
Ertesi sabah bu konser tüm gazetelerde birinci sayfada manşet olacak, başyazarlar, köşe yazarlar, çok yazanları, az yazanlar, herkes, dün gece Taksim Meydanı’nın nereye gittiğini, gökyüzünün ve gecenin içimize nasıl dolduğunu tartışacaktı. Yığınla insan “en büyük İdil Biret başka büyük yok!” diye haykıracaktı... Uyduruyorum, elbet. Bunların olmayacağını bildiğimden, düşlemeye bile kalkışmadım. Onun yerine, İdil Biret’in Moda’daki evinin yolunu tuttum.
İki yolculuk arasında, bir önceki konserlerle bir sonraki konser arasında, kuyruklu piyanoyla duvardaki tablolar arasında, Önde uzanan Kalamış Koyuyla, gümüş resim çerçevelerdeki anılar arasında, kaynatılıp içilen sayısız otlar, ortalıkta dolaşan, kediliğini bilen bir kedinin bakışları arasında İdil Biret’le “konuşa konuşa”da buluşuyoruz. Şimdi İdil Biret, ne “küçük bir kız çocuğu gibi” ne de “dev”. Sizin benim gibi bir insan. (42 yaşını pek göstermiyor.)
Amacım, burada İdil Biret’in yaşamöyküsünü vermek değil. Çocukluk yıllarına dönmemin nedeni, başkalarına benzemeyen bir çocuğun dertlerinin, çıkmazlarının sorunsalının peşinde olmam. Hani şu “harika çocuk” etiketi var ya... Ama bütün çabam boşuna. Böyle bir sorunu hiç yok, hiç olmamış karşımdaki olgun kadının. “Harika çocuk” lafını ağzıma almamla, “bence her çocuk harika!” demesi bir oluyor.
“Her çocuk harika! Her çocuğun, her insanın bir şeye yeteneği var. Ama biz bilmiyoruz, bilemiyoruz, farkedemiyoruz, ortaya çıkaramıyoruz... Benim şansım oldu. Hepsi bu.”
Şans mı?
“Elbet şans. Çocukluğumda piyano görmeseydim (iki yaşındaydı piyanoya tırmandığında), annem piyano çalmasaydı, ben annemi kopya etme seydim (dört yaşındaydı kopyaya başladığında), evde habire klasik müzik dinlenmeseydi, annemler kuzenlerle birlikte evde oda müziği yapmasaydı böyle olur muydu? Onun için diyorum ki her çocuk harika, ama hepsi şanslı değil.”
Yedi yaşındaydı 1949’da Harika Çocuk Kanunuyla Paris’e eğitime gittiğinde. O yaşa dek Ankara yıllarından pek bir şey anımsamıyor. “Yalnız hep konsere gittiğimi hatırlıyorum. Ama neydi, kimindi, hiç bilmiyorum.” Hani analar babalar eve konuk gelince oğlum hadi bir şiir oku, kızım hadi bir şarkı söyle derler ya, herhalde ona da hadi bize piyano çal demişlerdi... “Herhalde. Ama benim için bu hiç önemli değildi. Ha kendim için çalmışım, ha başkaları için hiç farketmezdi.”
Yedisinde Paris’teydi.
“Beni, ben yapan” dediği iki insan, iki hocayı tanıyacaktı: Nadia Boulanger ve Wilhelm Kempf.
“Nadia Boulanger beni kışkırtırdı. Sen bunu yapamazsın, küçüksün diye. Ben de inatçıydım. İçimden yaparım işte, yapacağım işte der yapardım. Sonsuz sevgim, hayranlığım vardı ona. Kempf ise ikinci babam sayılır. Çok veren bir insandı.”
Paris’te Champs Elysée Tiyatrosunda 11 yaşındaki bir kız çocukla, “Koca piyanist” Wilhelm Kempf”in Mozart’in ikili piyano konçertosunu çalmak için bir araya geldikleri konser 1953’teydi. (Yanlış okumadınız 11 yaşındaydı.)
“Yoo hayır... Hiç heyecan falan yoktu. Bana doğal bir şey gibi geliyordu. O konserden saçma sapan ayrıntılar kaldı aklımda. Ihlamur rengi bir elbise giyiyordum. Ne sevindim o elbiseye, çocuk rengi değil, büyük rengi diye... Bir de tam konserden önce kuliste başka bir çocukla oyuna dalmıştım, beni aramışlar, bulamamışlar, nasıl paniğe kapıldıklarını hatırlıyorum.”
“Yoo, hayır... çocuklukta hiç arkadaşlık kurmakta güçlük çekmedim. Konservatuvardaki sınıf arkadaşlarım benden on yaş büyüktü. Yaşıtlarım olan çocuklarla da farklı yaşamlar sürüyorduk. Ben onların içlerine tam giremesem de, yaşamlarını yakından biliyordum... Yoo hiç yalnızlık çekmedim.”
Yalnızlık çekmedi çünkü çok küçük yaşlardan kendine fantastik dünyalar yaratmıştı.
“Önceleri her çocuk gibi ben de bol bol şiir, hikâye yazıp bu fantastik dünyayı besledim. Sonra fantezilerime arkadaşlarımı da kattım. Paris’teki evde çok uzun bir koridor vardı. O koridoru panayırlardaki gibi hayaletler tüneline çevirmiştim. Kostümler, maskeler ve bol düş gücüyle o koridoru boydan boya geçmek müthiş bir olaydı. Koridor her gün bir başka dünyaya dönüşürdü.”
Latinceden matematiğe tüm okul derslerinde ezbercilikten nefret etti.
“Sayfalarca Victor Hugo’nun şiirlerini ezberlerdim. Sırf derste söyleyebilmek için. Dersten çıktığım anda hepsini unuturdum. Bütün bunlar, bu ezbercilik çok saçma gelirdi bana. Yaratıcı, kafa çalıştırıcı derslere vardım.”
16 yaşındaydı ülke ülke dolaşıp konserler vermeye başladığında. Uçaklar, otel odaları ve “büyük adamlar” arasında gençliğini hiç aramadı mı?
İnsan ilişkilerinde hiç zorlanmadı mı? ilk gençlik yıllarının romantik duyguları coşkularıyla yaşadığı gerçekler çatışmadı mı?
“Yoo, hayır... (dedim ya boşuna bir çatışma aramam.) O gün bugün hep çok sevdim bunları. Her otel odası bir başka dünya, her uçak yolculuğu bir başka serüven, her konser yeni bir riskti. Her konser risk olduğu için güzel. Farklı dünyaları, değişik serüvenleri ve risk almayı hep çok sevdim. Zaten her sabah uyanışımız yeni bir risk değil mi? Önceleri bütün bu yolculukları, ya da serüvenleri yazıyordum. Ama sonra ‘acaba yazmak için bu serüvenleri kendim kışkırtıyor olmayayım’ diye kuşkuya düştüm. Ve yazmaktan vazgeçtim. Çünkü doğal olanı, kendiliğinden geleni seviyorum. Zorla, provokasyonla gelen serüvenleri değil.”
Kuşkuculuk, “sceptism”, hep gündemde zaten.
“İlk gençlik yıllarının romantik duygularına gelince... Hiç inanmıyordum öyle büyük aşk masallarına. Bana saçma geliyordu. O romantik filmleri komik bulurdum... Aşk, maşk öyle uzun süren bir iş değil, zahmete değmez meselesi var ya... işte öyle.”
Çatışma sonradan geldi. Yirmi yaşlarında. Kendi deyimiyle “romantik düşüncelerle”, “ukalalık dönemleriyle” birlikte: Ve günün birinde İdil Biret, “Ben ne yapıyorum? Kime, ne işe yarıyorum? Bir notayı şöyle ya da böyle çalmak çok mu önemli? Kime ne yararım var?” gibi sorularla becelleşmeye başladı.
“Belki de yaptığım iş çok sınırlı gelmeye başladı. Keşke doktor olsaydım, demeye başladım. Sanatla büyü arasındaki ilişkiye, şamanizme çok meraklıydım. Doktorluk da, insanları iyileştirmek de bunlarla ilgiliydi, pratiğe dökmekti. Somut bir biçimde işe yaramak demekti.”
Nasıl çözümledi bu çatışmayı?
Gülüyor: “Mantıkla! Doktor olmak için on yılımı vermem gerekti. On yılın sonunda iyi bir doktor olacağım ne malum. Oysa iyi bir piyanist olduğumu biliyordum... İnsan mantıkla çok şeyi çözümlüyor. A bakın şu da var: Belki de mantık dediğimiz şey toptan yanlış. Saçma sapan bir şey. Bu da olabilir. Ama mademki yeryüzünde toplumsal mantık diye bir şey var, ona uymak zorundayız... İşte gerçekçi davranıp, benim için birinci derecede önemli olanının üzerine yoğunlaştırdım tüm çabamı.”
Neydi bu birinci derecede önemli olan?
“Yaptığım şeyi iyi yapmak. İşte o zaman deliler gibi repertuar hazırlamaya başladım. Haftada iki konçerto! Ancak o yaşlarda yapılacak bir delilik! Sonra, çok okudum. Okuma oburluğum vardı. Özel merakımdan dolayı tıp kitapları, hukuk kitapları ama en çok felsefe, metafizik, tüm klasikler. İnsan sünger gibi, alıyor alıyor. Ama sonra, bütün bu aldıklarına uzaktan bakabilmek, bunları düşünebilmek, yorumlamak için durmak lazım... Elbet ki bütün bu okuduklarım çalışmalarımı etkiledi, etkiliyor. Müzikte hiçbir notanın kesin ifadesi yok. Şu nota nasılsın, öteki nota iyi misin demek değil. Bir Brahms çalarken Alman romantizmini bilmelisiniz. Mallarme’yi bilirsen Debussy’yi başka türlü çalarsın... Bütün bu okuduklarım dünyamı, hayalimi genişletti. Yoksa yalnız piyanoyla sınırlı kalmak acıklı olurdu.”
Söz okumaktan açılmışken: Nota okumaktan doğan bir alışkanlığın sonucu, (”çünkü nota okurken, öncesini bilmek, sonrasını görebilmek gerek”) İdil Biret, kelime kelime satır satır değil, sayfa sayfa okuyor. Elleriyle gösteriyor: Sayfanın tepesinden ellerini çapraz aşağıya indiriyor, tüm sayfayı görüp okuyor... Hayır Türk edebiyatıyla istediği kadar ilgilenemedi. Eski Türk edebiyatını daha iyi biliyor. “Yeni Türk edebiyatında öyle çok üslup farkı var ki izlemek güç” diyor.
Çocukluk, gençlik yıllarını tümüyle geride bırakmadan bir nokta daha:
“Üzerinde çok düşündüm, hâlâ düşünürüm. Belki de bir çocuğa hiçbir şey öğretmemek en iyisi. Ne tarih, ne matematik, ne felsefe. Ne masal anlatacaksın. Bırakacaksın her şeyi kendi keşfetsin, hepsini. Belki bambaşka gerçeklerle çıkar karşımıza. Belki o zaman bambaşka bir dünya yaratabiliriz... Ama bilmiyorum, belki de sonuç bir fiyasko olur... Bilmiyorum ama kafamı çok meşgul ediyor bu konu...”
Böyle bir şey gerçekleşecek olursa, o zaman, hani demin sözünü ettiği “toplum koyduğu için, var olduğu için uymamız gereken mantık” da ortadan kalkar diye geçiriyorum içimden. İdil Biret için, çevresinin, toplumun önce “harika çocuk” sonra “Büyük Sanatçı İdil Biret” diye bir “mit” yaratması ne denli mantık dışıysa, kendisinin sahneye çıkıp konser vermesi de öyle mantık dışı.
“Ben inanmıyorum İdil Biret’in bir mit olarak görülmesine. Bana göre mantık dışı. Ben kendimi hiçbir zaman öyle hissetmedim. İlk karşılaşmadan beş dakika sonra, İdil Biret olmam karşımdakine güçlük yaratmaz. Starlık da bana göre değil. Çok yorucu. Oysa ben tembelim. Öyle gerginlikler, çatışmalar yaşayamam. Bunlardan kaçarım. Enerjimi başka şeylere saklamak için, daha verimli olmak için. Hiçbir şeyi kafama da çok kurmam. Hiçbir şeyin üzerine üzerine gitmem. Köşeleri hep yuvarlatırım, sivrilikleri törpülerim. Hep bir denge, bir uyum ararım. Doğayla, kendimle. çevremle, yaptığım işle. Hiçbir şeyin üzerine gitmem deyince, elbet ki kendi kişiliğimi yitirmeden Herşey o kadar rölatif ki, öyle değişken ki, dengeyi, uyumu sağlamakta her an dikkatli olmak gerek...”
Dayanamadım, kestim sözünü.
“Artık bugün hâlâ ben neyim, yaptığım ne işe yarıyor diye sorduğunuz oluyor mu?”
Yanıt çok net ve kesin: “Hayır, sormuyorum. Çünkü bugün artık bağımlı bir insanım. Yaptığım işe bağımlı. Ama bu, elimde olmayan nedenlerle yarın bitebilir. O zaman yarın başka bir şey, müzikle hiç ilişkisi olmayan bir şey yaparım. Ama yine yaptığım işi iyi yapmaya çalışırım. Yaşamak, var olmak öyle güzel ki...
Önemli olan her şarta, her ortama uyum gösterebilmek...”
Yine kesmek gereğini duyuyorum: “Politik açıdan...”
Bu kez, o kesti: “Politik açıdan düşünmüyorum. Politikayla çok ilgilenmiyorum... İnsanın varlık-yokluk sorunu açısından düşünüyorum. İnsanın var olması, pozitif, olumlu bir şeyler yapması açısından. Çünkü önemli olan bu benim için. Onun için bugün iyi bir piyanistsem, yarın çeşitli nedenler yüzünden iyi bir hastabakıcı olmaya çalışırım diyorum... Bakın, insan bir sürü yere bir sürü şeyler ekmeli. Çıkanlar çıkar, büyür, çıkmayanların yerine yenisini ekmeli.”
Demin laf arasında söylenmiş “yaşamak öyle güzel ki”yi yeniden duyar gibiyim.
Ama daha bir süre şu “mantık ve mantık-dışı” olanda oyalanacağız:
“Sahneye çıkıp, konser vermek de bana mantık dışı geliyor. Ama yapılıyor işte! Ben de mantık dışı şeyler yapıyorum... Belki diyorum, belki bir gün beyinler çok gelişirse, beyinden beyine akımla insanlar tam bir ilişki kurabilir, o zaman bana da gerek kalmaz.”
Yaratıcıyla yorumcu arasındaki o kıldan ince çizgide geziniyoruz:
“Bakın şimdi. Yaratıcı bir nota yazıp bırakmış. Elimizde o var. Herkesin o notalara bakıp, içinde müziği duyduğu gün bana ihtiyaç olmayacak. Ama o gün pek o kadar yakın değil. Şimdilik ben bir aracıyım, yayıncıyım, daha iyi yayın yapmak için çalışıyorum.”
“Beste yapmıyor musunuz?”
“Yapıyorum. Ama şimdilik ortaya çıkarmıyorum... Belki çıkarırım. Bilmiyorum... Daha çok piyano için yazmaya yöneliyorum. O zaman da kolaya kaçmıyor muyum diye soruyorum kendime. Öte yandan hep güçlüğü seçmekten yanaysak, günlük yaşamdan çok şey atmamız, dışarda bırakmamız gerek... Bilmiyorum... Bir yerde fazla titiz davranmak insanı tembelliğe de götürebilir. O kötü işte!”
Bilmez miyim!
Yaşamda az mı tanık oluyoruz, öyle mi yapsam böyle mi yapsam derken hiçbir iş yapmayanlara!
Demin laf arasında söylenmiş “ben tembelim” vardı. Buna geçmeden önce bir parantez açma gereğini duyuyorum: (İdil Biret’le konuşurken, laf arasında söylediği öyle şeyler var ki takılıp kalıveriyorsunuz. Bunların her birini açacak olsak, bu dergilerin sayfalarının yetmeyeceğinden hiç kuşkum yok. Çünkü o bir düşünceden her şey olabilir ya da hiçbir şey çıkmayabilir. Kendi de diyor ya “her şeye inanmaya hazırım. Her şeyi kabul ediyorum. Daha doğrusu hiç bir şeyi kabul etmiyorum” diye... Söylediği, yaptığı, tavırları kendi içinde öyle bir bütünlüğe ve doğallığa sahip ki tümünü kabulleniyor hiç yadırgamıyorsunuz. Nitekim, sorularımı yanıtlarken, zaman zaman kalkıp, ortada dolaşan kedisi Moli’yle konuşmasını yadırgamıyorum. Bu sayfalara girecek resimleri seçerken, mayolu bir resmini “aman tanrım, sonra annem ne der” diye vermeyişine -oysa kendi ister gibiydi- şaşmıyorum. Konuşurken çay kahve yerine, şerbetçiotu içmemiz ne kadar doğalsa, sigara içmemesine karşın “keşke bana da keyif verseydi, o zaman ben de içerdim” deyişi de o denli gerçekçi. Vurgulamak istediğim İdil Biret’in kendi içindeki tutarlılığı.)
15 yaşından beri bin küsur konser veren, her an kafasındaki 50 konçertoyla birlikte yaşayan, 20 yıldır çaldığı eserleri hâlâ çalışan İdil Biret’in tembelliği sizin benim bildiğimiz tür tembellik değil.
“Çalışmak, yalnız habire piyano çalmak değildir. Doğru çalışmak, yanlış çalışmak var. Elbet bana göre doğru olan, başkasına göre olmayabilir. (’Zaten her şey rölatif’ demişti değil mi?) Ben yirmi kez aynı şeyi çalamam. Zaten çocukluğumdan beri devamlı ses duymak beni yoruyor. Ondan çok uzun süre sessiz piyanoyla çalıştım. Hem evdekiler, komşular için çalışan bir piyanistten daha korkunç bir şey olamaz. Özellikle bir şey öğrenirken, öğrendiğimin sesini duymamak için sessiz piyano kullanıyorum.”
Ben bilmiyordum sessiz piyanonun ne olduğunu, anlattı. Ses çıkarmayan bir piyano. Ama küçük, kucağınıza alabiliyorsunuz... Bunu anlatırken bir ara piyanoda kaç oktav (sekizlik ses dizisi) olduğunu söyleyecekti ki durdu: Kahkahalarla, “A, a! Ne ayıp piyanoda kaç oktav olduğunu bilmiyorum.” dedikten sonra başka bir ayıbını daha söyledi: “Ayıp şeyler yapıyorum: Mesela, televizyon seyrederek sessiz piyano çalıyorum!” Şaşkınlığımı belirtmiş olmalıyım ki ekliyor: “Evet, evet, bildiğimiz televizyon. Sesiyle, gürültüsüyle. Karşısına geçip seyrederken, dinlerken, sessiz piyanoda çalışıyorum.”
“Şimdi çok düşünerek bir parçayı hazırlıyorum. Her an kafamda, bilinç altımla onunla yaşıyorum. Acaba şurasını nasıl yapsam diye. Bazen, düşündüğüm bir şey üzerine yatıp uyumak, o düşünceyi dinlendirmek iyi geliyor. Sabah sorunu çözüveriyorsun... Bazen denizde yüzmem gerekiyor bir eserin akışını anlayabilmem, kapabilmem için. Yüzerken çok iyi düşünebiliyorum... Bunu anlatmak güç, ama öyle işte... Bana deniz yakın geldiği için, çözümü orda yüzerken buluyorum. Suyun elinden, kolundan kayması... nasıl anlatsam...”
Şimdi ben de size anlatmakta güçlük çekiyorum. Ama İdil Biret bunları söylerken ben de içimden, “hah tamam işte şimdi oldu” diyorum. Gecen akşam konserde dinlediğim Ravel’i denizlerde yüzerken düşünmemiş olsa hiç öyle çalabilir mi ki! Hani suyun, elin üstünden parmakların arasından kayması... Yine bir şey anlamadınızsa, suç bende. İdil Biret bana anlattığı için ben anladım. Demek ben anlatamıyorum...
“15-20 yıldır çaldığım bazı eserleri, hâlâ çalışıyorum. İlerleme oluyor. Olmadı mı bırakmak gerek, bıkmamak için. Neden olursa olsun bıkmak kötü bir şey... 20 yıl sonra da çalışmayı sürdüreceğim. Hiç bitmeyecek, çünkü ben değişiyorum, yorumum değişiyor, insanlar değişiyor” (Sözün burasında dayanamadı. İnşallah diyelim diye ekledi)
İdil Biret yedi yıldır evli. Eşi, Şefik Büyükyüksel, Avrupa Havayolları Birliği Ticaret Müdürü. Müzikle ilişkisi, İdil Biret’in deyişiyle “çok iyi bir plak koleksiyonu sahibi olması ve piyano çalması”. Hayır evlilik sanat yaşamında bir şey değiştirmedi. “Tek düze olmayınca evlilik çok ilginç. insanların birbirlerine anlatacak çok şeyi olmalı.” Zaten İdil için her gün yeni bir öykü... Çocuk? Bu yaşamda çocuğa yer bulmak güç. Senenin altı ayı yolculuklarda geçiyor.
![]() |
[Babamın dergi üzerine düştüğü notlar] |
Peki İdil Biret’in yeri neresi?
Bu dünyadaki yerini nasıl görüyor?
“Elbet ki bir yerin insanıyım. Ama dünyanın insanıyım... Bak, uzaydan çekilmiş fotoğraflar var. O fotoğraflarda dünyayı minicik bir zerre olarak görüyorsun. O fotoğraflara bakıp düşününce kendi yerini de görüyorsun”. (Açık, net bir yanıt değil mi. Şimdi ondaki bu “iç huzuru” daha iyi anlıyorum)
Batıl inançları var mı?
“Yok. Ama her şeye inanmaya hazırım... Bazı olumlu rüyalara inanıyorum. Doğayla, ilkel hayvanlarla ilgili rüyalar görürsem, ertesi gün iyi bir şey oluyor... Bir de konsere gitmeden önce neredeysem, otel odasından çıkmadan odayı temizler, derler toplarım. Konser de düzgün olsun diye.”
Sırası gelmişken: İdil Biret’in en sevmediği şeylerden biri, bundan şu kadar yıl sonra, falanca ay, falanca gün konser vereceğini, şu ya da bu eseri çalacağını bilmek. “1986 yılının 8 Mart’ında nerede ne çalacağımı biliyorum. Oysa ben hep sürprizlerden yanayım. Ama konserlerde olmuyor işte! Mesela, piyanoyu yüklesem bir kamyona, gitsem gitsem. Durduğum yerde, o gün oradakilere ne çalmak istiyorsam, onu çalabilsem...” (Ah! Yaşasın düş dünyası!)
Madem yine müziğe döndük. “Arabesk” diyecek oldum.
O düzeltti: “A, evet. Arabesk denilen şeyi dinledim. Ne olduğu belirsiz. Ne müziğidir, ne karışımıdır anlayamadım. Kötü bir kokteyl. Ama yaygınlığı üzerine düşünmek gerek. Belki de insanlar kolayı seçiyor.”
Sormak abes ama yine de soruyorum: “Mutlu musunuz İdil Biret?”
“Zannederim. Fazla kurmadığım için. Yaşanan ana çok inandığım için. Dün geçmiştir, bitmiştir. Ah nerede o eski günler yok. Şimdi var. Şimdi çok önemli. Yarına bir şeyler hazırlamak gerek, ondan önemli... Dünyada önemli şeyler azalıyor. Çocukluğumdan beri buna inanıyorum. Belki yaşla, yıllar geçtikçe, daha da belirginlik kazandı.”
Yıllar geçtikçe mi dedi?
“Zaman kavramı yok bende. Çok uzun süre saatsiz yaşadım. Şimdikinden daha geç kalmıyordum randevulara-Şu ana kadar yaşlılık diye de bir kavram oluşmadı. Mutlu olduğun zaman, bazı şeyleri kabullendiğin zaman, dengeyi, uyumu sağladığın zaman mesele yok.”
İdil Biret için mutlak kavramlar yok. Çünkü koşullar mutlak bildiğimiz her şeyi değiştirebiliyor. “Zaten hiçbirimiz kusursuz değiliz.” Eninde sonunda insanoğluyuz. nemli olan insanın kendisiyle, çevresiyle, doğayla barışık olması. Bunun için ilk koşul yaptığı işi iyi yapmak. Çatışmalara, korkulara yer yok bu düşüncede: Korku? A, evet bir tek korku var: “Yok olmak. Onun gerisinde nasılsa ne olacaksa olacak.”
“Dile benden ne dilersen dese bir masal kahramanı bana: Ebediyet derim! Hayat iksiri derim! Çünkü var olmak çok güzel bir şey. Değişen dünya çok ilginç! Bu değişen dünyayı yaşamak çok güzel. -Uzay bilimi araştırmaları ilerliyor. Belki insan yaşamını uzatacak bir şey bulunur. İlk tatbik edenlerden olurdum.- Yaşamda, en güzel şey yaşamak. Büyük bir senfoniye katılmak gibi, her anı yaşamak. Hayat ne güzel diyorum, çünkü bunu biliyorum. Her an çok güzel şeyler var, en kötü koşullarda bile. Yeter ki onu seçebilelim, görebilelim, kavrayabilelim.”
Teşekkür ederim, İdil Biret.
Ben bu yazıyı bitirmek için en güzel cümleyi seçtim bile:
Yaşamda en güzel şey yaşamak, büyük bir senfoniye katılmak gibi...
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984