönüm noktasıdır. Edebiyatımız denizi doğanın bir parçası olarak onunla tanıdı. Deniz insanlarının yaşamlarını ilk kez onun kaleminden öğrendik. Denizin çekici güzelliklerini, güçlüklerini, fırtınalarını, sünger avcılarının vurgun yiyişini, ekmeğini denizden kazananların karşılaştığı güçlükleri gözlerimizin önüne Halikarnas Balıkçısı’nın yapıtları serdi. Bize denizi o gösterdi, tanıttı, sevdirdi.
Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’a sürgün gidişinin öyküsünü, yapıtına yansıyan Bodrum denizini artık herkes biliyor. Ama bu deniz ozanının denizle tanışmasının kökleri daha çocukluğuna, babasının elçilik göreviyle Atina’da bulunduğu yıllara uzanır. Dostu Sabahattin Eyüboğlu’na bu dönemi anlattığı bir mektubu, deniz sevgisiyle dolup taşan bütün yapıtları kadar canlıdır:
“Orada, deniz kıyısında yanağıma bir tokat yemişim gibi Akdeniz’in büyüsüyle çarpıldım.
Zaman olur ki saatler farkına varılmadan fırtına gibi geçer. İnsan bir saatte yüz yıl yaşar...
Işık içinde geçen günü saatle değil acımakla ve uyanıklığı hülyaya da, rüyaya da dönüştürmekle ölçebilirsiniz...
Yaşa! Bir Akdeniz âlemidir bu.”
Bu deniz ozanı, ilerde Merhaba Akdeniz kitabında da yapıtına adını veren denizi şöyle dile getirecektir:
“Yakamozlar, her denizde az çok vardır. Ama başka denizlerde ne kadar çok olurlarsa olsunlar Akdeniz’deki kadar değildirler. Bir kayıkla kıyı boyunca gidersiniz, gece vakti bir donanma şenliği üzerinden kayarsınız sanki. Denizde bir fener alayı olur. Suda hava fişekleriyle uçar, süzülür, patlar ve dört yana renk renk, pırıl pırıl yıldızlar savrulur... Elleriniz suya batırın... Vücudunuz karanlıklarda görünmez, ama suya batırdığınız eliniz, ay hamurunun içindedir. Kendinizi kaldırıp denize atın... Tepeden tırnağa vücudunuz ışık olur. Yakamozlar içinde gömülü bir nur parçası olursunuz. Bir alev burgacı döner denizde. Elinizi, bacağınızı denize sallayın... Karanlık sularda samanyolları yaratırsınız. Akdeniz, denizlerin en mavisi, en berrağıdır. Kısaca denizlerin en denizidir.”
Halikarnas Balıkçısı’nın yapıtında denizin renkli, çekici görünüşleri yanında deniz insanlarının çileli yaşamı da yansır. Denize tutku ve sevgiyle bağlı bu kahramanlar denizin getirdikleri acıları da çekerler. Bu insanların kişilikleri, özverileri, coşkuları, umutları, direnişleri edebiyatımızın en güzel sayfalarını oluşturur.
BURGAZ’DAKİ ADAMLA, BODRUM’DAKİ
Halikarnas Balıkçısı’na onun gibi bir deniz yazarı olan Sait Faik’le ilgili görüşü sorulmuş, o da onun denizi anlatmaya özendiğini ancak kendisinden büyük ölçüde etkilendiğini söylemişti. Sait Faik bu sözlere kırıldı. Balıkçı böyle konuşmadığını açıkladı. İki yazar arasındaki ayrılığı farklı iki çevre belirler. Biri İstanbul’un yanıbaşındaki Burgaz Adası’nda, öteki şimdiki gibi kalabalık, çığrından çıkmış turizm merkezi, yoksul denizcilerin, süngercilerin yaşama kavgası verdiği Bodrum’dadır.
Sait Faik, insan duygularını alıngan, içe kapanık bir kişiliğin arasında görür. Öteki büyük coşkuların adamıdır.
Sınırsızı, hesapsızı zorlar. Yaşama bakarken de, tarihe bakarken de, denize bakarken de böyledir.
İki ayrı kişilik, iki ayrı deniz ülkesini insanoğlunun iki ayrı yüzünü yansıtarak önümüze sermişlerdir.
Sait Faik denizin, gizlerle, zenginliklerle dolu güzelliklerini dile getiren öyküleri kaleme almıştır:
“Deniz kadar meçhul bir şey var mıydı?
Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği denizlerde ne tatlı, ne güzel balıklar, ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı.”
Ancak Sait Faik’te denizle ilgili düşleri hatta denizin somut gerçekliğini anlatan sayfalar asıl deniz insanlarını, balıkçıları anlatan bölümlerin bir tamamlayıcısı sayılır. Bu öykülerde çirozcular, Barba Vasili, Barba Apostol gibi çalışkan, temiz yürekli, yaşlı deniz adamları, balıkçılar, kayıkçılar canlandırılır. Ekmeklerini denizden çıkaran insanlar denizle haşır neşir oldukça, denizde çalıştıkça yaşama bağlanır, daha da güzelleşirler:
“Saçı dökülmüş kafasından, alelade boyu bosundan umulmayan bir ustalıkla çalışıyordu. Adamı hayranlıkla seyretmemeye imkân yoktu...
Bir ara baktım ki adam, Tanrı Zeus’un bir ölümlü balıkçı kızla macerasından doğma bir yarı tanrıdır...
Böyle bir minval üzere çalışıp şarkı söyleyerek bin sene daha yaşayabilirdi. Dökülmüş saç, elli yaş bir çocukluk alameti ve yaşıydı sanki. Sanki daha dün, daha birkaç senedir insanlığa doğmuş, çalışmanın zevkli bir şey olduğunu, insanı bambaşka ettiğini anlamıştı. Önünde daha çalışmak üzere beş on yüzyılı vardı.”
SARI SICAKTAN GELEN DENİZ TUTKUSU
Denizi anlatan yazarlar Yaman Koray’dan Zeyyat Selimoğlu’na, Rıfat Ilgaz’dan Selim İleri’ye uzanıp gidiyor. Bu yazarlar arasında bir kara adamının üstelik Çukurova’yı, sarı sıcağı, tarım işçilerini anlatarak ün almış bir yazarın böylesine önemli bir yer kazanması şaşırtıcıdır. Yaşar Kemal İstanbul’a taşıdığı gençlik birikimiyle Çukurova dizisi ürünlerini ortaya koyarken denizi tanımlamada, deniz insanlarının dünyalarını yansıtmada, sorunlarını sergilemede de hatırı sayılır bir yer kazanmıştır. Onun canlandırdığı Çukurova insanları, kendi çocukluğundan gelen yaşanmış anılarla deniz karşısında bir şaşkınlığı, coşkunluğu, tanışıklığı dile getirirler. Denizler Kurudu röportaj dizisi Marmara’nın yaşadığı güncel çevre sorununu deşen en iyi belgeseldir. Deniz Küstü romanı ise deniz insanlarının dünyasını önümüze serer.
Yaşar Kemal’in yapıtında yozlaştığımız, tükettiğimiz deniz karşısında öfkeli bir ağıt yükselir:
“Eeeey reisler! Eeeeeeey tirolcular! Eeeeey gırgırcılar, eeeeeeey lambacılar, eeeeeeey radarcılar iyi mi, iyi mi, iyi mi ettiniz?
Alın işte, alın işte, alın işte, kuruttuğunuz denizi! Alın işte, alın işte!”
Yaşar Kemal denizi bozan, yozlaştıran aldırışsızlıkların bizim dünyamızı tehdit eden bir tehlike de olduğuna işaret ediyor.
Doğaya yan çizen çıkarların günlük yaşamımıza nasıl darbeler indirdiğini gösteriyor.
UYGARLIK TARİHİNE BİR KAPI
Denizin yarattığı çağrışımlar, yol açtığı düşüncelerin en önemlilerinden biriyle sözü bağlayalım. Geçen yüzyıldan beri Batı uygarlığının temelinin Ege-Akdeniz uygarlığı olduğu üzerinde duruluyor. Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşları bu temeli Anadolu toprağına bağlayan yorumlar getirmişlerdir. Yahya Kemal, Yakup Kadri gibi yazarların yüzyılımızın başlarında savundukları “Nev Yunanilik” (Yeni Yunancılık) akımı Anadolu tarihinin araştırılmasıyla yeni yaklaşımlara bağlanmıştır. Boğaziçi yalıları yerine denize Ege kasabalarındaki yazlıklardan bakan yazarlar farklı şeyler söylemektedirler. Örneğin Oktay Rifat, Agamemnon adlı uzun şiirinde denizden Anadolu’ya yapılan saldırıyı yeni bir biçimde konu edinir. Geçmişle günümüzü birleştirir. Akhanlıların saldırdığı kıyılarda bugün de hakları çiğnenen insanların acılarını yansıtır.
Deniz artık yalnızca “tuzlu, yeşil, dalgalı, engin bir su” değildir.
Onda dinleniyoruz, insanlığın ortak bilinçaltını besleyen anlamından etkileniyoruz.
Ama yazarlarımızın gösterdiği sorunlarını düşünüyor, denizi kuşatan insan ilişkilerini kavramaya da çalışıyoruz.
Deniz edebiyatı günümüzde artık bu sorunları sergilemektedir.
Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 171 - 1 Temmuz 1987
Halikarnas Balıkçısı’ndan bir öykü
Son Türkü
Ona “Kör Hüseyin” derlerdi. Yaşı yüzü geçkindi. Altmış yaşındayken heybetle gürleyerek denizi apak eden büyük bir fırtınada yelkeni kavanço etmek için skunasının provasına gitmişti. Bir şimşek çakmış, kayığın ıslak direğinden çarmıhlar, güverte ve punyalar yolu ile denize geçen elektrik cereyanı iki gözünü de kör etmişti.
Üç oğlu vardı. Birincisi bahriye çavuşu olarak savaşta şehit düşmüş, ikincisi çalkantılı denizde büyük bir peramanın papafingosunu sararken direkten düşüp güvertede parçalanmıştı. Üçüncüsü bir paraçera küpeştesinde iş görürken, ağır denizde iyi bağlanmayan randa maçosunun başına vurmasıyla beyni darmadağın olmuştu. İhtiyar, kıyıda yürürken denize döner, görmeyen gözleriyle uzun uzun bakar ve:
“Thalassa! Thalassa! Farmakemeni!” (Deniz! Deniz! Zehirli Deniz!) derdi.
Fakat bakışında kin yok; bir sevgiliye yakınma vardı. Adamın görmeyen bakışında Homeros’un 50 sayfasından fazla şiir vardı.
Kör olduktan sonra da, yine kayıklarda işlerdi. İyi havada yelkende hizmet eder, kötü havada ise onun gibi kürek çeken az bulunurdu. Karadan ayrılınca, karalıların “Çok şükür, denizden ayrıldık” demeleri gibi; “Elhamdülillah karadan ayrıldık!” derdi. Asıl orda gönlünün dileğini, yalvarışını sınırlandıracak cami ve tapınak duvarı değil; sonsuz uzaklıklar bulunmuştu...
Artık çok yaşlanmıştı. Eskisi kadar yardım edemiyordu. Ama; onu yine kayığa alıyorlardı.
Denize götürülmesi için öyle bir yalvarışı vardı ki; dayanılası değildi...
Zaman geçsin diye, onunla alay ederdik. Yalanı, kaparozu ve kini arayan bir dünyanın içinde duygu ve düşüncenin bir Donkişot’u idi.
“Amenna! Ben cahilim, birşey bilmem, fakat sen ne bilirsin? Belki öleceğini ha? Ölümden herkes sakınır, ürker; fakat hayat yolculuktan sonra aradığımız hep düşsüz bir uyku değil midir? Ömrümüzün yarısını seve seve uyku ile geçiririz a. Uzun ve fırtınalı bir yolculuktan sonra aradığımız düşsüz bir uyku değil mi?” derdi.
Ona: “Deli misin, nesin? Denizin neresini seviyorsun?” derdik.
“Ne bileyim?” der, duraklar, düşünceye dalardı.
Denizi neden sevdiğini söyleyememekle, denize karşı bağışlanmaz bir haksızlık yapmış olduğumuzu sanır ve içini çekerdi.
Taa neden sonra:
“Deniz kızarsa kızar, fakat, kızdım, der. Arı gibi ağzından ballar dökerek, gelip kuyruğu ile sokmaz. Yırtılan, paralanan Okyanus, seni ‘Hayır sana dokunmayacağım,’ diye aldatmaz ki! Kıyameti önceden haber vermiyorsa, önceden kıyamet koparmaya niyeti yoktur da ondan. Onu da haber verir ya... Benim kör gözlerime bile ne yapacağını gösteriyor. Susan deniz, fırtına koparacağım, diye haber veriyor a... Deniz benim tutsağım mı ki gelip benden buyruk alsın?” derdi.
Sözün kısası, onu denizden vazgeçirmek olacak işlerden değildi.
Ona dünyada en büyük, en şanslı, en zengin ne varsa onu vermek, ona zaten sahip olduğundan daha az şey vermek demek olurdu.
Kayığa alınca ona evreni bağışlıyorduk; böyle bedava iyiliği ondan esirgeyen yoktu.
Neden dünyaya gelen ve evrenle başbaşa kalan bu insanın körlüğüne rağmen, evrene doğrudan doğruya bakışları vardı?
Denizle, adayla, dalgalarla ilk elden bir ilişkisi vardı? Kimbilir!
Bu körün görüşü, felsefesi, gelenekten değildi; doğrudan doğruya gözünün görüşüydü.
Bugün de güneş parlıyordu; fakat biz görmüyorduk. Bu kör görüyordu. Kör balıkçı, kan ve şan üzerine kurulu bir kayzer değildi; ne de bir Büyük İskender’di... Bir çöp parçasıydı. Ama; hayat kasırgasının uçurduğu ve esen sağnağın yönünü gösterir çöp parçasıydı. Pusula ibresinin maden olarak pek değeri yoktur; gösterdiği yönün çok büyük önemi vardır...
İnsan dedikleri, tezelden bir sevgiliyi bırakıp da rahat rahat, ölünceye kadar bin ateşiyle aile ocağını tutuşturup dururken,
bunun bütün bir yüzyıllık ömrü, baştanbaşa bir sevgi oluyordu.
O gece kürek çekiyor ve biz de paraketa atıyorduk. Göklerde ve denizlerde çıt yoktu. Bu, yaradılışın bir uykusu değil, fakat duygu fazlalığı dolayısıyla insanın soluğunun kesilmesi gibi bir duraklayıştı. Uykunun tam tersine her şey, aşırı bir yaşayışa kavuşmuştu. Hçbir yıldız, hiçbir damla su, hiçbir yaprak, hiçbir atom, hiçbir elektron ayrı düşmüş, boşa gitmiş değil di. Herbiri bir müzikte birleşmişti.
Gökte, denizde o kadar sessiz ve uzak bir tatlılık ve sevgi vardı ki; kıyının en abus uçurum ve kayalıkları arasında bile, bir hortlakla kavuşmak korkusu gönüllere gelemiyordu. Bu kadar güzel bir gecenin içinde çirkin bir şeyin ne yeri olabilirdi? İnsan yırıtıcı kurdu, yılanı bile görse, güvenle sarmaşdolaş olabilir ve birlikte gülebilirdi...
Kör balıkçı usullacık, utanarak, çekinerek bir şeyler mırıldanıyordu. Gülesimiz geldi. Saçmaydı yahu! Ama, adamı kırmak istemiyorduk. Aksaçında ve sakalında nurlu bir şey vardı. Çekindi. Savsaladı, fakat dayanamadı; birden rengini, kokusunu, çiçeğini, hayatını veren bir bitki gibi, adamdan karanlıklardan gökkuşakları yaratan bir türkü koptu, fışkırdı. Sesi hür oldu! İsterse gülsünler! Ona neydi! Derin, vahşî, esrarengizdi. Bir hava fişeği gibi renk renk havalandı ve yıldızların parlayışına, samanyoluna kavuşup karıştı.
Kendisi Girit’in Sidero burnu balıkçılarındandı. Söylediği nostaljik bir şeydi.
Sevdiği engine ölümsüz müziğini söylüyor ve cennetten kaçıp gelen bir meleğe benziyordu.
Söylüyordu:
“Ey güzel deniz, senin sonsuz ufukların, cimri köylüye ve toprak adamlarına gelir getiren tarla olamaz. Milyarlarca dönümü kimse -benimdir- diye kendisine maledemez. İnsanın o kadar güvendiği zebunkeş kuvvetinin boyunduruğunu sana takmaya kalkışınca hemen kabarırsın. Ey özgürlük simgesi! O insanı, ister dilenci, ister kral olsun; inandığı tanrıdan saçını-başını yola yola (imdât) haykırmak zorunda bırakırsın gürleyen köpüklerle onu altüst ederek köpek ölüsü gibi kuyruğundan tutup (Ben ölümsüz denizim!) diyerek gerisingeriye, geldiği yere fırlatırsın! Dağı-taşı ihtiyarlatan zaman senin sonsuz güzelliğine bir kırışık katmıyor! Gençliğinde, kara saçlıyken neysen, şimdi saçın akken yine osun! Sevdiğim kızlar cadı oldu. Oysa, yaradılışın şafağında ne idiysen, bugün de yine osun. Güzel deniz! Tatlı deniz!..”
Hepimiz dinliyorduk. O sustu. Türküsünün ardında uzanan sessizliği bozmak cinayetti. Yavaş yavaş kürek çekiyordu. Bir ara durdu.
“Hani ya uyumuyordu? Uyudu işte!” diye fısıldaşarak birbirimizi dürttük.
Kürekleri hâlâ tutuyordu. Sırtını güverteye dayamıştı.
Ay ışığında görünen yüzünde, düşünde sevdiğine kavuşanların mutluluğu, gülümsemesi vardı. Yavaşça döndük; ölmüştü.
Bu adam, denizin imbiğiydi. Denizin ruhunu verirdi ve kendi ruhunu da yine ona verirdi...
Ege’den, Milliyet Yayınları
Sait Faik’in bir öyküsü
Sivriada Sabahı
Su üstü karagözüne sabah erkenden çıkılır. Kalafat, yırtık paltosuna girip kaybolduktan sonra uyuyakalmışım. Uyandığım zaman, etraf ışımştı. İçimde bir sevinç vardı. Gözümü hemen kapadım: Bugün tatildi, mektebe gidilmeyecekti. Ben sanki mektepten bıkmış bir mektep talebesiydim. Yaşım on altıydı. Önümde uzun, güneşli, neşeli bir gün vardı. Bir gözümü açtım. Kalafat, olta kutusunu çıkarmış, söylene söylene, paslı bir teneke kutunun içindeki zokaları muayene ediyordu. Öteki gözümü de açtım: Sotiri pantolonunu sıvamış, denize girmişti. Bir kayanın dibinden bir şeyler koparmaya çalışıyordu. Kolunu pazularına kadar suya sokmuştu. Mintanı ıslanınca o da homurdanıyordu. Gerindim. Ortaya bir “kalimera” dedim. Cevap veren olmadı. Sağdaki sepete elimi attım. Ben de oltamı çıkardım. Bedeni yokladım; sağlamdı. Biraz asılınca, zokayı bağladığım yerden, koptu. Kalafat’ın bedeni çürümüş olacaktı ki, çekip çekip koparıyor, atıyordu. Dönüp bana baktı:
- Bakayım senin zokana - dedi.
Zokayı uzattım. Bir zaman sonra yüzüme kızarmış gözlerini, atar gibi baktı.
- Bununla mı tutacaktın karagözü? - dedi.
- Nesi var ki?
- Daha nesi olacak - dedi. İğneyi hırsla çekti; ucu parmağına batmıştı. Tuttu, kanı emdi.
- Bu iğne sallanıyor.
- Biraz önce sallanmıyordu.
- Oynamadım ki...
- Ne diye oynayacaktım?
- Karagöz tutulunca lök gibi, beyimiz tuttu diye uslu uslu gelecek değil ya... Kurtulmaya çalışacak. O zaman da görecektin ebeninkini - dedi.
- Biz de daha yokluyorduk.
- Yalan söyleme, bağlamaya hazırlanıyordun.
- Haydi öyle olsun. Ver bir adamakıllı zoka da takalım.
- Benimkiler de paslanmış. Bir tane zor bela paslanmayan buldum.
- Ee? Biz ne yapacağız?
- Hem, bir sandalda üç kişi zoka atmaz.
- Sotiri atmasın öyle ise.
- Ekmek paramızı sen mi vereceksin?
Sotiri seslendi:
- Usta, elimi kesti midye; çok kanıyor.
- Yeter, çık artık.
- Çok kanıyor be usta!
- Doktor mu getirecektik buraya ulan, şimdi diner. Dinmezse tütün basarız. Sen çık sudan bir kere.
- Amma ters herifsin be Kalafat! - dedim.
- Tam uykunun tatlı yerinde sen tut, adamı uyandır da, geçen vapuru seyrettirmeye kalk... Ondan sonra uyudum mu sanırsın. Deli mi oldundu? Ne vardı vapuru gösterecek gece vakti.
- Çok hoştu da.
- Hoşsa kendin seyretseydin.
- Hoş şeyi başkalarıyla beraber seyretmek daha hoş olur.
Bana:
- Benim hoşafıma gitmez sabaha karşı vapur seyri.
Sotiri’ye;
- Sotiri! Kanıyor mu hâlâ!
- Durdu usta.
- Sana söyledik.
- Ama çok kanıyordu be usta.
- Kanasın... Ayıklıyor musun midyeleri?
- Ayıklıyorum.
- Ayıkla... Sen gelecen mi bizimlen; yoksa yumurta mı toplıcan yukarda?
- Siz gidin. Benim tam olta takacak yerimden kesildi parmağım.
- Sen bilirsin.
- Sotiri, bana bak. Toplama çok yumurta. Sakın tekleri alma!
- Neden usta?
- Bozuk olur da ondan. Bilmez misin martı üç yumurta yumurtlar da kuluçkaya yatar.
- Ben toplayayım da sonra suda muayene ederiz.
- Peki tazesini nasıl anlarsın?
- Deniz suyuna atarsın. Yüzenini ayırırsın.
- Yüzeni mi tazedir? Yuh ervahına! Ulan kaç defa söyledim sana be, dibe çökeni alacaksın diye?
- Peki usta, unuttumdu.
Bir ara yalnız denizin sesi duyuldu. Sonra:
- Midyeler tamam usta?
- Ne çabuk ulan! Yoksa az mı midye topladın?
- Yok usta, dünya kadar. Siz sandalı kendiniz indirirsiniz değil mi usta? Ben gidiyorum.
Cevap beklemeden Sotiri çekirge gibi fırladı. Yukardan yabani kerevizlerin içinden bağırıyordu:
- Ustaaa!... Bir topal tavşan var, yakalayayım mı?
- Elbet yakala ulan, daha duruyor musun?
Bir zaman deniz de sustu. Bir durgunluk, bıçak gibi keskin bir durgunluk yaladı denizin yüzünü, sonra:
- Yakaladım usta.
- Semiz mi?
- Tüy gibi be usta; zayıf hayvan.
- Sakın keseyim deme... Tavşanlar da bizim gibi zil desene.
- Eve götürürüm bunu usta, ha?
- Senin olsun, götür... Dişi mi?
- Erkek, usta!
- Kırmızı mı gözünün kenarları?
- Kıpkırmızı usta, tüyleri de boz; güzel hayvan!
- Getir bir göreyim.
- Şimdi inemem, usta. Buraya çalıya bağladım. İnerken getiririm.
- Kaçırma sakın.
- Yok, sıkı bağladım.
Ben:
- Erkek tavşanın gözünün kenarı kırmızı mı olur, Kalafat? - diye sordum.
- Yook... Kim demiş onu?
- Sen söyledin ya?
- Ben erkek tavşanın gözünün kenarı kırmızı mı olur dedim?
- Öyle demedin ama... Demek ben öyle anlamışım.
- Senin anlaman kıtlaşmış reis! - dedi. Etrafına bir göz attı:
-Ulan! - diye haykırdı.
Sotiri çok uzaklardan boğuk boğuk cevap verdi:
- Ne var, usta?
- Sana değil, lan! - Bana döndü:
- Nerede ise gün doğacak, geç kaldık - dedi. - Tamam mı senin oltan?
- Küreklere asıldık. İki çifte, Sivri’nin önündeki akıntıyı zor yarıyorduk.
- Amma da sular var ha! - dedi Kalafat.
On adım ötemizde deniz sütlimandı. Ama bulunduğumuz yer adeta kaynıyordu. Daha ileride denizin yüzünü birdenbire allak bullak eden akıntıya benzer bir çırpıntı peyda oluyor, bu çırpıntı göz açıp kapayıncaya kadar kesiliyor, sonra biraz daha ileride denizin sütliman olduğu bir yerde yeniden meydana çıkıyordu.
- Görüyor musun kolyozu? - dedi Kalafat.
- Balık mı bunlar?
- Üstte küçücük, kıraçadan da küçük balıklar, peşlerinde de kolyoz, onun peşinde kimbilir hangi balık?
Martılar ve karabataklar bu denizin yüzünde zaman zaman sıçrayan, kaynaşan, dalan, yeniden çıkan balık kümelerine doğru hızla süzülüyorlar, batıyorlar, kanat çırpıyorlar, karabataklarla mihal kuşları dalıyorlar, bir deniz üstü sabah kahvaltısı iştahı içinde, bütün canlılar faaliyetteydi. Bu, insana bir sabah kahvaltısının iştahlı hali gibi gözüken kaynaşmadaki gizli vahşilik hiç belli değildi. Milyonla canlıyı, milyonla canlı kovalıyordu. Mavi denizin üstünde bir damla al gözükmeden yüz binlerce küçük balığı büyük balık yutuyordu. Bin tane mikroskobik canlıyı yutmuş tırnak uzunluğundaki binlerce balığı, bir kolyoz yutuyor. Sudan sıçramış kocaman bir kolyozu bir martı denize hiç konmadan havada yakalıyor, gagasında iki defa salladıktan sonra üç kere yutkunarak yarı canlı kursağına atıyordu. Hepsinin arkasında bir küçük orkinos, zaman zaman gökyüzüne sıçrarcasına denizde havalanıp yıldırım hızıyla balık kümelerine saldırıyordu. Büyük bir ziyafet, büyük bir düğün sabahı sarhoşluğu küçük Sivriada’nın etrafında dönüyordu. Birdenbire Kalafat haykırdı:
- Sende muhakkak sakatlı var yahu! Ne dalıyorsun böyle?
- Şu hale bak, Kalafat.
- Hangi hale yahu?
- Millet boğaz derdinde, sabah sabah.
- Hangi millet?
- Balık milleti.
- Öyle ise sen de ibret al resin. At bakalım demiri de biz de zilliği kıralım.
Demiri atıyorum.
- Aman dikkat et! Akıntı fazla ha! Bir yerine takılmasın demirin ipi. Vallahi çeker alır içeriye...
Demir gittikçe gidiyor. İp kurşun gibi ağırlaşıyor.
- Ne duruyorsun - diye bağırıyor Kalafat.
- Dibi bulamadım ki.
- Onu baban bulamamış... Çoktan bulduk dibi. Akıntı sürüklüyor sandalı, enayi! Bağla ipi! Sar burun tahtasına iki kere! Dikkat et! Elini kaptırmayasın. Tamam! Geçir o halkadan! Ordan... Ordan... Ha! Küpeşte tahtasının deliğinden de geçir! Düğüm at!..
Sandal da, demir ipi de titriyor, sandal durmadan gidiyor gibi.
- Demir tarıyor galiba Kalafat?
İki tarafına dikkatli dikkatli bakıyor:
- Taramıyor - diyor -, tam yerindeyiz, olduğumuz yerdeyiz. Baksana şöyle etrafına.
- Tarıyoruz.
Yassıada istikametine dikkatle bakıyor:
- Baksana Yassı’ya - diyor -, senin gözün benimkinden de bozukmuş be!
- Bakıyorum, olduğumuz yerdeyiz.
Zokaları parlatıyoruz; midyeleri takıyor, salıyoruz oltalarımızı suya. Oltalar dakikasında uzaklaşıyor. Sahiledoğru uçup gidiyorlar adeta.
- Salma oltayı, yeter! Dur orda. Bir şey vurmuyor mu?
- Yook.
Kendisi ağır ağır oltasını çekiyor.
- Senin yem çoktan gitti balığın karnına! - diyor- Dalga geçmeye gelmez arkadaş. Bak benimkine.
Bir yarım kiloluk karagözü iğneden çıkarıp kıçaltına fırlatıyor. Ben bir tane tutamıyorum. O durmadan balık çekiyor.
- Sen yem yedirmene bak! - diyor.
Artık tersliği geçmiştir. Acemiliğe gülüyor.
Etrafımızda balık, kuş, daha doğrusu deniz ve gök milleti birbirine giriyor. Güneş uzak kel tepelerin arkasından daha, tek sarı ışık salar salmaz, denizdeki kaynaşma bir ihtilal hali alıyor. Kıraçaları istavritler, istavritleri uskumrular, uskumruları kolyozlar, kolyozları palamutlar, palamutları sinagritler, sinagritleri yunuslar, yunusları orkinoslar kovalıyor. Daha doğrusu ben atıp tutuyorum. Kimin kimi kovaladığı, kimin kimi yuttuğu belli değil. Belki de bir parmak kadar çaça, yunus balığını; belki de bir istavrit, bir kılıç balığını yutuyordur. Bir kaynaşma, bir kıyamet... Hiçbir şey belli değil. Bir şıkırtı, bir oyun, bir bayram, bir savaş alanı...
Kalafat durmadan karagöz avlıyor, ben durmadan oltamın yemini değiştiriyorum. Fenerin yanındaki martıların acı acı haykırışına kafamı kaldırınca Sotiri’yi görüyorum. O karanlık, fırtınalı gecelerde, umutsuz umutsuz çakan fenerin dibine çömelmiş, cigara tüttürüyor.
- Hey, Sotiri! - diye bağırıyorum.
- Hop! - diyor.
Ben oltayı sarıyor, sandalın küpeştesine uzanıyorum.
Kalafat:
- Mademki elinden iş gelmiyor; uyu, uyu! diyor.
Gözlerimi kapıyorum. Rüyama Kalafat, karagözler fırlatıyor; Sotiri, fenerin dibinden, rüyama tavşanlar sıçratıyor...
Sait Faik, Bütün Eserleri: 6
Bilgi Yayınevi
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 171 - 1 Temmuz 1987
Haydi şairler, şiirler denize...
Beş altı yıl önce askerliğimi yaparken üç şeyi çok özlemiştim: Deniz, beyaz peynir ve rakı.
Beyaz peynir ve rakı bir yanda dursun. Denizden söz açalım.
Nazım Hikmet’in “İşte geldik gidiyoruz,
hoşça kal kardeşim deniz” dediği denizden.
Orhan Veli’nin “Gemlik’e doğru giderken görüp de şaşırmadığı” denizden.
Yahya Kemal’in “tuzu hâlâ dilinde duran” denizden.
Sözlükler, denizi “Yeryüzünün büyük bir bölümünü örten geniş tuzlu su kütlesi” olarak tanımlıyor. Bu, işin coğrafi tarafı. Ya şairlerin denizi nasıl?
Burada sözü Atilla Özkırımlı’ya bırakalım. Bakalım O “Türk Edebiyatı Ansiklopedisi”nde “Deniz” maddesini nasıl kaleme almış:
”Divan edebiyatında deniz karşılığı olarak genellikle Farsça derya, Arapça bahr ve umman sözcükleri kullanılmıştır.
Yaşadıkları coğrafi bölge, ekonomilerinin tarım ve hayvancılığa dayanması,
göçebe toplum düzeninin geçerliliği gibi nedenlerle eski Türklerin kültüründe deniz önemli bir yer tutmaz.”
İşte bu kadar...
Şimdi derya, bahr, umman deyip buraya şiirleri sıralasak
-gerçi Özdemir İnce “Yedi Deryalar Geçsen” diyor ama-
ne derya geçmesi, yazıya yelken açmadan sözcük dalgaları arasında hemen o an boğulayazarız.
Onun için denizi deniz bilip Cumhuriyet’ten bu yana hangi şair nasıl kulaç atmış ona bakalım.
“Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;”
Yahya Kemal’e göre deniz tuzu hâlâ dilinde de olsa bin başlı bir ejderdir.
O ejder bir kükredi mi yelken vapur ne varsa limanlara kaçışır.
Bütün meydan ona kalır.
Yalnız o vardır ortada asi ve bağrı kan dolu.
Parantez: Açık Deniz şiirinden olacak ben de denizi çocukluğumda böyle düşünürdüm. İzmir Körfezi bana denizden çok, bir göl gibi gelirdi.
Kıyıdan baktığım zaman suyun ufukla kesiştiği bir denizi düşlerdim. Bu duygu şimdi de yelken açar içimde.
Enis Behiç Koryürek, “Gemiciler” adlı şiirinde bir sevgili olarak görür denizi.
“Güneşlerde parlayan bu yeşil su, ruhun kardeşidir.”
Ama Koryürek denizden çok, gemicileri anlatır.
Koryürek’in şiirinde bir nokta daha dikkati çeker.
“Gölge veren ağaçları
Sevmiyoruz biz artık.”
Gerçekten Koryürek gibi, eski Türklerde de deniz önemli bir yer tutmaz. Bunun gibi yaşamı toprağa bağlı, daha doğrusu şiirinin atardamarını denizlerden çok dağlarda, ırmaklarda, yaylalarda arayan şairlerde de deniz önemli bir yer tutmaz. Tutsa da bir imge olarak gelir geçer. Örneğin köy enstitüsü çıkışlı şairlerin kitaplarını şöyle bir taramak yetmez mi?
Ömer Bedrettin Uşaklı bu bağlamda sizi yanıltabilir.
Bir şiir kitabının adı “Deniz Sarhoşları” ise
bir diğerinin “Yayla Dumanı”dır.
Bu ikilem şiirine de yansır:
“Bir gün nehirler gibi çağlayarak derinden
Dağlardan, ormanlardan sana akacak mıyım?
Ey deniz, şöyle bir gün sana bakacak mıyım?
Elma bahçelerinden, fındık bahçelerinden...”
Nazım Hikmet denizi “henüz gidilmemiş yer” olarak tanımlar.
Deniz henüz gidilmemiş olandır, ama üstünde de ala bulut,
yüzünde gümüş gemi,
içinde sarı balık,
dibinde mavi yosun duruyordur.
Ve kıyıda bir çıplak adam düşünüyordur:
“Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa”
Yanıtını yine Nazım verir:
“Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”
Ahmet Muhip Dıranas’ta deniz sonsuz olanla eşdeğerdedir.
Orhan Veli’de denizin kendisi olmasa da kokusu sinmiştir şiirlere. Ve şiiri Gemlik yamaçlarında bir kitabe olarak duran tek şairdir:
“Gemliğe doğru
Denizi göreceksin
Sakın Şaşırma!”
Çünkü rüyasında bile gemiler geçer Orhan Veli’nin.
Kanı hâlâ tuzlu akar istiridyelerin kestiği yerden.
Yıllardır denize hasrettir bu yüzden.
Sevdiği bir deniz kızıdır.
Bu sevgiyle çalkalanır durur rüyalar içinde.
Orhan Veli’nin denizseverliğine arkadaşı Oktay Rifat da tanıktır. Veli’nin ölümünden sonra “Pembe Yalı” şiirinde şöyle diyecektir:
“Rumelihisarı’nda Orhan’ın mezarı
Ne gittim ne gördüm gitmek de istemem
Taze ekmek bir parça beyaz peynir
Şimdi olsa şuracıkta rakı içer
Denize mi bakar kim bilir?”
Asaf Halet Çelebi denizi bir şarkı olarak düşler.
Atlas denizlerinden gelen ve önünde arkasında dalgalar olan bir şarkı.
Dalgalar bitince şarkı da bitecektir.
Fazıl Hüsnü Dağlarca havaya çizilen dünyalarla toprak ananın şairidir.
Deniz bir büyük su olarak yansır şiirinde.
”Balina ile Mandalina”yla büyük sulara açılır.
Haliç’i de yazmıştır, ama Haliç bir denizden çok onu çevreleyen emekçileri, deniz erleri ile anlatılır:
“Deniz erleri, genç mi genç,
Hopa’dan, Trabzon’dan, Giresun’dan gelmiş, mavilerle süslü,
Ama sayar dalga dalga
Ama düşünür ta içinden o erlikten bırakılma gününü, daha güzel,
Daha da irileşmiş.
Gece göğüslü kızlara doğru.”
İlhan Berk deniz sever bir şair olarak görünür. Kitaplarına koyduğu adlar tanığıdır bunun:
Galile Denizi,
Mısırkalyoniğne,
Atlas,
Deniz Eskisi,
Delta ve Çocuk.
Deniz el yazısına vuran bir güneş gibidir onun şiirinde.
Kendisiyle, kendi tarihiyle özdeşleşmiştir.
Gün olur alır başını gider denizle, gün olur ilk kez bir sokaktan görür onu,
Fenikelilerle, Cenevizlilerle akrabadır bu yüzden.
Özdemir Asaf’ta deniz bir “Macera”dır:
“Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde
Karalarda koşanlar durup bana baktılar
Ben de gittim
Sığınacağım adaları birer birer batırdım.”
Bir deniz delisi de Can Yücel’dir.
“Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin”,
Yücel de denizlerin sokak çocuğudur.
Bir yaşama sevinci olarak bakar denize.
Deniz umuttur, sevgili öfkedir, balığıyla balıkçısıyla masmavidir,
insanı insan eden her şeydir kısaca.
Şu sıcak yaz gününde söz deniz aşırı ülkelere götürmeye ne gerek var.
Şu söylenebilir: Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir kartpostal olarak şiire giren deniz,
günümüzde elle tutulası, insanın yaşamasıyla özdeş, yaşanası bir öğe gibi duyurur kendisini.
Attilâ İlhan’dan Ülkü Tamer’e,
Ataol Behramoğlu’ndan Ahmet Erhan’a,
Behçet Necatigil’den, Süreyya Berfe’ye
nice şairde artık denizin kendine özgü bir imgesi, serin sesi duyulur şiirin gizli derinliklerinde.
Turgut Uyar ki, önsözünü yazmıştır denizin: Gider uyur ölene kadar bir denizin taşrasında.
Edip Cansever Akdeniz’in dudak izlerini düşürmüştür dizelerine.
Ülkü Tamer, yalnız yaz günleri mi iner deniz kıyılarına?
Özdemir İnce yedi deryaları yazmıştır,
Ece Ayhan ise yalnızca Kınar Hanımın Denizleri’ni. Şiiri gibi onun denizi de kendine özgüdür.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, “her işin başı denizdir” diye başlar işine.
“Denizle başlamalı her şey
Denizle bitmeli
Kelleyi koltuğa almalı
Dibi görünen denizlere gitmeli.”
Kemal Özer’de deniz bir büyük tarladır, balıkçılar da deniz orakçısı.
Necati Cumalı’da mutluluk kaynağı.
Yaşar Miraç Karadeniz’i yazmıştır. Ahmet Erhan Akdeniz’i.
Akdenizli bir başka şair de Metin Demirtaş’tır.
Abdülkadir Bulut ise Anamurludur Akdeniz’den çok.
Parantez: Ben yalnız çocuklar için yazdım: Denizler Sincabı. Ama denizden çok çocukları mı yazdım?
Ne diyordu Turgut Uyar: “Kendin seç denizini ve taşranı ama.”
Öyleyse haydi şairler ve şiirler denize...
Refik Durbaş | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 171 - 1 Temmuz 1987
●●●●●
●●●●●
●●●●●
●●●●●
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 171 - 1 Temmuz 1987