Güneş, büyük caddelerdeki karları eritmiş. Her yer çamur. Bakanlıklardan, bankalardan, iş yerlerinden büyük bir telâş içinde sokağa fırlayan insanların kalabalığı, Kızılay Meydanı ile Sıhhiye arasındaki bulvarı doldurup taşıyor. Otomobillerin çevreye sıçrattığı zifoslardan kimse kendini kurtaramıyor. Küfürler, yüksek sesle konuşmalar, gülüşmeler birbirine karışıyor. Kebapçılar, sandviççiler tıklım tıklım. Gökdelen in asansörleri önünde uzun bir kuyruk oluşmuş. Bir sis gibi havayı saran iyi yakılmamış linyit kokusu genizleri yakıyor.
Tiksinerek, ama kimseye de göstermemeye çalışarak, kağıt peçetesine özenle siliyor bardağını Recai bey ve garsona uzatıyor. Bira köpürmüyor. Belki de bayattır. Tadı tuhaf. Tadı değil, kokusu. Yanık kıymalı dönerin yağ kokusu, kapalı şişedeki biraya bile sinmiş. Bardağını bırakıyor masaya. Yine özenle temizlediği çatalıyla tabağındaki kaşar peynirinden küçük bir parça koparıyor. Zar gibi ince bir dilim zaten. Tatsız.
Ne kadar kalabalık burası. Parkalı gençler, koca kıçlarını büsbütün ortaya vuran daracık “jins” pantolonları için de etli butlu kızlar, büyük bir iştahla yutuyorlar sandviçlerini. Kokmuş etler, artık domateslerle yapılmış, bozuk tadı biraz acı hardalla gizlenmiş sandviçlerini. Gürültüyle konuşuyorlar. Ağızlarından buğular saça saça. Kocaman ağızlarında kaybolan dönerlerin yağı, dudaklarının kenarından çenelerine doğru akıyor.
- “Sandalye boş mu?"
Yüzüne su değmemiş, gözleri çapak içinde, gelişigüzel uzamış sakalı tarak yüzü görmemiş, boynuna atıverdiği atkısında yağlı ellerinin izi belli olan bir genç adam. Öfkeli bir sesi var. onun, tek başına bir masayi sahiplenmesine kızdığı belli.
“Gelecek biri var,” dese?
Adam, onun vereceği yanıtı beklemeden, yanlamasına oturuyor demir iskemleye. Elindeki tabakta tüyleri iyi yolunmamış bir tavuk parçası. Tırnakları uzamış (içleri kara kara kir dolu) kocaman parmaklarıyla tavuğun budunu kavradığı gibi dişlerinin arasına sokuyor. Dudaklarını şapırdatarak sömürüyor yağlı deriyi.
Şu adam, şu koca kıçlı kız, şu dazlak kafalı, kalın katmerli gözlük camları arkasında iyice küçülmüş gözleriyle, ufacık bir taburenin üstüne tünemiş yemek yiyen belediye tahsildarı kılıklı adam, şu saçlarını alaca bulaca boyatmış, bol allıklı, morumsu dudak boyalı, suratı çizik çizik kadın, hepsinin, hamam böceğinden farkı yok. Her yana bulaştırıyorlar pisliklerini. Yağlı ağızlarına sildikleri kâğıt peçeteleri şöylece buruşturup yere atıyorlar. Sigaralarını ayaklarının altında ezip bırakıyorlar. Ağızlarını aça aça öksürüp aksırıyorlar. Tükürüyorlar. Yüksek sesle konuşuyorlar, gülüyorlar, küfürler savuruyorlar. Kollarının altında bol renkli dergiler. Çıplak kadın resimleri, kadın gibi giyinmiş, ağdayla tüyü yolunmuş bacaklarını, ilaçla şişirilmiş göğüslerini gerine gerine sergileyen, sözümona erkek resimleri. Ve delikanlılılar. Salkım saçak sakalları, özellikle eskitilmiş, yamalanmış pantolonlarıyla, kıvrık pipoları, dizi filmlerinden kopya çekilmiş, “görüşürüz"leri, ''tamam”ları, ''cav"larıyla. Ve genç kızlar ve çocuklar.
Hoparlörden yırtılırcasına çıkan, cızırtılı, yayvan bir ses: “Sen gelmeden önce, her yer karanlık...”
Karşısındaki adam, tavuğunu bitirmiş, yağlı ellerini ağzına sokup çıkararak temizliyor. Asansörün önünde yine aynı kalabalık.
Aynı gürültü, aynı itişip kakışmalar. Yerler öyle pis. Balgamlar, boş sigara paketleri, çamurlu ayak izleri, su şişesi kapakları.
Bir kocaman sabunlu sünger geçirdiğini düşündü Recai bey, bu masaların, pis döşemelerin, asansörlerin, evlerin, isli gökyüzünün ve insanların üstünden. Bol köpüklü kocaman bir sünger. Sonra dev bir itfaiyeci hortumuyla hepsini yıkadığını.
Yoo. Yetmezdi yıkamak. Bir gün sonra her şey eski haline dönerdi. Aynı pislik, aynı kokuşmuşluk, aynı bayağılık, göz açıp kapayıncaya kadar yine sarardı merdivenleri, masaları, evleri, gökyüzünü ve insanları. En iyisi yakmaktı. Cayır cayır. Alev alev. Neron gibi. Evet. Neron gibi. Kim demişti deli diye ona? Var mıydı başka çaresi? Yakmak gerekti, evet. Başka türlü temizlenmezdi bu pislik. Ne var ki, Recai bey, Neron gibi, bir tepeye çıkıp seyretmeyi düşünmüyordu çıkaracağı yangını. Aynı pisliğin kendi içinde de olduğunu biliyordu. İçinde ve dışında. Kafasında. Giysilerinde. İç çamaşırlarında. Düşlerinde. Özellikle düşlerinde. O iğrenç kadınla yattığından beri, hemen her gece gördüğü o aynı düşte. Kıvır kıvır ve yapışkan tüyler. Bacaklarına yapışan kan.
Midesi bulanıyor. Cebinden paketini çıkarıp bir sigara yakmak istiyor. Çakmağının gazı tükenmiş.
Oysa daha dün doldurtmuştu. Namussuzluk bu. Herkes herkesi kazıklıyor. Gücü yeten yetene.
Sonra, paltosunun cebindeki kibrit kutusu geliyor aklına. Kenarları eğilmiş. Üç çöp kalmış içinde. Sigarasını yakıyor. Dumanı içine çeker çekmez, o tuhaf, yapışkan yanık et kokusu dolduruyor genzini. Midesi kabarıyor. Güçlükle yaslanıyor sandalyesine. Karşısındaki adam ne zaman kalkmış yerinden? Tabağa iki buçuk lira bahşiş bırakmış. Merdivenlerin başında durmuş, bakıyor. Kaşla göz arasında tabağa bıraktığı bahşişi cebine indirir mi diye bakıyor olmalı.
- “Böcek!!..”
Hayır. Başlangıçta onu yakmayı düşündüğünü kimse söyleyemez. Bunu çok iyi biliyor. Dairenin doktoruyla alay etmek geçmişti içinden. Karşılaştıklarında, “Hamam böceğini alkolle temizledim,” diyecekti. Doktor iri iri açacaktı gözlerini. “Seninki psikasteni kardeşim,” diyecekti. “Sen iyice oynatmışsın. Seni Bakırköy'e havale edelim!..”
Psikasteni ha? Al sana psikasteni! Ama belki, şişeyi eline alırken, gizlice, alkolün onu öldürebileceğini ummuştur. Daha sonra, bu böceklerin çok dayanıklı olduklarını, bir nükleer savaş halinde, yeryüzünde yalnız onların sağ kalabileceklerini bir yerlerde okumuş olduğunu anımsamıştır.
- “Pis böcek!”
Merdiven başında duran adam, koca kıçlı kız, belediye tahsildarı kılıklı adam, saçları alaca bulaca boyalı kadın, hepsi birer böcek.
Ne farkları var sanki hamam böceklerinden?
İki günden beri sular yine kesikti. Hizmetçi kadının doldurduğu kovalardaki sular da tükenmiş. Alafranga helanın kapağını açar açmaz iğrenç bir koku yükseliyordu burnuna. Yüzünü yıkamak için bile su yoktu. İçecek su bile kalmamıştı. O yüzden yine elektrikli makineyle traş olması gerekiyordu. Oysa, elektrikli makineyle traş olmaktan nefret ederdi. Aynada yüzüne bakmıştı. Gözleri çapaklanmış. Ağzı yapış yapış.
Makinenin fişini prize takmıştı. Makinenin döner biçakları tuhaf bir vızıltıyla çalışıyordu. Unufak ediyordu sakalının kıllarını. Sonra, makinenin kapağını açıp üflüyordu. Toz tanecikleri lavabonun içine dökülüyordu. Ama bugün bunu da yapamayacağını biliyordu. Çünkü su yoktu. Lavaboyu temizleyemezdi.
“Kendisini öldürmeğe karar veren bir insan için buradan daha iyi bir yer düşünülemez” dediğini anımsıyor.
“Şu banyonun içine, kesik bileğinden akan kanlar pıhtılaşmış çıplak bir ceset oturttun mu...”
Oysa, insanın banyoda bileğini kesebilmesi için de su gerekti.
Tam o sırada görmüştü hamam böceğini. O sarı, uzun duyargalı, tiksindirici yaratığı. Başını başka yana çevirmek istemiş, çevirememişti. Makinenin bıçakları boşlukta dönüyordu. O büyülenmiş gibi kalakalmıştı. Böcek, sanki yüzünü ona çevirmiş, ön ayaklarını birbirine sürterek bekliyordu durduğu yerde. Çabuk davranabilirse, üstüne basıp ezebilirdi, ama bunu düşünürken bile tüyleri diken diken olmuştu. Görmemiş gibi davranmak için zorlamıştı kendisini. Başını tavana kaldırmış, tavandaki lambanın kararmış karpuzuna bakmıştı uzun uzun. “Kadına söyleyeyim de temizlesin” demişti içinden. Sonra, evde merdiven olmadığını anımsamıştı. O bücür kadının iskemleye çıkarak lambaya ulaşması olanaksız.
Kendi kendini kandırdığını bile bile “işte unuttum böceği, ne kolaymış” diyerek, traşını sürdürmek için yeniden aynaya yaklaştırmıştı yüzünü ve birden yan gözüyle böceği kolladığını ayrımsamıştı. Alay eder gibi, duyargalarını oynata oynata bakıyordu ona hamam böceği. Kımıldamıyordu.
“Ez onu” demişti içinden bir ses ve ağzının içine yapışkan bir tükrük dalgası dolmuştu. O iğrenç yaratığı bir anda yok edebilirdi. Ama bunu düşünür düşünmez ürpermişti. Elektrikli makineyi prizden çıkarmadan lavabonun camına bırakıvermişti. Makine kendi kendine dönüyordu camın üstünde. Böceğin arkasından onu kolladığını biliyordu. Küçümseyerek.
Acaba, yatak odasındaki sinek raketiyle vursa, öldürebilir miydi? Ayağıyla basıp ezmektense...
Belki öldürmesi bile gerekmezdi. Şöylece sersemletir, sonra, su deliğinden aşağı itiverirdi.
Yatak odasına gidip sinek raketini alıp döndüğünde, böcek kaybolmuştu ortalıktan. Geniş bir soluk almıştı.
“Anladı namussuz” demişti gülerek. “Durumun ciddi olduğunu anladı...”
Oysa, böcek kaçmamıştı. Yerdeki plastik hamam tasının içinde salınarak geziniyordu. Ayaklarından biri kopuk muydu? Hafifçe aksıyordu ve bu aksama yürüyüşüne ahenkli bir görünüm veriyordu. Tasın içinde kaldığı sürece, ne ayağının altında ezebilir. ne de raketle vurup sersemletebilirdi. Böcek bunu biliyormuş gibi, korkusuzca dolaşıyordu.
Yere eğilip yakından izlemişti böceği. İğrenç bir yaratıktı. İğrenç ve pis. Şimdi, o da durmuştu. Kımıldamıyordu. Duyargalarını bile oynatmadan, ölü gibi duruyordu tasın içinde. Bir şeyler sezmişti kuşkusuz. Kendisini nasıl savunacağını, nasıl kurtulacağını düşünüyor olmalıydı.
Bir böceğin düşünebileceğini tasarlaması birden öyle gülünç görünmüştü ki ona, gülmeğe başlamıştı. Çok kısa bir süre. Ne diye duruyordu böyle, tasın başına çömelmiş? Tası çevirebilir ve üzerine basabilirdi pekâlâ. Ona kaçıp kurtulması için hiç bir olanak tanımadan. Bu iş de burada biterdi.
Ama, hiç de kolay değildi bu iş. Ayağını üstüne bastığı zaman duyacağı çıtırtı aklına gelir gelmez gönlü bulanıvermişti. Yerinden doğrulmuş, yine onu unutmağa karar vererek traşını sürdürmeğe koyulmuştu. Az sonra da böceği gerçekten unutmuş olduğunu ayrımsayarak sevinmişti. Çocukluğundan beri ürker böceklerden. Her türlüsünden. Özellikle tüylülerinden. Yerde sürünenlerden. Ama, bunu düşünür düşünmez, gözü yine tasa çevrilmiş ve onu görmüştü. Hiç kımıldamamıştı yerinde. Ölü gibiydi. Gerçekten ölmüş olsaydı keşke. Ölmesi için bir neden olmadığını biliyordu. Bir böcek ne kadar yaşardı? Kimi kelebeklerin yirmi dört saat yaşadıklarını okumuştu bir yerlerde. Belki bu da...
Traş makinesini çalışır halde lavabonun içine bırakıp yeniden eğilmiş ve tası birden çevirivermişti. Onu havasız bırakırsa öldürebilir miydi? Gülünç olduğunu bile bile bir süre beklemişti öylece. Donmuş gibi. Neden sonra makinenin vızıltısıyla kendisine gelmişti. Makine, lavabonun içinde, motorun ivmesiyle kendi kendine hareket ediyordu. Ağzının içinde acı bir tat vardı. Sabah uyanır uyanmaz yaktığı sigarayı, tıkanacakmış gibi öksürmeğe başladığı için söndürmek zorunda kalmıştı. Bir sigara daha yaksa ağzının tadının düzeleceğini biliyordu ama bunun için yeniden odaya dönmesi gerekiyordu. Canı sıkılmıştı. Kımıldamak istemiyordu yerinden, Tası gözlüyordu. Böceğin tası kımıldatabileceğini bekliyor gibiydi. Ölmüş müydü acaba? Gülünçtü. Böcekler havasızlıktan ölmezlerdi. Ya neden ölürlerdi? Onları öldüren hastalıklar var mıydı? Yoksa, saatin kurgusu gibi, belli bir süre sonra, kendiliğinden biter miydi yaşamları? Yürekleri durmazdı ki bunların. Yürekleri yoktu çünkü. Beyinleri de yoktu. Peki, nasıl ölürlerdi kendiliklerinden?
İğrenerek kenarından tutup çevirmişti tası. Böcek, hızla tırmanmıştı tasın kenarına doğru ve elinden atmasa, parmaklarına tırmanması işten değildi. Tas sessizce düşmüştü yere ve böcek, tasın orta yerinde bir süre hareketsiz kalmıştı. Sonra yine duyargalarını oynatarak gezinmeğe başlamıştı.
“Allah hiç bir mahluku sebepsiz halketmemiştir” derdi Recai beyin babası. Peki ya bu böcek? Bu böceğin işlevi neydi? Lâğım pisliklerini taşımaktan başka? Belki de... Kimbilir? Vardı belki de bir işlevi. Tabiat bilgisi derslerinde okuduklarını anımsamıştı. Havadaki azotun organik bileşimlere dönüşmesi, bakterilerin...
O sırada takılmıştı gözleri lavabonun yanındaki ilaç dolabında duran alkol şişesine. Her sabah, boynunu, kulaklarının içini siler alkolle. En iyi mikrop temizleyicisidir alkol. Dairenin doktoru istediği kadar onunla alay etsin. “Seninki bal gibi psikasteni kardeşim” desin. Asıl kendisi. Mikrop geçer korkusuyla doğru dürüst muayene bile etmez hastalarını. Zaten iki günde bir yarım saat şöylece uğruyor daireye. Kimini iki aspirin verip savıyor, kimini hastaneye yolluyor. Yüz yılı geçmiş emekli olalı. Pimpirik. Asalak. O böcek kadar bile işlevi yok. Psikasteni ha? Sensin asıl...
Düşünüyor. Acaba mı? Yo... Belki. Arasıra gelip gidiyor. Kapı tokmağını mendiliyle tutarken yakaladığı oluyor kendisini. Her zaman değil. Bir de kavunu karpuzu, kesmeden önce sabunlu suyla yıkar. Keserken bıçak, kabuktaki tozu, mikroplar içine aktarır diye. Bu bir tutsaklık değil, alışkanlık. Çünkü, sabahları, barsakları iyi çalışsın diye yediği elmayı yıkamak aklına gelmez. Ama hamam böcekleri...
Gözgöze geldiklerinden beri ilk kez, onun kötü bir şeyler yapacağından kuşkulanmış olmalıydı böcek. Duyargalarını kıpırdatmaktan vazgeçmiş, sessizce bekliyordu. Korktuğu belliydi. Gizlenebileceği bir yer yoktu. Açıkta yakalanmıştı. Karşı saldırıya geçmesi olanaksızdı. Düşmanını yumuşatamayacağını da kestirmişti herhalde.
Önce birkaç damla dökmüştü üstüne. Birden sersemlemisti böcek. Hiç beklemediği bir şeydi bu. Kıvrılmış, duyargaları büzülmüştü ama, inanılmaz bir çabukluk ve aldırışsızlıkla, ıslak kanatlarını toplayarak, hızlı hızlı yürümeğe başlamıştı yeniden, tasın içinde. Ayakları belli belirsiz bir iz bırakıyordu geçtiği yerde.
Bu kez, şeyi olduğu gibi boca etmişti tasa. Böcek yine kaskatı kesilmiş ve alkol havuzunda yüzmeğe başlamıştı, kendiliğinden. Boğulmuş gibi. Kımıldamadan. Bu da uzun sürmemişti. Sıvının dalgalanması durur durmaz, ayaklarını yeniden oynatmağa başlamış, tasın kenarına kadar gidip kaygan düzeyde tutunmağa çalışmıştı.
Onu hiç bir zaman öldüremeyeceğini sanmıştı o an. Ağzının içini kaplayan kıvamlı tükrük gitgide çoğalıyordu. Yutkunamıyordu bir türlü. Ne olursa olsun, kurtulmalıydı ondan. Umutsuzca çevresine bakınmıştı. Lavabonun yanındaki ters çevrilmiş kovanın üstünde bakır sigara tablasına oturttuğu mumu ve kibrit kutusunu görmüştü. Şişeyi yere bıraktığını anımsamıyordu bile. Avcunun içinde kibrit kutusunu öylesine öfkeyle kavramıştı ki, kutu ezilmişti. Kibriti çakmış ve uzatmıştı tasa. Alkol hemen alev almıştı. Mavimsi bir alev. Öyle güzel bir alev.
Böcek birden durdu. Önce duyargaları kavruldu. Kabuğu öylesine dirençliydi ki, hemen ölmediği belli oluyordu. Recai bey, öylece, tasın yanında yere çömelmiş, ağzının içinde dili şiş, boğazı yapışkan sıvıyla dolu, bekliyordu. Ne kadar sürmüştü bu bekleyiş? Birden soluk almağa başladığını ayrımsadığında, plastik tasın kenarları eğilmiş, yamru yumru olmuştu. Böcekten, kararmış, biçimsiz bir küçük topak kalmıştı geride.
- “Bir tatlı ister misiniz?”
Güçlükle kalktı yerinden. Ortalık birden tenhalaşmış. Mesai saati başlamış bile. Cüzdanından her tarafı yapış yapış pis bir yüz liralık çıkararak uzatıyor garsona. Asansöre doğru yürüyor. Dengesizce. Midesi bulanıyor. Duvara yaslanıyor. Yüreği öyle bir çarpıyor, bayıldı bayılacak. Yanından tüylü paltolarını, ıslak parkalarını üstüne sürterek insanlar geçiyor ve kimse dönüp bakmıyor yüzüne. Daireye döndüğünde, Müdür, kaşlarını çatarak bakacaktır. Arkadaşları arkasından güleceklerdir.
- “Pis böcekler!...”
Elini zor götürüyor ağzına. Derin derin soluk almağa çalışıyor ama, bastıramıyor midesinin kabarmasını. Ağzının içine bira köpüğüne bulaşmış peynir parçacıkları doluyor ve yerdeki kâğıt parçalarının, boş sigara paketlerinin, balgamların ve çamurlu ayak izlerinin ortasına kusuyor. O zaman görüyor, bir süredir, trabzanın kenarına büzülerek onu izleyen hamam böceğini. Böcek, duyargalarını oynata oynata hızla tırmanıyor taze kusmuğun üstüne.
Erhan Bener | sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981