Devlet - Özel Tiyatrolar İlişkisi


“En yararlı özel teşebbüs, özel tiyatrodur”

TİYAP panelinde, özel tiyatronun yeri ve önemi gündeme getirildi

Özel tiyatro yapımcılarının (sahiplerinin), aralarında mesleki dayanışma sağlamak ve bir birlik oluşturmak amacıyla kurdukları
Özel Tiyatro Yapımcıları Derneği (TİYAP) ilk toplantısını 9 Mayıs tarihinde Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleştirdi.

İlk Genel Kurul toplantısı Nisan ayında yapılan derneğin Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyor:

Yıldız Kenter (Başkan),
Salih Kalyon (Genel Sekreter),
Genco Erkal,
Engin Cezzar ve
Hadi Çaman

Ali Poyrazoğlu’nun yönettiği “Özel Tiyatronun Yeri ve Önemi’” konulu panele, konuşmacı olarak,

Nejat Eczacıbaşı,
Tarık Buğra,
Cevat Çapan,
Çetin Özek,
Uğur Mumcu ve
Zeynep Oral katıldı.

Özel ve ödenekli tiyatroların bazı sanatçı ve yöneticileriyle bir bölük tiyatrosever de panelin izleyicileri arasındaydı.


Ali Poyrazoğlu yaptığı açış konuşmasında, özel tiyatroların tiyatro tarihimizdeki yeri ve önemini vurguladıktan sonra, bu işin başlangıcının Tanzimat öncesine dayandığını (esnaf loncalarının temaşa kolları), daha sonra ortaya çıkan tuluat tiyatrolarının da hep özel tiyatrolar olduğunu ve sayıların Tanzimat sonrasında arttığını belirtti. 1908 meşrutiyetiyle birlikte çok sayıda ama kısa ömürlü özel tiyatro toplulukları kurulmuştu. Cumhuriyet sonrası ilk tiyatro toplulukları da yine özel tiyatrolardı. (Fikret Şadi Tiyatrosu, 1924 yılında devletten yardım alan ilk topluluktu). Poyrazoğlu, Devlet Tiyatroları kurulmadan önce Türkiye’de tiyatroyu özel tiyatroların başlattığının altını çizdi. Nitekim panelin sonralarına doğru söz alan Çetin Özek de, Devlet Tiyatroları’nın kuruluş amaçlar arasında özel tiyatroların desteklenmesi, çalışmalarına ve yaşamalarına yardımcı olunmasının yer aldığını belirtecekti. (Cumhuriyet sonrasında sanayileşmeyi ve özel teşebbüsü desteklemek amacıyla kurulan İktisadi Devlet Teşebbüsleri  -Bugünkü KİT’ler-  mantığıyla bir paralellik kurulabilir mi?)

İlk sözü Nejat Eczacıbaşı aldı. Sanayici olarak ürettikleri ürünlerde katma değer yarattıklarını, eğer bu katma değerli ürünler toplumca alınabilir ölçüleri aşarsa o ürünü üretmekten vazgeçtiklerini açıkladı. Özel kuruluşlar olarak, tiyatroların üretiminin kültür ve sanat olduğunu belirterek bu ürün satın alınabilir ölçüleri aşıyorsa ne yapılabilir sorusunu gündeme getirdi. Ulusların yaşamında kültür ve sanat üretiminden vazgeçmenin mümkün olmadığını, öyleyse sosyal devlet anlayışına uygun olarak devletin, toplumumuzun kültürünü yaşatmak ve üretmek için, yardımcı olması gerektiğine dikkati çekti. Çünkü özel teşebbüsün ülkemizde, bazı Batı ülkelerinde ve ABD’deki uygulamaların aksine, bu alana yatırım yapmadığını çünkü o ülkelerde kültür ve sanata yapılan yatırımların, ürün basarili olursa, büyük kazançlar sağladığını belirtti. Bu durumda özel tiyatroların devletçe desteklenmesi sosyal bir görevdi. (Ekonomi yasalarının işletilmemesi gereken alanlar da var yaşamımızda).

Daha sonra söz alan Zeynep Oral, kültürel yaşamımızda özel tiyatroların yeri ve önemine doğrudan değindiği konuşmasında
Cumhuriyet’ten bu yana özel tiyatroların hep varolduğunu belirtti ve 1951’den sonraki özel tiyatroları ele aldı.

1951:
Muhsin Ertuğrul Ankara’dan İstanbul’a gelmiş ve Yapı ve Kredi Bankası’nın desteğiyle Küçük Sahne’yi kurmuştu.
İlk oyunları “Fareler ve İnsanlar”dı.

İlk kadrodaki sanatçılar:
  • Nevin Akkaya,
  • Sadri Alışık,
  • Heyecan Başaran,
  • Agâh Hün,
  • Münir Özkul,
  • Lale Oraloğlu,
  • Şükran Güngör,
  • Kamuran Yüce,
  • Cahit Irgat,
  • Nevin Seval’di.

Daha sonra;
  • Altan Karındaş,
  • Nur Sabuncu,
  • Pekcan Koşar,
  • Mücap Ofluoğlu katılmışlardı.

(Birşeyler değişiyordu. 50’li yıllarda özel tiyatrolardaki nitel ve nicel gelişme 60’lı yıllarda altın çağını yaşayacaktı).

1955:
Dormen Tiyatrosu, Yale Üniversitesi’nde tiyatro eğitimini tamamlayan Haldun Dormen tarafından kuruldu.
İlk oyun Goldoni’nin “Yalancı”sı.

İlk kadroda:
  • Altan Erbulak,
  • Erol Günaydın,
  • Metin Serezli,
  • Yıldız Alpar,
  • Bilge Zobu,
  • İlhan İskender.
Ayrıca;
  • Nisa Serezli,
  • Hadi Çaman,
  • Ayfer Feray.

1957:
Oda Tiyatrosu.
Kurucusu: Mücap Ofluoğlu.

1958:
Karaca Tiyatrosu.
Muhsin Ertuğrul, gene Ankara’dan gelen (Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılmış) iki sanatçı, Yıldız ve Müşfik Kenter’le kurdu.

1959’da kadroda;
  • Yıldız Kenter,
  • Müşfik Kenter,
  • Şükran Güngör,
  • Nevin Akkaya,
  • Lale Oraloğlu,
  • Sadri Alışık,
  • Kamuran Yüce,
  • Zihni Rona var.

(1961’de topluluk Kent Oyuncuları adını alacak ve 1968’de bugün içinde bulunduğu yapıya geçecektir.)

1959:
Lale Oraloğlu ve Arkadaşları Topluluğu.
Kadroda Turgut Boralı, Çolpan İlhan, Cahit Irgat, Sadri Alışık var.

Elhamra Sineması’nda Ses Opereti’nden ayrılıp İstanbul Opereti’ni kuran, ancak operet yerine vodviller oynayan bir topluluk: İstanbul Tiyatrosu.
Kadroda Celal Sururi, Ali Sururi, Muzaffer Hepgüler, Toto Karaca...

(Ve geldik 60’lı yıllara):

1961:
Ankara Meydan Sahnesi.
Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılan Çetin Köroğlu ve arkadaşları tarafından kuruldu.

1962:
Arena Tiyatrosu (İstanbul).
Asaf Çiyiltepe, Genco Erkal, Ege Ernart, Çetin İpekkaya, Ergun Köknar, Umur Bugay,
Başar Sabuncu, Atilla Tokatlı, Şevket Altuğ, Tolga Aşkıner, Ani İpekkaya.

Gülriz Sururi - Engin Cezzar Topluluğu:
Seden Kızıltunç, Pekcan Koşar, Orhan Alkan, Ali Yalaz, Sermet Çagan, Mehmet Akan, Cüneyt Türel
Ulvi Uraz Tiyatrosu: Önce Küçük Sahne’de, sonra Arena’da, sonra Aksaray Küçük Opera’da.
Kadroda Ali Poyrazoğlu, Müjdat Gezen, Suzan Ustan, Ahmet Gülhan, Metin Akpınar, Zeki Alasya var.
Azak Tiyatrosu: Gazanfer Özcan, Orhan Erçin, Renan Fosforoğlu.
Gong Tiyatrosu: Lale Belkıs, Yılmaz Gruda
Alpago Tiyatrosu: Saim Alpago, Altan Karındaş, Üner İlsever, Selim Naşit.

1963:
Ankara Sanat Tiyatrosu: Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer.
İlk oyun: “Godot’yu Beklerken”.

Ankara Halk oyuncuları: Tuncel Kurtiz, Vasif Öngören, Tuncer Necmioğlu.

1966:
Halk Tiyatrosu/Aksaray: Avni Dilligil kurdu.

Küçük Sahne’de Mücap Ofluoğlu Topluluğu.

Arena’da Altan Karındaş ve Arkadaşları.

Aksaray Küçük Opera’da Tehvid Bilge Topluluğu ve Nejat Uygur.

Gen-Ar’da İstanbul Sanat Tiyatrosu.

Bulvar Tiyatrosu’nda Aziz Basmacı - Kenan Büke Topluluğu.

1967:
Devekuşu Kabare Tiyatrosu: Gen-Ar’dan ayrılan Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Haldun Taner tarafından kuruldu.

1969:
Dostlar Tiyatrosu:
Genco Erkal, Arif Erkin, Macit Koper, Mehmet Akan, Ayla Algan, Bilge Sen, Halit Akçatepe, Ulvi Alacakaptan.

Nisa Serezli - Tolga Aşkıner Topluluğu.

Aynı yıl (1969) İstanbul’da perdelerini açan tiyatrolar:
Ulvi Uraz T.,
Ayfer Feray T.,
Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan T.,
Bakırköy T.,
Dormen T.,
Devekuşu Kabere T.,
Nejat Uygur T.,
Kenan Büke T.,
Gülriz Sururi - Engin Cezzar T.,
İstanbul T.,
Tevhid Bilge T.,
Kadıköy İl T.,
Muammer Karaca T.,
Oraloğlu T.,
Mücap Ofluoğlu T.,
Altan Karındaş T.,
Üç Maymun Kabare T.,
Gen-Ar T.,
Nisa Serezli - Tolga Aşkıner T.,
Ocak Sahnesi.

Zeynep Oral bu bolluğun, bu nitelik ve nicelik artışının birinci nedenini 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamına, ikinci nedenini de bu tiyatroları kuran, oluşturan insanların tiyatro tutkularına ve sonsuz coşkularına bağlıyordu. Ayrıca devlet ve belediye tiyatrolarında olmayan bir olanakları bulunduğuna, birlikte çalışacakları ekibi, oyunu, her şeyi seçme özgürlüklerine, neyi nasıl söyleyeceklerini seçme özgürlüklerine işaret ediyordu. Ödenekli tiyatrolardan bir önemli farkları da, tek gelirlerinin seyirci olduğu bilinciyle, seyirciyle bütünleşebilmeleri için en iyiyi, en doğruyu yapmak zorunda oluşlan idi.

Sonuçta ortaya çıkan, klasik ya da çağdaş tiyatronun doruktaki oyunlarından oluşmuş müthiş zengin bir repertuardır.
Dünya sahnelerini Osborne, Pinter, Wesker oyunları sarmışsa, ülkemizde ilk örneklerini özel tiyatrolar sunmuştur, sunmaktadır.

Uyumsuz” ya da “Absurd” tiyatroyu Türkiye’de seyircilere ilk tanıtan onlardır.
İlk kez bir Brecht oyununu, ilk kez Nazım’ı sahneye getiren onlardır.

Yerli yazarların yürekli çıkışlarına ilk yer verenler;
  • “Keşanlı Ali Destanı” gibi,
  • “Mikado’nun Çöpleri” gibi,
  • “Asiye Nasıl Kurtulur?” gibi oyunlar sahneleyenler onlardır.

Sonuçta ortaya çıkan; türlerde sonsuz bir zenginliktir. Bulvar komedilerinden dramatik oyunlara, epik yöntemden kabare türüne, ajit-prop tiyatrodan sokak tiyatrosuna, oda tiyatrosundan deneysel tiyatroya, gazete tiyatrosundan çocuk tiyatrosuna, müzikallere dek tümünün en niteliklilerini, en iyi biçimde sunma çabasıdır.

Sonuçta ortaya çıkan, toplumun içinde yaşadığı sorunlara çok yakın bir ilgi ve duyarlılıktır.
Çünkü özel tiyatrolar seyircileriyle yaşamakta birlikte soluk alıp vermek zorunda olan tiyatrolardır.

(Bu hareketlilik ve bereketlilik 1970’erde neden azalmaya başladı dersiniz? Enflasyon mu, siyasal iklim değişiklikleri mi?
70’lerden günümüze üç-beş özel tiyatro kalabilmiş. Nitelikten ödün vermeden tiyatro yapabilme ve yaşama savaşımını sürdürüyor).

Zeynep Oral o günlerdeki özel tiyatroların mekânlarına bugün bir göz atınca şöyle bir tablo çizdi:

İstanbul’da Ankara’da tiyatro salonlan yok olmuştu:

  • Karaca Tiyatrosu - Tiyatrocuların olsun mu? (Şimdi Belediyenin)
  • Gümüşsuyu Oda Tiyatrosu - Artık kuru temizleyici
  • Arena Tiyatrosu - Ticari büro
  • Gen-Ar Tiyatrosu - Mimari büro
  • Ankara Meydan Sahnesi - Depo
  • Ümit Tiyatrosu - Pasaj
  • Dormen Tiyatrosu ve Elhamra Tiyatrosu - Sinema.
  • LCC (Deneme) Tiyatrosu - Mobilyacı
  • Aksaray Küçük Opera - Yandı.


(Ve bu kararan tabloyla bugünlere geliyoruz.)

Uğur Mumcu konuşmasına “En yararlı özel teşebbüs özel tiyatrodur” diye başladı. Özel teşebbüsün erdemine inanılıyorsa, özel teşebbüsün öteki dalları nasıl ve ne ölçüde destekleniyorsa özel tiyatronun da o ölçüde desteklenmesi gerektiğini belirtti. Devletin, desteğinin daha gerçekçi, yansız olması gerektiğini, hayali ihracatçılara sağlanan yardımın çok küçük bir bölümünün bile özel tiyatrolara verilmediğini, yardim adı altında son yıllarda dağıtılan paranın komik olduğunu söyledi. Devletin sanata bakışının yasaklayıcı, bastırıcı olduğunu, para, salon, donanım gibi, tiyatrolara ne tür yardım yapılacaksa bu yardımın siyasal iktidarlardan mümkün olduğu kadar bağımsız, özerk bir yapı oluşturulup öyle dağıtılmasını önerdi. (Daha sonra, son yıllarda özel tiyatrolara yapılan para yardımının, bir tiyatroya verilen en yüksek yardımın, Devlet Tiyatroları’ndaki bir oyuncunun bir yıllık maaş tutarından az olduğunu öğreneceğiz.)

Tarık Buğra konuşmasında Türkiye’de, özel tiyatrolar gözönüne alındığı zaman, sayıca çok azaldığını, özel tiyatrolara yardım edilmesi gerektiğini,
ama bunun para olarak değil, salon ve teknik yardım olarak yapılması gerektiğini belirtti.

Cevat Çapan tiyatronun bize insan olduğumuzu duyuran, insan sorunlarının bir arada tartışıldığı onurlu bir sanat dalı olduğunu söyledi.
Devletin özel tiyatrolara bakışının olumsuzluğunu vurguladı.

Çetin Özek özel tiyatroların 1960’lardaki gelişmesini 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamına bağladı. Günümüzdeki azalma ve yaşama sorunlarının nedenlerinin temelde ekonomik olmakla birlikte 1982 Anayasası’nın yasakçı ve otoriter mantığıyla yakın ilişkisi olduğunu belirtti.





Nurdan Arca | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________



Özel tiyatrolar devletten akılcı destek bekliyor

Yıl 1958. Karaca Tiyatro’nun giriş katında, Muammer Bey’in bürosunda üç tiyatro âşığı, sabahın erken saatlerinde toplanmış, “Dernek mi olalım, yoksa sendika mı?” tartışması içindeydiler. Hangisi daha doğru, hangisi Türk özel tiyatrosuna, tiyatro oyuncusuna yararlı olacaktı? Sonunda, Yunan Devlet Tiyatroları Genel Yönetmeni Taki Muzenidis’e yazıp oradaki dernek ve sendika tüzüklerini getirtip onların ışığında işi ele almayı doğru bulan bu üç kişi: Tunç Yalman, Güner Sümer ve Gülriz Sururi’ydi.

Ben o yıl Küçük Sahne - Dormen Tiyatrosu’nda oynuyordum, Tunç da aynı tiyatroda yönetmen, oyuncu olarak çalışıyordu.
Rahmetli Güner Sümer, Ankara Meydan Sahnesi kurucularındandı.

Aslında daha gerilere, 1943’lere dönüp,
  • Raşit Rıza,
  • Vasfi Rıza,
  • İsmail Dümbüllü,
  • Behzat Butak,
  • Vedat Karaokçu,
  • Tevfik İnce,
  • Galip Arcan ve
  • gazeteci Nusret Safa Coşkun’dan oluşan üyelerin kurduğu Türk Sahne Sanatkârları Derneği’ne
(Bu isim, Türk sözcüğü geçtiği için Bakanlar Kurulu kararı ile alınmış bir isim) bir göz atmak gerek.

Yunan ve Fransız yönetmeliklerinin sentezi ile tüzük hazırlayıp,
işe koyulan bu dernek 1950 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kültür Müsteşarı’na başvurur, bazı isteklerde bulunur.

Müsteşar sorar: “Kaç kişisiniz?”
“Efendim bugün için otuz beş kişiyiz, lakin temennimiz odur ki...”
“Git işine kardeşim, biz burda otuz-kırk milyonla uğraşıyoruz. Otuz beş kişiye ayıracak vaktim yok benim.”

Dernek, elden ayaktan düşmüş, güvencesiz (O zamanlar sigorta filan hak getire) yaşlı, hasta oyunculara, karınca kararınca aralarında para toplayıp, hayır kurumu misali bağışlarda bulunuyor. Ve daha sonraki yıllarda, ilgisizliğin, belki de çaresizliğin uykusuna yatıyor dernek.

Özel tiyatroların çoğalması ve yeni bir seyirci kuşağı oluşturması üzerine 1959 yılında dernek yeniden canlandırılmak isteniyor ve Tunç, Güner ve ben özel olarak genel kurula davet ediliyoruz. Şimdi tam tarihini anımsamadığım bir gün: Elhamra Tiyatrosu’nda yapılan toplantıda ben ve Tunç, yönetim kuruluna seçiliyoruz. Hiç vakit kaybetmeden Yunanistan’dan getirttiğimiz tüzük üzerinde çalışmalara başladık. Ve ilk anda gördük ki, bu dernekler devletten aldıkları büyük fonlarla oyuncularına seviyeli bir yaşam sağlıyorlar, seyircilerine görkemli prodüksiyonlar sunabiliyorlar. Böylece oyuncularından bir şeyler beklemek hakları da doğal oluyor tabii.

Ben hemen “Özel tiyatro sanatçısını, Devlet Tiyatrosu sanatçısı düzeyine getirmenin çaresine bakmalıyız, onları, yan gelir derdinden, doluştukları sağlıksız dublaj salonlarından kurtar malıyız” diyorum. (Ben de o yıllar stüdyoların vazgeçilmez yıldızıyım, Fatma Girik’i filan hep ben seslendiriyorum.) Derneğin kasasi tamtakır. Hemen bir balo düzenlemeye karar veriyoruz. günlerde Haldun Dormen’in eşi olan Betül Mardin bize evini ve imkanlarını açıyor. Sanatsever hanımlara balo biletlerini sattırıyoruz. Tüm sanatçıların katıldığı görkemli bir balo gerçekleştiriyoruz. Sonuçta hem derneğimiz tanıtılıyor, hem de önemli bir para giriyor derneğin kasasına.

Yıl 1960. Sonra... Aynı yıl birçok koşulun zorlamasıyla, özel tiyatro oyuncularının bazıları kendi tiyatrolarını kurmaya başlıyor. Biz de 62 yılında Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu’nu kurup bu kervana katılıyoruz. Tunç Amerika’ya dönüyor. Kasadaki paralara yeni yönetim bir kuruş bile katmadan birkaç yıl idare ediyor. Bu arada Dernek, işsiz oyuncuların kahvehane lokanta karışımı durağı olmaktan öteye gidemiyor.

60’lı yıllarda 33 tiyatro perde açıyor bir ara yalnız İstanbul’da.
Tiyatro altın çağını yaşıyor. 71 yılı 12 Mart’ına kadar.

Ve yeniden bocalama dönemine itiliyor. Artık her söz kabahat, her söz kusur,

“Devrimci misin?”
“Hayır“
“Öyleyse karşı devrimcisin.”
“Efendim?”

12 Mart’tan sonra acele Amerika’dan getirtilip Kültür Bakanlığı’na atanan Talat Halman hemen özel tiyatroların sorunlarına eğilip, vergilerini kaldırmaya karar verdi. Bunu basına açıklayınca, garip bir rastlantı olsa gerek, birkaç gün içinde Kültür Bakanlığı lağvedilmişti.

Kendini artık iyice belli eden enflasyonun ve politik eyleme itilmiş gençliğin tiyatroya sırt çevirmesiyle, tiyatrolar, teker teker perdelerini kapatmaya başladı. Her dönemin bir tiyatrosu olmuştur ülkemizde. Dönem, politik oyunların ağır bastığı dönemdi. “Slogan Tiyatrosu“nun başı çektiği dönemdi. Yasaklamaların, tiyatrolara baskı yaptığı dönemdi bu.

Birbiri ardına batağa sürüklenen tiyatrolara bakıp “artık devletten yardım istemenin vakti geldi” diye düşündüm. Hemen özel tiyatro yöneticilerine çağrıda bulundum. Konuştuk, tartıştık. Başta birleşen fikirler sonunda fikir ayrılıklarına dönüştü doğal olarak. Gene de büyük bir özveri ile bir tasarı hazırladık, Mehmet Akan kaleme aldı.

Tartışmalarımızın özünde aklımda kalan bazı şeyler:

  • Biz ne derneği olacaktık? (Patron sözcüğü hoşumuza gitmiyordu.)
  • Tiyatro patronu ağır işçi olarak oyuncularından çok çalışıyordu.
  • Oyuncular derneği olsak biz 10 tiyatro yöneticisi, kimliğimiz ne olacaktı?

Tabii onca tiyatronun ters düştüğü başka sorunlar da vardı.
Şimdi burda bunların geçmiş zaman dedikodusunu yapmak gereksiz.
Sonuçta hazırladığımız yazının altına 10 tiyatro imzamızı attık.

Ali Poyrazoğlu,
Çevre Tiyatrosu (Rahmetli Altan Erbulak ve Metin Serezli),
Devekuşu Kabare (Zeki Alasya-Metin Akpınar),
Dostlar,
Gönül Ülkü - Gazanfer Özcan,
Gülriz Sururi - Engin Cezzar,
Kent Oyuncuları,
Nisa Serezli - Tolga Aşkıner,
rahmetli Ulvi Uraz ve
İstanbul Tiyatrosu (Toto Karaca, Ali Sururi vb.)

Devletten isteklerimiz şunlardı:

  1. Belediye rüsumunun kaldırılması,
  2. Turnelerde belediyeye ve devlete ait salonlarda ücretsiz oynama hakki,
  3. İstanbul’da sembolik kiralarla oynayabileceğimiz tiyatro salonlarının sağlanması.
  4. Radyo ve TV’de tiyatro eylemlerimizin ücretsiz tanıtımı.
  5. Özel tiyatrolara devletin maddi desteği...

Ve bakın ayrıca nelerin düzelmesini istemişiz o yıllarda:

Tiyatrolar bugüne kadar vergi verirken ticari şirket, belediye rüsumu öderken eğlence yeri, içkili gazino-bar işlemi görmüştür. Anadolu turnelerimizde “Vesikalı insan” işlemi görürüz, her gittiğimiz ilde kovuşturma yapılır, resimlerimiz her sefer karakol defterine yapıştırılır. Halkımızın bize gösterdiği saygıyı yöneticilerimizden de bekliyoruz. Bunların bir an önce değişmesini rica ediyoruz.”

O dönem Başbakan Ecevit’ti. Biz de kendisini gazetecilik günlerinden, yakın tanıyorduk. Hemen Engin’le Ankara’ya uçtuk. Sayın Başbakan Ecevit bizi çok sıcak karşıladı. Tasarımızı sunduk. Güldü, “Hepsi yapılacak, yapılması gereken şeyler bunlar” dedi. “istekleriniz arasında olmayacak bir şey yok, bunlar çoktan hakkınızdı.” Bizi rahmetli Orhan Eyüboğlu’na tanıştırıp isteklerimizin gerçekleşmesini istediğini belirtmeyi de unutmadı. İstanbul’a dönüp arkadaşlara müjdeyi verdik: “Artık biz de Batı’daki meslektaşlarımızın koşullarına kavuşacaktık.” Uzun süre bekledik, haber çıkmadı. Kısa süre sonra da Halk Partisi iktidarı sona erdi. Bizim tasarı da çöpe atılmış olsa gerek o günlerde!

Yıl 1978, TİSAN (Tiyatro Sanatçıları Derneği) kuruldu. O ünlü girişimimizden tam dört yıl sonra.

Yönetim kuruluna;
  • Genco Erkal,
  • Engin Cezzar,
  • Ali Taygun,
  • Candan Sabuncu,
  • Rutkay Aziz,
  • Ahmet Gülhan seçilmişlerdi.

TİSAN, çalışmalarını aralıksız üç yıl sürdürdü.
12 Eylül 1980’den sonra bütün dernekler gibi o da kapatıldı.

TİSAN, Devlet ve Şehir Tiyatrosu oyuncularının sorunları ile, özel tiyatronun sorunlarına eğildi.

  • Şehir Tiyatrosu çalışanlarının erken emeklilik haklarını savundu, olumlu sonuç aldı.
  • TRT’de tiyatro sanatçılarının haklarını korudu,
  • Karaca Tiyatrosu’nun tekrar Sular idaresi yemekhaneliğinden tiyatroya dönüştürülmesi için çalıştı. Başarı sağlayamadı ama çok uğraştı.
  • Yasaklanan oyunlar için konferanslar, açıkoturumlar, basın toplantıları düzenledi.
  • Elli yılını doldurmuş sanatçılara emek ödülleri verdi.

Ancak yeni dernekler yasası ödenekli tiyatro oyuncularının üye olması yeniden açılamadı.
Çünkü TİSAN’in tek geliri oyuncu maaşlarından her ay kesilen  aidattı.

Bu arada 1969 yılında başlayıp bir iki yıl içinde kapanan bir “sendika” olayı yaşadı tiyatromuz.
Başkanlığını Erol Keskin’in üstlendiği TİSEN (Tiyatro oyuncuları Sendikası).

İşverenler acemi, işçiler acemiydi sendika konusunda. “İşçiler” dediğimiz oyuncular bizleri Koç Holding ya da Sabancı Holding sandılar, biz de onlara maden işçisi olmadıklarını anlatmaya çalıştık. İki grev, bir direniş ve fiyasko diye özetleyebiliriz sonucu. Toplu sözleşme masasını keşke video kasete almak mümkün olsaydı o gün, komik bir skeç kalmış olurdu elimizde hiç değilse.

Ve böylece günümüze kadar geldik.
Geriye bakınca, ister istemez, her dönemin politikasını biz tiyatrocuların ‘Dernek’ eylemlerinden izlemek mümkün.

Yıl, 1986. Özel tiyatro yeniden ’Dernek’ çatısı altında birleşmeye karar veriyor. Ve otuz özel tiyatro, bir bahar günü, aynı masanın çevresinde sıralanıp diyalog kurmaya çalışıyor. O masayı bize rahmetli Egemen Bostancı sağlamıştı. Lalezar Gazinosu’nun boş saatlerini bize tahsis ederek.

İki üç kez katıldım bu dernek kuruluş toplantılarına (Anılarımın devamını yazarken genişçe bir yer vereceğimi sanıyorum o günlere). Sevgili Zeki Alasya çok ateşli, umutlu konuşmalar yapıyordu. Meslektaşlarımdan bazısı otuz kişinin kurucu olmasını yanlış buluyor, yedi kişi yeter diyor. Kimisi otuz da ısrar ediyordu. Bu arada Zeki Alasya bir gün, geleneksel devlet yardımı konusu için Ankara’ya gitti. Dönüşünde, hiçbir şey belli etmemeye çalışan, fakat umutlarını hepten yitirmiş bir adam vardı karşımda. (Biz oyuncu kısmı, sahne dışında oynamaya pek tenezzül etmeyiz) normal insanlar tiyatrocuların hiçbiri tam normal değildir bence) günlük yaşamda daha iyi oynar. Velhasıl, zeki tüm çabalarına karşın iyi oynayamadı. Üzgündü, umutsuzdu, ama iyi sözler sıralamaya çalışıyordu.

Sonuç: Giderek toplantılar seyrekleşti, katılanlar azaldı, ve...

Sonrasını pek hatırlamıyorum. Daha önemli işlerimiz vardı hepimizin herhalde!

Sonra günlerden bir gün AÇT Çocuk Tiyatrosu’nun kurucusu Salih Kalyon ve ’86’dan beri derneğin kuruluş formalitesi ile uğraşan sanatçı dostu, arkadaşımız avukat Tayfun Akçay, TİYAP’in kuruluşunu gerçekleştirdiler. Bu iki insanın büyük emeği ile TİYAP pat diye kuruldu. Özel Tiyatro Yapımcıları Derneği. Kuruluş, 1988. Genelkurula Engin’in ve Salih Kalyon’un tüm ısrarlarına rağmen katılmadım. 1974 ve 1986’daki sonuçsuz çabalarım beni çok üzmüş meğer. Gitmediğim halde arkadaşlar yedek üye olarak yönetim kuruluna seçmişler beni.

TİYAP Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyor:

  • Yıldız Kenter (Başkan),
  • Salih Kalyon (Genel Sekreter),
  • Genco Erkal,
  • Hadi Caman ve
  • Engin Cezzar.

İlk toplantılara çağrılı olarak Ali Poyrazoğlu, Şükran Güngör ve ben katıldık. İyi ki gitmişim. Yukarda, her dönemin politikasını biz tiyatrocuların dernek eylemlerinden izlemek mümkün demiştim: Ne kadar hayır desek, ’Demokrasi’, bir ileri, iki geri ülkemize yerleşiyor galiba. Evet, iyi ki gitmişim. TİYAP’in, Türk özel tiyatrosuna, görevi olan hizmeti vereceğine artık inanıyorum. Ali Poyrazoğlu’nun “Derneğimizi bir panelle tanıtma” önerisi hemen benimsendi. (Panelle ilgili geniş bilgiyi derginizde okuyacaksınız.) Ancak, ben panelle ilgili bazı izlenimlerimi size kısaca anlatmak istiyorum. Konuşmacıların geniş bir yelpaze oluşturmasını istemiştik. İyi de düşünmüşüz.

Nitekim Sayın Tarık Buğra ve Sayın Uğur Mumcu’nun konuşmaları çok ilginçti.

Sayın Mumcu: “En yararlı özel teşebbüs özel tiyatrodur. Devlet özel teşebbüslere ne ölçüde destek oluyorsa, özel tiyatrolara da o ölçüde destek olmalıdır. Devletin kültür ve sanata bakisi kısıtlayıcı olmamalıdır” dedi.

Oysa Sayın Tarık Buğra, “Tiyatro bir ticarethanedir, hamburger dükkan ile tiyatronun farkı yoktur” deyiverdi.

Bir an için Sayın Tarık Buğra’nın fikrini kabul ettiğimizi düşünelim.
O zaman özel tiyatrolar ‘hamburgerci’, ödenekli tiyatrolar ‘muhallebici’ mi yani?
Devlet muhallebicileri destekleyecek, hamburgercileri de köstekleyecek anlaşılan.

Ülkemizde kurulduğu günden bu yana, ödenekli tiyatronun, kara geçtiği hiçbir yıl olmadığını biliyorum. Zaten doğrusu da budur. Oyuncusuna yüksek ödeyecek, seyircisine ucuz seyrettirecektir tiyatroyu, devlet. Bu görevidir. Ancak demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, özel tiyatronun da yanında olmak zorundadır. Bugüne kadar, zarar ettiği oyunlar olsa bile, özel tiyatrolar ayakta durmayı başarmıştır. Seyircisinin isteğidir onu besleyen, ayakta tutan. Salt seyircisinin aldığı biletle yaşar özel tiyatro. Oysa ödenekli tiyatrolar yalnızca bilet parasıyla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalsalar, yıllar öncesi perdelerini kapamak zorunda kalırlardı, bir daha açılmamacasına. Özel tiyatronun bu başarısı mucizedir aslında.

Devletin son yıllarda özel tiyatrolara yaptığı yardım göstermeliktir.
10 seçilmiş tiyatro arasında paylaştırılan 100 milyon, bir tek Devlet Tiyatrosu oyuncusunun bir yıllık net maaşıdır.

Ülkemizde enflasyon bu boyutlara ulaşmasa, özel tiyatro gene kendi yağıyla kavrulur, ilerde tarihe geçecek şerefli görevini sürdürürdü. Bugün devletin bizi var saymasını istiyoruz. Kendi adımızdan çok genç kuşak tiyatrocular adına, çünkü tiyatro, Cevat Çapan’ın dediği gibi, “Bize insan olduğumuzu duyuran bir sanattır. İnsan gerçeklerinin tartışıldığı, onurlu bir işlevi olan sanattır.” Bizde: son yıllarda insanı ürkütecek boyutlara ulaşan sanat ve kültür erozyonuna dur demek bizim de görevimiz diye düşünüyoruz. Yıl 1986, İstanbul’un nüfusu sekiz milyonu aşmışken en çok seyirci toplayan oyun Zeki ve Metin’in oynadığı “Beyoğlu Beyoğlu” müzikali oldu; iki yüz bin (200.000) kişi izledi oyunu. Sene 1959, İstanbul’un nüfusu iki milyon ve “Hamlet” piyesini tam yüz on bin (110.000) seyirci izlemiş o gün. Orantıya bakın, ne hazin bir tablo değil mi? Biz, bugünden dernek olarak amatör topluluklara imkân tanımak istiyoruz. Eskiden olduğu gibi seyircisiyle yetişen oyuncu guruplar oluşsun istiyoruz.

Kendi mirasçılarımıza olanaklar sağlamak görevimiz diyoruz. Devletin akılcı desteği ile ödenekli tiyatronun haksız rekabetini ortadan kaldırmak istiyoruz. Genç tiyatro yazarlarıyla işbirliği yapmak istiyoruz. Birleştiğimiz için sorunlarımıza ortak çözüm getireceğimizi biliyoruz. Kendimizi denetleyip tiyatronun genelde daha üstün bir seviyeye ulaşmasını sağlamak istiyoruz. Şimdi önemli olan, devletimizin bugünkü temsilcileri, bizi hangi gözle görüyorlar.

Onlar için özel tiyatro hamburgerci dükkânı mıdır, yoksa, bize insan olduğumuzu duyuran, onurlu, vazgeçilmez bir sanat mıdır?

İşte asıl mesele bu.



Gülriz Sururi | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________



Gölge etmesin, başka ihsan istemez

Türkiye’de tiyatronun tarihçesi özel tiyatrolarla başlıyor. Cumhuriyet öncesi dönemde, Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa denemesi dışındaki ilk kurumlaşma, Darülbedai ile gerçekleşiyor. Tarihsel belgeler ve o devirden günümüze kalmış kişilerin anıları, bu kuruluşta belirli bir “himaye” gereksinmesi olduğunu gösteriyor. Bunda tiyatro sanatçılarının çalışmalarını sürdürebilmeleri için parasal destek aramaları kadar, tanıklıkları bile kabul edilmeyen bir tür “haymatlos” tiyatrocu “taifesi“nin yari resmi bir şemsiyenin güvencesini araması da aynı ölçüde geçerli nedendir.

Cumhuriyet sonrası dönemde ise Darülbedai ya da Şehir Tiyatroları’nın yanına Devlet Tiyatrosu’nun katıldığını görüyoruz. Devlet Tiyatrosu’nun kuruluşu 1940’ları, Devlet Tiyatroları Yasası’nın çıkması ise 1949’u bulmakla birlikte, böyle bir tiyatro fikrinin daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında var olduğu gerçektir. Ancak, burada Cumhuriyet öncesi dönem ile sonrası dönem arasında önemli bir yaklaşım fark görülür. Birincisinde dediğimiz gibi “himaye” kavramı ağır basarken, ikincisinde “güdümlülük” ortaya çıkar.

Cumhuriyetin ilk yılında, tiyatronun kamu hizmeti olduğu ve kamu eliyle korunması, desteklenmesi öngörülüyor.
Hatta Milli Sahne’nin kurucusu Fikret Şadi’nin desteklenmesine öncelik tanıyan Türk Tiyatrosunu Himayet Cemiyeti kuruluyor.

1923-24 yılında kurulan bu dernekte;
  • Şükrü Saracoğlu,
  • eski Milli Eğitim Bakanı Vasıf Bey,
  • Salih Bozok,
  • Yunus Nadi,
  • Aka Gündüz,
  • Kılıç Ali,
  • Falih Rıfkı,
  • Ruşen Eşref gibi devrin ileri gelenleri, gazeteciler yer alıyor.

Dernek tüzüğünün 21. maddesinde şöyle deniyor:

Cemiyet evvel-ba-evvel temsil heyetlerinden (Bu heyet Milli Sahne) birisini himayesine alacak ve bunun inkişaf ve terakkisinde muktezi bütün maddi ve manevi muavenetleri temin edecektir. Saniyen, nüfusu kesif şehirlerden başlayarak peyderpey memleketin hemen her tarafında beledi teşkilatın muavenetiyle ihtiyaca göre tiyatro binaları tesisine çalışacaktır.”

Başka sorunlara öncelik tanınması, bu ilk girişimi uzun ömürlü kılmasa da, 1932’de halkevlerinin kurulması, salon sorununu büyük ölçüde çözümlüyor. Anadolu’da turne yapan tiyatrolara halkevlerinin yardım etmesi devlet tarafından sağlanıyor. Nitekim halkevleri 1950’de kapatıldığı zaman, 63 ilde 447 halkevi ve 4332 halkodası var. Bu tarihten 38 yıl sonra bugün, bütün Türkiye’de sadece 38 tiyatro salonu olduğunu düşünürsek, o dönemdeki çalışmanın olumluluğunu ve önemini daha iyi kavrarız.

Ne var ki, tiyatrolara destek sağlanması gibi bir olumlu yaklaşımın yanı sıra, belirli bir güdümlülük de ortaya çıkıyor. Yeni devletin korunması adına yakın geçmişle ilişki kurabilecek oyunların sansür edilmesi görüşüyle, örneğin Namık Kemal’in pek çok oyunu yasaklanıyor. Vatan yahut Silistre’den Padişahım Çok Yaşa”, “Yaşasın Osmanlılar gibi sözler çıkartılarak oynanıyor. Oyunlar İçişleri Bakanlığı Basın Genel Müdürlüğü tarafından okunduktan sonra sahnelenebiliyor. Bu genel müdürlükçe, “memleketimizin tanınmış yazıcılarına hazırlatılan ve ulusal tezlerimizi yığına anlatacak eserler” yayınlanıyor. Bu arada Kültür Bakanı Abidin Özmen, Devlet Tiyatro, Operet, Opera ve Temsil kolları kurulması için 1935’te Raşit Rıza’ya başvurmayı kararlaştırıyor. Bu konuda Reşat Nuri Güntekin’den bir rapor hazırlaması isteniyor ve kuruluş için dışardan uzman getirilmesi öngörülüyor. 1935 yılında Devlet Konservatuvarı’nın ilk adımı olarak Paul Hindemith’le sözleşme yapılırken, 1936’da da Carl Ebert ile tiyatro bölümü için anlaşma imzalanıyor. Görüldüğü gibi, Batı tarzı tiyatronun gerçekleştirilmesi, güdümlülük açısından yararlı bulunuyor. Kimbilir, belki de Muhsin Ertuğrul’un Batı tiyatrosunu aktarma görüşü, onun ’tek adam”lığını sağlamıştır, günahı ve sevabıyla...


EKONOMİK ABLUKA

Devlet Tiyatrosu bu yaklaşım içinde çerçevelenirken, özel tiyatrolar da kişisel çaba ve özverilerle ayakta tutunmaya çalışıyor. Ancak, bu tiyatrolar büyük kentlerde pek yaşatılmadığı gibi, 1950’den sonra halkevlerinin de kapatılmasıyla Anadolu turneleri de günden güne çıkmaza giriyor ve “tiyatro”dan çok “kumpanya” anlayışı içinde yürütülüyor. Özel tiyatroların pıtırak gibi çoğaldığı süreç, 1950’lerin sonlarında başlayan dönemdir. O dönemde vatandaşın yapısında bir değişiklik görülür. Söyleyeceği yeni şeyler olan, çeşitli nedensellikleri araştıran, kul olmaktan çıkıp birey ve vatandaş olma aşamasına gelen ve intikal dönemi kuşağın geride bırakan bir kuşak geliyor ülke sahnesine. Bu kuşak, 1961 Anayasası’nın göreceli özgürlük ortamında beyinsel üretime geçiyor. Sanatçısı ve seyircisiyle bütünleşen, ortak tınıları olan bir süreç başlıyor.

Özel tiyatrolar, amatör tiyatrolar, uluslararası tiyatro şenlikleri, çağdaş yazarların en son yapıtları, modern denemeler ve peşpeşe ürün veren yerli yazarlar. Acısıyla, tatlısıyla bir tiyatro şöleni. Bölge tiyatrolarına bile “merkeziyetçilik”, “güdümlülük” kırılacak diye yanaşmayan yönetimi hayli irkiltici bir dönem.

Ardından oyun yasaklamaları, oyuncu tutuklamalar, yazar soruşturmaları geliyor. Salon kirası denilen heyula, bir türlü vazgeçilemeyen belediye rüsumu, “sanat telifi” çerçevesine sokulmayan vergilerle ekonomik abluka biniyor özel tiyatroların omzuna. Özel tiyatrolar birer ikişer perde kapatmaya başlıyorlar. Ancak canını dişine takabilenler, ya da yaptıklarına pek “tiyatro” denemeyecek topluluklar kalıyor ayakta.

Sonra birden “devlet yardımısözü çıkıyor ortaya. Bu kavram gündeme ilk geldiğinde “ulûfe” diye tanımlamıştım da, iyi niyetli tiyatrocu dostlar tarizde bulunmuşlardı. Ne yazık ki uygulama beni haklı çıkarıyor. 14. Louis anayasasına benzer bir kurallar ve koşullar mecmuası içinde gerçekten “ulûfeleşiyor” olay. “Sana üç kese, sana bir kese, al sana dört kese” anlayışı olsa olsa “böl ve yönet”e götürür işin sonunu. Nitekim, rakip de olsalar yıllarca zorlukları birlikte göğüslemiş tiyatrolar arasında, kimi zaman örtülü, kimi zaman düpedüz suçlamalara varan çekişmeler, sürtüşmeler başlıyor.

Hem de ne adına? Toplam 70 milyon liranın üzerinde koparılıyor bu fırtına. Bu toplam yardım miktarından tiyatro başına düşen ulûfe ise 2.5-7 milyon arasında değişiyor. Yani, kendi tiyatrosuna 7 milyarlık bütçe ayıran devlet, özel tiyatroya, “Al sana yılda 7 milyon, benden babalık bu kadar” diyebiliyor rahatça. Ve bu parayı vermek için, “Şu, şu şu koşulları yerine getirmen gerek” de diyebiliyor. O devlet ki, kendi tiyatrosundaki memur sanatçılara, yıllarca hiç sahneye çıkmasalar bile, özel tiyatroya bir yılda verdiği “yardım” miktarının üstünde maaş ödüyor.

1960’larda herhangi bir yardım almadan ayakta kalmayı başarmış olan özel tiyatrolar, bunu yine yapabilirler. Yeter ki, düşüncenin, sanatın, kültürün üzerindeki baskılar kaldırılsın. Yeter ki, hayali ihracatçılara tanınan vergi iadesi, sanat üretenlere de sağlansın. Yeter ki, tiyatrolar yardım payının artırılması için değil, bu görece özgürlüğün sağlanması için mücadele vermeyi ve bütünleşmeyi başarabilsinler. Yeter ki, düşürülen gölge kalksın, gerçekten başka ihsan istemez...



Seçkin Cılızoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________



Özel tiyatroların özel yeri

Her sabah güneş yeniden doğduğunda, nasıl bir dünyada yaşadığınızı hiç düşünüyor musunuz? Nasıl bir dünyada, kimlerle, hangi sorunlara ya da çözümlere kollarınızı sıvayıp güne başlayacağınızı, akşamı nasıl edeceğinizi; akşam olunca, sular kararınca nasıl dinleneceğinizi, dinlenecek durumda değilseniz, bunun nedenlerini hiç düşünüyor musunuz? Düşünmek nedir, insanlar neden düşünür, neden düşünmez, düşünmek öğrenilir mi? Ya duymak, duyumsamak? Düşünceye karşı bir eylem midir duymak? Yoksa ikisinin dengeli bir karışımı mi bizi daha çok insanlaştırır, hayata, dünyaya daha iyi gören gözlerle bakmamızı sağlar...

Geçenlerde, özel tiyatroların işlevi ve sorunlarıyla ilgili bir açıkoturumda, konuşma sıramı beklerken bunları düşünüyordum. Yıllardır büyük bir heyecanla, tutkuyla, hayranlıkla, zaman zaman da öfke ve sıkıntıdan patlayarak seyrettiğim nice oyun, büyük bir renk ve ses zenginliğiyle belleğimde canlanıyordu. Benzer duyguları kitap okurken, müzik dinlerken, resimlere bakarken de duymuştum. Ama tiyatroda, bunların hepsinden öte, bir de yaşadığınızı başkalarıyla paylaşma güzelliği vardı. Birçok insanin bir anda sizin dostunuz olduğunu görmenin nerdeyse birlikte yaşamanın güzelliği. Ve ben bütün bu güzelliği, mutluluğu yıllardır kendi ülkemde seyrettiğim sayısız oyun yazarına, yönetmene, ama en çok da ödenekli ve özel tiyatroların özverili sanatçılarına borçluydum.

Konuşma sıram hızla yaklaşıyordu. Bense duyduğum bu gönül borcunun esrikliği içinde, bir yandan benden önceki konuşmacıları dinliyor, bir yandan da bu borcu ödeme konusunda ne yaptığımı, eğer benim gibi düşünenler varsa, onlarla el ele vererek neler yapılabileceğini soruyordum kendime. Sorunları dev boyutlara ulaşan bunalımlı bir dünyada yaşıyorduk. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma çabalarının çağdışı eylemlerle sindirildiği karanlık günlerde. İnsan haklarının, insan emeğinin, ekmek ve barınak sorunlarının öncelikle çözüme kavuşturulması gerekirken tiyatronun, hem de kimilerinin basit bir esnaflık saydığı özel tiyatroların sorunlarından söz etmek acaba bir lüks müydü?

Açık oturumu yöneten arkadaş sözü tam bana verecekken aklımın karıncalanmaması, dilimin dolaşmaması gerektiğini düşündüm. Gene düşündüm ki, dünyanın ve toplumumuzun sorunları ne olursa olsun, tiyatro da bu sorunları en etkili, en kapsamlı, en hızlı ve en aydınlatıcı bir dille gündeme getiren bir sanat, dolayısıyla da bir iletişim aracı olduğu için o sorunlardan soyutlanamaz. Tiyatro bu özellikleriyle bir çeşit özgür tartışma alanı olarak, ama ayni zamanda da baskı altındaki bazı istek ve özlemlerin arınmasını ve havalandırılmasını sağlayarak toplumun ruh sağlığını korur. Bu yüzden toplumdaki hastaneler ve okullar kadar önemlidir. Bu yüzden toplumdaki bütün kamu kuruluşlar gibi ülkenin genel gelişme ve kültür politikasında özel bir yer tutmalıdır. Bugün elli beş milyonluk Türkiye’de tiyatro salonlarının sayısı kırk aşmıyorsa, bu acıklı bir durumdur. Ama bu salonların yarısı Devlet Tiyatrosu’nun yönetimindeyse, bu sayı da devletin tiyatroya verdiği önemi yansıtıyorsa, buna ancak sevinmemiz gerekir. Hele bu ödenekļi tiyatrolar devletin desteğiyle ekonomik sorunlarını büyük ölçüde çözüme kavuşturmuşlarsa, bu sevincimiz daha da artar. Ama hemen hemen aynı sayıdaki özel tiyatroların, halka hizmet sunma konusunda ödenekli tiyatrolardan hiç de aşağı kalmadığı hatta zaman zaman bu hizmeti çok daha basarili bir biçimde yerine getirdikleri, buna karşılık büyüyen ekonomik güçlükler yüzünden perdelerini kapamak zorunda kaldıkları düşünülürse, sevincimiz kursağımızda kalır. Çünkü tiyatro konusunda unutulmaması gereken gerçeklerden biri de, ödenekli tiyatroların sanat için vazgeçilmez olduğu bilinen özgürlük havasından birtakım politik ve bürokratik nedenler yüzünden bir ölçüde de olsa yoksun kalmaları tehlikesi, özel tiyatroları bir seçenek durumuna getirdiğidir.

Ben bunları düşünürken, hatta dilimin döndüğünce dile getirirken zaman hızla ilerliyordu. Zamanın sınırlılığı içinde bir çözüm önermek gerekiyordu. Sahnedeki ve salondaki konuşmacılar çözümün ülkenin genel kültür ve sanat politikasını olumlu bir yönde etkileyecek bir kamuoyu oluşturmakta yattığında birleşiyordu. Ancak bu uzun erimli çözümdü ve demokratik bir toplum yaratma savaşımının vazgeçilmez bir parçasıydı. Oysa özel tiyatrolar hemen şimdi çözüme kavuşması gereken sorunlarla karşı karşıyaydılar. Kurdukları dernek (TİYAP) de bu sorunlara çözüm arayan bir örgütlenmenin ilk adımıydı. Yapılacak ilk işler arasında devletin özel tiyatrolara yaptığı para yardımının artırılması yanında devletten ve yerel yönetimlerden salon sağlanması, vergi bağışıklığı tanınması gibi istekler de dile getirildi.

Karamsarlığın yaygın olduğu şu günlerde özel tiyatro sanatçılarının düzenledikleri açıkoturum bütün güçlükleri gözardı etmeyen bir kararlılık ve dayanışma havası içinde küçük çapta bir kutlama törenine dönüştü. Salondan sonra fuayeye taşan bu kutlama havası içinden yeni tasarıların, dayanma yöntemlerinin nasıl oluşturulacağı konuşuluyordu her köşede. Kulisten kalabalığa yönelen bir oyuncu “mahzun yüzlü şövalye“nin “Dağlarda menekşeler kayaları kıracak” sözlerini mırıldanıyordu kendi kendine.



Cevat Çapan | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________


Devlet - tiyatro ilişkilerinin öteki yüzü
Yasaklamalar, soruşturmalar, baskılar

Metin And, “Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu” adlı kitabında (1983, İş Bankası Kültür Yayınları) tiyatroya yönelik baskılardan örnekler veriyor ve yasaklamaların büyük bir bölümünün Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun 8. maddesine dayanılarak gerçekleştirildiğini belirtiyor.

Aşağıda Metin And’ın kitabinin 8. maddeyi ve baskıları içeren bölümünün bir özetini sunuyoruz:

“Aşağıda yazılı:
A - Kumar oynanan umumi veya umuma açık yerleri,
B - Uyuşturucu maddeler kullanılan yerleri,
C - Mevcut hükümlere aykırı hareketleri görülen umumi evler, birleşme yerleri ve tek başına fuhuş yapanların evlerini,
D - Ahlaka ve umumi terbiyeye uygun olmayan veya devletin emniyet ve siyasetine mazarratı dokunacak oyun oynatılan veya temsil verilen yerleri, polis kat-i deliller elde ettiği takdirde o yerin en büyük mülkiye amirinin emriyle kapatılabilir.

Kapatmayı mucip sebepler suç teşkil ettiği takdirde, tahkikat evrakı derhal Adliye’ye verilir.
Mahkemeden aksine bir karar verilinceye kadar bu kapatma en çok üç ay devam edebilir.”

8. maddenin D fıkrasındaki oyun oynatılan veya “temsil verilen” sözlerinden ilk bakışta tiyatro anlaşılırsa da, maddenin öteki fıkralarında “fuhuş”, “kumar”, “uyuşturucu madde”, “umumi evler” ilintisini kuramadığımız gibi, 1961 Anayasamızın 20. ve 21. maddesi ile de ters düşmektedir.

Oysa aşağıda göreceğimiz örneklerden anlaşılabileceği gibi çoğunlukla bu maddeye dayanılarak tiyatro üzerinde çeşitli baskılar,
yasaklamalar yapılmıştır.

  • 1968’de Halk Oyuncuları’nın oynadığı “Devri Süleyman” İstanbul ve Ankara valiliklerince yasaklandı. Topluluk Danıştay’a başvurup, oyunun adını “Devri Küheylan”a çevirdi ve İstanbul’a Aksaray Tiyatrosu’na getirdi. (Oyun için savcı takipsizlik kararı vermişti.) Sonuç: O gece Aksaray Tiyatrosu yandı...
  • Aynı topluluk 1969’da Erol Toy’un “Pir Sultan Abdal” oyununu sunuyordu. Elazığ Valiliği oyuna izin vermedi. Topluluk Tunceli’ye geçti. Valilik sözlü olarak oyunu yasakladı. Resmi yazı istenince, avukat gözaltına alındı, oyunun oynanmasını isteyenler gözaltına alındı, halk ayaklandı. Sonuç: İki kişi öldü, 11 kişi yaralandı, 80 kişi gözaltına alındı.

  • 1964’de Muammer Karaca’nın “Senatür” adlı oyununa, İzmit’te İsmet İnönü ve hükümeti küçük düşürdüğü gerekçesiyle,
  • aynı yıl, aynı yerde İzmit Bölge Tiyatrosu’nun Oktay Arayıcı’nın “Kondulu Hayriye” oyununa izin verilmedi.

  • 1965’de Adana Şehir Tiyatrosu’nun oynadığı Musahipzade Celal’in “Kafes Arkasında”sı, Konya Vaizi’nin ve imamhatip okullu öğrencilerin baskılarıyla kaldırıldı.

  • 1966’da Sivas, Kayseri, Tokat illeri imamhatip okulu öğrencilerinin oynadıkları “Hz. Ömer’in Adaleti” oyunu şeriatçılık yaptığı gerekçesiyle savcılıkça durduruldu.

  • 1966’da Haldun Taner’in İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanan “Eşeğin Gölgesi” oyununa, sınıflar arasında kin yarattığı gerekçesiyle 6. Sulh Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.

  • 1966’da Ulvi Uraz Topluluğu’nca oynanan Refik Erduran’ın “Kartal Tekmesi” oyununa savcılık soruşturma açtı.

  • 1967’de Samsun’da Gen-Ar Topluluğu’nun oynamak istediği Nazım Hikmet’in “Yolcu” adlı eserinin gösterimine Samsun Valiliği izin vermedi.

  • 1968’de Meydan Sahnesi’nin oynadığı Musahipzade Celâl’in Mum Söndü’sü için Alevi ve Bektaşi vatandaşları küçük düşürdüğü, onlara iftirada bulunduğu gerekçesiyle dâvâ açıldı.
  • Aynı yıl, Ankara Basın Savcılığı “Sultan Abdülhamid” adlı oyun için soruşturma açtı.

  • 1970’de Avni Dilligil’in yazıp sahneye koyduğu “Bilâli Habeşi” adlı oyunun oynanmasına Kayseri Valiliği izin vermedi.
  • Yine 1970 yılında Gülriz Sururi - Engin Cezzar Topluluğu’nun oynadığı ve ünlü zenci yazar James Baldwin’in sahneye koyduğu “Düşenin Dostu” adlı oyun, “Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu”na dayanılarak Ahlak ve edebe aykırı görüldüğü” gerekçesiyle yasaklandı.
Ödenekli tiyatroların da öz sıkı denetimi öngörülmektedir:

  1. Devlet Tiyatrosu’nda Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü“nün provalarının çok ilerlediği bir aşamada kaldırılması...

  1. 1966’da Kültür Müsteşarı Adnan Ötügen’in Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıyla bütün yerli ve çeviri oyunların metinlerinin taranıp öz Türkçe kelimelerin atılmasını, yoksa bu oyunların oynatılmayacağını belirtmesi...

  • 1974 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu kapatıldı. “Jan Dark Olayı” adlı oyun yasaklandı. Tiyatro, adını Ankara Tiyatrosu’na (AT) çevirdi. ilginç olan sıkıyönetimce yasaklanan “Ana” adlı oyun daha sonra gene sıkıyönetimce kovuşturmaya gerek olmadığı kararı alınmasına karşın Ankara Valiliği tiyatroyu kapattı. Bu yasaklamalar birbirini kovaladı.

  • 1975 yılında Mehmet Türkkan’ın “Bu oyun oynanmamalı” adlı oyunu gerek Balıkesir ve Diyarbakır valiliklerince, gerek İstanbul’da Şişli Kaymakamlığı’nca yasaklandı.
  • Aynı yıl AST’ın da birçok kentte gösterimleri yasaklandı.

  • 1975’te gençler arasında çok başarılı olan Liselerarası Tiyatro Şenliği’ne izin verilmedi.
  • Aynı yılın Kasım ayında Adalet Bakanlığı tuluat yapılmasını engelleyen bir genelge yayınladı.

  • 1975’te DAST Topluluğu’nun oynadığı “Vatandaş Hamdi Abdülhamit ve Süleyman’a Karşı” ve “Halkın Gücü” adlı oyunlar Adana Valiliği’nce yasaklandı.

  • 1976 yılında Dostlar Tiyatrosu’nun oynadığı Haşmet Zeybek’in “Alpagut Olayı”, Düzce Kaymakamlığı’nca yasaklandı. Topluluk Adapazarı’na sokulmadı.
  • AST’ın oynadığı “Ana”, Trabzon’da engellendi.

  • 1976’da Güçbirliği Sahnesi’nin oynadığı “Sahipsizler”, Kırklareli Valiliği’nce yasaklandı.
  • Aynı yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanan Vedat Türkali’nin “Bu Ölü Kalkacak” adlı oyunu için Üsküdar Savcılığı’nca kovuşturma açıldı.
  • Devlet Tiyatrosu’nun sunacağı Vedat Nedim Tör’ün “Sahte Kahramanlar”, oyunun başlamasına iki gün kala Kültür Bakanı Rıfkı Danışman’ca, gerekçe gösterilmeden kaldırıldı.

  • 1977’de yıllardır bir taşra tiyatrosu olarak başarılı çalışmaları görülen Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu, Ümit Denizer’in yazdığı “Ferhat ile Şirin”i oynarken kapatıldı.
  • Erkan Yücel’in yönetimindeki Halk Tiyatrosu’nun (eski adıyla DAST) oynadığı “Toprak” ve “Halkın Gücü” çeşitli il ve ilçelerde yasaklandı.

  • 1977’de Dostlar Tiyatrosu’nun oynadığı “Sabotaj Oyunu” Çanakkale’de, Eskişehir’de, Fethiye’de, “Bitmeyen Kavga” İzmit’te (iki kez) ve Eskişehir’de yasaklandı.

  • 1977’de AST’ın oynadığı “Aladağlı Mıho” ile “804 İşçi”ye Lüleburgaz’da, Çorlu’da, Çanakkale’de, Balıkesir’de, Akhisar’da, Salihli’de, Söke’de, Acıpayam’da izin verilmedi.

  • 1978’de Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışı için Kent Oyuncuları, AST ve Dostlar Tiyatrosu’na programda yer verildi. Bakanlık, AST’ın “Komün Günleri”ni oynamasına izin vermeyince, öteki iki topluluk da protesto amacıyla programdan çekildi.

  • 1979’da Dostlar Tiyatrosu’nun “Brecht-Kabare” ile “İnsan Manzaraları” oyunları yasaklandı.

  • 1980’de Kültür Bakanlığı İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Rumelihisarı’nda oynayacağı “Tırpan”a izin vermedi.

1980-1981 mevsiminde İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan birçok oyun gösterimden kaldırıldı.
Bunlar arasında “Monserrat”, “Antigone”,Kanlı Nigâr”, Necati Dumanlı’nın “Şafak Karakolu” adlı oyunları da vardı.

  • 1981’de Dostlar Tiyatrosu’nda Genco Erkal’ın sunduğu “Her Gün Yeni Baştan” gösterimi için daha önce Beyoğlu Savcılığı’nın takipsizlik kararı verdiği oyun yasaklandı.

  • 1981’de Recep Bilginer’in yazdığı “Ben Kimim?” adlı oyun için devlet güvenlik kuvvetlerini tahkir ettiği gerekçesiyle Erzincan Askeri Savcılığı’nca kovuşturma açıldı, suç bulunmadığına karar verildi.

  • Gene 1981 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda otuzun üstünde sanatçının görevine son verildi.

Bu verilen örnekler içinde ilginç olan, aynı ülkenin bir yerinde oynanabilen bir oyunun, başka bir yerinde yasaklanmasıydı.
Özellikle yerel yöneticilerin kişisel yorumlarıyla oluşturulan bu yasaklamalar bir keyfilik eğilimi göstermektedir.

Olağanüstü durumlarda kamu yararına bir önlem olarak yorumlanabilecek bu uygulamaların olağanüstü dönemlerin de dışında olması düşündürücüdür.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 193 - 1 Haziran 1988