Fotoğraf, görüntüyü çarpıtıp değiştirebilir; bir sanat olabilir. Sanatsal olmayanın gördüğünü göstermek yerine özel bir görüntü aktarabilir... Siyah-beyaz fotoğrafların gerçeği yanlış yansıttığı açıktır, ama renkli fotoğrafların nesneleri olduğu gibi gösterdiği söylenebilir. Gene de, bunu yapmayı deneyenler Kalküta, Benares ve daha birçok yerde amaçlarına ulaşamayacaklardır. Sesleri, kokular ve hava durumları olmadan dünya aynı değildir. Rahat, sessiz bir ortamda oturup resimlere bakmak bir Hindistan kentinin sokağında yürümekten ya da Bali’nin ekvator sıcağında ve nemliliğinde durmaktan bambaşka bir deneydir. Şiirin sükûnet içinde anımsanan coşkular olduğu söylenir, ama kimi ozanların şiirlerini yazarken, ele aldıkları durumlardakinden belki de daha çok coşkulandıkları bir gerçektir.
Bir fotoğrafçı, orada ne varsa onu göstermeyi, bilgi sağlamayı amaçlar. Bir ressam da bunu yapar. Ama ikisinin de bunu amaçlamaya gereksinimi yoktur. Başka birçok amaçları olabilir. Bu amaçlardan biri, bile bile başkalarını bir şeyi yapmamaya yöneltmektir, yani tek sözcükle propagandadır. Bu anlayışla insan en çirkini ya da en korkuncu seçebilir, ya da gerçekte olandan apayrı resimler ortaya çıkarabilir.
Propaganda amacı olmadan da fotoğrafçılar kendilerini en çok ilgilendiren yanları seçerek ve başka birçok şeyi bir yana bırakarak yanlış yönlendirici resimler verebilirler. Böylece, Hindistan’daki Sançi’nin bütün resimleri eksiktir. Büyük stupanın dört kapısından yalnız birini ya da bir-iki kapıdaki ünlü oymalar gösterenler bile, bakana büyük stupanın bir tepe üstünde olduğu ve bu yerin çok büyük bir huzur havası yaydığı gerçeğini veremez. Burada insan kendini yaşamın sınırında duyabilir ve Buda anlayışında düşünebilir. Gördüğüm Sançi fotoğraflarından hiçbiri insana bu izlenimi vermez.
Bir bakıma burada resimlerin gereği yoktur ve sözcükler daha iyi olabilir:
Fotoğraflar tanımlayıcı olabilirler. Örneğin büyük stupanın gölgesinde kâğıt oynayan insanları ya da elinde bir radyoyla harabelere tırmanan birini gösterebilirler. Fotoğraflar bu yolla kullanıldıklarında, sahnenin ne denli “tipik” olduğu sorusu pek akla gelmez. Bunun gibi, insan aşırı durumların resimlerini sıralayabilir ve sonra da bir sakatlık, bir kaza, bir yoksulluk, bir sıkıntı resmi önerir; belki gene bir korku, bir umutsuzluk ya da böyle durumlara başka tepkiler gösteren resimler seçebilir. Bu yöntemle resimler bir metne yardımcı olarak kullanılabilir. Bu yapıldığında, akla gelecek eleştirel sorular şunlardır: Fotoğraflar gerçek yaşamı mı yansıtıyor, yoksa oyuncularla çekilmiş sahneler mi? Bunlar gerçekten korkuyu, umutsuzluğu, yoksulluğu, sıkıntıyı mı yansıtıyorlar?
Şöyle düşünün: Seksen sayfada yazısız bir dizi renkli fotoğrafla karşılaştınız. Ama, “Bunlardan ilk onu ve son ikisi Kajuharo’da, ötekiler Benares ve Kalküta’da çekildi; Kalküta’da çekilenler bir kitap tezgâhıyla başlıyor,” deniyor. Kajuharo, Delhi’nin üç yüz mil güney doğusunda, Benares’in yüz elli mil güney güneybatısında küçük bir köydür. Önemli bir yerde olmadığı için bu bölgedeki Hindu ve Jain tapınakları Müslümanların yıkımından kurtulmuştur ve bunların İ.S. 1000 yıllarından kalan erotik oymaları dünyaca ünlüdür. Benares, Hindistan’daki en kutsal kent olarak bilinir. Hindistan’ın kutsal Irmağı Ganj kıyısındadır. Ülkenin her yanından insanlar bu ırmakta yıkanıp günahlarından arınmaya gelirler ve çoğu Benares’te ölüp Ganj’ın kuzey kıyısındaki krematoryumlarda yakılmak için burada kalırlar, böylece yenidendoğuş tekerleğinden kurtulacaklarını umarlar. Kalküta, Hindistan in en büyük ve en korkunç kenti olarak bilinir. Hiçbir yerde koşullar buradakinden daha kötü olamaz. Bunun için çoğu havayolları 1970’lerin başında turistleri Kalküta’ya değil, Delhi’ye, Agra’ya (Tac Mahal’in olduğu yer), Kajuharo’ya, Benares'e, Katmandu’ya (Nepal’de) indirmek için anlaşmaya varmışlardır.
Böyle resimlere yaklaşmanın bir yolu olarak da şöyle söylenebilir: “Ben Kajuraho’da bulundum ve ünlü oymaları gördüm; ama bunlar gibi köy sahnelerini hiç görmedim.” Ya da: “Ben Kajuraho’nun birçok resmini gördüm; ama bu aynı yer gibi görünmüyor.” Elbette çoğu kişiler Benares ve Kalküta’nın resimlerine de böyle bir tepki göstereceklerdir.
Bizim eğitimimizde kökten bozuk bir şey var. Yüksek öğrenim görmüş çoğu kişilerde pek az göz estetiği duygusu gelişmiştir. Amerikan kolejleri kampüslerindeki yapılar bu noktayı kanıtlamaz, ama profesörlerin ve öğrencilerin büyük çoğunluğunun, çevrelerindeki yapıların bayağılığının -bundan tedirgin olmak bir yana- farkında bile olmamaları, sorunun ne olduğunu gösterir. Böylesi tatsız bir eklektisizmin açıkça bulunması, Hindistan’daki aşırı insan sefaleti kadar anlamlıdır; her iki durumda da böyle çevrelerde sağ kalma bedeli, bunlara dikkat harcamayı bırakmak, bunlara gözlerini kapamaktır.
Kimi profesörler elbet görsel sanatlarla derinden ilgilidirler. Ama yapıların güçlü bildirileri olmasa gerektiğine inanırlar. Sanatı düşünsel yaparlar ve böylece sanatı saygınlaştırmak gerektiğini sanırlar. Yapılarda dünya görüşleri, resimlerde gerçek ararlar. Oysa sanatın değeri, onun bize çeşitli yaklaşımlar, değişik yaşantılar önermesi, yani gözlerimizi açmasıdır.
Bizim görmediğimiz bir şeyi gören bir kişiden bunu bize anlatmasını istemek elbet ilginç ve doğaldır. Bir resim bunu yapmanın bir yolu olabilir. Ama birini düşünün ki, bir resme bakıyor ve sizin niye ona hayran olduğunuzu anlayamıyor. Elbet ona, “Size anlatamam bunu, bakmaya devam edin,” ya da “Çünkü o şöyle şöyle gerçek bir bildiri veriyor,” demek gerekmez. En iyisi konuşmaktır.
Birinin şöyle dediğini düşünün: “Ben Kalküta’da bulundum, gördüklerim korkunçtu, sakatlanmış ve açlıktan ölen insanlar gördüm ama bu resimler onu güncel göstererek gerçeği çarpıtıyorlar.”
Bunu şöyle yanıtlamak gerekir mi: “Büyük sanatın çoğunluğu, çarpıtılmış dehşettir.”
İnsan eski Latin atasözüne uyarak hiçbir şey söylememek ister: “O si tacuisses, philosophus mansisses!... Hiç Sesini çıkarmazsan filozof olarak kalabilirsin..” Ama sınırlardaki yaşam anlayışımızı ilerletmek için birkaç açıklamanın yardımı olabilir.
Benares’in renkli fotoğrafları Mark Twain’in Benares’e tepkisiyle çelişebilir; bu tepki bugün bile çoğu Batılı ziyaretçinin, Batılılaşmış Hintlilerin tepkisinden pek de ayrı değildir. Twain, “Ekvatoru İzlerken"de “dorian” diye bir yemişi tanımlıyor:
“Bunun kabuğu öyle kötü bir koku yayar ki, dorian’ın olduğu odada bir kokarcanın bulunması bile insanı ferahlatır. Dorian yiyen birçok insan gördük ve bu insanlar dorian’dan adeta kendilerinden geçerek söz ediyorlardı. Yemişi ağzınıza atıncaya değin burnunuzu tıkarsanız, sizi baştan ayağa kutsal bir sevinç sarar ve kabuğun kokusunu duyurmaz, ama burnunuz biraz aralık kalır da yemişi ağzınıza atmadan kabuğun kokusunu alırsanız, bayılıp düşersiniz... Benares tarihten eskidir; efsaneden bile eskidir ve tümünden iki kat daha eski görünür... Hindu gözünde anlatılmayacak kadar kutsaldır, kutsal olduğu kadar da sağlıksızdır ve dorian’ın kabuğu gibi kokar...”
Aslında “Benares’te bir tek yapı bile Ekber çağı (1556-1605) öncesinden kalmış değildir” ve ancak birkaçı on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından öncedir. İslam istilâcıları tüm eski yapıları yıkmışlar ya da Ernst Diez’in “Die Kunst Indiens"de dediği gibi “Eski Hint biçimleri İslam kubbeleri ile birleşerek, on dokuzuncu yüzyıl Avrupasındaki gibi, sıradan, melez bir mimariye dönüşmüştür.”
Mark Twain kentteki koşullardan şaşkına dönmüştür:
“Hacılar için küçük bir kılavuz yapacağım:
Arınma. Gün doğarken Ganj’a inmeli, yıkanmalı, dua etmeli, biraz su içmelisiniz. Bu sizin genel arınmanız içindir.
Ateşli Hastalık. Kedar Ghat’ta Irmağa inen taş basamaklı uzun bir merdiven bulacaksınız. Yarı yolda bir tank lâğım suyu vardır. Bundan istediğiniz kadar için. Bu, ateşli hastalıklar içindir.
Uzun Yaşam Kuyusu. Kokuşmuş lâğım suyuyla dolu sığ bir havuz bulacaksınız. En iyisinden limburger peyniri gibi kokar ve içinde cüzzamlıların yıkanmasıyla daha da kirlenir. Ama önemsizdir bu, yıkanın orada.
Kılavuzumda bir ayrıntı eksik kaldı. Onu da koymalıyım. Gerçekte hacı kılavuzun isteklerini sonuna dek uygulayıp kurtuluşunu güvenceye aldıktan sonra.. gene de her şeyi yok edecek bir kaza olanağı vardır. Ganj ırmağının öteki kıyısına geçip de orada ölecek olursa, hemen yeniden bir eşek olarak yaşama döner. Hindunun eşek olmaktan çocukça ve mantıksız bir iğrenmesi vardır. Nedenini söylemek güç. Bir eşeğin Hinduya dönmekten iğrenmesi de haklı olarak düşünülebilir. Böylece değerini, özsaygısını ve zekâsının onda dokuzunu yitireceğini anlayabilir insan. Ama eşeğe dönen bir Hindu, dinini saymazsak, hiçbir şey yitirmeyecektir. Daha çok kazanacaktır; iki milyon tanrıya, yirmi milyon rahibe, yoksula, kutsal dilenciye ve öteki kutsal mikroplara tutsak olmaktan kurtulacaktır; ayrıca Hindu cennetinden ve cehenneminden de kurtulacaktır. Bir Hindunun gözönünde tutması gereken yararlar bunlar; böylece belki karşı kıyıya geçip orada ölebilir.”
Benzemez, ama böyle sakıntıların verdiği gerginlikler bu fotoğrafların özüdür. Bu resimlerdeki insanların çoğu ezik görünmez, çünkü ezilmiş değildir onlar. Yoksuldurlar ama, beklenen, belli, üpik bir yolla tepki göstermezler buna. Filozofların bile yaygın sanısı, ölüme doğal tepki, korku, felâkete ve yoksulluğa umutsuzluktur. Ama bu açıkça yanlıştır ve bu anlayış kurtuluş getirir. Çeşitli yollarla başımıza gelenlere yanıt vermekte özgürüz. Kimileri belli bir nedeni olmadan eziktir; kimilerinin ezik olmayı gerektiren nedenleri vardır, ama değildirler. Kimileri saçma şeylerden korkarlar; ötekiler gerçek tehlikeleri coşturucu bulurlar ve ölümü dinginlikle karşılarlar, hattâ onu kabullenirler.
Saatte yüz mil giden bir motosiklete binmek birisi için coşku verici olabilir, ama bir başkası için cehennemdir. Dimdik ve her yandan görkemli görüntüleri olan kayalık bir dorukta yalnız durmak birisi için cennet, ötekisi için cehennem olabilir. Batıdaki insanlar aşırı durumları yalnızlıkla bağdaştırma eğilimindedirler; varoluşçular bu önermeyi düşünmeden kabullenmişlerdir. Batı yazınında sınırlardaki yaşamla yüzyüze gelen tipik yalnız, kahramandır. umutsuzluk içinde ağlayan Davud’dur; başına Tanrı’yla görüşen ve yenen “İncil”de yalnız İsa’nın acıları ciddiye alınır. Pontius Pilate binlerce Yahudiyi çarmıha germiştir, ama Kutsal Kitap’ta sadece üç çarmıh vardır; İsa’ya, “Sen Mesih değil misin, kendini ve bizi kurtar,” diyen suçlu, kurtuluşa lâyık görülmemiş, “İsa, yüce gücünle geldiğinde beni unutma,” diyen adam kurtulmuştur. Batı geleneğinde sevgi ve kahramanlık azınlık içindir. Bizler bireylere ve yüklü anlara göre, yüreklice duranlara göre düşünürüz, kalabalıklar ve süreklilikle ilgilenirken ne yapacağımızı şaşırırız. Sürekli olarak çok kalabalık koşullarda yaşayan yoksul halk kitlelerinin görüntüsünü anlayamayız. Böyle aşırı kalabalıklığı büyük bir felâket sonucu, kendine özgü bir olgu, çabucak ve kararlı olarak kahramanca önlemlerle giderilmesi gereken görülmemiş büyük bir felâket olarak düşünmeyi yeğleriz. Bizim anlayışımız İbrani yalvaçlarının ivecenliğiyle biçimlenmiştir. Yitirecek zaman olmadığını düşünürüz. Şu ya da bu bireye yardım edip edemeyeceğimizi düşünür, sonra da bunlar çok fazla olduğu için umutsuzluğa kapılırız.
Kalküta’nın kalabalığı gene de bir kimsenin rahatlığı için çok fazla görülebilir. Yeni Britanya Ansiklopedisi’ne göre (1974), mil karede nüfus yoğunluğu Brooklyn’de (New York) 1970 de 32.100, Manhattan’da 67.000’in üstünde, Tokyo’da 40.207, Kalküta’da 78.000’dir. Bu kentlerin her yerinde yoğunluk aynı değildir. Kimi semtler ötekilerden çok daha kalabalıktır. Örneğin Kalküta’da kimi semtlerde bir akrda 127, kimilerindeyse binden fazladır. “Kuzey Kalküta’nın 20 mahallesinde nüfus yoğunluğu 1961’de akr başına 590 kişidir.” Bu, mil karede 377.600 eder. Şunu da eklemek gerek: “Bu bölgede pek az çok katlı apartman vardır. Halk çoğunlukla tek katlı, iki katlı, üç katlı yapılarda yaşar.”
Kimileri de yapılarda bile oturmaz elbet. Dünya Sağlık Örgütü’nün The New York Times’ın 9 Ekim 1975 günlü sayısında, sayfa 2 de yayımlanan bir incelemesine göre Kalküta’da kent yöneticilerinin dediği gibi 250.000 değil 50.000 kişi kaldırımlarda yaşar. Bunların çoğu “altı yıldan fazla aynı yerde yaşamaktadır” ve ortalama aile ana, baba ve iki çocuktur, ki çoğu Hintli ailelerde çocuk sayısı daha çoktur.
“Kaldırımlarda yaşayanların tümü buralarda sürekli yaşayanlar değildir. Evler çok kalabalık olduğu için, özellikle sıcak havalarda kimileri kaldırıma çıkar.”
Muson sırasında kaldırımda yaşayanların beşte biri kırsal bölgelerde geçici işler arar. Kimilerinin kentte işleri vardır, ötekiler dilenir. Kimileri kömür parçaları toplar, bunları yıkayıp yakacak olarak satar. “Kimileri paçavra, cam, kâğıt toplayıp satarak günde 15 sent kazanırlar.” Bazı bölgeler dilenciler için daha iyidir, “ama oradaki dilenci ölmeden başka biri oraya giremez.” Cüzzamlılar ve sakatlar daha çok kazanırlar. Rupinin 11 sent olduğu zamanlarda günde 15 sentten daha az. Evsizler “et ve undan yapılmış Şapati, tava ekmeği, çorba içeren nişastalı bir yemek yerler.” Elbet bütün dilenciler, yalnız kaldırımlarda yaşayanlar değildir, bunlardan daha çok dilenci vardır.
Bu yazılar ve istatistiklerin verdiği izlenim bambaşkadır. Fotoğraflardan birinin bile dilencileri gösterip göstermediği tartışılabilir. Ama burada verilen bilgilerin ya da fotoğrafların reddedilmesi gerektiğini düşünmek yersizdir. Londra’da parlamento yangınıyla ilgili bir gazete haberi ya da bir resmi rapor insana Turner’in resimlerinden bambaşka bir izlenim verir. Ama Turner’den sonra öteki sahneleri de bambaşka görürüz. Genellikle bir sanatçı ya da bir filozof “İşte şeyleri görmenin bir başka yolu"ndan daha çok şey söyler. Önemli bir şeyin görülmediğini, belki de alışılmış bakışımızın yanıltıcı olduğunu bildirir bize.
Sağduyu şöyle karşılık verebilir: “Senin bize gösterdiğin de tüm gerçek değil.” Elbette değil. Biz bir bütün içinde iletişim kurarız. Çoğunu gerçek olarak kabul ederiz. Birimiz kimi sanılarımızın ne denli yanlış olduğunu gösterdiğinde ve dikkatimizden kaçan şeyleri gözönüne getirdiğinde, bize gösterilenin her şey olmadığı yanıtını vermek yersizdir.
Bu resimler “Cehennem güzeldir” demiyor. Bunlar kargınmışların övgüsünü yapmıyor. Ama yeni görüşlere gözlerimizi açıyor, cehenneme, kargışa, yazına, felsefeye ve sanata ışık tutuyor. Bu resimlerden söz ederken insan onlar birçok yere koyabilir. Bunların en uygunu sınırlardaki yaşamdır.
Çoğu filozoflar bunu bir yana bırakmışlardır. Aşırı durumlarla uğraşan varoluşçular ölümü, korkuyu, umutsuzluğu önemseyerek bize insan varoluşunun pek yetersiz bir tasarımını vermişlerdir. Sınırlardaki yaşamı insan daha çok büyük ozanlardan, romancılardan ve kimi resimlerden öğrenebilir.
Walter Kaufmann (Türkçesi: Yusuf Atılgan) | sanat olayı - Sayı: 2 - Şubat 1981