Politikacının sanata ve sanatçıya bakışı



Sayın Çetin Altan, sanatçı, siyasal iktidarların yanında yer alan kişi olarak değil, toplumu değiştirmek isteyen kişi olarak görülür. Bu açıdan bakınca, sanatçının hemen her ülkede “muhalefette” olduğu söylenebilir. Siz ne dersiniz?

Çetin Altan - Evet, çağımızda sanatçı toplumu değiştirmek isteyen kişidir. Ancak siyasal iktidarlar, statu quo’nun üstüne çöreklenmiş geleneksel siyasal iktidarlar durumunda da olmayabilir. Çünkü özellikle geri kalmış toplumlarda, iktidarlar da statu quo’yu değiştirme çabası gösterebiliyor; yerellikle evrensellik arasında açılar kapanıyor. Çünkü evrensellikle yerellik arasında uçurumun kapanmasını gerektiren bir dünya konjonktürü geliyor gündeme. Geri ülke, dünya piyasalarına açılmadan, kalkınamaz. İçerdeki gerilik dışa açıldıkça değişir. Kısaca, işin bilincine varmak gerekir. Ancak sanatçının bir de alışkanlığı var... Toplumun en ileri sezgilere sahip kesimi olmasına rağmen, gene de insan... Eski alışkanlığı sürüyor, yani fazla yerel duruyorsa, neyin değişmekte olduğunu pek göremez. Neyin değişmekte olduğu ekonomik, teknolojik ve humanistik tablolarda görmek gerekir.

Sözgelimi bugün Türkiye’de hukuk diye bir şey yok. Anayasa’yı şu insanlar çiğnerse suç sayılmıyor, bu insanlar çiğnerse suç deniyor. Böyle hukuk olmaz! Anayasa ne kadar hukuka uygun değil, o ayrı bir konu... Çok basitinden pozitivist bir görüşle baktığımızda dahi... Ama yeryüzündeki, yereli aşan insanlık duruşu, her ülkedeki işkenceyi insanlık suçu olarak değerlendirir. Böyle olmasa, birçok toplum kendi içindeki işkenceyi kimsenin karışmaması gereken bir iç mesele olarak da değerlendirebilirdi. O zaman evrensellikten yana olmanın insanlıktan yana olmakla eş anlama gelebileceği bir platform ortaya çıkıyor bazen. Fazla yereli ulusçuluk görüntüsü içinde tutarsak, insanlık suçlarını da kimsenin fazla karışmaması gereken bir mantığın içinde tutmaya kalkışmak gerekir. Hukuk konularında daha evrensel gelişimlerden yana olunup ekonomide daha geride olunamaz. Çünkü hiçbir ülke kendi içinde kalkınamaz. Mutlaka evrensel ekonomideki yerini iyi belirlemesi gerekir.

Buradaki bazı kavram karışıklıkları şuradan ortaya çıkıyor: Millet sevgisi, devlet, tanrı, halk sevgisi... Bütün geri toplumlarda matematiğe ağır basmış. Metafizik, yani tanımlaması matematiksel olarak yapılamayan ölçekler, bütün geri toplumlarda ön plandadır. Gelişmiş toplumlarda ise matematikle ölçülen kavramlar ön plandadır. Bir sanatçı, sanatı ne kadar uluslararası platformda da olsa, zaten kendisinin kökeni gereği orada, yerelin, kendi dilinin, kendi anlayışının, kendi eğitiminin izdüşümü vardır. Pierre Loti daha çok Fransa dışını anlatan roman yazmıştır, ama Fransızdır.

Sanatla politikanın kesişme noktaları yok mu?

ALTAN - Sanatçı tanımlaması zor gibi gözükür, değildir. Sanatçının kendi doğasından yarattıklarının insan ömrünü aşan bir zamana dayanması gerekir. Politikanın tanımı daha değişiktir: Politika zamanın ötesine tarih olarak kalır. Tarih olarak kalmazsa, kimseyi ilgilendirmez. Napolyon’un politikası için bunu söyleyebiliriz. Ama, “Napolyon döneminin ressamları, resme hangi katkıyı getirdiler ya da neden o kadar büyük boyutlu resimler yaptılar?” gibi konuların dünya resminde yeri vardır. Sanat, her dakika insanlığı yeniden nadaslayan, ilgilendiren, aşılmışla aşılmamışı değerlendiren, insandaki bir bilinmezi sezgilerle yakalamaya çalışan bir oluşumdur. Kuşaklar ve dönemler nirengi olarak saptansa da böyledir bu. Politika böyle değildir.

Bu bağlamda sanatla politikanın ilişkisini nasıl açıklarsınız?

ALTAN - Politika insanı daha hızlı koşullandırarak politikacının kendi ömrü içindeki egemenliğine dönüktür. Sanat ise insanın koşullanmasına karşı olan bir tavırdır. Birisi koşullandırmaya dönük, öteki koşullandırmayı kırmaya dönük... Politika, bir ömürlük egemenlik kurmak ister. Sanatçının “bir anda egemen olacağım” diye bir derdi yoktur. Ama bazen iktidarlar da koşullanmaya karşı çıkabilir demek istedim, demin. Bu kez sanatçı, eğer koşullanmaları ön plana almaya başlarsa (çünkü şaklayan sözlerdir “ben vatanımı seviyorum, insanımı seviyorum vb.) bu, metafiziktir. Kim nereden bilsin onun neyi, neden sevdiğini. Bunu tersten koymak gerekir: Sanatçı vatanını, milletini, halkını, insanları seveceğine insanların sanatçıyı sevmesi sağlanmalıdır. Sanatçının iyisi, halkın sevdiği kişidir. Politikacının iyisi ise halkı en çok sevdiğini söyleyerek onları buna inandıran kişidir.

Peki, sanatçının politikayla ilgilenmesi doğal değil mi?

ALTAN - Herkesin politikayla ilgilenmesi doğaldır. Politika çok cepheli uğraş demek Yunancada. Ama sanatçı bütün insanların gerçekten kendisini sevmesini gerektiren bir çabanın içinde değilse, o da bir çeşit sanat yerine politika yapmaya kayabilir. Politikacının söylediği sözü söylediği zaman sanatçı, politik yarışa girer. Politikayla ilgilenmek başka şeydir, politikanın getirdiği koşullanmaları kırmak başka şeydir, politik koşullanmalar üstüne yarışa girmek başka şeydir. Tanımları çok çerçeveli yapmazsak, bunlar birbirine benzer gibi olur...

Bir sanatçı, sanat çerçevesinde kalarak, politikanın getirdiği koşullanmaları kırmak için çaba harcayamaz mı?

ALTAN - Harcamaz olur mu... İşini çok iyi yaptığı zaman zaten o çerçeve kırılır, kendiliğinden. Çünkü bir sanatçının çevresi sadece kendi yereli değildir. Geçen yüzyıldan da birçok örnek gösterebilirim: Rimbaud, “Fransayı çok seviyorum diye mi çıkmıştır 15-16 yaş arasında? Onun umrunda olan sadece şiir dünyasıydı. Sanatçı, politikacının kullandığı sözcükleri pek kullanmaz. Zaten kullanırsa, aynı yarışa girer: “Hayır, sen sevmiyorsun, ben daha çok seviyorum falan... ama sanatla politikanın birbirine benzer bir tek yanı vardır: İkisi de belirli bir eğitime ihtiyaç göstermeden insanı ünlü yapabilir. Eczacı olmak için mutlaka eczacılık fakültesini bitirmek gerekir. Oysa politikacı ya da şair veya ressam olmak için mutlaka akademiyi, edebiyat fakültesini ya da siyasal bilimleri bitirmek gerekmez. Böylece insanlar eğitim disiplininden kaçarken de politikacı ya da sanatçıymış gibi görünüme girebilirler.

Bir örnek: Sanatçılar, ırkçılığa karşı konser veriyorlar. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

ALTAN - Elbette sanatçı çarpıcı bir konunun üstüne gidebilir ve iyi de iş yapmış olur.
Ama aynı zamanda ününe ün katacak bir yönü de vardır bunun, çünkü dünya politikası artık o ölçüde bir ırkçılığı kabul etmiyor.

Bunu bir örnek olarak söyledim. Türkiye’de durum...

ALTAN - Çok çarpıcı bir vaka var ortada, çok da olumlu bir iş yapıyorlar. Buraya kadar da bütünleşmiş bir anlamda, yeryüzü. Hepsi beraber koşuyorlar insanların, falan... Yani, çok yerel her şeyin ölçüsünü bozar. Politikayla sanatı evrensel almakta yarar var. Sözgelimi bugün yeryüzünde binlerce dinsiz insan vardır. Ama Türk sanatçıları içinde dinsiz olduğunu açıkça söyleyen pek azdır. Hani koşullanmaya karşıydı sanat? Demek ki koşullanmaların izin verdiği ölçüde modern olmak söz konusu. Bugün Türkiye’de hiçkimse “Ben dinsizim diye kitap yazmadı. Bir tek dinsiz sanatçı da mı yok Türkiye’de? Ya da hiçbir sanatçı Katolik olmadı. Birsürü sanatçı var yeryüzünde, Budist olmuş, şu bu olmuş. Her neden olmuşsa olmuş, ben doğrudur yanlıştır diye söylemiyorum. Bir tepkidir bu. Her tepkide bir saçmalık olur. Sözgelimi, Garaudy kalktı Müslüman oldu, herkes onu sevdi. Bir başka düşünür de kalkar, “Anglikan oldum diyebilir. Çünkü başka adamın Müslüman olması önemlidir de, Müslümanın başka bir dine kaymasında hoşgörü gösterilmesi... Türkiye bu açıdan daha çok geri, yani politikayla sanat üst üste duruyor Türkiye’de. Karşı karşıya duruyormuş gibi oluyor ama, aynı slogana sahip çıkma yarışı oluyor karşı çıkma değil. Politikacı, bizim Milli Mücadele yıllarının sloganlarını kullanıyor; sanatçı kalkıp, “Sen yalan söylüyorsun, diyor, “O sloganlar bana ait Ola ki o sloganların bir kısmının işi bitmiştir, hepsi aynı ölçüde geçerli değildir.

Yani, Türkiye’de karşı çıkılamayan birtakım şeylere, tabulara sanatçıların mı karşı çıkması gerekiyor?

ALTAN - Sanatçılardan o kadarını beklemeyelim. Sanatçı, sanatçı olduğu kadar karşı çıkabilir. Bundan kasıt, sanatçı dünya tarafından benimsendiği ölçüde karşı çıkabilir. Ya sanatçı değilse adam? O kendisi söylüyor sanatçı olduğunu. Dünya müzelerinde resimleri varsa, dünya konser salonlarında besteleri çalınıyorsa... Bizim dünya sanatındaki yerimiz ne kadarcık ki?... İki-üç sanatçı, hepsi o kadar. Bugün Amerika’nın herhangi bir yerinde Türkiye’yi tanıyan pek yoktur ama, bir Walt Disney bütün dünyada tanınır.

Sizin ortaya koyduğunuz ölçülere göre “yerel bakmak” olacak ama, yine de bir şey sormak istiyorum: Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sanatçı ile politikacı iyi geçinebilmişti. Daha doğrusu, birçok yazar ve şair ya milletvekilliğine getirilmiş, ya da üstü düzey bürokratik görevlerle, Türkiye’nin dış temsilciliklerine atanmıştı. Ve bu yazarlar yeni rejimi desteklemişler, en azından  -Yahya Kemal örneğini gözönüne alırsak-  muhalefet yapmamışlardı. Bu dönemi, bu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

ALTAN - Biz NATO’ya girerken iki hata yapıldı: NATO’ya sadece savunma kuvvetleri bağlanır, Batı’ya ekonomik duruşlar bağlanmaz diye düşünüldü.

Ben NATO öncesini sormak istedim. Atatürk dönemi...

ALTAN - O zaman Türkiye bir entegrasyon içinde değildi, dengeler içindeydi. Zaten yeryüzü de entegrasyon içinde değildi. Keskin çizgileri Monroe Doktrini ortaya koyuyordu: “Amerika Amerikalılarındır, Avrupa Avrupalılarındır...” II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu doktrinde büyük değişiklik oldu...

Truman Doktrini ortaya atıldı.

ALTAN - Evet, Truman Doktrini geldi. Bir ülkenin savunma güçlerini ortak bir sisteme bağlayınca, ortak duruşunu aynı sisteme bağlamazsak, anlamı kalmaz işin. O kadar yerel değil. Bu anlaşılamadı. II. Dünya Savaşı öncesinde biz kendi yerimizde kendi horozluğumuzu yaparız gibi bir bakış vardı. Bu anlayış bitiyor yeryüzünde. Ekonominin ağırlığı, derken köylülerin Avrupa’ya gitmesi... Altlarında Mercedes’ler, ellerinde bavullar falan... Birçok ölçüler değişti, kitleler kitlelerin dünyasına girip çıktılar... Bizde, aydınlarla devlet güçleri arasında bir compromie, bir oligarşik duruş vardı. Savunma güçleriyle bir başka entegrasyona geçilince aydınlar ne yapacaklarını pek bilemediler, “Evet” dediler, “hayır” dediler, işi tam kavrayamadılar. Ekonominin zorlaması karşısında aydının yeryüzü ekonomisi ölçüsünde üretici olması gerekiyor.

Aydın, hiçbir titri olmadığı halde beyinsel üretimiyle yaşamını sürdüren kişi demektir. Bu da demode oluyor artık. O kadar uzmanlaşma başladı ki, kendi beyniyle hiçbir titri olmadan yaşamını sürdürebilecek adam azalıyor yeryüzünde. Bu iktidarlarla aydınlar arasına bir açı getirdi. Bizde hiçbir zaman aydınlar evrenselliğe bakmadılar; yerelde en iyi olmaya çalıştılar. İktidarlar da en iyi olmaya çalışıyorlardı. Ne zaman ki daha geniş ölçüde bütünleşmeler söz konusu oldu, aydınlar dış dünya ölçüsüne alışık olmadıklarından iktidarlardan daha da çok yereli tercih etmeye başladılar. Oysa evrenseli tercih etmeleri gerekirdi. Türkiye’nin kültürü niye kaybolsun ki?

Kültür emperyalizmi söz konusu değil miydi?

ALTAN - Bu çok tartışılmış bir konudur. “Ben yaratamıyorum, başkası da bana musallat olmasın. Ben yarattığımla yetineyim, benim yarattığımla herkes yetinsin anlayışıdır. Ya daha gelişmiş kültürler varsa? Kültürün içine üretim araçları da girer. Kültür, üretime dönüşürse kültürdür. Üretime dönüşmeyen kültür nedir ki. Kültür bir bütündür. Neyin emperyalizmi?

Bir tek şeyin emperyalizmi olmaz: Kültürün. “Biz doğayla savaşta geri kaldık, başkaları ileri gitti; onların doğayı yendiklerini bilmeyelim, dövüşü sürdürelim demektir bu, politik bir laftır. Yoksa, kimse başka bir ülkede kitabı yayımlanmasın filan istememelidir. Bir alışveriştir bu. Biz o kadar yapamıyoruz, onlarınkini de görmeyelim demek olur... Sanatçı, insanlığa seslenir, kendi dilince. Kendi dili ise kültürünün dilidir. Bunu geniş anlamda söylüyorum.

Biraz önce aydınlardan söz ettiniz. Aydınların politik açıdan işlevleri olduğu görüşü yaygındır...

ALTAN - Aydın, beyinsel üretimiyle geçinen insandır. “Aydınların misyonu, işlevi vardır görüşünü komünist partiler ortaya attı. Sanatçıları, bu kural tanımaz adamları disipline etmek için... “Siz parti çizgisinde kalınız falan dediler. Bugün eğer Fransız, İtalyan ya da Sovyet Komünist Partisi böyle bir şey söylüyorsa, bunu da yeniden gözden geçirmek gerekir.

Komünist partisinin mevcut olmadığı bir demokraside aydınların işlevinin ne olduğunu kim belirleyecek? Yayınevleri belirler belki, “Senin misyonun halkına hizmet etmektir, az para al derler... Yani, komünist partisinin olmadığı yerde vaktiyle komünist partililerin söylemiş olduğu sözleri mırıldanmak, sanatçının kazık yemesine yol açar. Bugün Türkiye’de bir komünist partisi olsa, böyle bir görüşe ne diyecek? Belki, “Bunu denedik, çok kötü oldu. Siz bildiğiniz yapındiyecek. Ya da “Gelin, parti çizgisine göre resim yapın der. Onu bilemem.

Herkes kendince, hiçbir partiye girmeden, solcu olduğunu söylüyor. Ona göre çalışıyormuş... Böyle şey olmaz. İnsanlar Marksist ya da kapitalist olma hakkına elbette sahiptirler. Ama partisi olmayan Marksizmin ne anlamı vardır. Olsa olsa teoriktir, filozofiktir, sanatsaldır. Ama politik değildir. Politik disiplinden yoksun bir duruşun politik disiplinle ilgili sözlerini tekrarlamaktır.

Peki, bu durumda hukuki bir savaşım gerekmiyor mu? Böyle bir parti olsun için...

ALTAN - Bu, sanatçılara düşmez. Doktrinde okkanın altına kimler gitmişse onlar yapar mücadeleyi. Sanatçılar en okkanın altına gitmezler, çünkü yeryüzünde sanatı tutan insanlar vardır. Ama işçiler her şeye rağmen yerel üretim yaptıklarından kapitalizm veya uluslararası sanatseverler “Aman bunlar çok az para alıyorlar diye kimse para getirmez onlara. Ama iyi bir Türk ressamının resmi Paris’te de satar, Londra’da da...

Aydın ya da sanatçı da diyor ki: “Gerçek demokrasi olsun, düşüncelerimi hiç kimseden çekinmeden ortaya koyabileyim. Şu anda gerçek demokrasi yok...”

ALTAN - Dünyada var demokrasi, önemli bir bölümünde. Gitsin sesini orada duyursun. Ekonomi biliyor mu, tarih biliyor mu? Çünkü biraz da politik meseleler bunlar. Sanatçı işçi meselesine işçiden daha fazla sahip çıktığı zaman çarpık durur olay. Bu klasik doktrinde sanatçının sorunu değil ki! Sanata üstyapı diye bakar Marx. Sanatçının asıl misyonu yaratıcılıktır. O zaman sanatın kimin için olduğunu belirlemekte yarar var: Sanat sanat içindir, sanat insan içindir, toplum içindir gibi birtakım anlatımlar var...

”Bu ortamda yaratma özgürlüğü yok, önce bu özgürlük sağlansın, bunun için savaşım vermem gerekiyor” diye ortaya çıksa sanatçı?

ALTAN - O zaman politikacı olur. Bu, politika sorunu, sanat sorunu değil ki. Sanatı çok ilgilendiren bir konudur ama, özgürlük sorunları politik sorunlardır. Hem politika yapacak, hem sanat... Enerjisi yetmez ikisine de... Kötü sanatçı ve kötü politikacı olur. Türkiye’nin bugün adam olması için domuz eti yemesi gerekir. Hangi sanatçı politika yaparken “halk domuz eti yesin” diyecek? O zaman halkı kaybeder. Türkiye’nin baskısı sadece iktidardan gelmiyor, halktan da geliyor. Halkın dogmaları, iktidarın ortaya koyduğu sınırlamalardan daha ağır basıyor bazı yerlerde. Sözgelimi sünnet yanlış adamlar tarafından yapılıyor ve bizim Ceza Yasası’na da aykırı. Hangi sanatçı buna karşı çıkıyor? Beş yaşındaki çocukların pipisi yerine parmağını kesmeye kalksalar ne olacak? Savcıların harekete geçmesi gerek. Bu baskı da iktidardan gelmiyor, toplumdan geliyor. Daha Hıristiyan olmuş Türkler için bir kilise yapılmadı. Yok mu hiç Hıristiyan olmuş Türk?

Almanya’da var...

ALTAN - Peki bunun romanını yazan var mı? Yok. O zaman, “Ben sanatçı değilim, sanatçı numarası altında iktidara oynayan bir siyasetçiyim anlamı çıkar. Sanatçının özgürlüğü dersen sen, bir sürü özgürlükler var, bunlara baskı toplumdan geliyor. Ama toplumdan gelen baskılara karşı çıkan sanatçılar çok az Türkiye’de. İktidardan gelen baskılar siyasetçiyi ilgilendirir. Bizim sanatçı dünyasında toplumdan gelen baskılar görmezlikten gelinip, iktidardan gelen gelen baskılara önem veriliyor. Demek ki sanatçı mıyız, politikacı mıyız önce ona karar vermemiz gerekiyor.

Toplumdan gelen dogmalara karşı çıkmak sanatın görevi olabilir. Buna iktidarlar, siyaset vb. dahildir. Ama salt siyasetten gelen baskılara karşı çıkmak politikacının işidir. Yanlış sünnet, kadın-erkek ilişkisi... Bunlar büyük boyutlu sorunlar. Sözgelimi şarap kültür yok Türkiye’de... Bunları yazınca iktidarlar bir şey diyorlar mı? Demek ki sanatçı birtakım özgürlükleri kullanmıyor, başka bir şey istiyor. Halktan gelen birtakım Ortaçağ baskılar var Türkiye’de; sanatçının topluma karşı birtakım işlevi var. Ama yasalarımızın dışardan alınmasına karşılık halkımız Ortaçağ’da. İşte sanatçının burada Ortaçağ’la dövüşmesi gerekiyor. Niye? Dogmaları kıracak. Neden sadece siyasi sıkıntıları ön plana alıyor da halktan ve kitlelerden gelen Ortaçağ baskılarını ele almıyor? İnançtan düşünceye geçememiş toplumlarda iktidarların baskısı kadar kitlelerin de baskısı vardır sanatçılar üzerinde. Niye onları ele almıyor kimse? Şarap meselesini, domuz meselesini, sünnet meselesini niye dile getirmiyor hiçbir sanatçı? Bunlar baskı değil mi? Niye “ben dinsizim” diye kitap yazamz bir adam? Yani dinsiz adam yok mu Türkiye’de?

Bizim toplumu kendi kafasının hapishanesinden çıkarmak gerekir önce. Türkiye’de üç milyon kadın sopa yiyor. Onları polis değil, kocaları, ağabeyleri dövüyor. Türkiye’de en fazla sömürülen kesim, çocuklarla kadınlardır. Tarım ürünlerinin yüzde 56’sını kadınlar yapar. Ne kazanıyorlar? Sendikası bile yok... Demek bizde sanatçı meselesi politik. Türkiye’nin içedönük sömürgeciliğinde başa geçmeye dönük bir yön almış. Zaten toplumdan gelen baskılar bu kadar özgürlük dışı olmasa, siyasi kadrolar da bu kadar özgürlük dışı baskılar yapamazlar.

Son olarak yine yerel bir olguyu, sizin politikacılık döneminizin, Meclis’te bulunduğunuz dört yılın deneyimlerini sormak istiyorum: Sanat politika ilişkileri açısından söz konusu dönemde sizin ne gibi gözlemleriniz oldu?

ALTAN - O dönemde sanatçılar bizim partiye girmediler. Bizde sanatçılar hep soldadır ve bir şey kısıtlı olduğu zaman “sanat yapılamıyor” falan gibi şeyler söylenir ama, o zaman böyle bir şeyin partisi kurulmuştu, ben sandım ki halka dönük böyle bir şeyin örgütü var. Sanatçılar da siyasete meraklılar falan... Girmediler. girdiler ama çok az girdiler. Bugün de Türkiye’de gerçek bir sosyalist partisi kurma olanağı olsa, çok solda görünen kişiler de girmez o partiye. Benim inancım budur, daha önceki deneyden biliyorum.

O dönemde iktidarın sanatçıya bakışı nasıldı?

ALTAN - İktidarlar bizde cahildirler. Hukuka dönük demagoji yaparlar, ekonomiden hiç anlamazlar. Sanatı bilmez bizim politikacılar. Bunlar burjuvaziden, incelmiş aristokrasiden gelmiyorlar. Sınıf değiştirmiş halk çocukları... Cahil adamlardır genellikle, hırslı adamlardır. İşin içine matematik ve üretim düzenleri girmediği için demagojik olarak koşullanmaları şaklatan adamlardır; sanatçıya da kızarlar yaratıcı olduğu için. Çünkü kendileri yaratıcı değillerdir, evrensel düzeyde politikacı değillerdir çoğu. Kırk yılda bir çıkar bir iki tane, onlar da anlarlar sanattan, hoşgörülü bakarlar sanata, sanatçıya. Demin de söyledim, sanat anlayanlar içindir. Sanatçı, sanattan anlayanlar bütün insanlık olsun ister. Oysa bizim politikacılar, başka toplumların politikacılarına oranla sanattan en az anlayanlardır. Egemen güçler falan oldukları için değil, kötü eğitilmiş, kadın jürisinden yoksun bir toplumun başa geçme hırsının demagojik adamları oldukları içindir bu... Çünkü sanatçıdan korkuyor, çünkü kendisi demagoji yapıyor. Konuşamaz bile... Dili tutulur... Elinde büyük kuvvetler de var. “Yaratıcı adamı onunla yenerim” diyor, çünkü bilmiyor.

Aydınlardan da korktukları söylenebilir mi?

ALTAN - Beyinsel gücüyle yaşamını üreten kişi, ancak bordrodan ya da politikadan geçinebilecek kişiyle kıyaslandığı zaman ötekinin cahil olduğu ortaya çıkar. Onun gücü yok... Örgüt gücü, devlet gücü filan var ama, ötekinin de kendi beyniyle kendini ayakta tutma gücü var. Türkiye’de böyle insan çok az. Tıpkı sanattan anlayan politikacı gibi. Burası geri ülke, ortaçağda kalmış bir ülke. Yeni yeni yırtınmaya çalışıyor. Kalkıp da sanatçısı çok ileri, politikacısı çok geri diye ortaya koymamak gerek... Evrensel ekonomiyle birlikte birtakım başka ölçüler gelecek, herkesi de o korkutuyor. Evrensel ölçüler gelmeye başladığı zaman palavra kalmaz ayakta. O da korkutuyor, tepkiye yol açıyor. Hemen “yerel”, “bağımsızlık falan... Yeryüzü kültüründen bu kadar da korkmamak gerek. Madem iddian var... “Bizim çapımız ona yetmez... diyemezsin. Bunlar yeryüzü standartları!..



Alpay Kabacalı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986
________________________________________________________________________________________________________



Doğrusu, kalkıştığım işin çapını başlangıçta kendim de kestirememiştim. Oturdum mu yazı makinesinin başına, okuyup bildiklerimle, nasıl olsa bir şey çıkarırım ortaya diye düşünüyordum. Sonra sonra düşündükçe ve hele kitaplıkları karıştırmaya başladıkça işin zorluğunu kavramaya başladım. Bir kez konuyu kurcalamaya başladıktan sonra da, yarım yamalak bilgiyle bu işin üstesinden gelemeyeceğimi gördüm. Önce tutarlı listeler çıkarmak gerekiyordu. Günler boyu oturdum bu işi yaptım. Kurtuluş Savaşı’nın başından bu yana, sanat ve düşün dünyasından politikaya bulaşmışlar ve sonunda parlamentoya girebilmişler kimlerdi? Örneğin, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kurtuluş Savaşı’nı yönlendiren kadro içinde sanatçı denebilecek, sanatın şu ya da bu alanında ad yapmış, ün yapmış kimler vardı?

Vardığım sonuç ve bulduğum adlar düş kırıklığı yarattı:
Gerçek anlamda sanatçı bu kadro içinde tek bir şair vardı: Mehmet Akif Ersoy...
Edip, yazar sayarsanız, bulunabilecek iki ad daha bunlara eklenebilirdi: Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Besim Atalay...

Tümü bu... 1920-1923 tarihleri arasında, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın parlamentosuna yansıyabilmiş sanatçı kişilikli adlar sadece bu kadardı. Üç kişi...

Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan Barış Andlaşması’nın ardından gelip, yeni Türk Devleti’nin adını Cumhuriyet olarak saptayan TBMM’nin ikinci döneminde ise bu tablo değişiyor, zenginleşiyordu. 1923-1927 tarihleri arasındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak yer alan şair, edebiyatçı, düşün adamı ya da gazeteci milletvekillerinin adları şöyle:

Ziya Gökalp,
Ruşen Eşref Ünaydın,
Samih Rıfat,
Falih Rıfkı Atay,
Hakkı Tarık Us,
Abdurrahman Şeref,
Yusuf Akçura,
Ahmet Ağaoğlu,
Velet İzbudak,
Naim Hazım Onat,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Ebubekir Hazım Tepeyran,
Şemseddin Günaltay,
Mehmet Emin Yurdakul,
Yahya Kemal Beyatlı...

Eh bu kadro, Türk sanat hayatının, parlamentoya yansıması bakımından bir ölçüde de olsa umut vericidir.

TBMM’nin üçüncü dönemi 1927-1931 yılları arasını kapsamaktadır.

Bu dönemde, ikinci dönemden kalan kimi politikacı-sanatçıların yanı sıra, milletvekili olan yeni adlar şöyle sıralanmaktadır:

Asım Us,
İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Hasan Cemil Çambel,
İsak Rafet Işıtman,
Ziya Cevher Etili,
Fazıl Ahmet Aykaç,
Necip Asım Yazıksız,
Halil Nihat Boztepe,
Abdülhak Hamit Turhan,
Ahmet Rasim,
İbrahim Alaattin Gövsa,
Necmeddin Sadık Sadak,
Ferit Celal Güven,
Celal Sahir Erozan...

TBMM’nin dördüncü dönemi 1931-1935 yılları arasındadır.

Bu dönemde, daha önceki dönemlerden milletvekilliğini koruyan kimi sanat ve düşün dünyasında ad yapmış milletvekillerinin yanı sıra yer alan yeni kişiler şunlardır:

Memduh Şevket Esendal,
Salah Cimcoz,
Ahmet İhsan Tokgöz,
Sadri Maksudi Arsal,
Aka Gündüz,
Ahmet Cevat Emre,
Naşit Hakkı Uluğ,
Hikmet Bayur,
Ali Canip Yöntem...

Beşinci dönemde yapılan ve 1939-1943 yılları arasını kapsayan milletvekili seçimlerinde Meclis’e giren sanatçı, gazeteci ve düşün dünyasının önde gelen adları da şöyle:

İbrahim Necmi Dilmen,
Ömer Asım Aksoy,
Fakihe Öymen,
Hasan Ali Yücel,
ressam Şevket Dağ,
Kâzım Nami Duru,
İsmail Müştak Mayokan,
Hüseyin Cahit Yalçın,
Fuat Köprülü,
Mehmet Ali Ağakay,
Hüseyin Rahmi Gürpınar...

Altıncı dönem,
Atatürk’ün ölümünden sonra yapılan milletvekili seçimleriyle seçilip Meclis’e gelen politikacılar dönemidir ki, 1939-1943 yılları arasını kapsamaktadır.

Bu dönemde ilk kez Meclis’e giren sanat ve düşün dünyası ile basın dünyasının mensupları da şunlardır:

Reşat Nuri Güntekin,
Abidin Daver,
Ahmet Şükrü Esmer,
Ali Kâni Akyüz,
Hüsnü Açıksöz,
Sadri Ertem,
Nasuhi Baydar,
Muhittin Birgen,
Kemalettin Kâmi Kamu,
Agâh Sırrı Levend,
Etem İzzet Benice,
Ahmet Kutsi Tecer...

1943-1946 yılları arasında TBMM’nin yedinci döneminde ise bu listeye eklenen adlar şöyle sıralanıyor:

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu,
Tahsin Banguoğlu,
Selahattin Batu,
Behçet Kemal Çağlar,
Celal Esat Arseven,
Dr. Galip Ataç,
Ömer Bedrettin Uşaklı,
Ahmet Hamdi Tanpınar,
Feridun Osman Menteşoğlu,
Avram Galanti,
İsmail Hakkı Sevük,
Refik Ahmet Sevengil,
Suut Kemal Yetkin...

TBMM’nin sekizinci dönemi, Türkiye’nin çok partili düzene geçtiği,
CHP yanında Demokrat Parti’nin de Meclis’e temsilci soktuğu ve 1946-1950 yılları arasını kapsayan dönemdir.

Bu dönemde Meclis’e ilk kez giren sanatçı-gazeteci politikacılar şunlardır:

Cihat Baban,
Faruk Nafız Çamlıbel,
Burhan Cahit Morkaya,
Yusuf Ziya Ortaç,
Ahmet Remzi Yüreğir,
Orhan Seyfi Orhon...

1950’de yapılan seçimler sonunda CHP iktidarının son bulup, DP’nin iktidara geldiği ve 1954 yılına kadar süren dönemde Meclis’te,
daha öncekilere göre çok daha keskin birer politikacı niteliğiyle yer alan yeni sanatçı-gazeteci ya da düşün adamı milletvekilleri ise şöyledir:

Mümtaz Faik Fenik,
Sıtkı Yırcalı,
Selim Ragıp Emeç,
Bahadır Dülger,
Vasfi Mahir Kocatürk,
Halide Edip Adıvar,
Behzat Bilgin,
Ömer Rıza Doğrul,
Ziyad Ebüzziya,
Umran Nazif Yiğiter,
Samet Ağaoğlu,
Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu,
Nadir Nadi,
Arif Nihat Asya...

DP iktidarının ikinci Millet Meclisi onuncu döneminde ise (1954-1957), parlamentoya katılabilen sanatçı-politikacı milletvekilleri sayısı birden düşer:

Mekki Sait Esen,
Sabahattin Sönmez,
Halûk Nihat Pepeyi
ve bir de mimar Emin Onat...

Onbirinci ve Birinci Cumhuriyetin son dönem Meclisi’nde ise (1957-1960)
sanatçılıktan çok gazetecilik yanları ağır basan ama az çok sanatla da ilişiği olan şu kişiler ilk kez milletvekili olarak TBMM çatısı altında boy gösterdiler:

Bülent Ecevit,
Nusret Safa Coşkun,
İhsan Ada,
Mehmet Faruk Gürtunca,
Burhan Belge,
Esat Mahmut Karakurt
ve mimar Sedat Çetintaş...

27 Mayıs’ı izleyen 1960-1961 Kurucu Meclisi’nde çoğunluğu gazeteci ağırlıklı olmak üzere
-ki gazeteciler için 12 kişilik özel bir kontenjan vardı- yazın ve düşün dünyasıyla, sanatla ilgili ya da ilişkili şu kişiler yer aldı:

Bedrettin Kemal Çağlar,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Cihat Baban,
Bülen Ecevit,
Şemseddin Günaltay,
Ferit Celal Güven  -ki bunlar daha önceki meclislerde de yer almışlardı- ,
Bedrettin Tuncel,
Doğan Avcıoğlu,
Ratip Tahir Burak,
Enver Ziya Karal,
Şinasi Özdenoğlu,
Mümtaz Soysal,
Kadircan Kaflı,
İlhami Soysal,
Altan Öymen,
Şeref Bakşık,
Kemal Zeki Gençosman,
Oktay Ekşi,
Ömer Sami Coşar,
İlhan Esen,
Babür Ardahan,
Ali İhsan Göğüş,
Selami Savaş,
Derviş Sami Taşınan,
Tarık Zafer Tunaya,
Bahri Savcı,
Muammer Aksoy,
Turan Güneş.

1961-1980 yılları arasını kapsayan İkinci Cumhuriyet’in TBMM’nin birinci dönemindeyse, sanatçı yanlarıyla ünlü hemen hemen hiç kimse Meclis’e giremedi.

Daha çok gazeteci politikacı olan şu adlar 1961-1965 Meclis’inde bulundular:

Gökhan Evliyaoğlu,
Ali İhsan Göğüş,
Şeref Bakşık,
Nihat Kürşat,
Kadircan Kaflı,
Hami Tezkan,
Ratip Tahir Burak,
Ziya Hanhan,
Naim Tirali,
Bülent Ecevit...

Bu durum İkinci Cumhuriyet’in ikinci ve üçüncü dönem milletvekili seçimlerinde de sürdü.
1965-1969 arasındaki Meclis’te sanatçı yanları ağırlık taşıyan yeni milletvekilleri sadece TİP’den seçilen Çetin Altan ve Yusuf Ziya Bahadınlı oldu.

Bunların yanı sıra, gazeteciler olarak:
Turhan Dilligil,
Osman Atilla,
Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti),
Barlas Küntay,
Ömer Öztürkmen,
Organ Birgit,
Tekin Erer,
Lütfi Akdoğan,
Zeki Efeoğlu milletvekili seçildiler.

1969 seçimleri sonucu üçüncü dönemde seçilen yeni milletvekilleri içinde de iki yeni ad yer alabildi.
İkisi de gazeteci; İbrahim Cüceoğlu ve İlhan Darandelioğlu.

İkinci Cumhuriyet’in daha sonraki dönemlerinde,
yani 1974-1977 seçimlerinde artık sanatla, düşün dünyasıyla ilişkili pek kimse görülmemektedir TBMM içinde.

Cumhuriyet Senatosu’nda ise,
Nadir Nadi,
Adliye Ayda,
Şeref Bakşık,
Esat Mahmut Karakurt,
Fevzi Halıcı,
Metin Toker,
Ecvet Güresin,
Hüsamettin Çelebi gibi daha çok gazeteci ağırlıklı birkaç politikacı yer almışsa da bir şair, bir öykücü, romancı, denemeci, eleştirmen, ressam, oyun yazarı ya da müzisyene, güzel sanatların herhangi bir dalında yapıt verene pek rastlanmamıştır. Ve İkinci Cumhuriyet dönemi böylece, Türk politik yaşamında sanatla ilişkili kişilerin azlığı değil, yokluğu içinde bitip gitmiştir.

1980 sonrası, Üçüncü Cumhuriyet döneminde de, ne kadar yazıktır ki, durum aynı özelliğini korumaktadır. 1982 Anayasası’nı hazırlayan Danışma Meclisi’nde, atama ile gelen üyeler içinde sanatla ilişkili olarak adı saptanabilen tek kişi, emekli bir Devlet Tiyatrosu rejisörü olan Mahir Canova’dır. Onun ötesinde, Temsilciler Meclisi’nde, sanatla, düşün dünyasıyla, hatta basınla ilgili pek ad bulunmamaktadır.

1983 seçimleriyle oluşan Üçüncü Cumhuriyet’in TBMM’sinin ilk döneminde de, sanatçı ya da sanatla ilişkili pek fazla ada rastlanmamaktadır.

Rüştü Şardağ,
Doğan Kasaroğlu,
Kemal Aydar bu son Meclis’e girebilmiş gazeteci adlarıdır.

Bütün bu listeler, baştan sona dikkatle incelendiği zaman ortaya çıkan bazı sonuçlar vardır.
Bunlardan biri sanatçının, düşün adamının genellikle gündelik politikadan uzak durduğu sonucudur ki bu yanlış bir değerlendirme olur.

Tam tersine Türkiye gibi azgelişmiş, sorunlarını çözememiş bir toplumda, sanatçı politikayla alabildiğine içli dışlıdır. Böyle olmak zorundadır da. Bunun en açık kanıtı ise, özellikle yazın alanında taaa Osmanlı’dan hatta daha da öncesinden bu yana, sanatçının başının beladan hiç kurtulmamasıdır.

Derisi yüzülmüş Nesimi’den, idam edilmiş Pir Sultan Abdal’a, ayaklanmacıların elinden kaçarken damdan düşüp ölen Şair Nedim’den Siham-ı Kaza’nın kazasına uğramış ve başı vurulmuş Nef’i’ye, sürgünlerde sürüm sürüm süründürülmüş Şair Eşref’ten yurdundan kaçmak zorunda kalan Namık Kemal’e kadar yüzlerce politika kurbanı ad sayılabilir.

Hoş o kadar eskilere de gitmeye gerek yok. Cumhuriyet dönemi sanatçılarının nice ünlüsünü şöyle bir anımsayın.
Hapislere girmemiş, sürgünlere gönderilmemiş, türlü eziyet çekmemiş sanatçı adı bulmak, sanıldığından çok daha zordur.

Nazım Hikmet’ten Kemal Tahir’e,
Orhan Kemal,
Aziz Nesin,
A. Kadir,
Atilla İlhan,
Hasan Hüseyin,
Sabahattin Ali,
Yaşar Kemal,
Samet ve Tektaş Ağaoğlu,
Çetin Altan,
Fahri Erdinç,
Sabahattin Eyüboğlu,
Halikarnas Balıkçısı,
Rıfat Ilgaz,
Refik Halit Karay,
Necip Fazıl Kısakürek,
Sevgi Soysal,
Fakir Baykurt,
Suat Taşer,
Faruk Nafiz Çamlıbel diye uzayıp giden yüzlerce edebiyatçı adı sayabilirsiniz ki,
şu ya da bu politik nedenle hapislere girmiş, koğuşturmalara, soruşturmalara uğramışlardır.

Plastik Sanatlarla, tiyatroyla, müzikle uğraşan gene bir bu kadar ad sayabilirsiniz ki, hep politik nedenlerle hayatları karartılmak istenmiştir, istenmektedir. Bu, basın dünyasında da böyle, düşün dünyasında da. Demek ki, sanata dönük kişilerin politikayla uğraşmadıklarını varsaymak olası değildir. Peki bu böyle iken, niye politik yaşamın en sıcak odağında, parlamentoda, bunca az sanatçı yer alabilmektedir? Yanıtı aranması gereken sorulardan biri budur. Örneğin niye bir ressam, bir yontucu, bir sinema oyuncusu ya da yönetmeni, bir besteci, bir komedyen, bir güldürü yazarı, bir balet, bir müzisyen, bir şarkıcı, bir öykücü ya da şair Meclis’e girmez, giremez? Girse girse, politikadan ötürü hapse girer? Size bu işte bir terslik var olduğu sanısı gelmiyor mu? Bu konuda daha böyle sürü sepet soru sıralamak, yukardaki ad listelerine bakıp bunların azalıp çoğalmasına göre yorumlar yapmak için anhasını minhasını araştırmak, sanırız ki çok geç kalınmış bir konuda düşünmek için bu yazı sadece bir başlangıçtır. Biz, salt şöyle üstün körü ortaya koymakla yetiniyoruz. Bundan ötesi, bu konunun asıl sahiplerinin, sanatçıların işi...



İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986
________________________________________________________________________________________________________



En toplumsal sanatlardan biri olan tiyatrodan örnek vermekle başlayalım isterseniz?

Kimilerine göre öğrencilerin/gençlerin başkaldırısı, kimine göre de emekçilerin dünya işçi deviniminde en büyük gösterilerinden  -Fransa’da, şaka değil, on milyon işçi genel grev yapmıştı-  biri diye nitelenen “1968 Olayları” sırasında “gençler” Paris’te Odèon Tiyatrosu’nu basmışlar, ele geçirmişler, gürültü patırtı arasında düşüncelerini, istemlerini bağıra çağıra dile getirmişler, bu arada içinde bulundukları tiyatronun “sanat anlayışı”na karşı çıkmışlar, sahne yönetmenini kınamışlardı. İlgili sanatçılar, Jean-Louis Barrault ile eşi Madeleine Renaud kendilerini savunmaya çalışmışlar, “gençlerden yana” olduklarını da belirtmekten duramamışlardı. O günlerde ülke dışında olan Cumhurbaşkanı General de Gaulle yurda dönmüş, dizginleri ele almış, gözdağı vermiş, genel grev sona ermiş, sendikacılar pazarlık masasına oturmuşlar, haftada 40 saat çalışma istemlerini kabul ettirememişler, işçi ücretlerinin artmasını sağlamakla yetinmişlerdi. İlkyaz fırtınası dinmiş, Saint-Michel Bulvarı’ndaki kimi ağaçlar kışkırtıcılarca kesilip yere devrilmiş, Odèon Tiyatrosu’nu ele geçirenler “teslim” olmuş, tiyatroyu boşaltmış, tıpış tıpış yürüyüp gitmişlerdi... Şenlik sönmüş, “folklor gösterileri” bitmiş, yaz dinlenceleri başlamıştı. Ama olan Madeleine Renaud ile Jean-Louis Barrault’ya olmuştu. “Tiyatrolarından” olmuşlardı. Kültür Bakanı Andrè Malraux’dan gelen yazıda gençleri elektriği kesip dışarı çıkarmadıkları, onlardan yana tutum takındıkları için devlet yardımının, ödeneklerinin kesildiği, tiyatro yönetiminden alındıkları bildiriliyordu. Jean-Louis Barrault Bakan’a verdiği yanıtta kendisinin elektriği kesmekle görevli “teknisyen” olmadığını, gençlerin tiyatrodan çıkarılmalarını sağlamanın kendi işi olmadığını belirttikten sonra, tiyatro yönetmenliğinden alınması, ödeneğin, yardımın kesilmesi konusunda da şöyle diyordu:

”Serviteur oui, laquais non!” (Hizmet etmeye evet, uşaklık etmeye hayır!)

Siyasal erki ellerinde bulunduranlar sanata, sanatçılara dağıtılan ödenekleri halktan toplanan vergiler değil de “babalarının parası” sanırlar. Sanatın, sanatçının işlevi halka hizmet etmek değil de devlet büyüklerine, hükümet adamlarına uşaklık etmek, boyun kırıp buyruk dinlemek sanırlar. Ama çoğu kez yanılırlar, şöyle ya da böyle boylarının ölçüsünü alırlar. Jean-Louis Barrault o “olay” yüzünden tiyatrosuz kalmadı, sanat dünyasının dayanışması kendisine başka bir tiyatronun kapısını açıvermişti. Şunu da eklemeden geçmeyeyim: General de Gaulle Türkiye’ye, İstanbul’a geldiğinde rahmetli Muhsin Ertuğrul, Fransızların kendisine sunduğu “Lègion d’Honneur” nişanını Jean-Louis Barrault’ya yapılanı “protesto” etmek için Fransa Cumhurbaşkanlığına geri vermişti.

Evet, Fransa’da da oluyor böyle şeyler.
Doğrusunu isterseniz, başka şeyler de oluyor: Örneğin, kimi çizerler/karikatüristler art arda canlarına kıyıyorlar, nedense?..

Nesnel/objektif olalım, örneklerimizi hep anamalcı/kapitalist bir ülkeden vermeyelim. Ünlü “Meyerhold Olayı”nı analım, ele alalım biraz. SSCB’de “Tunç Çağı” diye adlandırılan Devrim’in son döneminde Mayakovski canına kıyar 1930’da. Meyerhold’a işten el çektirilir. 1939’da “Yönetmenler Kurultayı”nda son kez boy gösterir. Konuşmasında Moskova’daki tiyatrolarda sunulan oyunları yerer, sanatsız tiyatro olamayacağını dile getirir. Yola gelmeyeceği, “adam olmayacağı” belli olmuştur bir daha. Kurultaydaki konuşmasının ertesi günü tutuklanır, sorguya çekmeler sonucunda mı ya da toplama kampında mı öldüğü bilinmez. Eşi, ünlü oyuncu Sinaida Reich de kocasının tutuklanmasından birkaç hafta sonra “öldürülür.”

Bu “ağır olaylar”ı bir yana bırakalım, unutmaya çalışalım, günümüzde ülkemizde sanat/ekin ne durumda?

8 Ağustos 1986 tarihli Milliyet gazetesinde şöyle bir başlık görür de çarpılmaz mı kişi: “Kültürsüz toplum”.

Adnan Gerger bu küçücük yazıda bakın hangi gerçekleri dile getiriyor, birlikte okuyalım:

Vatandaşların ekonomik nedenlerden dolayı kültürel yaşamdan daha çok koptuğu ve Türkiye’nin giderek kültür işlevi olmayan bir toplum olmaya yüz tuttuğu görülüyor.

  • Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) verilerine göre, ne kitap okuyabiliyoruz, ne kütüphane, sinema, tiyatro ve müzelere gidiyoruz. Her Türk vatandaşı yılda ortalama bir kez sinemaya gidebilirken her yüz kişiden ancak üç kişi tiyatro-bale ve operaya gidiyor.

  • Verilere göre, dört büyük üniversitenin ve birçok yüksek okulun, bilimsel araştırma merkezlerinin bulunduğu başkent Ankara’da Milli Kütüphane’ye giden okuyucu sayısı yılda sadece 192 bin 822 kişi olarak belirlendi.

  • Milli Kütüphane, halk kütüphaneleri ve çocuk kütüphaneleri de olmak üzere Türkiye’de bulunan toplam 958 kütüphaneye ise ancak 17 milyon 742 bin 997 okuyucu gidiyor. Bu okuyucuların 2 milyon 151 bin 933’ünü çocuklar oluşturuyor. Kütüphanelere kayıtlı üye sayısı da 486 bin 315 olarak belirlendi.

  • Yapılan araştırmalara göre, Türkiye’deki erkeklerin kadınlardan çok okumaya hevesli olduğu belirlendi. 9 milyon 429 bin 950 erkek okuyucuya karşılık, sadece 5 milyon 968 bin 292 kadın bir şeyler okuyor.

  • Türkiye’de yılda 7 bin 224 kitap ve 2 bin 635 de dergi ve gazete yayını yapılıyor. Kütüphanelerde belirlenen kitap sayısı da toplam olarak 6 milyon 753 bin 608.

  • Öte yandan toplam 853 sinema salonunda gösterilen 89 bin 282 filmi 56 milyon 315 bin 611 kişinin izlediği saptanan veriler arasında.

  • Müzelerimize ilgi ise çok daha az. Paralı ve parasız müzelere giden kişi sayısı 3 milyn 146 bin 172 kişi, ören yerlerini (arkeolojik sit alanları) ise sadece 582 bin 782 kişi ziyaret ediyor.

Nasıl, beğendiniz mi kalkınan, gelişen, büyüyen Türkiye tablosunu?

Uluslararası İstanbul Festivali mi?
O gerçekten bir vaha sanatsızlık/ekinsizlik çölümüzde...


TAŞKIŞLA’NIN PLAZA’YA DEVRİ

Ara sıra şöyle bir haber: “Denizli’de, Salihli’de yeni tiyatro, sanatevi kuruldu gibisinden bir şeyler okuyunca, işitince gözlerime, kulaklarıma inanamıyorum. Daha çılgınların soyu tükenmemiş ülkemizde deyip seviniyorum. Derken, sevincim kursağımda kalıyor; 10 Ağustos 1986 tarihli Cumhuriyet Dergi’de şu satırlarla karşılaşınca: Es-Ka firması 21 Temmuz 86 Pazartesi günü, Başbakan Özal’ın da katıldığı iki ilginç töreni birden düzenliyordu. Taşkışla’da onarım çalışmalarının başlaması kutlanırken, aynı firmanın İTÜ Ayazağa Kampusu’nda Taşkışla karşılığı yapımını üslendiği söylenen yapımın temel atma töreni yapılıyordu. İTÜ’lüler, hemen ertesi gün bu girişimi Kulaksızoğlu’nun kaleme aldığı bir basın bildirisiyle,Yarım asırlık bir süreden beri İTÜ’nün merkez binası ve irfan ocağı simgesi olarak hizmet etmiş ve bu değerli tarihi eserin otel yapılma gibi komik ve tutarsız bir ihtirasa kurban edilmek istenmesi karşısında İTÜ’lüler ve gerçek aydınlar sessiz kalamazlardiyerek protesto ettiler.

Es-Ka, Taşkışla’nın Plaza’ya devri ve 4 bin öğrenciyle malzemenin nakli için üniversiteye 3.5 milyar lira ödemiş. Özal’ın çivi çakmaya geldiği gün, “5 Yıldızlı La Plaza Oteli İnşaatı” yazısı Taşkışla’nın orta yerine asılmış. Kulaksızoğlu yine acı bir gülümsemeyle, “Kiracısını çıkarmak isteyen ev sahibinin rahatsız etmesi gibi pata küte çalışıyorlar diyor, “Üç buçuk milyar nedir? İnsan, onurunu, tarihini üç buçuk milyara satabilir mi? Bazı şeyler var ki, kuruşlandırılamaz.

Bir süre önümüze bakıp, susuyoruz.
Dışarıda sarı kasklıların çekiç sesleri.

Elimdeki, İTÜ’lülerin basın bildirisine şöyle bir gözatıyorum:

...Taşkışla gibi tarihi bir eser, böylesine bir zihniyet sonunda, onu yıllardır kullananların ellerinden bu şekilde pervasızca çekilip alınabilecekse, bu gidişle konumu ve manzarası çok güzel Topkapı Sarayı da bir gün otelcilere verilebilir. Hazine mülkü araziler üzerinde yapılan gecekondulara dahi sonradan tapu verilip hak tanınırken, ülkenin teknik eğitimine yıllarca hizmet etmiş İTÜ’ye, simge merkez binası Taşkışla’yı koruma ve İTÜ geleneğini, İTÜ tarihini yaşatabilme hakkı çok görülmektedir. Bu büyük haksızlık, bir o kadar da büyük bir kültürsüzlük örneğidir. Utanç duyulması gereken bir olaydır.

Konuşmanın sonunda Umur Bugay, Prof. Dr. Erol Kulaksızoğlu’na şu soruyu yöneltiyor:

Bugay - Hocam, bir mimar ve öğretim üyesi olarak İTÜ olayının dışında, yurdumuzdaki bu çevre yağmacılığı üstüne neler söylemek isterdiniz?

Kulaksızoğlu - Türkiye’de bir süreden beri kültürel değerlerin hiçe sayılması ve bütün değerlerin madde üzerine kurulmasının doğal sonucu diyebiliriz... Ve bunun temsilcileri toplumun her kesiminde görülüyor. Bu üzücü... Tarihi değer falan diye bir şey yok... Satın alınır... Sermaye biriksin, para toplansın derken tarihi ve onlarla birlikte insanların duygularını da kırıp döküyoruz... Çok yanlış bir nesil yetişiyor, bunları görerek... Bu kültürsüz ortamda yetişen o nesil daha da kırıcı olacak... En yakınlarım, akrabalarım bile bana soruyor, “Sen üniversitede kaç para alıyorsun? Yazık... Yahu kardeşim, sokaktaki işportacı bile senden fazla kazanıyor.” Böylece, insanı yaşayamaz hale getiriyorlar.

Biliyorsunuz, son yıllarda iyiden iyiye ABD’ye benzemek, Amerikalılara öykünmek sevdasına kapıldı siyasal erk: Bütün kamu kuruluşlarını ellerinden gelse, güçleri yetse özelleştirecekler. Eee, “iş bitiricilik” başka şeye benzemez: Daha çok kâr, varsa yoksa para. Söylendiğine göre, Amerika’da PTT, itfaiye, çöplerin toplanması, tutuk ve ceza-evlerinden başka, şimdilerde mahkemeler de özel ve güzel kesime aktarılıyormuş... Öylelikle, işler daha çabuk görülüyor, yargı yerlerinde bile keyif çatılıyormuş: “Biri kahve/çay ve küçük pastalar getiriyor. Bir şeker mi, iki şeker mi istersiniz?diye soruyormuş bayan yazıcı bay yargıca.

Vietnam savaşı sırasında ABD’yi yargılamak için Paris’te mahkeme kurmak izni koparabilmesi amacıyla de Gaulle’e başvuran Sartre,
Cumhurbaşkanı’ndan ne yanıt almıştı anımsar mısınız: “Üstat, mahkemeleri devletler kurar, özel kişiler değil!

Kimileyin ne geri kafalı oluyor şu Avrupalılar...
Oysa, Paris’te kurulamayan o simgesel mahkeme Danimarka’da kurulabilmişti.

Sözü dağıtmayalım. Ülkemizde siyasal erk de “oteller zincirine” oteller, evet beş yıldızlı oteller katma politikası güdüyor. Ama o arada, yakın zamanların film yıldızı Gönül Bayhan Darülaceze’ye kaldırılmışmış... Şu Doğan Hızlan’ın yediği naneye bakın: Sanatçılara “plaket” vermekle yetinmemeli, konut, dinlenme evleri falan sağlanmalıymış... Onu da sanatçıların kendileri düşünsünler! Bakın siyasal erk Etiler’de proflara güzel görünümlü konutlar düşünmüştür. Ayvalık’ta Alibey köyünde / Cunda Adası’nda “parlementerler sitesi” düşünülmüştür. Karabük Safranbolu arasında işçi evleri kurulmuştur, er geç, az çok, o ayrı sorun. Uzun etmeyin, siyasal erkler Türkiye’de sanatçıların “yuvasını yapmayı” bilirler!.. Hem sonra, sanatçılara fazla yüz vermeye gelmez, şımarıverirler hemen. Görmüyor musunuz, işitmiyor musunuz? Eskiden ne alçagönüllüydüler: “Çarkın bir vidası” olmaktan başka tutkusu yoktu sanatçıların. Oysa, şimdilerde onlar da “dümeni” bir yanından tutmak istiyorlarmış... İsterler. Son yıllarda herkes, “dümenine bakmak”, “köşeyi dönmek” istiyor; onların başı kel mi, niye istemesinler?


Tarih boyunca çağdan çağa, toplumdan topluma değişmelere uğrayan sanat akımları, sanat anlayışları, sanat biçimleri sanat tarihinin belkemiğini oluşturuyor, bir bakıma sanat tarihi “biçemler çatışması”nın tarihi oluyor. Biçemlerin oluşumu, çatışması ekonomik, siyasal, kuramsal/ideolojik düzeylerde türlü türlü yansıyor, çeşitli kılıklara bürünüyor. Sanat biçemleri politika ile, siyasal erk ile ya uyum içinde, ya da çatışma içinde değişe gelişe sürüp gidiyor. Sanat biçemleri, sanat yapıtları toplumsal/ekonomik kuruluşlarla, yapılarla sıkı ilişkiler, etkileşim içindedirler, ama sanat kendine özgü yasaların buyruğunda iş görür, oluşur, etkinlik kazanır.

Yıllar önce Brecht’in çok haklı olarak belirttiği gibi sanat yapıtları “sanat anlayışları büroları”nın buyruklarıyla, yönergeleriyle dile gelen, anlam kazanan yapıtlar değildir. Sanata yardımcı, destek olunmak istenirse, onu “plan ve programlar”la sıkı bir düzene sokmakla işe koyulmayıp, tersine, sanata yeni yeni olanaklar, elden geldiğince özgürleştirici soluklar sağlamak gerektir.

Bir kümes hayvanları çiftliği düzenler gibi sanat/şiir üretimini düzenlemek toplumcu bir partinin işi değildir.
Yoksa, şiirler, yapıtlar yumurtalar gibi birbirlerine benzerler”.



Teoman Aktürel | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986
________________________________________________________________________________________________________



Türk politikacılarının, kültür ve sanatla pek yakından ilgilenmedikleri konusundaki yaygın inanç (gene!) Batı’dan kaynaklanıyor olsa gerektir. Batılılar, bilindiği üzere Türk insanını tanımadıkları gibi, tarihimizi de pek bilmezler. Ayrıca, o büyük saplantıları, Batılıları nesnel olmaktan alıkoymaktadır. Dolayısıyla Türklerin, özellikle de politikacılarımızın okuyup yazdıklarına pek inanmazlar.

Batı etkisindeki birtakım aydın bozuntuları da bu yanlış kanıyı paylaşmakta, politikacılarımızın günahlarına girmektedirler.

1960’sız yıllarda, Paris’te bir kahve sohbeti sırasında, Lautrémont, Rimbaud, Jarry, Artaud gibi gerçeküstücülerin Tanrıları konusunda konuşulurken, (gençlik dolayısıyla) ikide bir söze girdiğimi gören, gerçeküstücülerin papası André Breton, bir ara, bana doğru dönmüş ve o genzinden gelen gururlu sesiyle, “Siz gerçekten Türk müsünüz? diye sormuştu. “Hayır, demiştim, “ben bir Jeune Turc’üm. Yanıtımdan pek hoşlanan Breton, “Ağzınızı açar açmaz anlamıştım demişti.

Diyeceğim, Türkler konusunda, Batılılar, özellikle Fransızlar, Almanlar, İngilizler, İskoçyalılar, İrlandalılar, Felemenkler, Belçikalılar, İsviçreliler, Danimarkalılar vb. hem ön, hem de arka yargılıdırlar. Bizleri tanımadan hüküm verirler. Ne yazık ki, bu hükümler, hiçbir eleştiri süzgecinden geçmeden, bizde de bazı çevrelerce benimsenir.

Nedir bu hükümler?

Örneğin Türk politikacısı okumazmış!
Hatta Türk aydını bile okumazmış.
Yalnızca bazı.......(sansür) okurmuş.

Bunların hiçbir bilimsel temeli yoktur.

Çünkü istatistik yöntemler her ülkede değişiklikler gösterir. Göstermiyorsa göstermelidir. Örneğin, kâğıt tüketimi, yayımlanan kitap sayısı, baskı sayısından oluşan bir istatistik her ülke için (okur sayısı açısından) sağlıklı sonuçlar sergilemez. Örneğin Fransa’da, bir gazeteyi ortalama 3,2 kişi okur. Türkiye’de ise 12 kişi. Bu oran, kitap konusunda çok daha büyüktür. Bir kitabı, belki de yüz kişi okur. Böylece 3.000 satan bir kitap 300.000 kişi tarafından okunuyor demektir ki, bu da hiç de azımsanacak bir okur sayısı değildir.

Okurlar arasında en büyük yoğunluğu politikacılar oluşturmaktadır.
Ülkemiz politikacıları, kim ne derse desin Fransız, İtalyan, İngiliz meslektaşlarından çok daha fazla okumaktadır.

Birçok kişi bu savımıza inanmayacaktır ya da politikacıların çok işleri olmadığıyla açıklayacaklardır bu durumu.

Oysa ne biri, ne de öbürüdür gerçek neden: Türk politikacısı bu toplumun en meraklı kesimini oluşturmaktadır. Uğraşları gereği, yurtlarını genelinde ve tüm boyutları içinde algılamak istemektedirler. Bunun için de, yalnız yurt gerçeklerinin değil, dünyada olup bitenlerin, bilimsel araştırmaların, sanatsal yeniliklerin izleyicisi olmaları gerektiğinin bilincindedirler.

Bu olgu, özellikle 1960’lardan günümüze kendini daha bir duyurmaktadır.
Son dönemlerin Türk politikacısının ilgi duymadığı kültür, sanat, bilim etkinliği, yeniliği yok gibidir.

1980’lerin başında yapılmış (ne yazık ki henüz yayımlanmamış) bir araştırmanın sonuçlarına göre,
Türk politikacısının en fazla ilgi duyduğu alan, “felsefe ve mantık”tır.

Bunu sırasıyla,
    2 - Tarih
    3 - Toplumbilim
    4 - Zooloji
    5 - İktisat
    6 - Matematik
    7 - Çevrebilim
    8 - Morfoloji
    9 - Tıp
  10 - Edebiyat
  11 - Sibernetik
  12 - Hukuk izlemektedir.

Gene bu araştırmanın sonuçlarından öğrendiğimize göre, politikacılar her hafta en az bir kitap okumaktadır (En çok okuyan 10 kitap).
Evinde kitaplığı olmayan hiçbir politikacı yoktur. Ama hiçbir politikacı, evindeki kitaplarla yetinmemekte ve kitaplıklardan yararlanmaktadır.

Ne zaman bir kitaplığa uğrasam, bu kitaplık, ister Süleymaniye gibi çok özel; ister Milli Kütüphane gibi çok genel; ister Fransız Bibliothéque’i gibi çok özgün; ister Beyazıt Kütüphanesi gibi çok üzgün olsun, her zaman, bu kitaplıklarda politikacılarla karşılaşmışımdır: Başları önlerindeki kitaba eğilmiş, sağ ya da sol ellerinde bir kalem, dış-dünya yokmuşcasına kendilerini okudukları kitaba ya da elyazmasına kaptırmışlar, not almaktadırlar...

İstanbul kenti, son seçimlerde kaç milletvekili çıkarmıştır bilmiyorum. Hele bu milletvekillerinin partilere göre dağılımını hiç bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var: Birkaç gün önce uğradığım Millet Kütüphanesi’nin okuma salonunu tıklım tıklım gördüğümde bir hayli şaşırmış ve yıllardan beri tanıdığım memuruna bu yeni gelen ve eskilere pek benzemeyen oturaklı zatların kimler olduğunu sormuştum. Aldığım yanıt (”Aman Aziz Bey, nasıl olur da tanımazsınız, beldemizin milletvekilleri”) doğrusu pek şaşırtmadı beni; daha önce gördüğüm, izlediğim, tanığı olduğum bir gerçeğin dışavurumuydu bu.

Yanımda bir fotoğraf makinesi bulunmadığı, dolayısıyla bu tarihsel anı negatife geçiremediğim için pek çok üzüldüm.
Oysa üzülecek bir şey yoktu. Politikacılarımız okuyordu. Üstelik, ellerine geçenleri değil, ellerine geçmeyenleri de okuyorlardı.

Büyük bir coşkuyla bu “durumu” kendisine aktardığım, bir sahaf dostum. “Bunda şaşılacak ne var? dedi. “Türkler çok okur, bu bir. İkincisi, Türk politikacıları daha çok okur. Öylesine ki, arayıp bulamadıkları kitaplar için, sahaflara açık çek bırakanlar yalnız onlardır. Çoğu kez, aradıkları kitabın fotokopilerine bile razı oluyorlar...

Sahaf dostumla yaptığım söyleşi sırasında, politikacılarımızın yalnız iyi ve doyumsuz bir okur olmadıklarını, aynı zamanda ilgi çekici araştırmaların, incelemelerin, tezlerin yazarları oldukları da ortaya çıktı: 1980’den bu yana yayımlanan en ciddi, en önemli, en ilginç araştırmaları politikacılara borçlu olduğumuzu bu arada öğrendim.

”Fatih Döneminde Levant/Batı İlişkileri;
Kanuni’nin Kanunları;
Köy Gerçekleri;
Köylü Düşleri;
Yarın Ne Zaman Olacak?;
Dilinin Kurbanı Bir Şair;
Tevfik Fikret;
Ümmetten Millete: Cumhuriyet’in Doğuşu” politikacılara borçlu olduğumuz yapıtlardan yalnızca birkaçı.

Politikacılarımızın ilgi alanları, kültür birikimleri, genel ve özel kültürleri öylesine geniş ve derindir ki, öğrenimleri ne olursa olsun, en yüksek düzeyde sorumluluk isteyen görevlerde (öğrenimleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmasa dahi) büyük bir başarı göstermektedirler. Tıp doktoru içişleri bakanları, mühendis ekonomi bakanları, avukat kültür bakanları, siyasal bilimci orman bakanları bu savımızın en geçerli kanıtlarıdır.

Ülkemizin kültür, sanat ve bilim alanındaki olağanüstü hızlı gelişmesindeki en büyük pay ilkin politikacıların sonra da yökçülerindir.
Ama yökçüleri politikacılardan ayırmak doğru olmayabilir. Bu, bir yorum sorunudur. Ya da bir sorun yorumudur. Sanırım daha çok ikincisidir.

Fakirin bu yazısı gibi, vesselam...



Ferit Edgü | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986
________________________________________________________________________________________________________






Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986
________________________________________________________________________________________________________



1936 Haziran’ında Federico Garcia Lorca diyor ki: “Sanat için sanat kavramı, beğeni düzeyi düşük bir züppeliğin göstergesi olmakla kalmasaydı, ne acımasız bir şey olurdu. Kendine insanlığı yakıştıran her insan artık bu ’arı sanat’ ya da ’sanatın kendisi için sanat’ şakasını ciddiye almıyor. İnsanoğlu’nun acıları ve dünyayı titreten sürekli haksızlık ile gövdem ve aklım, bana evimi yıldızlara taşımayı yasaklıyor.

Birkaç hafta sonra kurşuna diziliyor Lorca.
Züppelik olarak gördüğü kavramın gerçekten ne denli acımasız olduğunu kara bir bantla bağlı gözleriyle görerek.
Elleri arkada bağlı, bir duvarın dibinde.

Yirmi iki yıl sonra, 13 Temmuz 1958’de “Observer”a bir demeç veren Orson Welles sanatçının çağından sorumluluğunun örneğini veriyor:

Bir sanatçının söylediği en küçük söz belli bir toplumsal tavrın dışa vurumudur.
Bir sanatçı ya içinde yaşadığı toplumun değer yargılarını doğrulayacak, ya da tartışacaktır.
Sanatın düşmanı politiklik değil, bizdeki trajiklik duyusunu ortadan kaldıran tarafsızlıktır.

Bu yazdıklarımız bilinmeyen şeyler değil.
Özellikle sınıf çelişkilerinin belirginleştiği toplumlarda hemen ön plana gelen bir tartışma konusu.

Özellikle yüzyılımızın sanatı olan sinema alanında “politiklik” çok mürekkep akıtmıştır kâğıtlar üzerine. Fildişi kulelerinde milyonlarca insanın kanının akıtılmasına yüz çevirenler, çağının sorumluluğunu taşıyan ve tanıklığını yapmak isteyen sinema sanatçılarına “sanat katili” diye saldırmışlardır. Kader bu ya, nedense dünya sinema belleğinin en kalıcı sinemacıları da “politik”, ya da “angaje” olarak nitelendirilen yönetmenlerden çıkmıştır.

Örnek mi?

Yukarıda politiklik üzerine görüşünü okuduğunuz Orson Welles,
Politik olmayan sanat yoktur özdeyişini kendine kılavuz eden Ayzenştayn,
tüm filmlerinde inandığı metafizik düşünceden tek adım ödün vermeyen Tarkovski,
tüm filmlerinde Japon toplumunun değişen değerlerini irdeleyen Ozu,
yetmiş beş yıldır nerede haksızlığa karşı bir savaşım varsa kamerası ile koşan belgeselci İvens,
yandaşı olmasak da “taraflılığın trajik duyurusu” ile başyapıtlar üreten Griffith,
insanı dişlilerinden biri yapmaya çalışan düzene karşı tek başına savaşım veren Chaplin vb.

Chaplin’i ele alalım. Marcel Martin’in bu sinema ustası üzerine yaptığı araştırmada belirttiği gibi, “Şarlo” filmlerinin %57’sinin konusu iş ve işsizlik üzerine. Daha “Modern Zamanlar”da açık açık bu konunun üzerine gidip de, hem üretim ilişkileri içinde işçinin emeğine yabancılaşmasını, hem de insanın düzene yabancılaşmasını tüm çarpıcılığı ile vermeden. Çizdiği “Şarlo” tipinin serseriliğinin altında gizli olan insan işsiz ve beş parasız bir göçmenin yaşamını sürdürebilmek için her türlü işe atlaması ve bunun doğurduğu traji-komik sonuçların “kurbanı”dır.


Chaplin bu anlatmak istediğini de sinema dilinin incelikleri altına gizlenmeden yapar. Açıktan ve doğrudan. Yani Chaplin’in neyi nasıl anlattığını değil, neyi anlattığını izleriz. Birçok sinema yazarı tarafından teknik eksikliği olarak nitelendirilen bu yaklaşımda, Chaplin’in kesin bir seçimi sözkonusudur. Filmlerinin seslendirdiği kitlelere varması da, bu büyük sanatçının, sinemanın yanılsamayı pekiştiren tekniklerini kullanıp hoşça vakit geçirtmek yerine, sinema yoluyla sesini duyurmak istemesindeki içtenlik ve doğrudanlıktır. Chaplin’in seçtiği yol tek midir? Doğaldır ki değil. Örneğin Tarkovski’nin kılı kırk yaran estetiği özüne uygun bir biçim ile izleyiciyi metafizik düzeyde sarsarken, Ayzenştayn ve Orson Welles sinemanın tüm olanaklarını filmlerinin tüm yapım süreci içerisinde araştırmışlardır. Söylemek istediklerini çok iyi bilmeselerdi, ne Ayzenştayn, ne de Welles sinema tekniğinin olanaklarını bu denli iyi kullanabilirler miydi?


YALIN VE DOĞRU BİR TANIMLAMA

Farkındasınız, şu ana kadar politik sinema diye bir türden söz etmedim. Çünkü yok böyle bir tür.
Genç yaşta ölen Polonyalı sinemacı Andrzej Munk’un deyişiyle “Sinema başka yöntemlerle politikanın uzantısıdır. O kadar.
Yalın ve doğru bir tanımlama.

Politika sözcüğünün Yunan kökenli ve “Site’ye ilişkin” anlamında değişen toplum biçimleri ile gelişerek günümüze değin ulaştığını bildiğimize göre, kim kendini politikadan soyutlayabileceğini sanıyorsa ağır aldanıyor. Üstelik üretim ilişkilerinin uluslararası düzeyde gerçekleşmesinin hızlandığı yüzyılımızda, “Site”nin yerini “Dünya” alacak neredeyse. Üretim araçlarına hükmedenlerin de kendi “Devletlerine ilişkin” politikalarını egemen kılmaları da doğal. Sinema ve günümüzde bu sanata eşdeğer gibi gösterilmeye çalışılan televizyon filmlerinin bu konudaki etkinliği de yaygınlığıyla eş orantılı. Müthiş yani. Bütün maddi ve manevi gücünü düzenin emrine verdiğinden boşalan kitlelerin bu boşluğunu “düşsel” unsurlarla dolduran Hollywood sineması bu politikanın ürünü. Nükleer santrallar, kimyevi artıklar, plastik şişeler ve teneke kutularla kirletilen, dünyayı onbinkez yok edebilecek silahı bu harikulade dünyaya yığanlar, doğaldır ki gerçeklerden kaçırmak isteyecekler dünyayı. Dünyaya gelen beş milyarıncı “çocuğa”, beş milyarıncı “müşteri” diye bakan, meyankökü usaresi ile karıştırılmış suyu “hayatın gerçek tadı” diye dünyaya sunan bir bakış sinema sanatını da göz boyamak için kullanacak elbet.

1941’de Preston Sturges’ın yaptığı “Sullivan’ın Yolculuğu” filmi çok çarpıcı bir örnek Hollywood’un yaklaşımı açısından. İsim yapmış bir yönetmen olan Sullivan, yeni filmi için yaşanmış gerçeklerden esinlenmek amacıyla beş parasız yollara düşmeye karar verir. Bütün çevresi karşı çıkar. İçinde yaşadığı lüksü bırakıp sefalete girilir mi? Kararlıdır Sullivan. Toplumun alt katmanlarında izini yitirirler yakınları. Ama Sullivan başına geleceklerden habersizdir. Zor günler geçirir. Hapse bile atılır. Olaylardan ve yaşadığı sefaletten öylesine etkilenir ki sefaleti azaltmak ya da unutturmak için yapılacak filmin mutsuzluk üzerine gerçekçi değil, çok komik bir film yapmak gerekmektedir. Birlikte olduğu “sefiller” de ekranda kendilerini görmek değil, katıla katıla gülmek istemektedirler. Komikliklere.


DÜŞ DÜNYASINDAN DÜŞÜNCE DALGALARINA

Kısacası sinemada bir düş dünyası sunulmalıdır kitlelere. Sinema sanatı da bir öyküyü eli yüzü düzgün biçimde anlatmaktır. Öyle güzel anlatacaksın ki öykünü, gerçekmiş gibi olacak da gerçek yaşamdaki tehlikeli çelişkilerin hiçbirisi söz konusu edilmeyecek. Üretim ilişkilerinde emeğine ve kendine yabancılaşan bireyin düşsel bir dünya ile bütünleşmesi ve böylece mutlu olması sağlanacaktır. Bir çeşit toplumsal arınma yani.

Sosyal psikolog J. L. Moreno’nun 1947’de yazdığı “Sosyodrama Kavramı” duruma pek uyduğundan bir alıntı yapma istiyorum.

Sosyodrama gizli bir odada ve ikili seanslarda açıklanamayacak ya da işlenemeyecek sorunlarla uğraşır. Onun için, psikanalitik durumun tamamen tersi bir ortama, grubun konsültasyon odasındaki bireyin içtenliğiyle tedavi edilebileceği bir foruma gereksinim vardır. Bunun ideal biçimi de herkesin paylaşabileceği bir dramdır ve bunun sonucu toplu bir arınmadır.

Bir sinemada aynı düşleri paylaşan binlerce izleyici, filmin içine girerek birlikte yaşadıkları deneyimin “gerçekliğini” hemcinsleriyle paylaştıklarından, kendilerini toplumun sağlıklı bir parçası olarak hissedecekler ve incir çekirdeğini doldurmayan bir öykünün heyecanını gerçek yaşamdaki çelişkilerin kırılmaz çemberine tercih edeceklerdir.

Hollywood sisteminde yapımcıların ve danışmanlarının gücünü gözönüne alırsak tüm dünyayı etkileyen ve sinema sanatına egemen olan politikanın bu başarılı uygulamasına karşı savaşımın çok zor olduğunu anlarız. Bu da yalnızca “güzel bir öykü” anlatmak savının hiç de gösterilmek istendiği gibi “politik olmayan bir tutum” değil, “tam tanımıyla politik bir tutum” olduğunu ortaya koyar. Üstelik adını yukarıda saydığımız ustalarca kanıtlandığı gibi bir sanat olabilecek sinemayı, tek boyutluluğa indiren. Gerçekliği yeni baştan yaratmayı amaçlayan sanatın yerine gerçekliği pembe badana ile örtmeye çalışan bir badanacının zenaatkârlığını geçerli kılarak.

Doğaldır ki bizim sorunumuz zenaatkârlarla değil özel olarak. Bir Hitchcock filminin heyecanını, unutulmuş gençlik heyecanlarının anılarını su üstüne çıkartan duyarlı bir aşk filminin ustaca yapılmış bir güldürü filminin, yaşamı renklendirdiğinin bilincindeyiz. Düşlerimiz gibi. Ama düş dünyalarından düşünce dalgalarına köprüler kuran, deneyimlerimizi ve yaşama bakışımızı, yaşamı değerlendirmemizi zenginleştiren, varolası dünyamızın yaşanası değerlerini bize yaşatarak insan olmak onurumuzu, yaşama sevincimizi besleyen filmleri de öyle özlüyorum ki.

Yalnız kimse kandırmasın bizi. Filmlerin ya hepsi politiktir. Ya da hiçbiri.
Ya da en doğrusu, sinema sanatı evrensel bir olgu olarak insana ve dünyaya ilişkin olduğu için politiktir.



Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 151 - 1 Eylül 1986