Ağustos ayının ortaları...
Tren takur tukur gidiyor.
Akşamın çil karanlığı çıplak kuru dağların üzerine üzerine düşüyor.
Bir sızı doluyor içime. Titriyorum...
Yaz diye tiril tiril giydiğim gömleğime sarınıyorum durmadan...
“-Erzurum” diye bağırıyor yolcular.. Titreyerek istasyona iniyorum. Kalabalığın içine katılıyorum; hızlı hızlı yürüyoruz geniş caddeden yukarı. Gördüğüm ilk otele girerken dişlerim birbirine vuruyor, iki demli “gırtlama” çaydan sonra kendime geliyorum. Akşamın geç saatlerinde otelin çay salonu tenhalaşıyor. Otel görevlisi ile birkaç kelime konuşmak istiyorum. Görevli kısa tümcelerle yanıtlıyor sorduklarımı. “Çifte Minareli Medrese”yi, “Yakutiye Medresesi”ni, güneşi öğrenmek istiyorum görevliden... Öğrenebildiklerimle odama çıkıyorum. Sabah erken kalkmam gerekiyor.
Güneşin ilk Işıkları ile ayaktayım. Bir bardak çaydan sonra “Çifte Minareli Medrese”ye doğru koşuyorum. Yolda, erken erken kalın giysileri içinde yürüyen Erzurumlular dönüp dönüp bakıyorlar arkamdan. Sırtımdaki çanta yoruyor beni. Yine üşüyorum, sokaklar caddeler soğuk. Beton yığınları ürpertili. Cumhuriyet Caddesinin sonunda, güneş kıpır kıpır yüzüme vuruyor birden. Sağ tarafımda koca “Ulu Cami”, ilerde tüm görkemi ile “Çifte Minare” ayakta duruyor. Adımlarımı sıklaştırıyorum. İşte Çifte Minare’nin kapı portali. Çakılıp kalıyorum durduğum yerde. Sırtım güneşten, yüreğim motiflerden ısınıyor bir anda.
Yanda restore çalışmaları için yığın yığın taşlar dizili.
Gözlerim buğulanıyor, kesme taşlara çekiç sallayan ustalar çıkıyor buğuların içinden.
Yeniden ovuşturuyorum gözlerimi, kendimi buluyorum fotoğraf çekmem gerekiyor, makinelerime sarılıyorum...
Dört bir yanı dolaşıyorum, bir türlü tutturamıyorum görkemi, bitki ve hayvan motiflerini sığdıramıyorum objektifime.
Yedi yüzyıl önce insanların taşları bu denli oymasına şaşıyorum. “Sanat” sözcüğü kafamı uğuldatıyor. Sanatın kalıcılığının kanıtını bir kez daha yaşıyorum... Çok sonraları görevliler geliyor, izin alıp içeri giriyorum; restore çalışmalarını izliyor, yüzyıllar önce bilimle uğraşılan hücreleri geziyorum.
“-Alman, İngiliz...” diyerek sarıyorlar dört bir yanımı. Türkçe konuşunca şaşırıyorlar. Onlara Selçuklu medreselerini gezdiğimi, fotoğraflarını çektiğimi söylüyorum. Sokuluyorlar, söyleşiyi derinleştiriyoruz. Çifte Minareli Medresesi ile ilgili sorular yöneltiyorum, çoğu bir şey bilmiyor...
Cumhuriyet Caddesini ters yüz hızlı adımlayarak soluğumu Yakutiye’nin önünde alıyorum. Işık ters, akşamı beklemek gerek... Oysa, öğleyin trende olmam gerekiyor, geziyi planladığım zamanda bitirmem için. İlhanlı Koca Yakut’un 1300’lerde yaptırdığı medresenin motiflerini güneşin parlak ışıkları ile doldurmaktansa gölgenin koyuluğunun daha gizemli görüntüler vereceğini düşünüyorum. Koca kartalı, arslanlar tüm boyutlarından objektifime alıyorum. Arslanlar, kartallar, yılanlar bitki görüntüleri, geometrik şekiller, bir bir geçiyor bilincimden. Şekilleri yorumluyorum, mitolojiyi, bilimi, Selçuklulardaki medreselerin etkinliklerini yargılıyorum.
Tren öğleden sonra kalkıyor. Aydınlıkta Erzurum-Erzincan düzlükleri arasından kayıp gidiyoruz... Ve Erzincan-Divriği tren yolunun sarp kayalar içinden geçtiği boğazlarda akşam başlıyor. Bilimle güçlenen “Mengücek”lerin kalıntılarına koşmak için heyecanlanıyorum. Trenin korkunç uğultusu, dar yamaçların arasından ıssız dağlara doğru yükseliyor. Güneşin ışıkları renk renk, tepelerden kaçıyor. Sonra kara kara tepeler, dağlar... Ölgün ışıklar altında Divriği istasyonuna iniyorum.
Sabahı beklemek ne güç. Karanlıklardan kurtulup, sabahın aydınlığını kucaklamak ne tatlı... İşte Divriği kalesinin üstünde, Kale Camii önünde güneşin ilk ışıklarını objektifime alıyorum. Aşağıda, gecekondu görünümlü evlerin arasında “Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi” tüm görkemiyle insanı çağırıyor. Kaledeki gizleri orada bırakarak kalenin, Kale Camiinin pejmurdeliğine acıyarak, koşar adımlarla ünlü yapıtın önüne iniyorum. Bir anda dilim tutuluyor. Halı asılmış sanki taşların yüzüne. Motifler, dört ayrı kapı, dört ayrı görünüm...
Taş dile gelmiş. Yüzyıllar boyu, o güzelim sanat yapıtlarını yok etmemek için erimemiş, bitmemiş... İşte Ahmet Şah, işte şifahaneyi yaptıran eşi Turan Melik burada, bu motiflerde yaşıyorlar... Mengüceklerin geride bıraktıkları, bize ilettikleri bunlar. Şifahanede 700 yıl önce ameliyatlar yapılmış, şahlar savaş yerine sanatla uğraşmışlar. Adlarını: “Bilimle güçlenenler” diye yazdırmışlar tarihe.
Bir Alman fotoğrafçı ile karşılaşıyoruz.
Beşinci kez geldiğini anlatıyor el kol hareketleriyle, anladığım İngilizce kelimelerle.
“Doğmadım,” diyor; “coşuyorum," diyor..
Benim de yüreğim taşıyor. Coşku doluyorum. Sevgiden kanat bağlıyorum sanki. Uçar gibi iniyorum Divriği istasyonuna. Sırtımdaki çanta tüy gibi geliyor. İstasyon dolu, bekleme salonunun önü dolu. Herkese sevgiyle bakıyorum. Yerde yalınayak bir çocuk var. Yüzü sarı, gözleri solgun, boynu bükük. Saçlarını okşamak istiyorum. Konuşmak, bir şeyler almak istiyorum ona. Birden tren bağırarak istasyona giriyor, insanlar itişiyor, kırıp geçiriyorlar birbirlerini koşarken.. Ben de çalkalanan kalabalığa karışıyorum. İtip kakıyorlar, birkaçı ayağıma basıyor, parmaklarım çatırdıyor...
Trenden Sivas’ta iniyorum. Akşam karanlığında girdiğim otelden sabahın erkeninde koşarak fırlıyorum sokağa. Sivas’ın ünlü meydanını buluyor, sonra İstasyon Caddesinden aşağı yürüyorum. Caddeden yeşilliklerin içine sapıyorum, önce çifte minareli medrese takılıyor gözlerime, güneşin ilk ışıkları minarenin mavi çinilerini parıldatıyor. Göğün maviliğine değmek istercesine yükselen zarif çifte minareler yıkılmamak için adeta direniyor. Medresenin yalnız minareleri ayakta duruyor.
Okuduklarımdan, araştırdıklarımdan kalanlar bilincimden akıyor. Çifte minarelerden arkama dönüyorum, bir müzik sesi duyar gibi oluyorum. Keykavus Şifahanesinin içinden sanki müzik sesi geliyor. İçerde hastalar müzik dinliyor sanıyorum. Kapıdaki görevlinin ilgisiyle içeri giriyorum, müzik sesi duruyor ama, şifahanede yüzyıllar önce hastaların bilimsel yöntemlerle tedavi edildiğini, ruh ve cilt hastalıklarının iyileşmesinde başarılar sağlandığını bilincime pekiştiriyorum..
Koşarcasına “Gök Medrese”ye geliyorum. Bir dantel gibi çıkıyor karşıma Gök Medrese’nin portali... İnce ince işlenmiş. Duruyorum birkaç dakika, bakıyorum medresenin ön kapı çevresine. içim ferahlıyor, yorgunluğum yok oluyor. Sahip Ata’nın 1271 yılında yaptırdığı medresenin ön portalindeki hayvan takvimini araştırıyorum. Birçok yapıtta yer alan “izleyince dinlenirsin” savını anımsıyorum. Sav boş değil. Bu güzel motifler önünden rahatlamış olarak çıkıyorum kaleye, oradan da Buruciye’ye...
Kahverengi taşlar var ince ince işlemelerden oluşan bir kapının içinde; medrese müze olarak kullanılıyor.
Muzaffer Burucerdi Medresesiyle Sivas’taki gezim sona eriyor.
Kayseri’de ilk tıp okulunu arıyorum. Soruyorum her önüme gelene... Herkes bir başka medreseyi, camiyi gösteriyor... Sonunda 1205 yılında Gehver Sultan tarafından yaptırılan medreseyi, şifahaneyi buluyorum. Çevresi kale gibi. İçeri girilmiyor. Kapı portali sade. Kayseri Belediyesi, yapıtın görünür bir duruma gelmesi için medrese ve şifahaneyi saran gecekondular yıktırmaya başlamış.
Avrupa’nın ilk tıp okulu sayılan medreseden Sahibiye’ye dalıyorum, güzel medresenin önünde dizi dizi insanlar var. Et Balık Kurumundan et almak için bekleşiyorlar. içerde et tanzim satışı yapılıyor harıl harıl. Dışarda, medresenin görkemi önünde yılgın, beklemekten yorgun insanlar adım adım ilerliyorlar.
Oradan koşturuyorum diğer medreselere:
Avgunu, Hondi Hatun medresesi sade işlemeli, Etnografya Müzesini geziyorum, Eyvanlı Medrese’yi yaşıyorum.
Kayseri kalesinden son kez medreselere baktıktan sonra ver elini Konya...
Niğde’deki medreseyi görmeden geçmek üzüyor beni. Yorgun argın Konya’da otel arıyorum. Sabahın erkeninde Alaeddin Tepesindeyim. Alaeddin Tepesinin çevresindeki medreseleri bulmak oldukça kolay. Konya Belediyesinin koyduğu levhalardan yararlanılarak bu yapıtlara hemencecik varılıyor. İşte Karatay. Temiz, bakımlı. Divriği Ulu Camii kapılarındaki coşkulu barok motifler yok bunda; sade görünümlü motiflerden oluşan bir kapısı var.
Müzeye dönüştürülen medresenin kubbesi göğü andırıyor; mavi çinilerle donatılmış, pırıl pırıl... Selçuklu vezirlerinden Karatay’ın yaptırdığı (1251) medreseden ayrılıp Alaeddin Tepesinin önünden geçerek İnce Minareli Medrese’yi buluyorum. Nefis bir görüntü çarpıyor birden. Enginar yaprakları ve geometrik şekiller, günümüz grafik sanatının inceliği içinde, kapı portaline serpilmiş. Kapı portalinin yanında yarısı yıkılmış, mavi çinilerle kaplı minare var.
Yine Alaeddin Tepesinin önünden Sırçalı Medrese’ye ulaşıyorum.
Dar sokaklar içindeki medresenin mavi çinilerle işlemeli bölümleri insanı şaşırtacak güçlü motiflerle dolu.
Sırçalı Medrese’de gezi tamamlanıyor. Medreselerin ancak bir bölümü bunlar. Medreselerin kapı portalleri, tarihi süreç içindeki görevleri, şifahaneler, motifler... Bunları düşünerek otobüse atlıyorum. Yüreğim kabarık, dolu, dopdolu. Yağmur dökmek için kararan bulutlar gibiyim. Gördüklerimi, yaşadıklarımı bir an önce ak kâğıtlar üstüne sıralamak istiyorum. Titreyerek başladığım geziyi terleyerek bitiriyorum; otobüs sıcaktan yanıyor. Simsiyah asfaltta kayıp gidiyoruz. Çevredeki bozkırlara bakmak gelmiyor içimden, sapsarı düzlüklerden sıkılıyorum. En iyisi gözlerimi kapamak, Selçuklu motiflerinin gizlerini düşünmek. Motifler, taş işlemeler sıralanıyor gözümün önünde, dalıp gidiyorum..
Lütfi Özgünaydın | sanat olayı - Sayı: 2 - Şubat 1981