1887 yılında doğanın hükmettiği ıssız topraklarda doğan Georgia O’Keeffle, yıllar sonra ara sıra sokulduğu şehir yaşamından her defasında kopup aynı boş alanlara dönmüş, 1986 yılının Mart ayında 99 yaşında öldüğünde yıllar boyu sanatıyla kovaladığı yalnızlığı başka bir şekliyle kucaklayıvermiştir.
Amerikan sanat tarihinde, eşine az rastlanır bir önem verilmektedir Georgia O’Keeffle’ye. Sınır tanımaz doğalcılığı, yabancı sanat akımlarından etkilenmeyi reddeden özgünlüğü ve yaşamıyla uyum içindeki sanat anlayışı Amerikalı için bir güven ve gurur kaynağı olmuştur.
1918’de ilk karakalem çalışmasını yüz doların altında o da taksitle satan O’Keeffle, 1924’te yağlı boyalarını 1000 dolardan, 1927’de ise 3500 dolardan satabilmiştir. Onu yaşarken ünlü ve hatta kendi neslinin tek kadın sanatçısı olmanın büyüsünden kurtaran, yalınlığını ve vahşiliğini kitleler için ulaşılmaz kılan nedenleri bilemiyoruz. Tek bilinen, yaşadığı toprakların güzel doğasının ve gözlemlediği motiflerin köklerine gitmeyi kendi yaşam biçimi olarak kabullenip - kabul ettirdiği ve resmi de bu yol için bir araç olarak seçtiğidir. En büyük şansı annesinin kadınların eğitimine inanmış bir aristokrat oluşunda, gelişimi ise tamamen kendiyle doğa arasında oluşturduğu ince aşkta yatan bu kadının yaşamı da ilginçtir.
7 çocuklu bir ailenin ilk çocuğudur. Okulda ve evde sessiz ama, sorgulayıcıdır. 13 yaşında ressam olmaya karar verebilmekte, çevresini kendi özel yollarıyla biçimlendirmektedir; okuldaki kızlara poker öğreterek popüler olma gibi, erkeklerden bariz bir şekilde uzak kalışı gibi... Cinsel yaşantısı 1918 yılında ünlü empresyonist fotoğraf ustası Stieglitz’i tanımasına dek tamamen bastırılmış, 1924 yılında evlenmelerine dek geçen sürede ise oldukça ağırlıklı bir şekilde kişiliğini ve sanatını belirlemiştir.
A. Stieglitz, Georgia O’Keefle’yi gerçek anlamda keşfeden ilk kişidir. Resimlerini gördüğünde şöyle demiştir: “Sonunda kâğıtta bir kadın.” 1916 yılında Georgia’nın resimleri kendisinin haberi bile olmadan Stieglitz tarafından sergilendi ve ilk kez geniş bir kitleye ulaştı. Bundan sonra 1920’lerde yine bir Stieglitz sergisinde Avrupa eğilimli erkek sanatçıların arasında Amerikan eğilimli ve tek kadın sanatçı oluşuyla özel bir ilgi görmesi onu hem ünlü kıldı, hem de tedirgin. Kendi yalnızlığını ve etkilenmemişliğini koruması artık sanatı için de gerekliydi. Bu korumacılık onun sanat akımlarına olduğu kadar birçok konuya da yabancı kalmasını sağladı. Örneğin savaş onun ruhsal olarak itici bulduğu ama politik olarak tamamen bilinçsiz olduğu bir konuydu. Aynı şekilde New York’ta 1920’lerde büyük binaların bazen bir gecede bitivermiş görünümlerinden etkilenerek hayran olduğu bir ölü doğa resmine şu biçimde geçişi de oldukça O’Keeffle’ye has bir çözümlemeydi: “Resmi, çiçekleriyle çok güzel buldum. Fakat farkına vardım ki aynı çiçekleri o kadar küçük olarak resmedersem kimse bakmayacak. Büyüyen binalar, gibi kocaman yapmaya karar verdim onları. İnsanlar uyarılacaktı, onlara bakmak zorunda kalacaklardı, kaldılar da.”
Georgia O’Keeffle’in sanatını yaşantısına değinmeden anlatmak imkânsız. Resimleri, kesinlikle içinde yaşadığı doğaya ilişkindir. Bu yüzden evli kaldığı yıllarda bile, yazları, sürekli olarak ülkenin güney batısının dokunulmamış doğasına kaçmış, adeta sanatıyla kucaklaşmıştır. En başarılı resimleri büyütülmüş, dondurulmuş ve sanatçısı tarafından doyumsanarak yorumlanmış doğa fragmanlarıdır... Yani kimi zaman tüm tuali dolduran bir çiçek ki, kimilerince vajinayı da simgeleyerek; kimi zaman tuale ancak sığmış gibi duran bir kırmızı tepe ki, O’Keeffle’ye göre ot yeşermediği, kurak olduğu için kırmızıya boyanmış olarak... Bazen de bir deniz kabuğu, ya da ayrı ayrı oluşları bir dış çizgiyle belirlenmiş, böylece O’Keeffle’in yalnızlığına ihanet etmeyen, 3 deniz kabuğu.
O’Keeffle’in konularındaki çeşitlilik 1925-29 yılları arasında tattığı kalabalık şehir yaşantısıyla ve kendi çabalarıyla Stieglitz’in çevresi dışında Brooklyn müzesinde açtığı bir serginin de verdiği güvenle artmıştır. Kent, göl, otel resimlerindeki geometrik dizayn, çiçek resimlerindeki durağan ve zaman dışı kaliteyi aşar görünmektedir. Örneğin kent resimlerinde siyah-beyaz dikey ve yatay çizgiler arasındaki renk dokunuşları gece yaşamını hatırlatmaktadır. 1940’lı yıllarda kemik resimlerine geçişi ile gökyüzünü keşfetmiştir. Kemiklerde var olan deliklerden süzülen maviliğe ilişkin yorumu şudur: “İnsanın tüm yok ettiklerinin gerisinde kalacak olan da bu mavilik.” Bu kemiklerin içine bir çiçek yerleştirmektedir bazen. Bunların sürreel değil, bilinçaltına ilişkin değil, çok reel bir açıklaması vardır: Ölümle yaşamın güzelliğinin iç içeliği. Kemiklerin resmine nasıl girdiğini yine kendi açıklamaktadır. Kemikler çölün bir parçasıdır ve kendisi de çölü kendi gözleriyle bize göstermenin başka yolunu bilememektedir. Tüm bunları kentlerin uçakla tepeden soyut bir tasarımı sayılabilecek resimleri izlemiştir. 1960’larda ise 73 yaşının çocukluğunda yoğun bulutların güzelliğinin tutsağı olup büyük bulut tarlaları boyamıştır. Yine her biri tek ama bir orman kalabalıklığında bulutlar.
Alev Mandalinci | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 142 - 15 Nisan 1986