“Lumbozdan baktığımda, otelin altıncı katında olduğu gibi, Kazan İstasyonu’nda Asyalıların gebe kadınları ile, Omsk İstasyonu’nda örtülere sarılı olarak Haydarpaşa’da kamp kurduklarını görüyorum...” (●)
“İstanbul’la ilgili ilk anım çok uzaklara, çocukluğuma dayanıyor, o zamanlar dedem, Dresden’de yapılan İstanbul adlı sigarayı içerdi, şark tütününden, sigaranın kutusu çinkodandı, üzerinde de altın sarısından İstanbul’un silueti, camiler vardı. Bu siluet çok zaman rüyalarıma girmiştir çocukken. Müthiş bir şey bu kubbeler ve minareler, nefis, ne kadar büyülü.”
11 Mart Cuma günü yaptığımız konuşmadan sonra gidip Liman Lokantası’nda nefis yemekler yiyoruz, dil balığı şişte, baklava, Türk kahvesi... Hava o kadar güzel ki, sanki yaz gelmiş... Ne yapalım... Vapura binip Haydarpaşa’ya gidelim mi?
“C’est une bonne idée” ... “Oui, c’est une trés bonne idée!”
Vapura binip Haydarpaşa’ya geçiyoruz.
Garın önündeki merdivenlere koşup birden yere uzanıp yatıveriyor, bu benim fotoğraf çekebilmem için verilmiş bir poz...
Sonra trenleri seyrediyoruz.
Bu iki gün son derece yoğun geçti, gecenin geç saatlerine kadar konuştuk, ne kadar da çok şey birikmiş anlatacak.
Üç yıl oluyor son görüştüğümüzden bu yana, o ise bu iki günü bana veda ederken şöyle yorumluyor: “Belki de kısa kalışım daha iyi oldu. Her şey bir düş gibiydi, gidince, gerçekten oraya gittim mi, yoksa bu yaşadığım nefis macerayı düşümde mi gördüm, diye düşüneceğim, biliyorsun insanın düşler görebilmesi fantezisinin uzaklara, çok uzaklara gidebilmesi ne kadar büyük bir mutluluktur.”
Aslında ben böyle dostlarımla bir gazeteci gibi oturup konuşmayı, sorular sorup onların cevabını almayı, fotoğraf çekmeyi kendi açımdan çok ama çok sıkılarak yapıyorum. Birdenbire, insan çok iyi tanıdığı bir dostunun karşısına röportajcı olarak çıkamıyor, onun için buraya yazdıklarım bu uzun sohbet ve konuşmaların bir bölümünün aktarılmasıdır. Fotoğraf çekmeyi ise zorla da olsa becerebildim yüzümü kızartarak...
Evet Hans Magnus Enzensberger bir fırtına gibi geçti İstanbul’dan, onu dinlemeye gelenleri sevindirerek. Herkesin dikkatini çeken noktalardan biri de kendi şiirlerini olağanüstü bir okuma biçimi ile sunması oldu. Şiirler tüm canlılığı ile yaşandı, gözümüzün önünde resimler olarak belirdiler... 53 yaşında olmasına rağmen, Genco’nun terimiyle, “Hâlâ onsekizinde bir delikanlı” Magnus. Hareketli, çevik, yüzünde hiçbir buruşuk yok, nefis kahkahalar atıyor gülünecek bir şey duyduğu zaman.
“Edebiyatta düşüncenin ardında bir düşünce daha olması, onun ardında gene bir düşünce olması iyidir. İnsan onuncu sayfada yazdığı bir düşüncenin tam karşıtını kırkıncı sayfada getirebilir, yani bir antitez getirebilir, bir rizikoya girer insan, oyunun sonunun nasıl biteceği hiçbir zaman belli değildir. Böyle olmazsa edebiyat bir plastik masaya benzer, dümdüz olur, oysa bir tahta masaya benzemesi gerekir, tahtanın altında başka damarlar, başka biçimde görünümler vardır, tahtanın derinine indikçe insan başka biçimlere rastlar.”
“Üçüncü dünya demek herkesin rahatına geliyor. Nedir üçüncü dünya, ya da birinci dünya ya da ikinci dünya? Saçma... “Üçüncü Dünya” diye adlandırılan ülkelerin çoğunun edebiyatı henüz sözlü edebiyat, bu gelenek ağır basıyor, çeşitli etkenlerden ötürü. Ama yazıya dökülmüş edebiyattan söz edersek bugün Latin Amerika edebiyatı bizleri şaşırtıcı biçimde, fantezi dolu büyük bir edebiyat olarak karşımzda duruyor. Avrupa edebiyatı geride kalmıştır, özellikle roman söz konusu olduğunda... Ama ‘Tayland edebiyatı nasıldır?’ diye sorulursa... Bilmiyoruz. Sürprizler çıkacaktır. Son zamanlarda müthiş bir roman okudum Hintli bir yazardan. Ama İngilizce olarak yazmıştı, bize ulaştı. Türkiye ise çok çeşitli dünyalara sahiptir. Bir Türk romanının Almanya’ya kadar ulaşabilmesi çok uzun sürmektedir. Çevirilerin yapılabilmesi, basılması, uzun bir süreç... Benim iyi tanıdığım Türk yazarlarının çoğu şimdi hayatta değil... Nazım, Orhan Veli, ama bazı rastlantılar oluyor, örneğin Tezer Kıral bana son romanının metnini verdi, iyi Almanca bilir, Almanca olarak yazmış, bu romanı büyük zevkle okudum, çok beğendim. İşte böyle rastlantılarla ancak ulaşabiliyoruz edebiyatınıza, onun için, az şey biliyoruz, bir hüküm veremeyiz...”
“Türkiye’de bir Türk aydını olmak Almanya’da bir Alman aydını olmaktan daha güç bir durumdur. Bunun ayrıntılarını burada açıklamama gerek yok, herkes biliyor. Ama öte yandan bir Türk aydını bizim aydınlarımızdan daha avantajlıdır, çünkü daha önemlidir. Bizim toplumumuz gibi birçok şeyi bitirmiş bir toplum değildir burası, oluşmakta olan bir toplumdur. Biz bir kutunun içine konmuşuz, üretimi tamamlanmış bir eşya gibi... Burada ise, üretilecek çok şey vardır daha. Türkiye altmış yıl önce kendini üretmeye başlamış genç bir ülkedir. Burada risk daha büyüktür. Bizde risk yok edilmiştir. Bizde aydınların etkisinin azalmasının nedeni herkesin konuşma hakkına sahip olmasıyla da ilgili bir olaydır, bugün her Alman hiç değilse bir gazeteye okuyucu mektubu yazıp düşüncesini belirtebilir. Burada ise, elit tabaka tüm elitliğini korumaktadır, önemi buradan da kaynaklanmaktadır. Doğaldır ki, herkesin gerçek düşüncesini söyleyebilmesi bir ütopyadır, büyük kitlenin söylemesi gereken şeyler onlara mutlaka bir kanaldan empoze edilmektedir, ama insanlar çok fazla konuşmaktadırlar. Kapitalist düzen yeni durumlara uyum sağlayan bir düzendir. İnsanların fantezilerini kullanmayı da bilir, çevre sorunlarıyla ilgili yakınmalar, düşünceler yani doğanın yıpranmakta olduğu, insanlara nefes alacak yer kalmaması olayı bile bu düzen tarafından ticarete dökülmüştür çoktan, bu işten, yani ekolojiden büyük paralar kazanılmaktadır.”
“Bir ‘Dünya Geist’i (özü, düşüncesi, tin, evren ilkesi, ruhu) yoktur, tarihin yasalarını bilemiyoruz, toplumsal ve doğasal evrim (evolution) özne (subjekt) tanımıyor, ona önceden hakim olamıyoruz, bu yüzden de politik eylemimizde, önceden kararlaştırdığımız, ele geçirmeyi istediğimiz şeyleri ele geçiremiyoruz. Aydın olarak düşünmeyi sürdüreceğiz, hem beğendiğimiz şeyleri hem de beğenmediğimiz, işimize gelmeyen, kabul etmediğimiz şeyleri, hepsini düşüneceğiz, düşünmek zorundayız, yalnız işine geleni düşünmek büyük bir zavallılıktır. İnsanlık teknik açıdan o kadar ilerlemiştir ki (!) tarihi sürecimize kendi ellerimizle bir anda son verebiliriz, bu korkunçtur, düşünülmesi gerekir, bu yüzden hiçbir şeyi hesaplayamaz durumdayız gelecekle ilgili olarak. Tarihi sürece son verme durumunu denememiz, şimdilik olanak dışı olduğu için, şükürler olsun, önce her şeyi düşünmeyi sürdürmeliyiz, düşünmeyi.......”
_________________________________________________
(●) Titanic’in Batışı’ndan (Cem Yayınevi, 1983)
Sezer Duru | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 69 - 1 Nisan 1983