1953 yılında birkaç arkadaşımla birlikte Türkiye Halk Oyunları Bayramı’nı düzenliyordum. Türkiye’yi bölge bölge dolaşarak İstanbul’daki bayrama katılacak halk oyunları takımlarını seçmekti işim. Böyle bir bayram Türkiye’de ilk olaraktan yapılıyordu. Ben, takımları kendim seçmektense oranın halkına bırakmayı yeğledim. Kendi takimini o bölgenin halkı seçsin istiyordum. Mersin ili de kendi takımı olaraktan Silifke ilçesinin takımını seçip İstanbul’a gönderdi.
Oyuncular ortaya kendi bölgelerinin kılıklarıyla çıkıyorlardı. Anadoluda aşağı yukarı her bölgenin kendine has bir kılığı vardır. Bölgeler az da olsa bu kılıklarını daha koruyorlar. Kimi bölgelerin kılıklar, ta eskilere kadar gidiyor. Örneğin Maraşlıların kılıkları Hitit heykellerindeki kılıklara çok benziyor. Kırmızı postalları bir Hitit heykelinin ayağından alınmış sanki. Başlıklar da öyle. Silifkelilerin de kılıkları böylesi eski kılıklardan.
Silifke takımı ortaya çıkar çıkmaz, daha oyun başlamadan, çok uzaklara, yükseklere. göklere çıkan, uzanan bir türkü doldurdu ortalığı. Sanki baş oyuncu dağın ta doruğundaki bir arkadaşına sesleniyordu. Bozulmamış, yüzyılların olgunlaştırdığı, işlediği bir ses. Sesin arkasından sazlar başladı ve takımdaki oyuncular keklik gibi öterek sekmeye başladılar. Bir yandan keklik gibi sekerek, halka yaparak dönüyorlar, bir yandan da türkülerini keklik sesinin ritmine uyduruyorlardı. Belki on beş, yirmi dakika. ölçülü biçili, ne birazcık fazla, ne şu kadarcık az, yerli yerince bir oyun çıkardılar. Oyun birdenbire bitti ve sonunda gene o dağın doruğuna söylenen türkü duyuldu. Anadoluda böyle temsili birçok oyun vardır ve kökleri çok eski ayinlere dayanır. Kültür tarihiyle uğraşmış bir göz bu oyunların kökenini kolaylıkla bulabilir. Biliyoruz ki Silifke keklik oyununun da temeli çok eskidir. Keklik ayininin buradan kalkıp Girit’e gittiğini de biliyoruz. Tarihçiler, mitolojiyle uğraşanlar Anadolu’da bir ayinin olduğunu oradan Girit’e, Girit’ten de dünyanın değişik bölgelerine yayıldığını, İngiltere’deki. İrlanda’daki, İskandinavya’daki labirentlerin Girit’ten çıkıp oralara gittiğini de saptamışlardır.
1954 yılının Mayıs ayında da bir dizi röportaj yapmak için çıktığım Doğu Anadolu’da, Siirt ilinde kökü çok eskilerde olan bir gelenekle karşılaştım. Bir geceydi, gördüm ki şehrin sokaklarında, caddelerinde, alanlarında, toprak damların üstlerinde top top ateşler yanıyor. Bunun ne olduğunu sordum. Hıdırellez, dediler. Bu gece biri batıdan, biri de doğudan gelen iki yıldız gökte birleşecekti. Bu göğün ortasında birleşen yıldızları kim görürse, o anda da içinde tuttuğu dileğini söylerse, istediği olacak, dileğine mutlaka kavuşacaktı. O gece şehrin bütün halkıyla sabaha kadar gözlerimiz gökte, çakışacak yıldızları bekledik. Yıldızların gökte birleştiği an, eski dünya toptan ölüyor, yeni dünya uyanıyor, var oluyordu. O varoluşla birlikte de insan bütün dileklerine kavuşuyordu. Böyle bir geleneğin Toroslarda da yaşadığını biliyordum. Orada yıldızları değil de, beş Mayısı altı Mayısa bağlayan gece, suları bekliyorlardı. Akarsular, pınarlar, dereler, çeşmeler ne zaman birdenbire akmalarını durdururlarsa işte tam bu anda kim bir dilekte bulunursa dileği yerine gelecekti. Bu suların durduğu anda karaların evliyası İlyas’la, denizlerin evliyası Hızır buluşacaklardı.Onların buluştukları anda da ölen dünya yeniden, taptaze doğacaktı. Ve bahar uyanacaktı. Eğer dünya ölüp de dirilmeseydi, yani gökyüzünde yıldızlar çakışıp akarsular durmasa, durup da yeniden başlamasaydı. dünya bitmiş olacaktı. Bugün bu gelenekler Asya’nın birçok ülkesinde, Akdeniz kıyılarında yaşıyor. Hitit yazıtlarında da böyle bir bahar efsanesini buluyoruz. Dünyanın ölüp, her baharda da yeni doğduğu inancı buna benzer, ya da daha uzak biçimde bütün dünyada vardır.
Boğa kültünün de Toroslardan çıkarak Suriye’ye, Mezopotamya’ya, Mısır’a, ordan da dünyanın başka yerlerine yayıldığını son arkeolojik kazılar gösteriyor. Bugün insanlığın kültür birliğini tanıklamak için elimizde birçok gösterge var. Araştırmalar genişleyip derinleştikçe bu birliğin ne kadar köklü olduğunu şaşkinlik içinde göreceğiz. Özellikle Akdeniz kültür bölgesinin bütünlüğünü daha iyi, açık bir biçimde anlayacağız. Ve kültürlerin birbirlerini etkilemelerinin insanlığımızı yaptığının bilincinde birleşeceğiz. Akdeniz kültür bütünlüğü derken gerçek dışı bir şey söylediğimi hiç sanmıyorum. Sümer, Mısır, Grek, Hitit kültürlerindeki müştereklik bugün kabul ettiğimiz bir olgudur. Sümer’de bulduğumuz boğa. Urartu’da. Hitit’te, Mısır’da bulduğumuz boğanın tıpkısıdır. İşlevleri de aynıdır. Aynı kökenden kaynaklanıyor bütün boğalar.
DÜNYADAKİ bu kültür bütünlüğü, Akdeniz’deki bu kültür birleşimi nereden geliyor? Aynı iklim, aynı ekonomik koşullar bu birleşikliği yapıyor, diyebiliriz. Bu düşünce bugün yadsınacak bir düşünce değil. Ama insanlığın müşterekliğinde başka şeyleri de aramamız gerekiyor. Yeni bulgular, bize tarih boyunca insanların büyük bir iletişim içinde olduğunu da gösteriyor. Gene öğrenmiş bulunuyoruz ki, insanlardaki ulaşım ve iletişim bizim sandığımızdan da daha geniş çaplı olmuştur. Dünya her zaman insanların müşterek evi olmuştur. Burada doğan bir olgu bir süre sonra bütün dünyayı her zaman dolaşıp sarabilmiştir. Boğa kültü, doğanın ölüp yeniden dirilme inancı dünyanın en uzak en kuytu köşelerinde karşımıza çıkan kültür olgularıdır. Daha böyle yüzlerce kültür olgusunu dünyanın birçok yerinde bulabiliriz. İnsan kültürünün kökenleri, müşterekliği üstüne araştırmalar çoğaldıkça birçok ters inançların birer birer yıkıldığını da göreceğiz. İnsanlığın ve kültürün sandığımız kadar sınırları olmadığını bir iyice anladığımızda da düşünce temellerimizde kökten bir sarsıntı olacaktır. İşte o zaman üstün kültürler olduğunu kabul edemeyeceğiz. Yukarda da söylediğim gibi kültür bölgeleri var, kültür renkleri de var, kültür ayrıcalığı, kültür üstünlüğü yok. Mısır uygarlığının kökeninde Sümer’i bulduğumuz gibi, Grek kültürünün kökeninde de Hitit’i, Asur’u, Urartu’yu, öteki Asya bölgelerinin kültürlerini bulmamız olasıdır. Öyle sanıyorum ki, Amerika’daki kültürde de Asya kültürlerinin etkilerini her zaman bulabiliriz. Kültür bölgelerine çok dikkat etmemiz gerekiyor.
Bugünkü Avrupa uygarlığının temelini oluşturan Akdeniz kültürü bölgesi üstünde insanlığın önemle durması gerekiyor. Bu bölgede tarih boyunca niçin bir kültür patlaması olmuştur, bunu derinlemesine araştırmak bize sanıldığından da çok şey kazandırır. Akdenizin coğrafyası, iklimi üstünde durmak araştırmalarımızda bize çok şey kazandıracak. İlk tarımın, ilk yerleşmelerin, ilk uygarlıkların burada doğması bu bölge üstünde epeyce düşünmemizi gerektiriyor. Yumuşak bir iklim, büyük küçük birçok akarsuyun getirerek yarattığı bir toprak, sonra ulaşımı, iletişimi kolaylaştıran deniz... Bu topraklar Asya’nın, Afrika’nın insanlarını kendine çekmiştir. Avcılıkta insanoğlu avları ardında Akdeniz’e gelmişler, aylarıyla birlikte, bir bölüklerini bu verimli yerlerde bırakarak geriye dönmüşlerdir. İnsanlar yer değiştirirlerken doğaldır ki belki de son durakları Akdeniz olmuştur. Dünyanın başka bölgelerinde hayvancılık başladıktan, otlaklar kurutulduktan sonra, göçler başladığında da insanları gene verimli, yumuşak Akdeniz kendine çekmiştir. Akdeniz, nüfus artışı göçlerinin de durağı olmuştur. Ve durmadan insanlar büyük akarsular gibi Akdeniz’e akmışlardır. Akdeniz’deki insan karmaşıklığı, bu bölgenin nüfusunun her zaman öbür bölgelerden daha çok oluşu, nüfus taşmalarında insanlığı Akdenizin çektiği düşüncesini bizde güçlendiriyor. Tarih boyunca bu bölgeye akan insanlar kendi kültürlerini de elbette birlikte taşımışlardır. Bir Hitit tanrısının kökeninde bir Hint tanrısını bulursak şaşmamalıyız. Mısır’da da zenciyi bulmak olasıdır. Kültürler, belki de bütün dünya kültürleri Akdeniz’de düğümlenmiş, burada birbirlerini etkileyip geliştirmiş, kültürler daha gelişmek, kişiliklerini bulmak olanağını bulmuşlardır. Avrupa uygarlığının temelini bu kültüre dayaması, yani insanlığın bir kültür birleşiminin bir sonucu olması doğaldır.
Ülkeler sınırlanınca kültürleri de sınırlamaya kalktı günümüzün insanları, üstün kültür, üstün insan bu yanılmadan doğdu. Kültürlerin temelinde bütün insanlık kültürünün olduğunu akıl edemedik. Dünyada birbirini etkilememiş sanırım ki hiç bir kültür yoktur. Kültürlerin sağlıklı gelişmesi birbirlerini etkilemeyle, birbirlerini aşılamayla olmuştur. Başka kültürlerden aşılanmayan kültürler ergeç sonunda cılızlaşmışlardır. Akdeniz’de kültürlerin gelişmesi, Avrupa uygarlığını yaratması burada dünya kültürlerinin birbirlerini aşılamaları olanağı bulmalarından doğmuştur. Birçok kültürün bir araya gelmesi olanağı, Akdeniz’de iletişim kolaylığı dünyamızı bugünkü haline getirmiştir. Gene tekrar etmek zorundayım, kültürlerin birbirlerini aşılamaları, etkilemeleri bittiği gün kültürler de suyu kesilmiş tarlalar gibi yavaş yavaş güçlerini, renklerini yitirmeye yüz tutarlar.
Çağımızda birtakım güçler, insanlar, ulusal sınırlar olduğu gibi kültür sınırları da var sayıyorlar, en azından kültürlerin de sınırlandığına, ya da sınırlanabileceğine inanıyorlar. Elbette, yukardan beri söylediğimiz gibi bölge kültür özellikleri, kişilikleri, ulusal kültür özellikleri, kişilikleri var. Dün kültür sınırları, kapalı kültür bölgeleri olmadığı gibi, ne kadar gayret edilirse edilsin, bugün de olmayacaktır. Olmamalıdır. Kimi batılı yazarların, düşünürlerin endişelerine de katılmamak olanaksız. Diyorlar ki, Avrupa kültürü yavaş yavaş bir kısır döngü içerisine giriyor, yaratıcılığını yitiriyor. Buna da türlü sebepler buluyorlar. Sebeplerden birisi de az gelişmiş, ya da gelişmekte olan ülkelerin kültürlerinden, kültür geleneklerinden artık bugün Avrupa’nın faydalanamadığıdır. Az gelişmiş ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerinin kültürlerini taklit ettikleri bir gerçek. Bu taklit olayına örnek olarak kendi ülkemi göstermek isterim. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğunun sonunda, onun bir kalıtımcısı olarak doğmuştur. Osmanlı imparatorluğunun kültür temeli Arap ve Pers kültürüne dayanmıştır. Bu temelde Bizans'ın varlığını da yadsıyamayız. Osmanlı kültürü kendine has bir kültürdü. Ama son iki yüzyılda Avrupa kültürüne dönüş çabası bizi tam bir batı kültürü taklitçisi yaptı. Bu, kültürlerin birbirlerini etkilemelerinden, aşılamalarından başka bir şeydi. Kültürlerin birbirlerinden faydalanmaları, birbirlerinden aşı almaları kültürlerin oluşmasına, kişiliklerinin sağlamlaşmasına yarıyordu. Ama taklit, kültürlerin yaratıcılığını yok ediyordu. Kendi kültürünü hiçe sayan, aşağı gören, varsa da yoksa da batı kültürü diyen insanlara, batı kültürü maymun olma olanağından başka olanak tanıyamazdı. Onun için bizde kişiliği olan, yaratıcı, çok az düşünce ve sanat adamı çıkabildi. Cumhuriyetten sonra kendi kültür kökenimize bir dönüş oldu, Osmanlı kültürüne değil de, halkın kültürüne döndük. 13. yüzyılda yaşamış büyük şairimiz Yunus Emre’nin, 16. yüzyılın büyük başkaldırı şairi Pir Sultan Abdal’ın, gene büyük bir ayaklanmanın şairi Dadaloğlu’nun, halkın öbür sanat ürünlerinin, renkli, sağlam kültürlerinin yeni farkına vardık. Bu yaşayan kültürü daha yeni yeni kendimize ana kaynak yapıyoruz. Böyle bir kaynaktan gelişen kültürler, çağımız kültüründe yeni renkler olacaklar, dünya kültürünü de etkileyeceklerdir.
Bizim ülkemizden buna en büyük örnek Nazım Hikmet’tir. O, Osmanlı, batı kültüründen gelen bir ailenin çocuğudur. Ama büyük şiirini halk kültürümüzün kaynaklarından aşılanarak yarattı ve yeni Türk edebiyatının babası, Yunus Emre’den, Pir Sultan Abdal’dan, Dadaloğlu’ndan gelen büyük Türk halk şiirinin son halkası oldu. Çağımız şiirinde Nazım Hikmet yeni bir sestir. Bu yeni sesin elbette dünya şiirine bir katkısı olacaktır. Eğer az gelişmiş ülkelerin her birisi bir Nazım Hikmet vermiş olsalardı, batı kültür dünyasındaki “kısır döngü” endişelerine bir gerek kalmazdı.
Akdeniz Birliği düşüncesini ortaya atanların başında gelen François Mitterrand ve arkadaşlarına bu birliğin sağlanması ve bunun sürüp gitmesi için batılılar ve doğulular, özellikle tekmil Akdenizliler elimizden gelen her yardımı yapmalıyız. Akdeniz diyaloğu geliştirildiğinde göreceğiz ki Akdeniz yöresindeki birçok bölgede etkilenmeye, aşılanmaya, yaratmaya, dahası etkilemeye hazır, on binlerce yıldır müşterek kökenli bir kültürün tazeliğini koruduğuna tanık olacağız. Akdeniz’deki kültür etkileşimi daha da çok halklardan halklara olmuştur. İnsanlığımızın bu temel zenginliğine, halklardan halklara kültür alışverişine geçebilmek olanağımız bugün her zamandan daha kolaydır.
Yaşar Kemal | sanat olayı - Sayı: 7 - Temmuz 1981