Eskiden birinin bilgi düzeyini anlatabilmek için kullanılan bir özdeyiş vardı: “Ayaklı kütüphane”. Medrese geleneğinden kalma olsa gerek okur-yazar çevrede kişi, ortaya döktüğü bilgiye göre saygınlık kazanırdı. Şimdilerde bu özdeyişi duymuyorum ama aydın kesiminde bilgi yığmacılığı ve aktarmacılık hâlâ ağırlıkta. Bilimsel bir çalışma mı yapıldı, en azından birkaç yüz sayfa tutmalı ve bir yığın hazır bilgi vermeli. İster bilim adamı, ister sanatçı ya da köşe yazarı; yazıda olsun, konuşmada olsun, ortaya ne denli bilgi döküyor, ya da bilimsellik taslıyorsa tutunması o denli kolay oluyor. Ölçüt, özgür düşünme ve özgünlük değil, bilgi yığmacılığı, aktarmacılık... Eski bir gelenekten kurtulmak kolay olmuyor.
İpşiroğlu burada liseyi bitirip yüksek öğrenim için Almanya’ya gittiğinde, orada hoca-öğrenci ilişkisinin onu çok şaşırtmış olduğunu söylerdi. Orada üniversitede bir tartışma ve eleştiri ortamında bulmuştu kendini. Öğrenci hocadan hazır bilgi vermesini beklemiyor, okuyarak araştırarak kendisini yetiştiriyordu. Hoca da öğrenciden, kendi söylediklerini yinelemesini istemiyor, özgür düşünmesini ve düşüncelerini açık seçik dile getirmesini bekliyordu. Hocası E. Rothacker’e, Hegel üzerine doktora yapmak istediğini söylediği zaman, onun yanıtı şu olmuş “Hegel araştırmasına katkınız ne olacak? Getireceğiniz yenilik nedir?”
İpşiroğlu 1934’te Almanya’dan dönüp İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladığında, üniversite reformu yapılmıştı. Reformun temel ilkesi, yükseköğrenim gençliğine özgür düşünce ve araştırma yolunu açmaktı. Ataerkil Osmanlı eğitimiyle yetişmiş olan gençler, özgür düşüncenin yabancısıydı. Osmanlı dünyasında yüzyıllar boyu medrese eğitimi sürmüştü. Medresede öğretim yöntemi aktarmacılıktı. Aktarmacı düşünce doğruyu aramaz, verilmiş olan doğruyu kuşaktan kuşağa iletir, otorite sözünün dışına çıkmaz. Bu gelenek üniversitede de sürüyordu. Öğrenci, derste hocanın ağzından çıkan her sözü defterine yazıyor, bunlar: ezberleyerek sınava giriyor, üzerine çalışacağı konuyu hocanın ona vermesini bekliyor, çalışırken de onu gütmesini istiyordu. Genellikle yabancı dil bilmiyor, bilmenin gereğine de inanmıyordu. Bu gelenek içinde yetişen gençlere, kişiliğini özgürce geliştirebilme olanakları nasıl sağlanabilirdi? Özgür, eleştirel düşünce nasıl öğretilebilirdi? Yeni kurulan üniversitede, Batı ülkelerinde öğrenim görmüş birçok genç hoca tam bir dayanışma içinde uğraşıyorlardı.
İpşiroğlu’nun ilk çalışmaları felsefe alanındaydı. Batı felsefe akımları arasında, kavramcılığa karşı bir düşünce akımı olan fenomenolojiyi benimsemişti. 30’lu yılların sonuna doğru çalışmalarını sanat tarihine kaydırdı. İpşiroğlu’nun sanata duyduğu ilgi çocukluk yıllarına uzanır. Eniştesi Yusuf Akçura’nın, kendisine pek küçükken hediye ettiği bir resimli sanat kitabını, çalışma masasından hiç eksik etmediğini, ders çalışırken kitabı önünde açık tutup resimlere bakarak derslerin tek düzeliğini kırmaya çalıştığını söylerdi. Küçük yaşta resim yapmaya başlamış, uzun yıllar Namık İsmail’in yanında çalışmış, Almanya’da bulunduğu yıllarda bir süre Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’nin yüksek resim bölümünde öğrencilik yapmıştı. Fakat sanat tarihine yönelmesinin nedeni bu değildi. Sanat tarihine özgü görsel -düşüncenin, soyut-kavramsal düşünceden kurtulmaya büyük ölçüde yardımcı olacağına inanıyordu. Görsel düşünme gözle akıl arasında bağlantı kurma demektir. Görmenin ve düşünmenin bir araya gelmesinden oluşan bu düşünme etkinliğinin, Batı düşüncesine özgürlük yolunun açılmasında büyük payı olmuştur. Resimle, heykelle en soyut düşünce bile somutlaşır, elle tutulur, gözle görülür hale getirilebilir. İslâm ülkelerine yüzyıllar boyu uygulanan resim yasağı bize bu yolu kapatmıştı.
Sanat tarihi ilk zamanlar Felsefe Bölümü’nde okutuluyordu. 1946’da felsefeden ayrılarak bağımsız bir bölüm oldu. 1940-45 yıllarında ben Felsefe Bölümü’nde öğrenciydim. İpşiroğlu’nun öğrenciler arasında pek sevildiğini -hiç değilse benim dönemimde- söyleyemem. Bitirme tezimi hazırlarken, arkadaşlarımdan şu sözleri duyduğum çok olmuştur: “Tezini İpşiroğlu’ndan mı aldın? Başka hoca mı yoktu? Çekeceğin var demektir, Allah sana kolaylık versin.” Bunun nedeni sanırım öğrencilere yaptığı eleştirilerdi. Özellikle üzerinde yeterince düşünülmeden, hesabı verilmeden söylenenlere, hele yazılanlara sert tepki gösterirdi. Onu yakından tanıdıktan, hele birlikte çalışmaya başladıktan sonra kendisine yaptığı eleştirilerin, öğrencilerine yaptığından çok daha sert, hatta acımasız olduğunu görecektim. Hiçbir düşünce, sonuna değin hesabı verilmedikçe kâğıda dökülmezdi. Yazmaya başladıktan sonra da daha açık, daha somut biçimde dile getirme çabası içinde de değiştirilirdi. Düşünmenin tek düze gitmemesine, kendi deyimiyle “monologa dönüşmemesine” özen gösterirdi. Diyalektik diyebileceğim bir düşünme yöntemi vardı. Ortaya atılan bir düşünceye -ister kendisinin olsun, ister karşısındakinin- mutlaka karşı tezler getirir, ya da getirilmesini beklerdi. Diyalog, karşı-koyma, savunma, tartışma, kısaca bir bileşime varana değin düşüncelerin çarpışması içinde sürerdi. İpşiroğlu, aşama gücünü düşünmeden alıyordu dersem sanırım abartmış olmam. Bizim diyaloglarımız, belli bir çalışma nedeniyle masa başında sürdürülen konuşmalar değildi. Tam tersine, güncel yaşamamızın bir parçasıydı.
Boş zamanlarımızda, çay saatlarında, yürüyüşlerimizde sürdürdüğümüz söyleşiler, tartışmalar bizi yeni çalışmalara götürürdü. Son yıllarda içinde bulunduğumuz bunalımlı ortam, ister istemez bizi sanat tarihinden uzaklaştırmış, daha çok güncel sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmişti. “Düşünmeye Çağrı” ve “Kök-Atatürkçülük” bizi içten saran sorunlar üzerinde düşünüp, geçmişimizle hesaplaşırken yazıldı.
![]() |
[kitaplığımızdan bir kitap] |
“ANLAMA” VE “YORUM”
İpşiroğlu’nun ilk geniş kapsamlı çalışması 1946’da yayımladığı “Avrupa Sanatı ve Problemleri”dir. Bu kitapta 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar İtalyan, Alman ve Flaman sanatı, üslup irdelemelerinden yola çıkarak düşün ve kültür tarihi bağlamı içinde yorumlanır. İpşiroğlu o yıllarda bu kitabın, Avrupa sanatının 16. yüzyıldan zamanımıza kadarki dönemini kapsayan ikinci cildini hazırlamayı tasarlıyordu. Bunu yapmadı. Gelecekteki bütün çalışmalarında olacağı gibi, burada da amacı okura hazır bilgi vermek değil, onu düşünmeye ve anlamaya yöneltmekti. Bu amaca ulaşamamış olduğunu düşünmüş olmalı ki değil çalışmayı bu biçimiyle sürdürmek, kitabın ikinci baskısının yapılmasını bile istemedi.
Yapıtlarından yola çıkarak “anlama” İpşiroğlu’nun bütün çalışmalarında uyguladığı yöntemdir. İster Avrupa sanatı, ister İslam sanatı, ya da Siyah Kalem... Konuya her zaman yorum bilgisinin (hermeneutik) bakış açısından yaklaşmıştır. Sanat yapıtını bir müzelik eşya olarak değil, kendine özgü yaşamı olan bir varlık olarak ele alıyor, onu tarihsel sürekliliği içinde anlıyor ve yorumluyordu. Sanat yapıtı, sanatçının yaşadığı ortamla hesaplaşmasının ürünüdür. Sanatçı nasıl bir ortamda gözünü açmış, nasıl bir durumla karşılaşmış, bu durum karşısındaki davranışı ne olmuştur? Bunu açıklayabilmek için İpşiroğlu satranç oyunu benzetisini kullanır: Satranç oyuncusu nasıl belli bir durumla karşılaşır ve bu durum ondan belli bir davranış beklerse, sanatçının karşılaştığı durum da ondan bir davranış bekler. Sanatçının davranışı (satranç oyununda oyuncunun taşa oynatması) yeni bir durum oluşturur. Her yeni durum yeni bir davranışı gerektirir. Sanat tarihçisine gelince, satranç oyununu izleyen biri gibidir. Sanatçının karşılaştığı durumu ve onun davranışını izler, sanatçının ortamıyla hesaplaşmasına bakarak anlamaya çalışır. Bu hesaplaşma da sanatçı bir yenilik getirebilmiş midir? Yoksa gelenekler içinde boğulup kalmış mıdır? Sanat tarihçisine düşen, olguları eleyip (fenomenolojinin bir deyimiyle kere içine alıp) önemliyi önemsizden ayırma, öze inerek sanat yapıtının ardında olanı değil, içinde olanı ortaya çıkarmadır.
İpşiroğlu’nun son çalışması, ölümünden sonra yayımlanan “Bozkır Rüzgârı” (Siyah Kalem) oldu. Siyah Kalem hakkında hiçbir tarihsel kaynak bulunmadığı, bu sanatçının yaşadığını kanıtlayan tek belge yapıtları olduğu için, İpşiroğlu’nun yorumbilimsel yöntemi, en belirgin biçimde Siyah Kalem araştırmasında ortaya çıkar. 50’li yılların başında başlayan bu araştırma sürecinde, İpşiroğlu’nun Siyah Kalem üzerine birçok yayınları oldu ve bunların her birinde, kendi deyimiyle, adım adım Siyah Kalem bilmecesini, çözmeye çalıştı. Ama Siyah Kalem araştırmasının bitmemiş olduğuna ve daha yeni yorumlar yapılabileceğine inanıyordu.
“İnsan bitmemiştir, gelişim içinde kalmalı...” Yazının başında, çağımızın büyük sanatçısı ve düşünürü Paul Klee’den alıntıladığım bu tümce, İpşiroğlu’nun inancını ve temel davranışını dile getiriyor. “Gelişim içinde kalma, zaman - akışı içinde kalmadır” diye açıklıyor Klee’nin bu sözlerini İpşiroğlu bir yazısında (Arayış, 1981, sayı 9). Kişi çoğu kez güncel yaşamın hay huyu içinde zaman bilincinden uzaklaşır. Zamanı sayılara bölmüşüz, birbirini kovalayan sayıların peşinde koşar dururuz. Gerçi ölüm, bu bilinci uyanık tutan bir dürtüdür. Herkes öleceğini bilir, ama yine de ölümü kendine kondurmak istemez, geleceği belirsiz bir güne erteler kafasında. Zaman boyutu “gün”, yaşam da “güncel yaşam” olur. Kişi, kendi ölümüne inanma yürekliliğini gösterebilmeli, zaman-akışının yarattığı tedirginliği içinde duyabilmeli. “Zaman-akışının bölünmez bütünlüğü içinde varlığının bölünmez bütünlüğünün bilincine varır insan. Ancak bu bilince varan, geçmişle hesaplaşarak geleceği planlar, varlığındaki tüm olanaklarla yarınları hazırlar ve yaratıcı olabilir.”
Nazan İpşiroğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 141 - 1 Nisan 1986