İntihar

Edebiyat ve Sanat Dünyasında İntihar

1970'ten bu yana iki askeri müdahaleye rağmen çözümlenemeyen, tam tersine, bu araya girmeler dolayısıyla daha da genişleyen bunalım derinleştikçe, ekonomik, politik ve etik baskılar altında tutulan insanımızın umutsuzluğu, umarsızlığı ve her türden yabancılaşmışlığı da artıyor.

Bu yaşamın yetersizliğinin görülüşü, Lautréamont'un garip kişisi Maldaror'un ağzından söyleyecek olursam, "yaşamın bir yara olarak kabullenilişi", genç ya da yetişkin tüm bireyleri kara düşüncelerle yüz yüze getiriyor.

Son bir ayda karşılaşılan ve bir toplumsal salgın'dan söz etme olanağı yaratan intiharlar, her türden kötümser yaklaşımın doğrulayıcı kanıtlarını oluşturuyor.

Gencecik insanların kendilerini damlardan atmak isteyişlerinin nedenlerini televizyon gibi kitle iletişim araçlarının etkisiyle açıklamaya çalışmak, sorunlara çok yüzeyden bakmak olur.

Söylemek bile fazla: TV'nin küçümsenmesi olanaksız bir motivasyon gücü var.
Ama, bireylerimizin içinde yaşadıkları somut koşullar çok daha güçlü: Yıkıcı güdülerin ve isteklerin kökleri de orada.

Sadece aşk intiharları bağlamında düşünecek olursak şu söylenebilir:

Cinselliğin tabulaştırıldığı, erkek söyleminin egemen olduğu bir toplumda dizi filmlerin yasaklanması, genç insanların doyumsuzluğunu ve bu doyumsuzluktan kaynaklanan karamsarlığını ortadan kaldırmaya yetmez.

Amacım, intiharın sosyo-psikolojik ve psiko-patolojik nedenleri üzerinde konuşmak değil.
Gelgelelim, kendimi yazınla sınırlamış olsam bile, intiharın kökenleri konusunda bir iki vurgulama yapmak bir zorunluluk olarak beliriyor.

Burada çünkü intihar:
Hiç beklenmedik bir anda seçebiliriz onu.
Korkutucu bir düşünce bu, biliyorum, ama gerçek.

Novalis'i izleyerek intiharı "tek felsefe sorunu" sayan Camus, Sisyphe Söyleni'nde şöyle diyor:

                                              "Kendini öldürmek, bir anlamda, itiraf etmektir.
                                        Hayatın bizi aştığını ya da hayatı anlamadığımızı itiraf etmektir."

Benzer bir yaklaşımı, kendisi de intihara teşebbüs eden ama ölmeyi başaramayan Al Alvarez de geliştirir ve intiharı "sizi reddettiği söylenen bir dünyayı reddetmek" olarak tanımlar.

Kendini öldürmenin, hem toplumsal yaşama hem de doğrudan doğruya yaşama katlanamayışla bağlantılı olduğu açık.
Bu ikilemin, yani intiharın hem toplumsal hem metafizik içeriğinin, en kesinlikli biçimde Kirilov'un söyleminde dile geldiğini sanıyorum.

Dostoyevski'nin şeytansı romanı Ecinniler'in bu kişisi, intiharı hem Tanrı hem dünya karşısında dile getirir:

Kendini öldüren özgür olacaktır.

Çünkü "sırf kendini öldürmek için Tanrı'yı icad etmiştir insan."

Öte yandan Krilov, öte dünyadaki ölümsüzlüğü değil, "bu dünyadaki ölümsüz hayata inanmaktadır" ama mevcut dünyanın reddi içi ilkin Tanrı'nın yoksanması gerekir.

Bu ikili amaç için bilinçli bir intihar gerçekleştirir Krilov.

Burada yeri gelmişken müntehirin Kutsal Kitap'larda suçlandığını özellikle belirtmek gerekir.
Müslümanlıkta da Hıristiyanlıkta da intihar günah sayılmıştır. Çünkü bu edim, Yaradan'a başkaldırıdır.

Buradan bakıldığında Krilov'un sorgulanmasının önemi kendiliğinden anlaşılır.
Tanrısal yetke'nin hayırlanmasından dünyasal yetke'nin hayırlanmasına.

İntiharın dinamiklerini indirgeme çabasında değilim.

Kendi kendimizi yok etme isteğinin binlerce nedeni, binlerce dışavurum biçimi var:

Yaşamla uyumsuzluk, insanlarla iletişimsizlik, toplumsal bir varlık oluştan korkma.
Tümü de geçerlidir bunların.

Dolayısıyla Alvarez "intihar mutlak biçimde doğal bir reaksiyondur" derken haklıdır.

İlerde değineceğim bir noktayı vurgulamalıyım hemen: Bu doğallık, intiharı kınamış olan kişilerin de sonradan kendilerini öldürmeleriyle kesinleşmiş bulunmaktadır.

Rahip Galiani "önemli olan iyileşmek değildir, dertleriyle yaşamaktır" diyor.

Kuşku yok: Hangi türden olursa olsun, egemen ideoloji'nin önermesidir bu: Razı olun, katlanın.

Bu önermede, psikanalizin uyumlandırıcı yönteminin hazırlayıcı ilkesini görmemek olanaksız elbet.

Hayırlayıcı ögenin dıştalanmasıdır bu: Böyledir bu dünya, acılar da gerçeğimizdir, yoksunluklar da.

Böyle bir düşünce biçimi, hiç kuşkusuz, maddi / manevi her türlü korku'yu geçersizleştirmeyi öngörmektedir.

Korkmuyorsak, sorun yoktur. Ama "Dünya var oldukça korku da var olacak" diyor Adorno.

Bu noktada, kendini her zaman tanrı önünde duyumsayan Kierkegaard'ın, en etkileyici kitaplarından birine Korku ve Titreme adını verdiğini de anımsamak gerekir.


PROTESTO BOYUTU

İntihardan söz edildiği yerde, her türlü toplumbilimsel (öncelikle Durkheim) ve felsefi (örneğin Sartre) çözümleme geçerlidir.

Durkheim, çok ünlü çalışmasında kendini öldürmenin toplumsal bir olay olduğunu yetkinlikle sergilemiştir.

Sartre ise intiharı hem varoluşsal hem de dünyasala ilişkin bir sorun olarak ele alır:

"Bir burada oluş sorunudur intihar."

Besbelli:
Kendi bir elektrik fenerinin direğine asan cumhuriyetçi ve doğuştan aykırı Gerard de Nerval ile Paris Esrarı'nın yazarı Eugene Seu'nun evinde intihar eden ve bu eyleminden onur duyan işçi'nin kendilerini öldürmeleri arasında fark var.

Gelgelelim onları intihara sürükleyen deneyim ve düşünceler ne olursa olsun, dünyadaki tüm intiharları da aydınlatan bir light-motiv yatıyor eylemlerinde:

Protesto.

Hangi amacı güderse gütsün, müntehir yürürlükte olanı yadsımaktadır:
Tanrı'yı, toplumsal düzeni, doğrudan doğruya yaşamı.

Söylemek bile fazla:
Bir çözüm değildir intihar.
Geleceğe yöneltilmiş bir soru'dur.

Gerçekten de: Birçok intihar, gerçekleştirildikleri tarih döneminde derinliğine incelenmemiş ve edimin nedenleri araştırılmamıştır.

O kadar ki, birçok intihar, egemen yaşam söylemine bağlı kalındığı için kınanmış, hatta suçlanmıştır.

Burada, Yesenin / Mayakovski ilişkisi özellikle anımsanabilir ve intihar ediminin karanlık (ya da açık) kökenlerinin gerçekliğinden söz edilebilir.

Dolayısıyla Yesenin ve Mayakovski'nin intiharları, tüm intiharlar gibi, bizim tarafımızdan yanıtlanması değilse bile duyumsanması gereken birer soru olarak belirirler.

Bilmem vurgulamam gerekiyor mu: Protesto kavramını çok geniş anlamda kullanıyorum.

Az sonra değineceğim gibi, tüm yaşamı boyunca iNtiharı kurmuş bulunan Cesare Pavese'nin intiharında da bir protesto görüyorum ben:

Aşkların bir protestosunu, yaşamın ve siyasaların bir protestosunu.
Kendinin protestosunu.

Burada intihara direnebilen insanların çoğunluğu oluşturduğunu anımsamak gerekir elbet.

Örneğin, Stalin döneminde iki kez sürgüne gönderilen şair Osip Mansdelstam, karısının birlikte intihar önerisini kesinlikle reddeder:

"Hiç kimsenin yadsımaması gereken bir armağandır yaşam."

Mansdelstam'ın bakış açısı, yaşamın olumlanmasının ve sürekliliğinin ön koşuludur elbet.

Benimsenmesi ve desteklenmesi gerektiğine inandığım bu yaklaşımı, hayli eski tarihli bir yazımda da andığım şu cümlesiyle formüle eder Sergei Moskovici:

"Ölüme hayır demek yetmez, yaşama evet demek gerekir.
Bu "evet"i söylerken duraksayan, istesin istemesin, ölümün adayı'dır.”

Gelgelelim, tüm yüreğimizle yaşamı olumladığımız, ona evet dediğimiz bir anda, hiç aklımızda yokken öldürebiliriz kendimizi. Kuramsal ve bilimsel açıklamaların duraksadığı, geçersizleştiği bir nokta var çünkü.

Bu yaklaşıma ilişkin çarpıcı örneği "Siyaset ve İntihar" ve "Türk Yazınında İntihar" başlıklı bölümlerde anacağım.
Bilimin yetmezliğini kanıtlamak amacıyla değil elbet.
Yaşamın kimi olgularının her zaman yürürlükteki bilimin doğrularıyla açıklanmayacağını imlemek amacıyla.

Çağımızın en yıkıcı yazınsal / sanatsal hareketi olduğuna inandığım gerçeküstücülük, son kertede olumsuzlamanın olumlanmasını öngörüyor, yeni bir yaşamın yolunu açmak istiyordu.

Breton, en gerçekçi gerçeküstücü eylemin tabancayla herkesin üzerine ateş etmek olduğunu söylüyordu ama, intiharı yüceltmiyordu.

Gelgelelim, Ferit Edgü'nün bir sözünü dönüştürerek söylersem, "erkek Ofelya" Jacques Vaché kendini Seine Nehri'ne bırakıyor, Jacques Rigaud ise arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:

"Hepiniz şairsiniz. Bense ölüm yakasındayım."


YAŞAM VE SİYAH MELEK

Bu noktada, Siyah Melek'le, yani ölümle ilişkimizin şabloncu bir yaklaşımla ele alınamayacağını söylemek gerekir.

Her zaman yaşamı olumlamaya çalışmış olan Koestler, intiharı aklından bile geçirmediği yıllarda, İspanya iç savaşının en kızgın günlerini anımsarken şunları yazıyor:

"Ölmek kişiyi aşan bir ülkü uğruna olsa bile daima kişisel ve özel bir sorundur."

Bu boyut, özellikle siyasal sorunun öne çıktığı dönemde, öncelikle sınıf bilincine ilişkin bir sorun olarak görülmüştür.

Söz konusu ettiğim savaşta ölmek değil elbet. Daha çok Çin devrimi ve Vietnam savaşı dönemindeki intiharları düşünüyorum. Kitlesel denebilecek intiharları.

Örneğin Vietnam'da budist rahiplerle başlayan ve yoksul halk kitleleri içinde de yaygınlaşan kendini yakma eyleminde siyasal / aktörel ögelerle dinsel ögelerin birbirine karşıtlığını söylemek gerekir.

Parti değildir halkı intihara yönlendiren. Marksizmin bu türden eylem biçimlerini yöntembilimsel açıdan olumlamasına olanak yoktur elbet.
Çünkü, bireylerin eylemidir bunlar, bu yüzden yararları sınırlıdır. Yine de bir sınıf hareketi içinde kimi bireyler öne çıkmakta ve ölümü seçmektedirler.

Kapitalist toplumda Siyah Melek'le evlenenler, bilinçli bir iki istisna dışında, daima ve daima yazarlar, şairler olmuştur.

Hatta sosyalist toplumda:

Siyah Melek'in iki vurulmuşunu düşünüyorum burada: Yesenin ve Mayakovski'yi.

Benim (ya da sizin) yaşamımın da hiçbir garantisi ol(a)madığını kanıtlıyor onlar.

Ruhu psikiyatristlerin koltuklarında delik-deşik edilen, siyasal bilinçliliğinden hep kuşkulanılan ama kendisi bundan hiç kuşkulanmayan ve hiçbir suçluluk duygusuna kapılmadan intihar eden Attila József, uçuruma yuvarlanırken ansızın üzerine çevirdiği apaçık gözleriyle bakıyor ve soruyor:

"Duyabildin mi Siyah Melek'in yanıtını?"


YANIT DEĞİL-ÇAĞRI

Gelgelelim, hiçbir yanıt vermez Siyah Melek, çağırmakla yetinir sadece.

Örneğin Devlet Tiyatrosu'nun gencecik sanatçısı Rümeysa Bozdağ, kendini apartmanın beşinci katından attığında ve elektrik tellerine çarpa çarpa öldüğünde herhangi bir yanıt veriyor olabilir miydi?

Kuşkum yok: Sahnede dizelerimi seslendirmiş, seslendirmek ne kelime, onları kişileştirmiş olan Rümeysa tüm yaşamı protesto ediyordu ama edimi bir yanıt değildi.

Yaşamın güzelleştirilmesi, insancıllaştırılması belki de yanıtları değil, hep Demokles'in Kılıcı gibi askıda kalacak soruları öngerektiriyor.

Soru belirlemeden yanıt olanaksız çünkü.

          "Öldük ölümden bir şeyler umarak
          Bir büyük boşlukta bozuldu büyü" dizelerini yazan Cahit Sıtkı, ölümden en çok söz eden şairlerden biri olmasına rağmen, bana göre, ölüme ilişkin (doğal ya da seçilmiş)metafizik bir tavır ve soru geliştirmemiş bir şairdir.

Yukarıdaki dizelerde görülen ölümün büyüsüzlüğü düşüncesi, Türk şiiri içindeki vulger bir bakış açısını sergilemekte, dolayısıyla bir Necip Fazıl'ın hayli gerisine düşmektedir.


BİLİNÇLİ İNTİHAR

Kamuoyunda intihar hep rasgele bir olay sayılmıştır.
Hastalıklı, yetersiz, başarısız insanların bir edimidir intihar.
Oysa, az sonra adını yeniden anacağım Kleist, dünyayla uzlaştıktan, mutlu olduktan sonra kendini öldürmeyi düşünür hep.

Boyun eğiş değildir söz konusu olan, reddediştir.

Cesare Pavese daha çarpıcı bir örnek oluşturuyor elbet:

Yaşama Uğraşı adıyla dilimize çevrilen günlüğünden öğrendiğimize göre, tüm yaşamı boyunca intiharı kurmuştur Pavese.

24 Nisan 1936'da, Kirilov'un çözümlemesini çağrıştıran şu cümleyi yazıyor: 
"Dünyaya iyimser bir intiharın dönüp dönmeyeceğini kim bilebilir?".

10 yıl sonra, 16 Eylül 1946'da ise şöyle diyor:

"Bir tek zevk vardır: diri olmak".

Gelgelelim, başarının doruğumdayken, Strega Ödülü'nü almışken, 1950 yılında, yani yaşama ilişkin olumlamasının dört yıl sonrasında, Torino'da bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etti Pavese.

Burada, sürekli intiharları da söz konusu etmek gerekir:

Örneğin Jack London, Alkollü Anılar'da da anlattığı gibi, tüm yaşamı boyunca içkiyle boğuşmuş, sadece "eskisinden daha az içmeyi" tasarlayarak yavaş bir kendini yok etme durumu yaratmayı istemiştir.

Ne var ki, başaramamıştır bunu: Kendini öldürmüştür.

Başka bir bilinçli müntehir Hemingway'dir:
Boksör, avcı ve yazar. Başka türlü söylemek gerekirse, bir eylem adamı.
Gelgelelim, yaşam yetilerini yitirdiğini anladığında ona asılmayı küçümser, yaşamını şenlik kılmayı bilmiş bu adam: Bir kurşun sıkar kafasına.

Burada, bir kez daha anıyorum Al Alvarez'i. Bir gerçeğe parmak bastığı için:

"İnanıyorum ki gününü bekleyerek ölüm, intihardan daha çirkin ve kolaycı bir yolu seçmektir".

İster istemez cesaretten söz edeceğiz:

ÇİFTE-İNTİHAR

Heinrich von Kleist'in ölümü seçmesine yol açan kimi nedenleri olduğu biliniyor. Bilinmeyen, Henriette Vogel'in niçin şairle birlikte ölmeyi seçtiği?

Dünya yazınında böylesine bir iki çifte-intihar bulunduğunu biliyoruz.

Stefan Zweig, yurdundan binlerce kilometre uzakta yaşamına son vermeyi kararlaştırdığında, karısı Charlotte da onu izlemekte tereddüt etmez.

Bir başka örnek Arthur ve Cynthia Koestler'dir.

Arthur Koestler'in onulmaz hastaların öldürülmesinden yana olduğunu burada anımsatmak gerekir.
Bu yüzden iyileşmesinin olanaksız olduğunu anladığında karar vermiştir herhalde intihara.
Cynthia ile karşılıklı koltuklara oturarak beklemişlerdir ölümü.

Burada anlık davranışlardan söz edilemez elbet.

Kleist ve Henriette, Stefan ve Charlotte Zweig, Arthur ve Cynthia Koestler birlikte ölmeyi seçmişlerdir.
Bir geziye çıkar gibi.


SİYASA VE İNTİHAR

Dünyanın dönüştürülmesi yolundaki bir büyük kavgayı yaşamış iki büyük şairi, Yesenin ile Mayakovski'yi anmanın zamanı geldi.

Yesenin'in ünlü dansçı Isador Duncan'la yaşadığı aşk, herkesçe biliniyor. Duncan'ı Amerika'da bırakarak Rusya'ya geri döndüğü de.

Bu büyük bohemin köylü yanını da vurgulayan Troçki, onun devrimi desteklemek istediği halde destekleyemeyişinin nedenlerini ayrıntılı biçimde dile getirmiştir.

Yesenin, değişen bir dünyanın ortasında bir başına hissetmektedir kendini. Onulmazdır.
Rüzgâra benzetir kendini, "ben de senin gibi bir serseriyim" der.

Devrimin dağdağası içinde durmadan geçmişini, çocukluğunun pastoral dünyasını özleyen Yesenin, 1925'te intihar eder.
Yaşam'a evet diyememiştir.

Devrimin öteki çocuğu Mayakovski ise, Yesenin'in intiharını onaylamaz.

Onun için yazdığı şiirde şöyle der:
                                                    "bu hayatta ölmek
                                                      kolay iş,
                                                      yeni bir hayata başlamak
                                                      güç olan"

Yine de birkaç yıl sonra Mayakovski de öldürür kendini.
Kayalara toslayanın yalnızca "aşk teknesi" olduğunu hiç mi hiç sanmıyorum.
Devrimin aldığı yeni bir biçim de Mayakovski'yi karamsarlığa itiyordu sanırım.

Gençliği yazınsal ve siyasal yıkıcı hareketler içinde geçen, dünyanın tümüyle dönüştürülmesini isteyen şair, bürokratlaştırılan bir yazın dünyasında nasıl barınabilirdi ki?

Mayakovski, intiharından önce yazdığı mektupta yaptığının "iş olmadığını" özellikle belirtir.
Gelgelelim, kararından dönmez.

Çağımızın en ilginç düşünürlerinden biri olan Walter Benjamin'in intiharı ise bu türden düş kırıklıkları yüzünden değildir.
Benjamin'i ölüme götüren doğrudan doğruya korku'dur. Gestapo'nun eline düşme korkusu.
İspanya sınırında uyku hapıyla son verir yaşamına.


TÜRK YAZININDA İNTİHAR

İntihar, hangi nedenle gerçekleştirilmiş olursa olsun, herşeyden önce bireysel bir kararı gerektiriyor.
Türk toplumu, henüz bu türden bir birey anlayışına ulaşabilmiş değil.
Türk yazınında kendini öldürmüş kişilerin sayısı iki elin parmaklarını bulmaz.

Tuhaftır: Türkiye'de daha çok yoksul insanlar öldürüyor kendini. Yeterli bir öğrenim görmemiş olanlar öldürüyor.

Düşün ve yazın yaşamımıza bakıldığında ilk intihar örneğini bir pozitivist'in, Beşir Fuat'ın verdiğini söylemek gerekir.

Beşir Fuat'ta annesi gibi delireceği korkusu yerleşiktir.
Bu korkuyu, karısı ve metresi arasında bölünmüş yaşamının öteki gerginlikleri izler ve Beşir Fuat, intihara karar verir.
Damarını keser ve ölüme doğru sürüklenişini dakika dakika not defterine yazar.

Anılması gereken iki addan biri, gencecik yaşında kendini öldüren şair Can İren'dir.
Yayınlanmış şiirleri derin bir umutsuzluğu, yaşama katlanamayışı dile getirir.
Her dizesinden "gecenin çocuğu" olduğu bellidir.

Can'ın ölümünün ardından bir yazı yayınlayan değerli çevirmen Rasih Güran, onun girişimini onaylamaz.
Ölümün hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyler.
Gelgelelim, tıpkı Yesenin/Mayakovski ilişkisinde olduğu gibi o da birkaç yıl sonra öldürür kendini.

Görülüyor: Siyah Melek'in çağrısı sanıldığı kadar cılız değil.

Son olarak, kederli ablası Virginia Woolf'u izleyen bir şairemizi de analım: Rabia Bayraktar.
Sayılarının çok olmadığını sandığım şiirleri kimin elindedir acaba?

HEP OLACAK MI?

Kendini öldürmüş yazarların, şairlerin, sanatçıların adlarını Van Gogh'tan ve Mişima'dan başlayarak uzatmak mümkün.
Bu bakımdan şu söylenebilir sanıyorum. Yazarlar, şairler dünyayla ilişkilerinde sürekli bir olumsuzluk duygusunu da taşıyorlar.
Verilenle yetinemiyor, dünyayla, toplumla, siyasal insanın arasında beliren çatlağı en önceden görüyor ve yaralanıyorlar.
Ölümleriyle bir çözüm önermiyorlar hiç kuşkusuz.

Sartre'ın sözünü bir kez daha anıyorum:
İntiharları, burada oluş’larına ilişkin.

Belki de bu yüzden Che Guevara "aydınların görevi bir sınıf olarak intihar etmektir" diye yazıyor.
Burada Marksçı ütopyanın sonul ereğine ilişkin bir gönderme görmeliyiz: İş bölümünün, yabancılaşmanın sonunu imliyor Che.
Bütünsel insan'ı imliyor.

Gelgelelim, o noktadan daha çok uzağız. Üstelik, ben geleceğin toplumunda da intiharların olabileceğini düşünüyorum.
Çünkü ölüm de tıpkı yaşam gibi, insanın içinde.



Ahmet Oktay | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



Müzik ve Resim Dünyasında İntiharlar

Wirginia Woolf, Sylvia Plath, hem kadın hem yaratıcı oldukları için kat be kat doğurgan ve üretken olanlar var...
Sonra Nerval, Jack London, Hemingway ve Mayakovski ve Paul Celan ve Mişima ve Cesare Pavese var...
Sonra ölümüne içen Dylan Thomas ve Brendan Behan var...
Sonra tüm eserlerinin yakılmasını istediği için ötekilerden ayrı düşünemediğim Kafka var...

Bunlar edebiyat dünyamızda yaşamlarına son vermeyi seçenler arasında ilk aklıma gelenler.
Listeyi alabildiğine uzatmam olası. (Önceki sayfalarda okudunuz zaten.)
Oysa öteki sanat dallarına baktığımızda böylesi kabarık bir listeyle karşılaşmıyoruz.

Neden?
Renkler, çizgiler, benekler, biçimler, acaba sözcüklerden daha mı güvenceli?
Sesler, notalar, ritmler, harmoniler, daha mı korunaklı?
Yaratıcı için müzikte ya da resimdeki harmoniyi ya da uyumu yakalamak, yaşamdaki uyumu yakalamakla eş anlamlı mı?
Göz ya da kulak yürekle bir olunca, beyne egemen olmak daha mı kolaylaşıyor?
Sözcüklerle meydan okunamayan yalnızlık, yapayalnızlık, gerilermiş "gibi" mi oluyor yoksa resmin, heykelin, müziğin karşısında, önünde, arkasında ya da yanıbaşında?

Bilmiyorum.
Bunu çözümlemek psikologların, filozofların işi.
Sözcüklerle uğraşan biri olarak, doğrusu belki de bilmek pek işime gelmiyor.


MÜZİK DÜNYASINDAN

Müzik alanında intihar denince üç ünlü "intihar girişimi" var.

Neyse ki yalnızca girişim -aksi, dünya müzik yaşamımız için çok acıklı olur ve klasik müzik repertuarında nice eserden yoksun kalmamıza yol açardı:
(Bu bölüm için ipuçları veren Faruk Yener'e teşekkürler!)

Üç girişim de intiharların en yaygın olduğu romantik dönemde, 19. yüzyılda.

Beethoven 1802'de intihara karar verip ünlü Heilegenstadt Vasiyetnamesi'ni hazırladığında 32 yaşındaydı.
Ve henüz ne dev senfonilerinin, ne konçertolarının, ne sonatlarının çoğunu yazmıştı.
(En ünlü eserlerini verdiği, en üretken olduğu dönem, 1800'den yani kulaklarının duymamaya başlamasından sonraydı.)
Uzun süren ve yanlış tedavilerle süren zatülcemp hastalığı sonucunda öldüğünde 57 yaşındaydı.

Ne intiharın ne de bir intihar girişiminin nedeni bilinemeyeceği için (belki bilinse, intihara ya da girişme gerek kalmaz!) Beethoven'ın işitme duyusunu yitirmeye başladığını farketmesiyle mi, yoksa öğrencisi Giulietta Guicciardi'ye duyduğu ve hüsranla sonuçlanan aşkından mı böyle bir girişimde bulunduğu bilmiyoruz.

Bildiğimiz, sağırlaşmanın müziğini engellemediği, o hüsranla sonuçlanan aşktan da o muhteşem sonatın "Ayışığı Sonatı"nın doğması...

Schumann kendini 1854'ün bir kış sabahı Ren Nehri'ne attığında 44 yaşındaydı ve eserlerinin çoğunu bestelememişti bile.
Onu balıkçılar kurtardı ancak Schumann kendi isteğiyle bir tımarhaneye kapatıldı. İki yıl sonra da orada öldü.

Akarsularda, büyük bestecileri kendilerine çeken bir şeyler olsa gerek.
Neredeyse çeyrek asır sonra, ama bu kez Ren Nehri değil, Moskova Nehri, Piyotr İlyiç Çaykovski'yi kendine çekti.
1878'in bir kış sabahı, ünlü besteci (çoktan ünlenmişti bile) kendini Moskova Nehri'nin buzlu sularına bıraktığında 38 yaşındaydı.
Ve büyük senfonilerinin, bale müziklerinin, üvertürlerinin ("Uyuyan Güzel"den "Maça Kızı"na; "Pathetic Senfoni"den "Fındıkkıran"a vb.) önemli bir bölümünü bundan sonra besteleyecekti.
Taa 53 yaşında kolera salgınından ölene dek.
Ama kolera salgını sırasında bile bile, kimselerin dokunmaya cesaret edemediği suları içmek de bir tür intihar değil miydi?

Kimileri yaşamlarının ilkbaharında, sanki erken öleceklerini bilirmiş gibi, sonsuz bir telaş içinde dolu dizgin en özgün, en yetkin, en mükemmel eserlerini verip verip çekip gidiverir yaşamdan.
Mozart gibi, Chopin gibi, Schubert gibi, (konumuz müzikçiler ama dayanamadım:) Rimbaud gibi...

Kimileri de dev eserler yaratmak için hani adına "olgunluk dönemi" denen o dönemi yaşamak zorundadır sanki.
Çekip gitmek için sonbaharı beklerler. Bach gibi, Beethoven gibi, Çaykovski gibi. (Ve yine dayanamadım.) Dante gibi, Shakespeare gibi...

Ondan, daha başlarken bu girişimlerin başarıya (!) ulaşmamasının ne denli isabetli olduğunu belirttim.

Az kaldı unutuyordum, bu üç girişim dışında, 19. yüzyılda müzik dünyasında, girişim değil, hedefe ulaşmış bir eylem var:

Mozart'ı zehirlediği dedikoduları alabildiğine yaygınlaşınca Salieri daha çok dayanamadı ve bulunduğu tımarhanede bir bıçak darbesiyle gırtlağını kesip, yeryüzünden ayrıldı.


RESİM DÜNYASINDAN

"Sevgili kardeşim,
 Çeşitli davranışlarım arasında uyum olması gerektiğini neden anlamıyorsun bilmiyorum.
 Keşke anlayabilseydin.

 Resim söz konusu olduğunda, bakış açısındaki bir hatanın ne anlama geldiğini çok iyi bilirsin - yani, şu ya da bu ayrıntının yanlış çizilmesinden çok daha başka, çok daha kötü bir şeydir.

 İşte yaşamda da buna benzer bir şey var.

 Yoksul bir ressam olduğumu daha yıllar yılı didinip çabalamam gerektiğini söylediğim an, günlü yaşamımı bir çiftlik ırgatı gibi ayarlamam gerek; öyleyse belirli olan nokta bu, ve birçok şey bunun sonucu.

 Ve bütün sonuçları bir bütünün parçaları olarak göremediğimiz takdirde her birini kökünden koparıp atmak gerek.
 
 (...)

 Yaşamı hakkında herkes kendisi karar vermek zorunda..."

"Sevgili kardeşim,
 Kırlara çıktığım zaman, yalnızlık duygusu öyle korkunç bir biçimde benden uzaklaşıyor ki, artık evden dışarı adım atmaya korkar oldum."

İki mektup.
İkisi de aynı imzayı taşıyor: Vincent van Gogh.

Birincisini erkek kardeşi Theo'ya yazdıklarından; ikincisini, ölümünden birkaç gün önce kızkardeşi Willemien'e yazdıklarından aldım.

Kuzeyliydi. (Hollandalı).
Tek amacı iyi resim yapmak, iyi bir ressam olmaktı.
Kuzeylilerin gitmeye duyduğu aşkla, pervane misali ışığa koştu.

Ne güneyin ışığı, güneşi (yoksa bu bir kaçış mıydı?) ne Dante, Giotto, Boticelli, Petrarque ve Boccacio'yu keşfi ve onlarla "dostluğu", ne Japon sanatının yalınlığına duyduğu hayranlık, ne dine sığınışı ve dinden kaçışı, ne adları Ursula, Catherine, Sien olan ya da olmayan kadınlara bağlılığı, ne de çılgıncasına, tutkuncasına, âşıkcasına resme sarılışı onu ve yalnızlığını kurtaramadı.

Kendi "ben"iyle, yeryüzü, dünya, yaşam arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü...

İyi resim yapmak, iyi bir ressam olmak için savaşıyordu.

Hiçbir şey yapmadığına, hiçbir şey yapamayacağına (hele iyi bir ressam olmak, hiç!) inandığında tabancasını göğsüne dayadı. Tetiği çekti.

Van Gogh öldüğünde (1890) 47 yaşındaydı.

O güne dek, yaptığı onca resim arasında yalnızca bir tanesi satılmış (onu da Belçikalı bir ressam Anna Boch satın almıştı), hakkında bir tek yazı çıkmıştı.

Gelecek umudu, geleceğe ilişkin başarı umudu işte topu topuna bir makale ve satılan bir tabloydu...

Hayır Modigliani intihar etmedi.
Ama yalnız istediği resmi yaparak, sanatından ödün vermeyerek, kendisinden istenene boyun eğmeyerek resmini savundu.

Hemen hemen yalnız insanı çizen, (hem de sevilesi, tapılası, âşık olunası insanları çizen) ressam, ilgisizlikten, sevgisizlikten, yoksulluktan, alkolden, uyuşturuculardan, yalnızlıklardan, acılardan öldü.
Ardından, karnındaki bebeğiyle intihar eden karısı Jeanne'ın sevgisi, anlaşılan yetmemişti ona.

Resim dünyasında "intihar" deyince "Dada" hareketinde bir an için durmak gerek.

İngiliz yazar Al Alvarez, "The Savage God-A Study of Suicide" (Vahşi Tanrı-İntihar İncelemesi) adlı kitabında şöyle diyor:

"Dada hareketi intiharla başladı, intiharla gelişti, intiharla bitti."


DADA'CILAR

Dada'cılar her şeye karşıydılar.

Yalnız tarihe, mantığa, topluma, bireye, kurulu düzene, vatan-millet-aile-dostluk-kardeşlik kavramlarına, dine değil, sanata da, hatta Dada hareketine de karşıydılar.

Birinci Dünya Savaşı'na ve Avrupa kültür değerlerinin yozlaşmasına ve çöküşüne bir tepki olarak doğmuştu Dada hareketi.

Ancak kendisini bile "inkâr" eden, kendisine "karşı" olan bir hareketin kendi kendini yok etmesi kaçınılmaz olacaktı.

"Dada'cılar için en mantıklı şey, intihar etmek olurdu" diyor Al Alvarez, "eğer mantığa inansalardı."

Ve şöyle ekliyor:

"Mantığa inanmadıkları için, intiharı, yalnızca bir şaka, psikopatik bir şaka olarak kabullendiler ve benimsediler...
 Ve kendilerine model olarak Jacques Vaché'yi seçtiler."

Jacques Vaché, yazar çizerdi ama yazarlığa ve çizerliğe inanmadığı ve bu tür eylemleri gülünç, anlamsız, saçma bulduğu için boş gezmeyi kendine ilke edinmişti.
"19. yüzyılın sonuncu soylusu" misali, ince uzun görünümüyle, yaşamını (yarattıklarını değil) sanata çevirmeye çalışıyordu.
Birinci dünya savaşı sırasında, André Breton'la tanıştı. Onu ve dostlarını çok etkiledi:

Cepheden yazdığı bir mektupta Vaché, şöyle diyordu:

"Savaşta ölmeyi reddediyorum.
 Ben istediğim zaman istediğim gibi öleceğim...
 Üstelik yalnız ölmek can sıkıcı olmalı, ondan sevdiğim bir iki arkadaşımla ölmeyi yeğleyeceğim."

Aynen dediği gibi yaptı. 1919'da (23 yaşındaydı), bir otel odasında öldürücü dozda afyon içti.
Yanındaki iki arkadaşına da eşit miktarda vermişti.
İki arkadaşın, iki genç insanın ölmek gibi bir niyetleri hiç yoktu, bu yolculuğa çıkarlarken...
(Günümüze Vaché'den geriye yalnız anıları ve mektupları kaldı, çizdikleri yok. Büyük bir olasılıkla kendisi yok etmişti.)

Vaché'den bir yıl önce, ozan ve resim eleştirmeni Arthur Cravan "yok olmuştu”.

Sahte kimliklerle savaş yıllarında tüm Avrupa'da yayan dolaşan, Amerika Birleşik Devletleri'nde aynı işe yeltenen, ağır siklet boks şampiyonu zenci Jack Johnson'la dövüşen, 1917'de New York Dünya Resim Sergisi'ne katılan (Bu sergiye Marcel Duchamp'ın katkısı, imzalanmış dışkıydı.), Meksiko Körfezi'nden okyanusa açılan Cravan...
Bir daha geri dönmedi: Dada anlayışına uygun bir eylem daha tamamlanmıştı.

1925'te "La Révolution Surrealiste" (Gerçeküstü Devrimi) Dergisi "İntihar bir çözüm müdür?" diye bir soruşturma yapmıştı.
Yanıt veren tüm Dadacı ve gerçeküstücü sanatçılar soruyu "evet" diye yanıtlamışlardı.

Yanıtını, uygulamaya geçiren, "gerçeküstücülerin en güzeli" René Crevel oldu.

Bir kitabında, "Gaz ocağının üzerine çaydanlığı koyarsın. Camları sımsıkı kaparsın. Gazı açarsın. Kibriti çakmayı unutursun..." demişti.

Aynen böyle yaptı.
Her şeyi yıkmak, her şeye başkaldırmak istemişti. İşe, kendini yok etmekle başladı. (Yoksa bitirdi mi?)

Dada hareketinin Jacques Rigaud'nun ölümüyle sona erdiğini söyleyenler de var.
(Tristan Tzara ile Andre Breton'un birbirlerinden ayrılmasıyla hareket sona ermişti ama Rigaud, tıpkı Vaché gibi sürdürüyordu Dada yaşamını.)
Rigaud yazdığı her şeyi, yazdıktan hemen sonra yok ederdi.

"İntihar bir eğilimdir" diyen yazar, elde kalan ender yazılarından birinde, şöyle diyordu:

"Birgün odama girdiğimde, elim elektrik düğmesini çevireceği yerde, yanlışlıkla tetiği çekiverirse..."

Eli elektrik düğmesine değil de tetiğe uzandığında yıl 1929'du ve Dada hareketi çoktan sona ermişti.

Yeniden Al Alvarez'e dönüyorum:

"Dada hareketinin başarısı yarattığı eserler açısından bir hiç olabilir ama, sanatsal özgürlük yaratmada ters orantılı bir biçimde büyüktü.
 Karmaşık bir biçimde de olsa, izleyicilerine yeni alanlar açtı.

 Dadacılar sanatı, ölümle, intiharla, delilikle bir tutarken ve bunlarla izleyicilerini şoktan şoka sürüklerken, farkında olmadan aynı zamanda acıyı, eğlenceli bir alternatif olarak değil de, bir kader olarak kabullenmiş olanlara yardımcı oldular.

 (...)

 Yirminci yüzyıl sanatı hiçbir şeysiz başlayabilir ancak kendisine inanarak, denetlenemeyeni denetleme umudunu taşıyarak ve kendi değerlerini yaratabilme umuduyla gelişebilir."

"Sanat, sanatçılar sanata inandığı için varlığını sürdürür.
 Sanata karşı olan her zerrenin içinde dahi sanat olasılığının bulunması inancıdır bu.
 Dada, sanat dahil her şeye karşı çıkmakla başladı ve karikatür mantığıyla, kendine karşı olarak bitti.
 Dadacıların çoğu gibi, Dada hareketi de ölüme kendi elleriyle kavuştu."

Müzik ve resim dünyasında, intihar çerçevesinde bir geziye çıktığım yolculuğu burada bitiriyorum.

Yolculuk boyunca, "aslolan hayattır" terketmedi beni. Bunu da bilesiniz istedim.



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



Vladimir Mayakovski
Son Mektubu

Ekim Devrimi’nin büyük ozanı Mayakovski (1893-1930), 1925’de dostu Essenin kendisini öldürdüğünde, bu intiharı kınayan bir yazı yazmıştı.

Aradan beş yıl geçmeden kendisini aynı çıkmazda buldu.
Oysa, “daha koskoca bir yaşam var önümde” diyordu son şiirlerinden birinde...

Aşağıdaki mektup, 14 Şubat 1930’da yüreğine sıktığı bir kurşunla yaşamına son veren ozanın yanıbaşında bulunan mektuptur:

Hepinize!..

Ölüyorum.
Hiç kimse suçlanmasın bundan.
Dedikodu yapılmasın ardımdan.
Bilin ki “rahmetli” tikisinirdi bundan.

Anam, bacılarım, dostlarım... bağışlayın beni.
Biliyorum intihar bir çözüm yolu değil - biliyorum ve kimseye salık vermiyorum.
Ama benim yapacak başka bir şeyim yoktu.

Hükümet Yoldaş, ailem Lili Brik’tir, anamdır, bacılarımdır ve Veronika Vitoldovna Polonskaya’dır.
Eğer sağlanırsa onların yaşamı, şimdiden teşekkürler.

Başlanıp bitirilmemiş şiirlerim Brik’lere verilsin.
Orda buluşurlar.

“Olay kapandı” derler ya
                                   işte bu da öyle,
                                                                Aşkın kayığı
                                                                                 günlük yaşama çarptı.
                                                                                                                      Ödeştim yaşamla.

Bütün olup bitenleri
                      acıları
                      mutsuzlukları
                                            ve karşılıklı hataları
                                                                           tartışmakta bir fayda yok.  
                                                                                                                          Sizler
                                                                                                                                   mutlu olun!



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



“Yaşamın akşamı lambasıyla birlikte gelir”

Malraux’un “Anılara Karşı / Antimémories” adlı yapıtının “Altenburg’un Ceviz Ağaçları” başlıklı bölümü şöyle başlar:

“Babam İstanbul’dan döneli daha bir hafta bile olmamıştı.

 Çok erken saatte kapı çalınmıştı; perdelerinin daha açılmadığı odanın alacakaranlığında, babam, hizmetçinin kapıya yönelen ayak seslerini, durduğunu, kapıyı çalan kimsenin bir sözcük söylemesine komadan üzgün sesle: ‘Zavallı Jeanne’nım!..’ diye yinelediğini işitmişti.

 Jeanne dedemin hizmetçisiydi.

 Bir anlık sessizlik:
 İki kadın birbirlerine sarılıp öpüşüyorlardı; babam şafak vakti bir fayton gürültüsünün azaldığını duyuyor ve bunun da ne anlama geldiğini biliyordu.
 Jeanne kapıyı yavaşça itti.
 Şimdi artık bütün odalar ona korku salıyordu.

 - Ölmedi mi? diye sormuştu babam.

 - Hastaneye kaldırıldı Efendim...”

Malraux dedesinin gömülmesini alaycı bir deyişle birkaç satır betimledikten sonra, beklenmedik bir biçimde ciddileşir:

“- İntihar konusunda nice alıkça şeyler dinlemişimdir, diyordu babam; ama gözünü kırpmadan kendisini öldüren bir insan karşısında saygıdan başka bir duyguya kapılındığını görmedim hiç.

 İntiharın yürekli bir davranış olup olmadığını bilmek sorunu, ancak kendilerini öldürmeyenler için söz konusu olabilir.”

Malraux’un dedesi ölümün elinden, tırpanından kaçıp kurtulmak için her türlü önlemi almış anlaşılan:

Veronal, emniyeti açık tabanca, striknin...
Vasiyetname yazıp bırakmayı savsaklamamış.

Bu durumu şöyle belirtiyor Malraux:

“- Biliyorsunuz, vasiyetname mühürlüydü.

‘Kesin isteğim, dinin gereklerine göre gömülmektir’ tümcesi, strikninin bulunduğu baş-ucu masası üzerine konmuş bağımsız bir yaprak üzerine yazılmıştı; ama metin önce:

‘Kesin isteğim, dinin gereklerine göre gömülmektir’miş.

 İş işten geçtikten sonra, eylemin olumsuz biçimini bir sürü çizgiyle karalamıştı...
 Kuşkusuz, artık kâğıdı yırtacak ve yeniden yazacak gücü kalmamıştı.

 - Korkudan mı?
 - Ya da başkaldırmanın sonu: Boyun eğme.
 - Hem zaten bilinir mi ki? Aslında, insan neyi saklıyorsa odur...

 Walter omuz silkmiş ve ellerini kumdan evler yapan çocuklar gibi yaklaştırmıştı:

 - Zavallı küçük bir giz yığını...
 - İnsan ne yapıyorsa odur! diye yanıtlamıştı babam.”

İntihar etmekle bağdaşsa da bağdaşmasa da Malraux’nun dedesi dinin gerektirdiği biçimde gömülmesini niçin dilemişti?

Dedenin bu konuda bildiği bir şey vardı elbet, o da şu:

“Kilisenin, intihar edenlerin dinsel törenle gömülmelerini ancak onların... sorumsuzluklarını göz önünde tuttuğu ölçüde kabul ettiği...”

Malraux’nun anlattığı intihar konusunda tuhafıma giden bir nokta da şu oldu:

“- Orta Asya’dan geliyorum. Müslümanların yaşamı evrensel yazgıda bir talihtir: Onlar intihar etmezler.”

Müslümanlar niçin canlarına kıymasınlar?
Onlarda sorumluluk, birey olma kavramı yeterince gelişmemiş olmasından mı?

Hem sonra, niye canlarına kıyarlar insanlar?

Orhan Veli, daha yirmi iki, yirmi üç yaşında yazdığı şiirde, “İntihar” başlıklı şiirde neden bu izleği işlemek, dile getirmek gereksinimini duymuştur?

Bir kez daha anımsayalım o şiiri:

                                “Kimse duymadan ölmeliyim
                                  Ağzımın kenarında bir parça kan bulunmalı.

                                  Beni tanımayanlar
                                 ‘Mutlak birini seviyordu’ demeliler.
                                  Tanıyanlarsa, ‘Zavallı, demeli, Çok sefalet çekti...’
                                  Fakat hakiki sebep bunlardan hiçbirisi olmamalı.”

Son yıllarda ülkemizde yurttaşlarımız, kâğıt üzerinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu ileri sürülen yurttaşlarımız arasında canına kıyanların sayısının tarihimizin hiçbir döneminde görülmediği oranda artmış olmasının, artmasının nedeni neler olabilir ki?

Açlık mı, işsizlik mi, umutsuzluk mu, düş-kırıklığı mı, acılara katlanamamak, dayanamamak mı?
Yaşamdan hiçbir tad alamamak?
Karşılaşılan sorunlara hiçbir çözüm yolu, çıkış ışığı bulamamak mı?

İnsanoğlunun canına kıymasının nedenleri araştırılırken genel olarak iki eğilim çıkıyor karşımıza:

İntharları ya toplum düzenine ya da kişisel, çok öznel nedenlere bağlamaya çalışıyoruz.

Örneğin, Aragon can gibi sevdiği, yanıp tutuştuğu, dilinden düşürmediği eşi, sevgilisi Elsa öldüğünde canına kıymadı, ama Prag “işgal” edilince intihar etmeyi düşünmüş...

Seksen iki yaşındayken Fransız televizyonunun düzenlediği altı saatlik izlencenin üçüncü bölümünde Aragon, “yapıtında önemli bir yer tutan kişilik sorununu, örneğin ‘La Mise à Mort’daki görüntüsünü yitiren kahramanı, ya da benzerinden korkan ve giderek kendisiyle özdeşleştirdiği romancıyı değil, Mayakovski’nin intiharını anlatıyordu. Ve Mayakovski’nin yapıtından çok yaşamını ön plana çıkarıyor, fütürist şairin intiharını büyük ölçüde genç kuşak tarafından anlaşılmamasına ve gönül serüvenlerine bağlıyordu” diye yazıyor Nedim Gürsel.

Malraux, “Anılara Karşı”da şöyle bir söyleşimi de sürdürür:

“- ‘Ne olursa olsun’ intihar edecekti.

 - Gene de hiçbir şey gelmedi aklınıza öyle mi?

 - İntihardan söz edenlerin kendilerini öldürmediklerine inanmıştım.

 Babam acı acı düşünüyordu:
 Bu dünyada, bazı başarılı anlarımın en çok sevinç ya da gurur verdiği insan...

 Walter, alçaktan gelen ışıkla belirlenen ağzının kımıldamazlığı içinde, anı deyişiyle mırıldanmıştı:

 - Gene de bilinir ölüm, daha önce de sık sık kapıyı çaldığına göre...”

Ölümden söz ettiğimiz yetti!

Biraz da sevmek sevincinden, yaşama sevincinden söz açalım.

Bakın, Orhan Veli bir rubaisinde ne diyor?

                                                                                                              “Dünya ne kadar tatlı ki
                                                                                                                binlerce kişi
                                                                                                                Kolsuz ve bacaksız
                                                                                                                yaşayıp durmakta.”



Teoman Aktürel | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



Antonin Artaud
İntihar Üstüne

Antonin Artaud 11 Eylül 1896’da Marsilya’da doğmuş, 4 Mart 1948’de Ivry’de, uzun bir süre bir akıl hastanesinde zehirden kurtulması ve “aklına kavuşması” için (yani bir odaya kapatılma, yani yaşaması için ihtiyacı olan her şeyden  -zehirli-zehirsiz-  yoksun bırakılma, yani böyle bir beynin dayanamayacağı elektroşoklar) “tedavi” gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.

Aşağıda intihar üstüne bir yazısını okuyacaksınız.

Kendimi öldürmeden önce ölüm sağlama bağlansın, ölüme güvenim tam olsun isterim.
Yaşam bana olup bitenlerin gözde apaçık bir biçimde görülebilirliğine ve bunların bizdeki ilişkilerine baş eğmek olarak görünüyor yalnızca.
Bütün olup bitenler bende toplanıyor demiyorum artık bugün.
İyileştiren ölüm, bizi doğadan ayırarak iyileştiriyor.
İyi güzel ama, ya ben, kendisi için hiçbir şeyin olup bitmediği, acılarla yoğrulmakta olan bir insansam?

Benim kendimi öldürmem kendimi yıkmak için olmayacak, tam tersine kendimi yeniden yapmam için olacak.
İntihar benim için korkunç bir yoldan kendimi yeniden ele geçirmekten, varlığımın içine birdenbire atılmaktan ve Tanrı’nın belirsiz yaklaşısını sezip ayağımı çabuk tutmaktan başka bir şey değil.

İntiharla tasarımı doğaya sokmuş oluyorum; ilk kez istemimin biçimini veriyorum olup bitenlere.
Benimle araları hiç mi hiç iyi olmayan organlarımın koşullanmasından kurtarıyorum kendimi.

Böylece yaşam artık, bana, düşün denilenden başka bir şeyi düşünmediğim saçma bir rastlantı olmaktan çıkıyor.

Böylece düşüncemi ve onunla birlikte de güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeğimin yönünü seçiyorum.
Güzel ile çirkin, iyi ile kötü arasındaki yerimi alıyorum.
İyi ve kötü güçlerin dengesinin sıkıntısında hiçbir yanı tutmadan, baş da eğmeden sallantıda bırakıyorum kendimi.

Çünkü yaşamın kendisi bir çözüm değil.
Yaşamın seçilmiş, denenmiş, belirlenmiş, kabul edilmiş hiçbir varlığı yok.
Bir dizi iştahtan, karşı güçten, iğrenç rastlantıdan, durumuna göre amacına varan ya da varamayan küçük çelişkilerden başka bir şey değildir yaşam.

Ne deha, ne de çılgınlık her insana aynı ölçüde verilmemiştir. Kötülük de öyle.
İyilik de, kötülük gibi içinde yaşanılan koşulların ürünüdür ve etkisi kimi zaman biraz çok, kimi zaman biraz az bir mayadır.

Yaratılmış olmak, yaşamak, insanın en küçük parçasına, en ince noktalarına değin belirlenmiş varlığının en düşünülmeyen yanlarında bile kendi kendini duyması şüphesiz iğrenç bir şeydir.

Gerçekte birer ağaçtan başka bir şey değiliz ve kimbilir belki de, benim soyumun ağacının kollarından birine bir gün kendimi öldüreceğim yazılıdır.

İntihar özgürlüğü düşüncesi bile kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor.
İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını yaratan ben değilim.
İntihar düşüncesini bile bulan ben değilim, koparılmayı duyacak mıyım bu durumda?

Ola ki o an varlığım ayrışsın, paramparça olsun, ama olduğu gibi kalırsa, ne yapacak yıpranmış organlarım; o kavgayı, o acıyı hangi imkânsız organlarımla yaşayacağım?

Bir sağanak gibi duyuyorum ölümü üstümde.
Gücünü gözümün önüne getiremediğim bir şimşeğin bir anlık çakışı gibi.
Bir yığın zevkle, dönüp dolanan çıkmazlarla dolu olarak duyuyorum ölümü.
Nerde burda benim varlığımın düşüncesi?

Ama işte birden bir yumruk gibi, kesici bir ışık tırpanı gibi Tanrı.
İsteyerek kopardım kendimi yaşamdan, yazgımı değiştirmek istedim!

............................................

Duymuyorum yaşamı içimde, moral her düşüncenin akışının kurumuş bir ırmaktan ayrımı yoktu gözümde.
Yaşam benim için bir nesne, bir biçim değildi; bir dize usa-vurma olmuştu benim için.
Ama boşlukta dolanan usa-vuruşlar, daha doğrusu dönüp-dolanma yetisi bile olmayan usa-vuruşlar.
İstemimin bir yere oturtmayı başaramadığı mümkün birer “şema” gibiydi bunlar.

İntihar durumuna dönmek için bile, benliğimin bana dönmesini, ona kavuşmayı beklemek zorundayım.
Varlığımın bütün eklemlerini dilediğimce oynatabilmem gerek.
Tanrı beni, bütün ışıkları üstümde toplanan bir çıkmazlar yıldız kümesinin içine atar gibi, umutsuzluğun içine attı.
Ben artık ne ölebilirim, ne de yaşayabilirim; ne ölmeyi ne de yaşamayı isteyebilirim.

Ve bütün insanlar da benim gibi.



Türkçesi: Ferit Edgü | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



Canına Kıyan Edebiyat Adamları,
Yapıtlarındaki Kişiler ve İnsanlarımız

Orhan Veli, “Atamam kendimi denize, dünya güzel” diyor, Ayrılış şiirinde.

Bu, bilincin sağlıklı ve dış dünya ile barışık durumunun intiharı değerlendirmesidir.
Ancak insanoğlunun kendi varlığını ve dünyayı böyle gerçekçi biçimde algılaması her zaman mümkün olmuyor.
Sadece ruh, akıl hastası sayılanlar, şizofrenyalılar, türlü depresyonlar geçirenler değil akıllı uslu insanlar da bedensel, kişisel, ahlaksal, toplumsal, ideolojik ya da şimdi yaygın olduğu gibi ekonomik nedenlerle canlarına kıyabiliyorlar.

Bütün dünyadaki meslektaşları gibi Türk yazarları da intihar konusunun yabancısı değildir.

İlk romanımız Taaşşuk-ı Tal’at ve Fıtnat’tan Oğuz Atay’ın romanlarına, Namık Kemal’den Halikarnas Balıkçısı’na, Halit Ziya’dan Yusuf Atılgan’a, Hüseyin Rahmi’den Yaşar Kemal’e kadar türlü yazarların kahramanları değişik nedenlerle yaşam telini kendi kendilerine koparıvermişlerdir.

Bu kahramanlar gibi yazarlar arasında da yaşamı göğüslemekten cayan, kendi canlarına kıyanlar olmamış değildir.

Eski Osmanlı toplumunda yaşamı belirleyen İslamlığın intihar karşısındaki tutumu, kendini öldürme olaylarını bir ölçüde sınırlı tutmuştur.
Müslüman için can, Tanrı’nın insanlara emanetidir.
Emaneti ancak vadesi geldiğinde Tanrı’nın kendisi geri alacaktır.
Dinin kendi canına kıyma olayı karşısında belirli bir değerlendirme biçimi vardır.
İslam dini açısından intihar meşru olmayan, ahlak dışı bir eylemdir.

Ahmet Hamdi Akseki, İslam dini adlı yapıtında bu konuda,
“Hayatın insan için tabii bir hak olması esasından ikinci bir netice daha çıkıyor ki, o da intiharın meşru olmamasıdır.
 İnsanda başkalarının bu haklarına tecavüz etmek selahiyeti olmadığı gibi, kendi hayatına tecavüz etmek selahiyeti de yoktur.
 Ahlak kanunları insana, başkasının hayatına tecavüz etmek hakkını vermediği gibi, kendi hayatına tecavüz etmek hakkını da vermemiştir.
 Müslümanlıkta intihar memnu ve yasaktır.” diyor.

Akseki şunu da ekliyor:

“Bıçak ile intihar eden bir sahabenin cenaze namazında Peygamberimiz bulunmamış ve onun cenaze namazını kılmaktan çekinmiştir.”

Bir hadiste, “Yaralı biri vardı, kendini öldürünce Allahu Taala, kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu” denilmektedir.

İmam Ebu Yusuf’a göre de kendini öldüren başkasını öldürenden daha çok günahkâr olmuştur ve cenaze namazının kılınmaması gerekmektedir.

Dinin bu tutumu yüzünden eski toplumumuzda intihar olaylarının sınırlı kaldığını ya da bu olayların gizli tutulduğunu kabul etmek zorundayız.
Tahttan uzaklaştırılmış olan eski padişah Abdülaziz’in günümüze yakın sayılabilecek bir tarihte meydana gelen ölümünün intihar mı cinayet mi olduğu yolundaki uzun tartışmalar hatırlanınca XIV. yy.’dan XIX. yy’a kadar Osmanlı yazarlarından intihar etmiş olabileceklerin üzerinde de bir giz perdesi örtülmesini olağan karşılamalıyız.


DİN VE BİLİM

XIX. yy.’ın sonunda uygarlık değişimi döneminde iki yazarın intiharları dikkat çekicidir.
İki yazar da İslam dininin baskılarından uzaklaşmış görünürler.
Batı bilim ve düşüncesine, yaşama biçime yönelmiş durumdadırlar.
İki uygarlığın arasında yetişmenin bocalamalarını yaşar ve canlarına kıyarlar.

Bu yazarlardan biri Paris sefiri Sadullah Paşa, öteki ilk Türk pozitivist ve natüralisti Beşir Fuat’tır.

Ebüzziya Tevfik’in Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’le birlikte yeni edebiyatın kurucularından saydığı Sadullah Paşa özellikle Lamartin’den yaptığı manzum Göl şiiri çevirisiyle tanınır.

Paşanın sona ermesine 9 yıl kala yaşamına son verdiği XIX. yy. konusundaki değerlendirmesi ise çağdaşı olduğu dünyanın gelişme doğrultusunu algılayışı bakımından Osmanlı aydınlarının kültür, düşünce düzeylerinin çok üstündedir.

Sadullah Paşa’nın “On Dokuzuncu Asır” adlı şiiri, bilime ve tekniğe verdiği değer bakımından da Paşa’nın ölüm karşısında yaptığı seçim bakımından da benzediği Beşir Fuat’ı akla getirir.

Sadullah Paşa, şiirinde aklın, bilimin egemen olduğu yepyeni bir çağın özelliklerini, yapılan buluşları sıralar;

                                                                  “Tefahür eylemesin mi bu asr, a’sara
                                                                    Kısalttı bu’d-i mekân u zamanı muhteriat”

                                                                  (Bu yüzyıl öteki yüzyıllara karşı öğünmesin mi;
                                                                    buluşlar zaman ve mekân uzaklığını kısalttı.) der.
53 yaşında Viyana’daki elçiliğin hamamında havagazı borusunu ağzına alarak intihar eder.

Beşir Fuat’ın intiharının ardında annesinin akıl hastası olması, şikâyetçi olduğu kendi rahatsızlığı, para sorunları, oğlunun ölümü, karısı, metresi, çocukları ile karmaşık yaşamının açmazları bir aralaya gelir.

İki yıl kadar intihar düşüncesiyle birlikte yaşar ve 35 yaşında bilek damarını keser.

Can verirken kendi durumunu dile getiren gözlemlerini kaleme alır:

“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım.
 Kan aktıkça biraz sızlıyor.

 Kan akarken baldızım aşağıya indi.
 Yazı yazıyorum kapıyı kapadım, diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi.

 Bundan tatlı ölüm tasavvur edemiyorum.

 Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım.
 Baygınlık gelmeye başladı.”

Cesedini Tıbbiyeye bırakır:

“Hayatımda fenne hizmet eylediğim gibi cenazemin de o yola hâdim olmasını (hizmet etmesini) arzu eylediğimden cenazemi teşrih (otopsi) olunmak üzere teberrüan (bağışlayarak) Mekteb-i Tıbbiye’ye terk eyledim.”

Beşir Fuat’ın kendini öldürmesi geniş yankılar uyandırırken bir intihar salgınına da yol açmıştı.
1887 yılının Şubat ve Mart aylarında bir yandan gazetelerde bu intiharlara ait haberlere öte yandan Beşir Fuat’ın intiharını yorumlarken bilim-din, inanç-sapkınlık gibi konulara yönelen tartışmalara Matbuat İdaresi tarafından son verildi.

Beşir Fuat’ın intiharından bu yana tam 100 yıl geçti.

1972’de, Gazap Üzümleri çevirisiyle tanınan toplumcu, ilerici sanat ve düşünce adamı Rasih Güran’ın Hacettepe Hastanesi’nin 3. katından kendini atması da Beşir Fuat’ınki gibi trajedili bir olaydır.

Güran’ın şiirler yazan ve 27 yaşında canına kıyan bir yakını için yazdığı yazının yansıttığı acıyı hatırlayan edebiyatseverler de herhalde vardır:

“Yaşamın anlamsızlığını, saçmalığını durmadan yayan ve yazan, öte yandan salonlarda ve içki sofralarında bunalım felsefeleriyle çevrelerini kırıp geçiren aydınlar geliyor aklıma.
 Can’ın ölümünden beri onları daha başka türlü görüyorum; daha komik, daha bayağı, daha zavallı.”


AŞK YÜZÜNDEN

Edebiyat yapıtlarındaki kişiler arasında intihar olaylarına ise yazarlardan oluşan sanat dünyasında görülenden daha çok rastlanır.
Bu yapıntı olaylarının nedenleri arasında en yaygın olanı aşktır.

Halk hikâyesi Tahir ile Zühre’nin bazı çeşitlemelerinde Tahir’in ölümü üzerine Zühre de hançerle kendisini öldürür.
Ancak bu motif günümüzde derlenmiş bazı metinlerle Tobol, Türkmen, Arnavutluk çeşitlemelerindedir.
Türkiye’de basılmış eski harfli halk hikâyesinde ise Zühre ruhunu Tanrı’ya teslim eder.
Bu nokta İslam dininin intihar karşısında değerlendirilişine denk düşer:

“Eyitti, ey benim aşkımla kendini bu hale koyan Tahir’im,
 her kim münafıklık ettiyse benim Tahir’im gibi helâk olsun,

 benim efendim sen gittin,
 ben kiminle eğlenirim, deyip bir kere Tahir’i kucaklayıp üç kere gül koklar gibi koklayıp ruhunu teslim etti.”

İki sevgilinin arasına giren, kötülük edenler ise cezalarını kendilerini öldürerek çekerler:

“Heman Arab-ı mel’un, Zühre’nin öldüğünü görünce kendini hançer ile katl eyledi.
Meğer mel’un Arap gizlice Zühre’ye âşık idi.
Her kim elin payına tama’ederse ol dahi cezasını bulur.”

Leyla ile Mecnun mesnevisinde de Leyla’nın ölümü üzerine Mecnun, “Ya Rab bana cism ü can gerekmez
                                                                                                         Canansız bana cihan gerekmez” der.
Tanrı’nın takdiri ile sevgilisinin mezarını kucakladığı sırada can verir!


EZİLEN KADIN

Tanzimat yazarları kahramanlarını canlandırırken, onların davranışlarını belirlerken yeni düşünceleri dile getirmiş olurlar.

İlk Türk romanı Taaşşuk-ı Tal’at ve Fitnat, istemedikleri kişilerle evlenmek zorunda bırakılan genç kızların dramını ele alır.

Fitnat sevdiği Talat yerine yaşlı Ali Bey’le (gerçekte kendi babası olması dramı daha da içinden çıkılmaz duruma getirir) verilmek istenince canına kıyar:

“Daha da yaşamak istemez!..
 Kapıyı kilitlediği gibi, cebinde bulunan bir ufak çakıyı çıkarır; göğsünü açar!.. Ta midesinin üzerine saplar!..
 İşte, Ali Bey gelinceye kadar öyle yatmış inliyordu!”

Romanda Fitnat’ın ölüsüne sarılan Talat da o anda can verir.

Namık Kemal’in Zavallı Çocuk adlı oyununda ise yaşlı bir paşa ile evlendirildikten sonra verem olan Şefika ölümün eşiğindedir; sevgilisi Ata zehir içip kendini öldürür:

                                        “Ah gidiyorum!
                                          Arkamdan çok durma.
                                          Beni...
                                          Beni bekletme!
                                          Ah!
                                          Şefika’m!
                                          Ölüyorum.
                                          Senin... senin yoluna ölüyorum,
                                                        senin yanında ölüyorum.”

Sami Paşazade Sezai’nin Pandomima öyküsünün kahramanı çirkin ve gülünç yaratık Paskal genç ve güzel Eftelya’ya tutkundur.
Kız ona ölen köpeğine benzediği, davranışları bir maymunu andırdığı için gülerek bakar.
Söylemeye, hatta düşünmeye cesaret edemediği sevgisi, Eftelya’nın evlenmesi üzerine palyaçonun kendisini asmasıyla noktalanır.
Rol yapar gibi tavandan sarkan cesedini görenler kahkahayı basmışlardır!

Sezai Bey’in Sergüzeşt romanında ise Nil Nehri’ne kendini atarak umutsuz yaşamına son veren esir kız Dilber’in ölümü seçmesinin nedeni eski efendisi Celal Bey’e duyduğu aşk olduğu kadar esirliğin değiştirilemeyecek acı yazgısıdır:

“Acaba Nil’in bu müthiş, bu mühlik (öldürücü) girdap ve seylabeleri bu zavallı Dilber’i bu bedbaht esiri nereye götürüyor?..
Hürriyetine.”


KİŞİLİK DERİNLİĞİ

Canına kıyan edebiyat yapıtı kişilerinden gene de pek azı acılarına okuru inandırmaktadır.

Kişiliklerinin derin çizgileri yansıtılabilmiş bu tür öykü kişiliklerinden biri Sabahattin Ali’nin bir öyküsüne adını veren, Arap Hayri’sidir.
Beyşehirli boyacı bir tiyaro kumpanyasındaki Adalet’e gönlünü kaptırmıştır.
Kadının hovardalarıyla geçirdiği gecenin sonunda Arap Hayri onu üzerinde bulundukları saldan gölün sularına çeker...

Halikarnas Balıkçısı’nın Ege’nin Dibi öyküsündeki Dalgıç Aliş, para kasasını çıkarmak için daldığı batık gemide kendi karısının cesediyle karşılaşıp aldatıldığını anlayınca acı ve bağışlama duygularını yaşarken artık yeniden suyun yüzüne çıkmaya gerek görmez!

Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi’nde Ahmed’e tutkun Gülbahar’ı için için seven Memo, iki sevgiliye elinden gelen yardımı yaparken “gözleri ölüm acısındaydı. Can çekişen bir adamın ölüm pırıltısındaydı.”
Kalenin bedeninden kendini attığında da avucunda Gülbahar’ın verdiği bir demet saçı vardı.
Ölürken “Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum” demişti.

Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanındaki Bihter yasak bir aşkın kahramanı olarak intihara gider.
Gizli aşkını ortaya sermiş, o andan itibaren geçireceği yaşamda başkaları tarafından küçümsenip kınanacağını göz önünde tutarak kendini öldürmeye karar vermiştir.


TOPLUMSAL SORUNLAR

İntihara yol açan aşkın dışındaki nedenleri deşen, sergileyen pek çok yapıt vardır.

Örneğin Güngör Dilmen’in Kurban oyununda üzerine kuma getirilen Zehra düğün günü kendini çocuklarının da canına kıyıp intihar eder.

Abbas Sayar’ın Çelo romanında toprak yüzünden amcasını öldüren Çelo jandarmaya teslim olunca Kezik ortada kalakalmıştır.
Kendini göle atmaktan başka umarı kalmamıştır.

Sait Faik’in Kimkime öyküsünde ölen kocasının cenazesini kaldıracak parayı bulamayan yoksul kadın, cesedi Ada’daki bir tepeden aşağı bırakır.
Açlıkla karşı karşıya kalınca bindiği vapurdan kendini denize atar.

Aşk dışında kalan intiharlar arasında toplumsal eylem adamlarının inançları uğruna ölmelerinin de genişçe bir yeri vardır.

Namık Kemal’in Celalettin Harzemşah oyununda ağır yaralı Celalettin sağ kalan adamlarının çarpışmaya devam etmelerini vasiyet ederek ölürken karısı Mihr-i Cihan kendini hançerleyip onunla birlikte can verir.

Bu sırada Tanrı’ya
“Milletimi mezellet içinde, ırzını düşman pençesinde görmemek için dünyada yaşamak istemeyen biçareye acı!..
 Muhabbet yolunda şehit olan âcizeye merhamet et!” diye yakarır.

Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanında İzmir suikastinin girişimcilerinden olmakla suçlanan eski İttihatçı Kara Kemal’in intiharı olayının ayrıntısı bir apologya havasında anlatılır.


KARMAŞIK İÇ DÜNYALAR

Kahramanlarının intiharları karmaşık iç dünyalarının, ruhsal düğümlenmelerinin, kişilik açmazlarının sonucu olan kahramanlardan biriyle Reşat Nuri’nin Bir Kadın Düşmanı adlı romanında karşılaşırız.

Ziya’nın intihara kadar giden serüveni sırasında delikanlının içindeki kendini çirkin bulma karmaşası arasından kadın-erkek ilişkisi, aşk, acıma, gurur temaları işlenir.

Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak oyununda ruhsal ve düşünsel bunalımları ele alınan yazar Hüsrev’in babası, yalının bahçesindeki incir ağacına kendini asmıştır.

Hüsrev’in yazdığı Ölüm Korkusu oyununda da kendi yaşamında da intihar saplantısının derin izleri vardır.

Sait Faik’in Yalnızlığın Yarattığı İnsan öyküsünün kahramanı yalnızlık, sevgisine karşılık göremeyiş, tedirginlik duyguları içinde kendini öldürmeyi kısa bir süre aklından geçirir.

Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanının kahramanı Zebercet ise yalnızlık, cinsel doyumsuzluk, içindeki tekdüze yaşamının ortasında akılla açıklanması zor işlere koyulur, bir cinayet işler, sonunda kendini öldürür.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında kahramanı bir intihar olayının nedenlerini araştırırken Türk toplumunun geniş bir görünümü çizilir.
Aydınların tutarsız davranışları, kültür değişmesinin aksaklıkları sergilenir.


YAŞAMIN KENDİSİ

Bütün bu yapıtlarda intihar eden kahramanlar toplumumuzun belli eğilimlerini, insan ilişkilerini, terslikleri, kişilik bunalımlarını ortaya seriyorlar.
O kahramanların yazgıları o kitapların sayfaları arasında öylece kalacaktır, hiç değişmeyecektir.

1987 başında böyle bir yazının kaleme alınmasına yol açan son günlerin intihar olayları ise hepimizin elbirliğiyle değiştirebileceğimiz elverişsiz yaşama koşullarının sonucudur.

İzmir’de canına kıymadan önce “Hiç kimseyi sevmiyorum.
                                                Çok yalnızım.
                                                Yaşam bana saçma geliyor” diyen kızımızın duyurduğu acıyı dileyelim ki başka Arzu Uysal’lar yaşamasın, yaşatmasın...

Politikacılar, size sözüm yok, kimsenin sizden umudu da yok; ama biz aydınlar, yazarlar, eğitimciler, ana-babalar onların sorunlarına hep birlikte çare bulmaya çalışalım!..



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987
__________________________________________________________



İvan İlyiç’in Ölümü

İvan İlyiç’in ölümünün üstünden tam yüz yıl geçmiş.

Doğumunun daha 1859’da Üç Ölüm adlı öyküden haber aldığımız İvan İlyiç, 1886’da kırk beş yaşında acılar içinde ölmüştü, ölümüyle daha sonra doğacak olan Kroyçer Sonat’ı (1889) ve Diriliş’i (1899) haber verecek...

İvan İlyiç’in Ölümü (1) Tolstoy’un öyküleri içinde en tanınmış olanıdır, Romain Rolland’ın tanıklığıyla da, “Fransız okurunda en çok etki uyandırmış Rus yapıtlarından biridir” (2).

Tolstoy sanki bir mizah öyküsü yazmış gibidir, öykünün daha ilk sayfalarına sinmiş olan alaycı hava (Rolland buna “karamsar alaycılık” diyor) hemen fark edilmektedir.

Öyküde gülünç bir yaşam tablosu gülünç bir ölme süreciyle tamamlanmaktadır, “Bu hayatın içler acısı ve gülünç boşluğunu” ortaya koyarak...

İvan İlyiç, 19. yüzyıl Avrupa burjuva sınıfının siyasal ve psikolojik eleştirisidir.
Tolstoy’un psikolojik çözümleme yeteneği özellikle ölüm konusunda ortaya çıkmaktadır. 
Tolstoy, ölümle kucaklaşılan son anları çözümlemekte ustadır özellikle.

Sivastopol Mayıs 1855 adlı öyküsünde bir bombanın patlamasından önceki ve göğsüne saplanmasından sonraki saniyelerde bir askerin ruhunda olup bitenleri anlatır.

Üç Ölüm (1859) adlı öyküsünde, yoksul bir adamın, zengin bir kadının ve bir ağacın ölümünü, ölüm karşısındaki tutumlarının farklılığını vurgulayarak betimler.

Savaş ve Barış’ta (1869), Rus edebiyatında “salt şiiri en katıksız biçimde sergileyen” bölüm sayılan sahnede Prens Andrey’in ölüme yaklaştığı anlardaki ruhsal değişimini çözümler.

Tolstoy, ölümle yüzyüze gelmenin sağladığı arınma ve kavrama gücünü Efendi ve Uşağı’nda (1895) bir kez daha gösterir.
Tıpkı ölümüne bir saat kala yaşamın “evrensel yalanı”nı, umutsuz yalnızlığı ve ölüm gerçeğini kavrayan İvan İlyiç’in kişiliğinde yaptığı gibi.

R. Rolland’ın aktardığına göre, Tolstoy’un, “daha delikanlılık yıllarında bir içgüdü olarak uyandığını gördüğümüz ve bazı bazı hastalıklı bir nitelik kazanacak olan çözümleme dehası” sık sık eleştirilmiştir.

Drujin, “Aşırı bir çözümleme inceliğine eğilim gösteriyorsunuz...
             Bu eğilimi frenlemeli, ama ne pahasına olursa olsun boğmamalısınız” diye yazmaktadır.

Turgenyev, Tolstoy’un psikolojisinin “durağan” olduğunu söylemektedir.

Ya meslekten psikologlar nasıl bulmaktadır Tolstoy’un psikolojisini?
Özellikle kendi ölüm saplantısının ve yaşamla aralıksız hesaplaşmasının ışığında yaptığı ölüm çözümlemelerini...


BÜTÜNLÜK YA DA UMUTSUZLUK

D. C. Kimmel, Yetişkinlik ve Yaşlılık (3) adlı kitabında, “Belki ölüm sorunu günümüzde cinsellikten daha duyarlı ve çekinceli bir sorundur; bu anlamda ölüm, bizim kültürümüzde bir tabu olarak seks tabusunun yerine geçmiştir” demektedir.

Ancak, son 10-15 yılda gitgide gelişen yaşlılık ve ölüm psikolojisiyle, Batı uygarlığında ölümün yeniden keşfedildiği görülmektedir.

Nitekim, Kimmel de,
“Gerçekten, eğer ölme sürecini ve ölmeyi, ölüm korkumuzla birlikte  -en azından bilinç düzeyinde-  insancıllaştırmaya başlarsak yaşamayı da daha insancıl kılabiliriz.
 Varoluşsal bakış açısından ölüm gerçekliği yaşamın anlamlı olması için zorunludur; eğer ölüm yadsınırsa yaşam da yadsınmış olur demektedir.

Kimmel, Tolstoy’un ünlü öyküsünü, “sanatçının içgörüsü ile toplumbilimcinin içgörüsü arasındaki koşutluğun olağanüstü bir örneği” olarak görmekte, ölüm incelemesini bu temele dayandırmaktadır.

Edebiyatla psikolojinin işbirliği diyebileceğimiz bu incelemeyi aşağıda aktarmaya çalışacağım.

Kimmel’e göre Tolstoy’un ünlü öyküsünde siyasal ve dinsel temalar olmakla birlikte, İvan İlyiç’in ruhsal acılarında asıl “umutsuzluk” kavramı açık bir biçimde betimlenmiştir.

Erikson’un gelişim kuramında yaşamın son evresinin olumsuz boyutu olan umutsuzluk, yaşamın olması gerektiği gibi yaşanmadığı, üstelik işin işten geçtiği, yeni denemeler için artık hiçbir olanağın kalmadığı duygusudur.

Bütün yaşamın boşa gitmiş olduğu ya da başka türlü yaşanmış olması gerektiği duygusu varoluşsal açıdan tam bir anlamsızlık duygusudur.

İvan İlyiç’in bedensel acılarından kat kat ağır gelen manevi acılarının kaynağı da budur:

“‘Ya bütün hayatım, yaşadığım bilinçli hayat gerçekten gerektiği gibi değil idiyse?’

   İşi de, yaşam düzeni de, aile anlayışı da, görev ve toplum ilişkileri de temelden yanlıştı belki de.
   İvan İlyiç bunları kendine karşı savunmak istedi.
   Ama savunmasının ne kadar güçsüz olduğunu o anda anladı.
   Hem savunsa eline ne geçecekti?

  ‘Mademki gerçek bu, şu dünyada elime geçen nimetleri berbat ediyorum, üstelik bunları düzeltmeme de olanak yok, öyleyse niye yaşıyorum?’ dedi”

Ölümün eşiğindeki bu varoluş anksiyetesinin yanında, ikinci bir psikolojik boyut da “Yaşamın yeniden gözden geçirilmesi” kavramıyla dile getirilmektedir.

Butler’e (1963) göre, yaşamın gözden geçirilmesi,
“Sona erişin ve ölümün yaklaştığının fark edilmesiyle ve kişisel dokunulmazlık duygusunun sürdürülmesinin olanaksızlaşmasıyla harekete geçen, doğal olarak ortaya çıkan, evrensel zihinsel süreç”tir.

Bu süreç, anımsama, kendi üzerine düşünme, önceki yaşantıları ve anlamlarını yeniden değerlendirme ve (sürecin işlediğinin en önemli belirtisi olarak) ısrarla aynaya bakma eylemleriyle kendini gösterir.

“İvan İlyiç odaya kapanıp kapıyı arkadan kitledi.
 Aynanın karşısına geçerek kendisine bir karşıdan, bir yandan uzun uzun baktı.
 Karısıyla çektirdikleri resmi aynadaki görüntüsüyle karşılaştırdı. Arada büyük bir değişiklik vardı.
 Sonra kollarını dirseklerine kadar sıvayarak kollarına baktı, tekrar yenini aşağıya indirdi, divana oturup kara düşüncelere daldı.”

Bu sürecin simgesel anlamı, kişinin fiziksel benini görece sürekli olan benlik duygusuyla bütünleştirmeye çalışmasıdır.
Yaşamı yeniden gözden geçirme kavramı, yalnızca benliğin yeniden örgütlenmesini değil, yaşlılıktaki anımsamanın uyum sağlayıcı yönlerini de ortaya koyar.

Ama yaşamı yeniden gözden geçirme, genç ya da yaşlı olsun, asıl ölümü bekleyen kişiler için önemli ve karakteristik bir evredir.

Erikson’un kuramında umutsuzluğun karşıtı olan “bütünlük” bu geriye bakışı da içermektedir ve bunalımın olumlu ya da olumsuz çözümüyle yakından ilgilidir.

İvan İlyiç’in umutsuzluğunun en önemli kaynaklarından biri de bu geriye bakıştır:

“Sırtüstü uzandı, geçtiği yolları başka bir görüş açısından incelemeye başladı.

 (...)

 İvan İlyiç hayalinde tatlı yaşantısının en iyi zamanlarını gözden geçirmeye başladı.
 İşin tuhafı, tatlı yaşantısının en beğendiği dönemleri şimdi ona eskisinden çok farklı gözüküyordu.
 Hem de, çocukluk çağlarını saymazsak, hepsi.
 Orada, çocukluğunda gerçekten tatlı olan, yeniden döndürülebilse, yaşamaktan zevk alacağı çok şeyler vardı.
 Ama bu zevkleri tadan adam o değildi artık. Sanki başka birine ait anılardı bunlar.

 Bugünkü İvan İlyiç’in ortaya çıktığı dönem başlar başlamaz, o zaman sevinç dolu görünen her şey şimdi gözünde eriyor, eriyor, bir hiç, çoğu kez de iğrenç bir şey durumuna geliyordu.

 (...)

 Hiç beklemediği anda karşısına çıkan evlilik, karısının yapmacık davranışları...
 Ve öldürücü çalışma isteği, o para hırsı; böylece geçen bir, iki, on, yirmi yıl...
 Yıllar ilerledikçe ağırlık omuzlarına daha çok biniyordu.

 Başarılı bir yolda yürüdüğünü sandığı halde başarısızlığa doğru dörtnala koşuyormuş da haberi yokmuş!”

Yale Üniversitesi araştırmacılarından Levinson (1970), erkeklerin kırk beş yaş dolaylarında yoğun bir bunalım yaşadıklarını belirtmektedir.

Yaşamda başarılı olunsa da, olunmasa da mutlaka yaşanan bir tür başarısızlık, anlamsızlık, saçmalık, hiçlik duygusudur bu.

Freud, Jung, Goya, Gandhi gibi erkekler bu bunalımı yaşamışlar ve bundan yaratıcı kazançlar elde ederek çıkmışlardır.

Tolstoy’un da, yaşamının değişik dönemlerinde buna benzer bunalımlar yaşadığını, gizli intihar isteklerini, hastalık korkusunu, ölüm saplantısını ve İvan İlyiç’i elli yaşlarında yarattığını biliyoruz.

İtiraflar’ında (1879 ve 1882) şöyle yazıyor:

“Daha elli yaşıma gelmemiştim, seviyordum, seviliyordum; iyi çocuklarım, büyük bir toprağım vardı, ünlüydüm, sağlığım yerindeydi, bedence de ruhça da güçlüydüm...

 Birden bire hayatım duruverdi.
 Soluk alabiliyor, yiyor, içiyor, uyuyordum. Ama yaşamak değildi bu.
 Hiçbir şeyi arzulamıyordum artık.
 Arzulanacak hiçbir şey olmadığını biliyordum.
 Gerçeği bile arzulayamıyordum.
 Gerçek, hayatın bir saçmalık olduğuydu.
 Birinin yaptığı saçma bir şakaymış gibi geliyordu hayat bana.
 Kırk yıl boyunca çalış, didin, ilerle, sonra da ortada hiçbir şey olmadığını gör!
Tıpkı İvan İlyiç gibi...


ÖLME SÜRECİ

Şikago Üniversitesi’nden psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross (1969), ciddi ve ileri derecede hasta kişilerle ölüm konusunda görüşmeler yaparak ölme sürecini betimleyen bir kuram geliştirmiştir.

Ancak, burada akla gelen ilk soru, bu insanlarla böyle bir konuşmanın dehşet verici ve zalimce olup olmadığıdır.

Kübler-Ross, ölmekte olan hastayla (bunu zaten kendisi de bilmektedir) ölümünü konuşmanın, kişisel onuruna saygı göstererek, yalanlara ve düşkırıklıklarına zorlanmadan yaşamını tamamlama olanağını verdiği için ona yardımcı olduğunu ileri sürmektedir.

Tolstoy da böyle düşünüyor olmalı:

“İvan İlyiç’i en çok üzen, herkesin yalan söylemesiydi.
 Sanki ölmek üzere değilmiş de yalnızca hastaymış; sinirlenmez, tedavi olursa her şey düzelecekmiş gibi bir tavır takınıyorlardı.

 Oysa ne denli uğraşılırsa uğraşılsın durumunun düzelmeyeceğini, üstelik ağrılarının artıp öleceğini adı gibi biliyordu.

 İşte herkes gibi onun da bildiği bu gerçeği örtbas ederek gözüne baka baka yalan söylemeleri, ayrıca bu yalana katılması için onu da zorlamaları onu kahrediyordu.

 Ölmek üzereyken çevresini saran bu yalanlar ne kadar aşağılıktı!”

İvan İlyiç’e (ya da Tolstoy’a) göre, ölmekte olan bir insanın çevresinde bir yalan ağının örülmesinin nedeni, “korkunç, feci ölüm olayına herhangi bir tatsız olay, hatta yakışıksız bir davranış gözüyle bakılması”dır.

Bu sahte tutum o insanın o sırada gerçekten gereksinme duyduğu sevgi, sevecenlik, acıma duygularından yoksun kalmasına da neden olmaktadır.

“Ona kimse acımıyordu, çünkü durumunu anlamak isteyen Tanrının bir kulu çıkmıyordu.
 Yalnızca Gerasim (uşağı) her şeyi anlıyor, ona acıyordu.

 (...)

 Yalan söz söylemeyen yalnız Gerasim’di; işin aslını yalnız onun anladığı, bunu gizlemeyi gerekli bulmadan, eriyip giden efendisine açıkça acıdığı ortadaydı.

 Hatta bir keresinde İvan İlyiç onu yatmaya gönderirken, ‘Hepimiz ölüp gideceğiz.
                                                                                          Ne diye yardımını yüksünelim!’ deyivermişti.

 Gerasim bu sözlerle, ölmekte olan birine yardımdan kaçmadığını, bir gün o da ölürken birinin de ona yardım edeceğini söylemek istiyordu.”


Kübler-Ross ölme sürecinde beş evre ayırt etmektedir.

“Yadsıma ve yalıtma” evresi birinci evredir ve “Hayır, ben olamam, doğru olamaz!” anlatımıyla dile getirilir.

Yadsıma şok yaratan haberle başa çıkmanın sağlıklı bir yoludur, bu ilk şokun ardından kısmi bir kabul etme gelir; ama yadsıma dönemleri genellikle geçicidir.

Bu tür bir yadsımanın örneklerini İvan İlyiç de yaşamaktadır:

Bir doktordan diğerine giderek, tıp kitapları okuyarak, hatta bir ara aziz resimleriyle tedavi olabileceğine inanarak...

“Ölmekte olduğuna ta derinden inanmakla birlikte, buna alışmak şöyle dursun, ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamıyor, anlamak istemiyordu.”

Israrla şöyle düşünmektedir:
                                            “Ben İvan İlyiç başkayım.
                                              Bütün duygularımla, düşüncelerimle herkesten farklıyım.
                                              Benim ölmek zorunda olmam akıl almayacak bir şey.
                                              Çok korkunç bir şey olur bu!”


Ölme sürecinde ikinci evre “öfke”dir ve “Neden ben?” biçiminde ortaya çıkar.
Bu evrede başlıca duygular kızgınlık, haset (özellikle sağlıklı kişilere) ve küskünlüktür.

İvan İlyiç de ölmekte olduğu gerçeği karşısında öfkelenmektedir:
                                                                                                 “Ölüm!
                                                                                                   Evet ölüm!..
                                                                                                   İçerdekilerin hiçbiri bilmiyor, bilmek istemiyor.
                                                                                                   Acımıyorlar, keyif sürüyorlar.
                                                                                                   Dünya umurlarında değil, ama bir gün onlar da ölecekler!
                                                                                                   Bugün ben, yarın onlar, bundan kurtuluş yok!
                                                                                                   Oturmuş eğleniyorlar. Hayvanlar!..

                                                                                                   Öfkeden boğulacak gibiydi.”

Yalnızca Gerasim, İvan’ı bir insan olarak görebilen tek kişi olan uşağı onun bu öfkesini dindirebilmektedir:

Başkalarının canlılığı, sağlamlığı, dinçliği, gücü İvan İlyiç’i incittiği halde, yalnız Gerasim’in kuvveti ve dinçliği zoruna gitmiyor, üstelik onu yatıştırıyordu.


Üçüncü evre “pazarlık” evresidir ve ölüm, Tanrı’yla, doktorla ya da başkalarıyla pazarlık yaparak ertelenmek istenir.

Bu evre diğerleri kadar açık değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başa çıkmaya kalkışmazlar.

Öyküdeki bazı gelişmeler bu bu evreye örnek olabilir:

“Son zamanlarda İvan İlyiç’in işi gücü ona ölümü unutturacak şeyler aramak oldu.
 Bazen kendi kendine, ‘İşimle uğraşayım, eskiden bütün yaşamımı o doldururdu’ diyor, bütün kaygılarını bir yana bırakıp mahkemeye gidiyordu.

 (...)

 Ama tam duruşmanın ortasında böğründeki ağrı, davanın nasıl gittiğine aldırmadan, sinsi, kemirici işine başlıyordu.

 İvan İlyiç hem kendini dinliyor, hem de ‘ölüm’ hakkındaki düşünceyi kafasından kovmaya çalışıyordu.
Ama işte ağrı sürüp gitmektedir; ‘ölüm’ gelmiş karşısına dikilmiş, ‘o’na bakarken taş kesilen İvan İlyiç’in gözlerinin ışığı sönmüştür.
 Kendi kendine ‘Tek gerçek o mu?’ diye sormaktadır.”


Öfkenin yerini dördüncü evrede “depresyon” alır.

“Tepkici depresyon” geçmişteki kayıplardan doğar ve suçluluk duygularıyla birliktedir; “hazırlayıcı depresyon” ise dünyadan ayrılmanın doğurduğu hüzünle ilişkilidir.

Kimmel’e göre, İvan İlyiç’in depresyonu anlamsız yaşamından doğan umutsuzluğa bağlı olarak daha çok birinci türdense de, onda ayrıca hazırlayıcı hüznün örneklerine de rastlanmaktadır;

“İvan İlyiç’i üzen tek şey, herkesin ona istediği gibi acımamasıydı.

 Çektiği uzun ıstırap dönemlerinden sonra öyle anlar oluyordu ki, biri ona acısın, hem de hasta bir çocuğa acır gibi acısın istiyordu...

 Çocuklar gibi sevilip avutulmayı, okşanmayı, başında oturulup ağlanmayı istiyordu.

 (...)

 Evet, İvan İlyiç ağlamak, okşanmak ve başında ağlayanları görmek istiyordu.”


Ölme sürecinde sonuncu evre “kabul etme” evresidir.

Yaklaşan sonunu sakin bir bekleyişle gözlemek, bir tür duygu boşluğu söz konusudur.

İvan İlyiç’in son saatlerinde bu evrenin de belirtileri vardır:

“İşte o anda kara deliğe yuvarlanarak oradaki ışığı görmüş, yaşamının gerektiği biçimde geçmediğini, ama henüz bunu düzeltebileceğini anlamıştı.

 Kendi kendine, ‘Nedir gereken şey?’ diye sorduktan sonra sakinleşerek içindeki sesi dinlemeye başladı.

 (...)

 İçinde ölüme karşı her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu.

 Ölüm nerede?

 Ne ölümü?.. Korkunun zerresi yoktu, çünkü ölüm de yoktu. Ölüm yerine aydınlık vardı.

‘Demek öyle! Ne büyük mutluluk!’”


İvan İlyiç, son anda üzerine eğilen birinin “Bitti!” deyişini duyar ve içinden, “Ölüm bitti, o yok artık!” der.

Bu son sözlerin ne anlama geldiğini belki Montaigne (4) açıklayabilir bize:

“Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz.”

Montaigne ayrıca uşak Gerasim’in davranışlarını da açıklıyor:

“Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve fakir insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar?

 Ben öyle sanıyorum ki, bizi korkutan ölümden çok, bizim cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç haldir.”

Nitekim İvan İlyiç de, “hayatı boyunca hizmet ettiği” yapay ve sahte kuralların ölüm gerçeğini de saptırdığını düşünmektedir.

Anlaşılan bütün sorun, Batı uygarlığının ölümü yaşamın doğal bir parçası olmaktan çıkarmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Bugün Batı düşüncesinde moda olan “ölme hakkı”, “sağlıklı ölme”, “onuruyla ölme” ve “ölüm eğitimi” gibi etkinlikler, ölümü tabu olmaktan çıkarıp yeniden yaşama katma gereksinmesinin ürünleridir.

Ancak, Montaigne’nin uyarısını da unutmamak gerek:

“Yaşamayı bilmemişsek ölmeyi öğrenmemiz yersizdir.”
__________________________
  1. Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü, çev. Mehmet Özgül, Can Yay., 1983. Öyküden yaptığım alıntılar bu çeviriden.
  2. Romain Rolland, Tolstoy-Hayatı, Çev. Tahsin Yücel, Varlık Yay., 1969.
  3. Douglas C. Kimmel, Adulthood and Aging, John Wiley and Sons Inc., New York, 1974, yeni basım 1980.
  4. Montaigne, Denemeler, çev. S. Eyüboğlu, Cem Yay., yedinci basım, 1974.



Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı 163 - 1 Mart 1987