Bir öykünün ilk tümcesinin belleğinizde kazınıp kaldığı, o yazarın adının o tümceyle özdeşleştiği, başka pek çok şeyi unuttuğunuz ya da ancak o tümceyle çağrıştırdığınız olmuş mudur? Garip bir bellek oyunu!
“Ben Gönen’de doğdum.” Benim için Ömer Seyfettin demektir. Yazarın hangi kitabında kimbilir hangi öyküsü böyle başlar, unutmuşum, ama benim için Ömer Seyfettin “Ben Gönen’de doğdum”la başlar. Yalın mı yalın, güzel mi güzel! Böylesi bir tümce daha kazılıdır belleğimde: “Buna en çok şaşanlar tavşanlar oldu!” Bu kez bilinçaltının daha da derinlerinden ve neredeyse otuz yıl öncelerinden bir şeyler akışır belleğime. Alphonse Daudet’yi hep bu tümceyle anımsarım. İlkokuldayken babamın kitaplığında bulup karıştırdığım, ortaokuldayken okuyup etkilendiğim, “elişi” dersinde ciltleyeceğim diye perişan ettiğim Mektuplar...
Şimdi Değirmenimden Mektuplar’ı (Sosyal Yay., 1985) yeniden karşımda bulunca -hem de Siyavuşgil’in aynı güzelim çevirisiyle-, bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşmış gibi üzerine atladım. Çokları Mektuplar’ı daha çok “Mösyö Seguin’in Keçisi”yle bilir, bense hep o içli aşk öyküsüyle anımsarım.
Daudet’nin babacan bir sevecenlikle anlattığı öykünün adı “Arleslı Kız”. Yirmi yaşlarında babayiğit bir köy genci oynak bir kent kızını sever, evlenecek gibiyken kızın eski âşığı girer araya, ayrılırlar, herkesin artık unuttuğunu sandığı bir sırada da Jan kendini öldürür. “Ah, bizler ne zayıf yürekli insanlarız! Ama ne de olsa, nefretin aşkı öldürmemesi garip şey!” diye bitirir yazar.
İşte, beş sayfaya sığdırılmış basit bir aşk öyküsü. Ama on üç-on dört yaşlarında iseniz, aşkı yeni yeni tanıyor ve habire âşık oluyor, durmadan aşk üzerine kafa yoruyorsanız, bundan daha etkileyici bir öykü olabilir mi? Bana da öyle gelmiş olmalı ki, “Benim için de aşk bu işte!” diye düşündüğümü çok iyi anımsıyorum.
Bu zamanda böylesine tavşanlar bile şaşıyor olsa da.
GEÇMİŞİ SORUŞTURMA
Yeni eve taşındım. Aslında taşınan ben değilim de, yalnızca eşyalar.
Geceleri uğruyorum, salondaki divanda uyuyorum. Rahatsız!
Yaşamım ikiye bölündü sanki. (Tam ortasından olamaz, yaşım kırkı geçti. Öyleyse neresinden?) Ne güçlükle ayrıldım eski evden! Ne yeni kiranın dehşeti (maaşımın nerdeyse tümü), ne gelecek güvencesi (çoktandır kaldı mı zaten), ne anıların bağlayıcılığı (kıyıda köşede birikmiş tüm eskiler çöpe gitti)..Yoksa köksüzleşme kaygısı mı? Yoksa değişme korkusu mu? Yüreksizlik mi?
(Aziz Nesin, sevinçler paylaşılır diye yazdı, acılarsa yalnız yaşanır!)
Bu, bu evin ikinci yarım taşınışı. Birincisi -galiba- beş yıl önce olmuştu. (Daha kesin, daha yürekli!) Şimdiki, evin ikinci kez, yine yarım, hâlâ yarım taşmışı. Gene de Tanrım, taşınacak ne çok şey varmış! Yarım, üçte bir, çeyrek de olsa, ne çok gereksiz şey biriktiriyormuşuz bir ev için. Dolap diplerinde, raflarda, kutularda, eski valizlerde... Sanki bir yarım oluşu tamamlamak için!
(Karen Horney: “Herkes evliliğe kendi kişilik valizinde getirdikleriyle girer.”)
Yoksa hiçbir taşınma, hiçbir ayrılma, hiçbir arayış bunca umutsuz olmazdı.
Kişinin ancak kendisi bir bütünse ötekiyle gerçekten bütünleşebileceği çok geç öğreniliyor.
Bir dost, İstanbul’da on yılda on iki kez ev değiştirdiğini anlatmıştı da yürekliliğine hayran kalmıştım.
Ben on yılda yarım yamalak bir evi bile taşımakta güçlük çekerken...
Evini yabancılara “dolar karşılığı” vermeye bunca meraklı kişi olduğunu da bilmiyordum, öğrendim. Şimdiki merakım, Ankara’da bunca evsahibine yetecek yabancı olup olmadığı. Bakıyorum “for rent” evler hâlâ dolmamış, sahipleri adına kaygılanıyorum. İnadı bıraksalar artık, önümüz kış. Doların sıcak yüzü de yetmeyecek, yalnız ve yarım yürekleri ısıtmaya.
Geçmişte bir felsefe profesörü bir işçinin onuruyla bir doktorunkini karşılaştırmıştı da, kıyamet kopmuştu. Kiralık ev aradığım üç ay boyunca onurumun kaç paralık olduğuna tanık olmadım mı ben de? Hakkımda soruşturma yapmak isteyen (ey YÖK, kulakların çınlasın!), kendime uygun yerde oturmamı öğütleyen (acaba neresi?) evsahipleri, aracılar, komisyoncular arasında...
“Ayaşlı ve Kiracıları”, “Ev Ona Yakıştı” hoş çağrışımlar. Ama Esendal’ı anımsayışım bundan değil.
Şu ilk yarımın taşınmasından önce pazar yatağında o öyküleri okuyup nasıl da keyiflendiğimi anımsayışımdan.
Önce yatak odaları kuruluyor, önce yatak odaları bozuluyor.
Sevgi Soysal’ın başa dert olmuş bir yataktan söz edişini anımsıyorum. Elmadağ eteğindeki çöplüğe bırakılan yatakla yaşamın tüm çöplerinden nasıl kurtulduğunu, dönüşte karşıdan karşıya geçerken “kırmızı yanan trafik lambasının çok yakında yeşil yanacağını” bilmenin huzurunu nasıl duyduğunu...
Geçmişe bağımlılık mazoşizm demektir!
TOZLU EKRAN
Televizyondaki yerli filmi izliyorum. Bir aşk öyküsü, kırık mu kırık!
Ayvalık görüntülerini ve o genç öğretmeni gözlerimle okşuyorum.
Neredeyse yirmi yıl olmuş. Fakülteyi yeni bitirmiş, göreve yeni başlayan, o saf, o şaşkın felsefe öğretmenini nasıl unuturum!
O eski Rum sokaklarını, Cunda adasındaki o kilise kalıntısını, o eski lise binasını nasıl anımsamam!
Ankara’da bırakılan kırık dökük şeyleri...
(Sabaha karşı Ayvalık’a giriş, otobüsteki tek yolcu, doğan güneş, parlayan deniz, otel arayış, kıyı boyundan liseye yollanış... Elde valiz!)
Türk sineması salt sinema olarak değerlendirilmeye değer sinema ürünü vermedi daha. Olsa olsa, sosyolojik ya da sosyal psikolojik araştırmaya veri olma aşamasında daha çok. Sinemamızın aşk filmlerini hep bu gözle izliyorum: Yerleşik aşk örüntümüz nedir ve giderek değişen ne var? Aşklarımızı yeniliyor muyuz, yoksa atadan kalma davranış kalıplarını mı izliyoruz? Aşklarımızı bile bireyselleştiremedik mi hâlâ? Yeni aşklar ancak yeni toplumsal koşulların ürünü olabiliyorsa, hâlâ kavuşamadık mı bu yeni koşullara? Hani hızla değişiyorduk! İster istemez bir psikanaliz formülü geliyor aklıma: Anal karakterin bir özelliği de bırakamamaktır! Bizse, ayrılamamayı aşklarımızın en erdemli özelliği diye anlatıp duruyoruz hâlâ.
Çok değişmiş Ayvalık’ın görüntüsü.
Aşk mı? O yerinde sayıyor galiba.
Evin tozlarını almalıyım bugün. Köşe bucak!
ANKARA’DA DENİZ
Biz Ankara’lılar, temiz havaya, güzel manzaraya, yeşilliğe -ve özerkliğe-, ama ille de denize hep hasretizdir.
Deniz Türkali Ankara’ya geldi, esti, dalgalandı, köpürdü, çekilip gitti.
Ardında ne bıraktığını düşünmenin tam zamanıdır.
Önce, bu oyunu izlerken çok güleceğimizi duyurdu bize.
İyi, çünkü gülmeye de öyle hasretiz ki! Özellikle iktidarımıza...
Sonra, düşüneceğimizi de söyledi bize.
Aslında, çok gerekli değilse bile, arada sırada düşünmek de iyidir diyerek bunu da sineye çektik.
En sonunda, kırk yıllık erkekliği dava etmeye kalkıştı ki, bakın buna hiç tahammülümüz yoktu, “oyun” biter bitmez alıştığımız düzenimize döndük. Yani, Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre bir gün bizi öldürebilecek kirli havamıza, çirkin manzaramıza, bin yıllık yaşamımıza.
Bu yaşımızdan sonra bu “yeniden eğitim” reva mı bize?
Evet, diyor Deniz Türkali: Çünkü bu bir demokrasi eğitimidir!
Hay Allah, biz bunca yıldır demokrasiyi sandık başında belirlenir bilirdik.
Yatak odası mahremiyetinde, aile ocağında demokrasi de ne demek ola?
Ama Deniz Türkali “kadınlık durumu”nu çizdiğinde erkeğin saltanatındaki gariplikleri de görmedik mi?
“Öteki” de özgür olmadıkça bir insanın özgür olmasının mümkün olamayacağını farketmedik mi?
”Kendini yok eden” (Sartre) bir özgürlüğün istenemeyeceğini öğrenmedik mi?
Deniz geride bunları bıraktı. Soruları!
İÇİMİZDEKİ BİZ
Yabancı kadın gözlemcilerin Türkiye’de ağız birliği etmiş gibi vurguladıkları konu “Türk Erkeği”.
Lesley Gruit, “ama Türk erkeğinin ‘ne kadar cinsel cazibeli’ olduğu değil” diyor: “Kendini ne kadar cinsel cazibeli zannettiği...”
Türk erkeğinin bu erkeklik düşkünlüğü, genellikle cinsel açlığıyla açıklanıyor.
Ama genel-geçer açıklamalar pek kandırıcı değil:
Peki bu bir türlü doymak bilmez cinsel açlık neden?
Egemen cins olan erkek nasıl oluyor da buyruğundaki kadından istediğini alamıyor, aldığıyla doyamıyor?
İktidarının kuşku götüren bir yanı mı var?
Dışa vurduğu müthiş erkeği, içindeki düşkün erkek oyuna mı getiriyor yoksa?
Gürsel Aytaç’ın Sudaki İz (Can Yay., 1985) eleştirisi, psikolojik boyutuyla ilgimi çekti.
“Ahmet Altan, cinselliğe, inanç boyutlarına varmış bir ideolojinin gülünç ve düşündürücü derecede insan varlığına yabancılaştığını ortaya koymada özel bir işlev yüklemiş” dedikten sonra, şu saptamayı yapıyor: “Gençler karşı cinse ilgilerini inançlarına ters düşen yasaklar olarak algılıyorlar.”
Ben daha da öteye gidip, “korku”nun varlığından kuşkulanıyorum.
Erkekliğe düşkünlüğümüzde korkuya karşı bir savunma tepkisi seziyorum.
(gerçek dışı ve abartılmış tepkilerde daima bir savunma niteliği vardır)
M. Duras’ın dediği gibi:
“Çok sevişmesi gereken bir adam, korkan bir erkek, korkuyla savaşmak için çok sevişmesi gerek.” (Sevgili, Can Yay., 1985)
Yasaklarla korkular, birbirine hiç de yabancı değil!
DİL ÜZERİNE
16. yüzyılda Fransız dilinde cinsel eylemi anlatmak için üç yüz, bedenin cinsel bölümlerini adlandırmak için dört yüz sözcük varmış. Bu cinsel dil zenginliği o çağın Fransız toplumundaki cinsel özgürlüğün anlatımı olarak kabul ediliyor. Aynı toplumda 18. yüzyıldan itibaren yoğunlaşacak olan cinsel baskı, cinsel dile de sansür getirmiş. Cinsel dilde gitgide artan bu “ayıklama”nın sonuçlarının günümüze kadar uzandığı belirtiliyor. Örneğin, Petit Larousse’un 1906-1959 arasındaki sekiz değişik basımında cinsel eylemi belirten bir tek sözcük bile yer almamış (bu durum, 16. yüzyıl Fransız cinsel dilinin zenginliğiyle karşılaştırılınca çok şaşırtıcı). Aynı sözlüğün değişik basımlarının “cinsliksiz” kılınmasının diğer örnekleri de şöyle: “Mastürbasyon” ve “cinsel eylem” sözcükleri hiçbir basımda yer almamış; “kirlenme”, “dikleşme” sözcüklerinin tanımında cinselliğe bağlı anlamlar hiçbir basımda verilmemiş; “kamış”, “kaput”, “soğukluk”, “iktidarsızlık” sözcüklerinin tanımında cinselliğe bağlı içerik 1959 basımından itibaren verilmiş; “boşalma” sözcüğünün cinsel anlamı ancak 1968’den sonra verilmeye başlanmış (Garcia Werebe, 1976)
Sonuç: “Cinsel bakımdan zayıf uygarlıkların cinsellikten söz etmek için ancak orta derecede bir dil dağarcıkları vardır.” (J.V.Ussel, 1972)
Dil varlığımızı bir de bu açıdan irdelemek ilginç olurdu!
Cemal Süreya, mastürbasyon konusunda yazdı. Yazdığı kadar yazabilmesi de ilginçti bence.
Özel yaşantıların nasıl da genel olduğunu hepimiz biliriz de, herkesin bildiğini açığa vurma yürekliliğini pek azımız gösterebilir.
Mastürbasyona ilişkin açıklamalar içinde en sevdiğim bir tanesi “Mastürbasyon bir dildir” başlığını taşır.
Birazını dilimize çevirerek aktarayım:
“Mastürbasyon anlaşılması gereken bir dildir. Çocuk, ergen, yetişkin, her biri onunla kendilerinden, hazsız bir yaşamdaki can sıkıntılarından, gevşeme gereksinmelerinden, kabul ettikleri ya da etmedikleri yalnızlıklarından, sevme ve sevilme gereksinmelerinden, güçsüzlük duygularından, her şeyi kucaklama arzularından bir şeyler anlatırlar ve bunu böyle anlatmaları da iyidir. Kimileri için gecenin içinde başkalarına yöneltilmiş bir haykırıştır, ama düşten başka bir karşılığı olmayan bir haykırış. Kimileri için de güvenlik uyandıran bir fısıldayıştır ve her şeye karşın yaşamak gerektiğini söyler.” (J.Ormezzano, 1972)
Diller vardır birbirine benzemez, ama birbirine çevrilebilir!
DARWIN VE FREUD
James F. Adams günümüzdeki bilgi patlamasından söz ederken şu açıklamayı yapıyor:
“Genel olarak bilimde ortaya çıkan duruma en yetkin örnek benim alanım olan psikolojidir. Psychological Abstracts 1960 yılı için psikoloji literatürüne yapılan 8532 katkı saydı. Bu toplam 1970’de 21.722’ye 1974’te 25.558’e, 1978’de 26.271’e yükseldi. Psikolojide yayınlanmış araştırmalarda artık bir platoya ulaşmış gibi görünmemize karşın, -en azından şu an için-, eğer kendi mesleğimde olup bitenlerin %10’u hakkında bile şöyle bir fikir sahibi isem, kendimi talihli saydığımı söylemem abartma olmayacaktır. Bugün artık bir bilim adamının kendi uzmanlık alanında bile geniş çapta konuşabilmesi olanaksızdır, hele bir de yakın alanlardan gelen bilgileri hesaba kattığımızda Herkül’e layık bir iş olur bu.” (1980)
Ülkemizde psikoloji yayınlarının acınacak derecede fakir olduğunu yazdığım sırada karşılaştım bu bilgiyle. Amerika’da böyle olması hiç de şaşırtıcı değil elbette. Asıl şaşırtıcı olan, üç buçuk psikoloji yayınına sahip olan bizlerin psikanaliz düşmanlığı yapmamız. 1985 içinde iki edebiyat dergisi psikanaliz özel sayısı yayınladı. Yazıların bir kısmı bizde psikanalizin hiç bilinmediğini, bir kısmı da nasıl yozlaştırıldığını gösteriyordu. Bu yazılara göre, Freud, aklını uçkuruna takmış sapık bir ihtiyar, psikanaliz de bugün yerini bilimsel psikolojiye (?) bırakmış modası geçmiş bir akımmış meğer. Bizdeki bu psikanaliz düşmanlığı, aslında psikoloji düşmanlığı gibi geliyor bana. Birey olmaya direnişimizle psikanaliz düşmanlığımız arasında bir ilişki var sanki.
Psikanaliz bilim içindeki yerini hâlâ koruyor:
“Yalnızca Freud sonrası dönemi bilenler Sigmund Freud’un psikanaliz kuramının psikolojide ve genel olarak toplumda yarattığı sarsıcı etkiyi tam olarak değerlendiremezler. Bugün Freud’un çalışmalarının çoğu geniş ölçüde kabul edilmiştir; fakat yirminci yüzyılın başlarında insan davranışının bilinçdışı isteklerden, özellikle saldırgan ve cinsel dürtülerden büyük ölçüde etkilendiği görüşü pek çok kişi için iticiydi. Daha sonra Freud’un görüşleri gittikçe artan bir kabul gördü, ve şimdi, sadece toplum bilimlerinde değil, halkın düşüncesinde de önemli bir yer tutmaktadır. Gene de, Freud’un kullandığı terim ve kavramların çoğunun başlangıçta olduğundan daha açık seçik ve bilimin geri kalanı için de yararlı duruma getirildiği bir gerçektir.” (L Carmichael, 1974)
BUGÜNÜN DÜNYASI
Stefan Zweig Freud’un yakın dostuydu.
Kimlerin dostu değilmiş ki!
Rilke, Proust, Roland, Valery, Duhamel, Mann, Joyce, Shaw, Wells,
Gorki, Martin du Gard, Ravel, Richard Strauss, Toscanini, Dali, Rodin...
Bütün bu kişilikleri daha yakından tanımamızı sağlayacak bir yığın bilgi var. Dünün Dünyası’nda (Can Yay., 1985).
Ama bana özellikle o dönemin eğitim ve gençlik anlayışı çok ilginç geldi:
“Çok yıllar sonra bile, okulun önünden geçerken, gençlik yıllarını bana zindan eden o yapıya bir daha adımımı atmak zorunda olmadığımdan gelen bir rahatlık duyarım (...) Okula karşı bu hoşnutsuzluk bana özgü bir duygu değildi, o cehennemden farksız yerde en güzel ilgi ve isteklerimizin engellenip uyuşturulmasını kinle karşılamayan hiçbir arkadaşımı hatırlamam. (...) Bizlerin dönemi dünyası gençliği sevmiyordu. (...) Her zaman için daha çabuk ve daha kökten değişiklerden yana olan genç insanlar işte bu yüzden kuşkulu kişilerdi; elden geldiğince işlerden uzak ya da baskı altında tutulmaları gerekirdi. Gençlere şu ya da bu haklar tanınmadan, pek çok görev ve bu arada, yüzde yüz uymak, söz dinlemek, öğretilmeliydi. Henüz ’olgun’aşmadıkları, hiçbir şeyden anlamadıkları, inançla kulak vermekten başka yapacakları şey olmadığı, hele söze karışmaya ya da karşı gelmeye hiç mi hiç hakları bulunmadığı, yorulmadan bıkmadan gençlerin başına vurulurdu.”
Elbette ki bu izlenimler, dünün dünyasına ilişkin, bizse bugünü yaşıyoruz...
Yoksa yaşamıyor muyuz?
Geçmişe düşkünlüğümüz geleceğe duyduğumuz korkudan mı yoksa?
Bugünü yaşayacak kadar bile yürekli değil miyiz?
![]() |
[babamın dergiye düştüğü notlar] |
BİLİNMEYENİ KUCAKLAMAK
(Yürekliliği psikolojide en iyi Adler anlatmıştır.
Yürekliliği yaşamda en çok kadınlar yaşıyor.)
Herkes gezi anısı, gezi izlenimi gezi notları yazabilir. Ama Zeynep Oral bir başka yazıyor. Nedir bu başkalık diye düşünmeye gerek yok, okurken duyumsuyorsunuz zaten: Dışımızdaki dünyayı sanki “incorporé” ederek tanıyor Zeynep Oral. Sadece gözleriyle değil, tüm duyularıyla görüyor. Sadece kalemiyle değil, sinir uçlarıyla yazıyor.
Bence bu yazar yürekliliğin kitabını yazıyor ne yazarsa!
Kültürümüzde eksik olanı gerçekleştiriyor: Bilinmeyene yönelmeyi, serüven sevgisini, riski göze alma yürekliliğini.
Başka tarihler ve coğrafyalar aracılığıyla “insanı tanımak” isteyen, başka dünyalarda “kaybolmaktan korkmayan” okuyucu için yazılmış bir kitap bu: Katmandu’dan Meksika’ya (Gür Yay., 1985).
“Tanımak” da yüreklilik ister!
BENDE KALANLAR
- S. de Beauvoir: Ortalama bir çifte baktığınızda, kadın çoğu zaman hoş, daha canlı, daha çekici, daha keyifli, hatta daha entelektüeldir.
- Y. Yevtuşenko: Aşk paylaşılmadı mı sonsuz acı veriyor. Ama bu acıyı çekmeyi, bu duyguyu tatmamaya yeğlerim.
- M. Redford: Ben bir zamanlar âşık olduğum tüm kadınları hâlâ seviyorum. Çünkü onlar aracılığıyla yaşamın bir parçası oldum. İnsan sevdiği bir insandan ayrılsa bile, aslında ayrılmıyor, çoğalıyor.
- A. Moravia: Erkeğin kadın tarafından oluşturulduğunu düşünüyorum ve kadınlarla derin ilişkiye girmeyen bir erkeğin her zaman eksik kalacağına inanıyorum.
- M. Mead: Bir kadının özgürleştiği her defasında bir erkek de özgürleşmiştir.
- S. Brogger: Özel yaşam bütün insanlığın paylaştığı duygu ve davranışlardan oluşur. Özel yaşam evrensel olmaktan çıktı mı, yaşanmaya değmez.
- J.P. Sartre: Hep düşünmüşümdür, önemli olan insanın ne olduğu değil, ne yaptığıdır.
- V. Hugo: Sevmek, eyleme geçmektir.
Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 135 - 1 Ocak 1986