İlk bakışta, bu üç yazarın önemli bir ortaklığını bulmak kolay görünmeyebilir okura. Oysa her birinin ikili kahramanlar söz konusu olduğunda, ilişkinin bir zorlamaya dayanmadığı açıklık kazanacaktır: Don Kişot ve Sanco Pança, Bouvard ve Pécuchet, Vladimir ve Estragon bu üç yazarın olgunluk dönemlerine damgalarını vurmuş “ikiz”lerdir, aralarında istenildiği kadar zıtlıklar bulunup gösterilsin. Ortaklıkları öylesine önemlidir ki, “tek kişinin ikiye bölünmüş olduğundan” daha farkli bir yorum getirmekte güçlük çekebiliriz, onlara yakından baktıkça. Bir bakıma, elektrik prizlerindeki iki giriş ya da fiş uçları gibidir bu yapışık kahramanlar: Birini ötekinden ayırdınız mı işlemezler: Don Kişot, Bouvard ya da Estragon tek başlarına varolamayacak biçimde tasarlanmış, yaratılmış “kişi”lerdir çünkü.
Flaubert’in son, tamamlayamadığı romanı olan “Bouvard ve Pécuchet”, yazılmış bölümleriyle Cervantes’in açık açık izini sürer. İki “meczûb”un dünyanın saçmasapanlığı üzerinde kafa yoruşlarını serimleyen romanın ardına “Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü”nü ve “İnsan Bönlüğünün Ansiklopedisi”ni takmayı düşünmüştü Flaubert; kalan parçalar ölümünden yıllar sonra bir ciltte toplanabildi. Gene de, Sartre’ın “Ailenin Budalası” diye adlandırdığı, onulmaz karamsarlıktaki bu titiz romancının Bouvard ile Pécuchet tarzı iki “tip”in aracılığıyla kin kustuğu toplumsal yaşamda ne türden açmazlar okuduğu bellidir: “Naif” yani çoğu kez aşırı iyimserliğine bağlanan, oysa temelde köklü biçimde karamsar olan Don Kişot gibi onlar da kitapların gerçeğinde gizlenen yanlışlığın farkındadırlar, ama ondan ve yoldaşından bir adım daha öteye geçerek aldatılmayı yadsırlar.
Beckett’in yazı serüveninde kilit işlevi görür “ikiz” kahramanlar, bu anlamda Cervantes’in izini süren Flaubert’in izini sürdüğü duraksamadan söylenebilir. Bu benzerliğin en somut örneği de 1946’da yazdığı, ama ilk kez 1970’de yayımlanan “Mercier ve Camier”dir. Beckett’in ünlü bir romanı sayılamaz “Mercier ve Camier”; ama kanımca, yapıtının doruk noktalarından biridir. İki berduşun sonsuz söyleşilerine dayanan romanda yazarın güçlü lirizmine tanık olunur: Amaçsız, hedefini çoktan ıskalamış daha doğrusu onu yitirmiş bir dünyaya sevecen serüvenleriyle katılır Mercier ve Camier. Onu değiştirmeye tabii kalkışmazlar, ama, Cervantes ya da farklı olarak Beckett kahramanlarına yorumlama görevi de yüklemez: Edilginliklerinden değil de, her şey öylesine olduğu için yaşar Mercier ile Camier.
Ne olursa olsun, bu romanı ve kahramanlarını Beckett’in öteki yapıtlarında rastlanan dokuyla ve renklerle çakıştırmak kolay değildir: Adorno’nun olağanüstü bir bakışla değerlendirdiği gibi, Beckett’in dünyası “kanlı bir lotarya” oyununu çağrıştırır: Murphy, Watt, Molloy, Malone iyiden iyiye kaybolan insan’ın serüvenini yansıtırlar; pek çok açıdan “Mercier ve Camier” ile ortaklıklar taşıdığına inandığm “Godot’yu Beklerken” (1952’de günışığına çıkan bu oyunu 1948’de yazmıştır Beckett) bir yana, yazarın tiyatrosu da oyundan oyuna geçerken gitgide pıhtılaşır, sonunda ışıkların aydınlatacağı tek bir “ağız” kalacaktır, sahnede.
“Mercier ve Camier” ile “Godot’yu Beklerken” arasındaki en temel benzerlik, Vladimir ile Estragon’un yarattıkları palyaço tragedyası’nda görülebilir. Robbe-Grillet, oyunun sahnelenişini izleyen günlerde yazdığı bir denemesinde, neredeyse bir tür şaşkınlıkla, gelmeyeceği bilinen birini bekleyen iki kişinin basindan herhangi bir olay geçmemesine rağmen karşın bu oyunun nasıl iki buçuk saat boyunca seyircide bu denli gerilim yaratabildiğini kurcalamıştır. Bu başarıda, “Godot’yu Beklerken”in hayatı bütün çıplaklığıyla, aslında hiçbir simgeye başvurmaksızın yansıtmış olmasının payi büyüktür: Toplumsal kimliğinden soyulduğunda, herkesin Vladimir ya da Estragon sayilabileceği, daha doğrusu Vladimir ya da Estragon’un Bay Herkes olduğu apaçık ortadadır. Bu karşı kahraman’lar Beckett’in dünyasının tekvininde, Habil ve Kabil’mişlercesine beklerler. Beklerler mi gerçekten de, yoksa Mercier ile Camier kadar onlar da kendilerini seyrettiklerini sanan seyircileri mi seyretmektedirler, bu içiçe geçmiş masalı iki ayrı sahneye bölüp ayırmak neredeyse olanaksızdır.

Beckett’in son 25 yıl içinde yazdığa kısa metinler ve oyunlar, pek çok kişinin gözünde “yazacağı bir şey kalmadığı halde, okurla alay edercesine, anlamsız metin parçalarıyla oynaştığı” görüşünü doğurmuştu. Bir kez daha Adorno’ya başvurmam yadırgatmayacaksa, Beckett’in yapıtı bir anlamsızlık deposu değildir, tam tersine “anlamı soru konusu eden” bir yazıyla yüzleşiriz burada. Şüphe yok ki, belli bir noktadan sonra susabilir, yazmaktan cayabilirdi yazar. Oysa, tıpkı Mercier ile Camier’nin yaptığı gibi, her şey öylesine olduğu için, öylesine yaşayan birinin öylesine yazmayı sürdürmekten başka bir çıkar görmediği de düşünülebilir.
Şurası tartışma götürmez bir gerçek ki, Beckett’in yapıtı insanları avutabilecek türden bir ana bildiri taşımamaktadır; ille de bir bildiri aramak gerekecekse bu tekinsiz yapıtta, nereden bakılırsa bakılsın, bunun son derece yaralayıcı bir yan taşıdığı açıktır. Yeryüzünün ortasında hepten kaybolmuş, kendisine varoluş nedenleri bulmaktan yorgun düşmese bile özde neden’e ve nasıl’a köktenci bir karşılık bulamama telâşındaki insana kara alayın sınırlarından dahi taşmış bir bakışla yaklaşır Beckett.
Onu çağımızın en karakteristik yazarlarından biri yapan da, çağımız insanının en karakteristik açmazlarından birine dimdik bakması olmuştur.
Enis Batur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 144 - 15 Mayıs 1986