Kerime Nadir


Kerime Nadir’in anılarını, “Romancının Dünyası”nı bu kısa anma yazısı için tekrar gözden geçirdiğimde hep o pişmanlık duygusuyla bunalıp kaldım. Eski tarihte yazılmış sarsakça bir yazı, benim bilgiççe bir yazım meğer onu ne çok üzmüş. Benden yazıklanarak söz açtığı sayfalara hep aynı tedirginlikle bakıp duruyorum.

Bunlar, değerleri inkâr, hattâ yok etmek için tutuşacak kadar kör bir davranış içinde bulunan nankörler midir?
Bin kez daha yazık ki, gelecek kuşaklar belki de bizi bu gibilerin görüş açısından tanıyacaklar; daha doğrusu hiç tanımayacaklardır.

Bununla birlikte sözkonusu kitap bazı düşüncelerimi, değerlendirişlerimi başkalarına söyleme fırsatı tanıdı bana. Kerime Nadir’e saygı duyduğumu nedenleriyle açıklamaya çalışmıştım o zaman. Sanırım bu yüzden şimdi yine Kerime Nadir’le ilgili bir yazı isteniyor benden. Oysa nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum.

Belki doğrudan doğruya cenaze töreninden. Yüz binlerce kişiye yapıtıyla ses yöneltmiş bu ünlü romancının cenaze töreni, kuşkusuz hazin bir törendi. Neyse ki, tabutuna iliştirilmiş birkaç gelin çiçeği çok az kişinin katıldığı o törene, Kerime Nadir’e yaraşır bir coşum katmaya yetip arttı. İnsan yine de okurundan sinema yıldızına, sinema yıldızından film yönetmenine pek çok kişinin Kerime Nadir’e gönül borçları olabileceğini düşünmeden edemiyor. Nerde başladı acaba bunca büyük bir yalnızlığın yolculuğu?

Kerime Nadir anılarında kendisini etkilemiş olan yapıtlardan ayrıntılı söz açmaz. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarına rastlayan en önemli roman Yakup Kadri’nin “Yaban”ıdır. “Yaban”ı, İstanbul radyosunda Mesut Cemil’in sesinden izlemiştir. Bu romanın yapısı, irdelediği konu, Türk aydınıyla Türk köylüsü arasındaki törel ve ekinsel farklılığa yaklaşımı gözönünde tutulursa; Kerime Nadir’in “Yaban”dan niye etkilendiğini anlamak güçtür. Ne var ki, yine kendisinin belirttiği gibi, ilk öyküsüne “Yabancı” adını takacaktır.

Burada, etkilenişin ilginç bir örneğine rastlarız. İstanbul’u, köşkleri, yalıları, özel deyişiyle hep soylu ve seviyeli kişileri yazmak isteyen, o zamanlar çok genç bir yazar; “Yaban”dan çok, Mesut Cemil’in İstanbul radyosundan izleyicilere, dinleyicilere ulaşmış sesinden etkilenmiş olsa gerek, diye düşünüyorum şimdi. Nitekim bu türden etkilenişler Kerime Nadir’in peşini hiç bırakmayacaktır. Yine o gençlik yıllarında, İstinye kavşağında “yolun kıyısında yürüyen yaşlı bir köylü kadın”la karşılaşır. Kadının sırtında büyük bir “demet” funda vardır.

Gerisini “Romancının Dünyası”ndan alıntılayacağım:

Bu sahne bende öyle derin bir etki bıraktı ki, bunu sözcüklerle anlatamam. Sabahın sisleri içinde, sırtında bir demet funda taşıyan yaşlı bir kadın!..  Bu kadının dramı neydi acaba?.. Fakat ben hayatın acı gerçeklerine o kadar yabancıydım ki, böyle bir dramın kökenine inemez, çözümüne varamazdım. Bu yüzden yalnızca bir adalabildim bu sahneden: FUNDA!.. ‘Funda’da sorunları, ‘Hıçkırık’, ‘Samanyolu’ ve diğer birkaç romanım gibi, yeni doğan bebeklerden şarkılara, hattâ ticarethane ve sokaklara kadar birçok şeye adını ve sevilen kahramanlarının adlarını verdi. Bu orijinal adları taşıyan pek çok gence rastladım bugüne dek...

Salt şu alıntı bile, toplumsal hayatımıza ilişkin dolaylı ama çarpıcı bir gözlemi içerir. Tıpkı Mesut Cemil’in sesiyle amaç ve özellikleri dönüşüme uğramış “Yaban” romanı gibi, kimbilir hangi “dram” köşesine fundalar taşıyan yaşlı bir köylü kadın da, o ünlü “Funda” romantizmine evrilecek, nerden nereye, kuşaklar boyu bir “gençkız” simgesi halini alacaktır. Bütün bu dönüşüm ve evrilmeler, yörüngesinden çıkarak bambaşka yollara sapmalar, bizim hayatımızdaki yanılsamalara da işaret etmektedir.

Burada saptanmiş, kesinkes görülmüş gerçekliği alımlayamama olgusuyla yüz yüze geliriz. Öte yandan Kerime Nadir söz konusu olguyu büyük bir içtenlikle dile getirmiştir. Onun yapıtına içtenlik açısından yaklaştığımızda hayli ilginç bir yazarlık serüveni ve çabasıyla karşılaşabiliriz.

Şimdi aklimizda kalan o yaz geceleri, o samanyolu işiltisi, baygın leylâk kokusu ve hep o keman sesi, döne dolaşa, evrile büküle, ikide bir kendi yolunun daraldıkça daraldığını hisseder. Kırk yılı aşkın bu romancılık çabası, yalı ve köşklerden, kameriyeli, çiçeklerle çoşmuş bahçelerden başlayarak, “Bir Çatı altında” romanına o romandaki apartman hayatına doğru yol alarak noktalanmıştır. Bir apartman dairesinde kuyruklu piyanoya yer kalmamış; bir balkondan hep televizyon antenleri, samanyollarının çoktan silindiği mendil kadar gökyüzleri görülür olmuştur. Bu yol alış, bu garip ve hüzünlere boğan yolculuk insan teki, sanatçı birimi açısından ele alınabilirse, kimbilir hangi saptayımlara olanak tanıyacaktır. İstanbul’un hep soylu ve seviyeli kişileri, yıllar sonra, “Karar Gecesi” romanıyla Bodrum cehennemine ayak basar ve Kerime Nadir, Bodrum karşısında bir çocuk duruluğunda âdeta geri dönmek ister.

Ancak Funda Ticaretevi’nin,
manken Funda’nın,
soyunan film yıldızı Funda’nın,
bütün öteki Funda’ların öne geçtiği bir dünyada coşum da yitip gider...

Rahmetli romancımız evini, çalışma odasını, Boğaziçi koylarına açılan balkonunu tanımlarken “hayal kafesi” sözünü uygun bulur. Romantizm şimdi çıplak bir gerçekliğe geri dönmektedir. Yanılsama ortadan kalkmış, hayal kafesinde yaşanmış olduğu apaçık dışa vurulmuştur. Hayal kafesinde yazılan bütün o aşk romanları, çok geçmeden ayrılık romanlarına doğru yol alacaktır.Katı gerçekler” okurlara “hayatın en kötü ve en çirkin yanlarını” sergilemektedir. Öyleyse tek yordam, o katı gerçeklerden okuru yalıtmakta aranmalıdır. Yola böyle çıkılmıştır. Ama Kenan’la Nalãn’iı aşkları “Hıçkırık”ta ölümle noktalanır. “Samanyolu” bir bakıma harcanmış bir yaşantının öykülenmesidir. “Funda” yaşlı köylü kadının toplumsal içerikli dramını dile getirmese de, alışılmışın dışında bir çocukluk aşk’ının bütün uygunluklara, uyuşmacılıklara ters düşen dünyasını kurar. İkilemi boyuna araya girecek hayal kafesindeki özgürlüksüzlüğü şurasından burasından okurlara fısıldayacaktır.

O soylu ve düzeyli kişiler, bir de bakarız, sözgelimi “Gelinlik Kız”da yakışıklı ama ürkünç ve jigolo kimlikli bir nişanlıya dönüşüvermiş; her şey uyarında giderken, bir dönemeçte bütün roman ve köşk hayatı sarsılır, sözgelimi “Posta Güvercini”nde pek bayağı bir aile sorununa dönüşebilir. Hep dönüşüm! Önce çıplak gerçekliğin hayal kafesinde romantizme dönüştürülmesi; derken, romantizmin hayal kafesiyle çatışarak kendi özgürlüğünü arayışı...

Kerime Nadir bu bakimdan edebiyatımızın en değişik popüler romancısıydı. Ses yönelttiği toplumsal katmanlar ya çok genç okurlar, ya da gerçeklik karşısında kesin bir ödeşmeye girmekten uzak çevrelerdi. Aslında romancı da, o hayal kafesinde duyarlı bir dünya kurmaya, kotarmaya çalıştığından sonuna kadar içtendi. Kerime Nadir’in beyaz ya da pembe dizilerle, best-seller romanlarıyla karşılaştırılması, oranlanması bu yüzden yanlıştır.

Geçmişe bakarken, diyor romancı,her şeye rağmen, içimde derin bir hüzün duymaktayım. Değişen dünya ile beraber kaybolan yıllarda yalnız gençliğimiz değil, sevdiğimiz hemen her şey yok olup gitti. Bu dünya bizim dünyamız bile değil artık! Yaşantımızda başkalarının zevki ve iradesi egemen

İşte bir demet fundanın o kadar acıklı macerası!

Şöyle bir görünüp, roman sayfalarında şöyle bir belirip kaybolmuş “katı” gerçeklikler, bu kez, öncesiz sonrasız dünyayı, daha doğrusu iç dünyayı da kuşatmiştir. Sevdiğim hemen her şey yok olup gittiyse, bunda o katı gerçekliklerle bir türlü yüz yüze gelememenin, onlarla bir türlü ödeşememiş olmanın da payı yok mudur? Ama bu soruyu sorar sormaz ben de Kerime Nadir’in hayal kafesine sığınmayı yeğliyorum bugün.

Çünkü hayal kafesinde gerçekleştirilmis popüler romanlardan bir “Rüzgârlı Bayır” oluşturulamayacağını bilmek, Kerime Nadir’in çabasına saygı beslenmesi gerektiğini de vurgulayıp duruyor.

Yine de “Rüzgârli Bayır”ı çağrıştıran satırlar var. Asıl gizilgüç de orada bana sorarsanız. İşte “Posta Güvercini”nde hâlâ saklı duruyor:

Odanın aydınlık ve ferahlık verici dekoru içinde, karşımdaki koltukta oturan ve elişi yapan Şahizer, gözüme bir cisimden ziyade, bir ruh kalıbı halinde görünüyordu. Bu görüşümün düşsel değil, bilâkis hakiki bir mucize gizlediği muhakkaktır. Çünkü Şahizer’in bir yerde varlığı ile yokluğu, kendisini görmeksizin de bana malûm oluyordu. Meselâ, o yanımda iken uykuya dalmış olduğum bir sırada, garip bir his, bir yalnizlık hissi beni uyandırıyor, içim bir boşluğun ve manevi yoksulluğun hüznü ile dolu olarak etrafıma bakınca, Şahizer’in odadan çıkmış olduğunu görüyordum. Ve yine başka bir defa rahatsız, hattâ kâbuslu bir uykudan soluklarımı genişleten, ruhumu açan bir a uyanıp Şahizer’in yanı başımda bulunduğunu anlıyordum. Onun mevcudiyeti benim için şifalı bir tılsım gibiydi; daha doğrusu şifanın ta kendisiydi”.

Tiyatro ve tiyatronun dekoru geçici olabilir; ama yalnizlik hissi ve kalbin vuruşları daima kalıcı. Günün birinde, Kerime Nadir romanlarındaki tiyatro kokusunu tamamıyla leylâklara boğabileceğimizi, ben, o hazin ve kimsesiz, ama gelin çiçekli cenaze törenine karşın hâlâ umuyorum...



Selim İleri | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 93 - 1 Nisan 1984
________________________________________________________________________________________________






Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 93 - 1 Nisan 1984