“Mektup yazarken” diyordu Azra Erhat, “biliyorum iyi yazarım, kendim de övünürüm... Hoş o güzel mektupları bazen de göndermem, ya da gönderdikten sonra bin pişman olurum. Çünkü fazla coşku ve sevgi taşır benim yazılar, alan ne yapacağını şaşırır, cevap veremez.”
Azra Erhat, haklı olarak övündüğü o nefis mektuplarından birçoğunu 1974’ten 1982’ye kadar bana gönderdi. Çoğu, Türk kültürü, hümanist düşünce, siyaset, klasik uygarlık gibi nesnel konularla ilişkiliydi. Kimisi, yaptığı ya da yapmayı tasarladığı yayınları ele alıyordu. Birkaç tanesi, kişiseldi: Basit gündelik yaşantılardan söz ediyordu ya da duygulardan, coşkulardan.
“O güzel mektupları bazen de göndermem,” diyordu ya. Ardında bıraktığı dosyalarda, yazılmış da yollanmamış mektuplar var mıdır, bilmiyorum. Varsa - başkalarına ya da bana yazılmış o mektupları görmek, umarım, günün birinde kısmet olur.
Azra Erhat, gerçekten, mektup türünün öyle olağanüstü bir ustası idi ki herkese yazdığı mektupların tümü bir araya getirilip kitap halinde yayınlanmalı... Böyle bir derlemeyi gerçekleştiren, yazınımıza ve çağdaş kültüre büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır. Hem de, bu çabaya bir an önce girişilmeli mektuplar kaybolmadan. Azra Erhat’ın Halikarnas Balıkçısı’na yazdığı mektupların acıklı akıbeti, bana bir mektubunda kendi kaleminden anlatılıyor. Başka mektuplarının da kaybolması ihtimalinden kaygılanıyorum.
Korkmakta haklıyım, yalnızca Balıkçı’ya yolladığı mektupların yok olması yüzünden değil, bana gelenler bakamından da... Aldıklarımın hiçbirini yitirmediğime eminim ama, birkaç tanesini dosyalarımda aradım, aradım, bulamadım. Günün birinde çıkacak hepsi... Ama ya çıkmazsa?
Azra Erhat’ın yayınlamakta olduğum bu mektupları, çeşitli yönlerden ilginç ve önemli. Her şeyden önce, çağdaş mektup yazınının en güçlü ve en güzel örnekleri arasında oldukları için. Sonra, bunlarda, onun başka yerlerde açıklanmamış birçok düşüncelerini, kişisel duygularını, hatta “itiraf” denebilecek açıklamalarını tam bir içtenlikle yapmış olması dolayısıyla. En yakın iki arkadaşı olan Halikarnas Balıkçısı ile Sabahattin Eyuboğlu’nu bazı bakımlardan eleştirmesi de ilgi çekici. Hem de, Azra Erhat mektupların bazılarında, kültür konularında, hiçbir yerde dile getirmediği birtakım yorumlarını sunuyor. Biyografik yönden yeni bilgiler veriyor arasıra... Ve hemen hiçbiri -amansız, öldürücü hastalığı yüzünden- gerçekleşemeyen değerli tasarılarından söz ediyor. Pir Sultan Abdal’a ilişkin bir İngilizce kitap hazırlamak konusunda yazışmışız. Bakın böyle bir tasarı, nasıl coşturuyor Azra’yı: 9 Mayıs 1977 günü yazdığı ikinci mektubunda “Uy, şimdiden uçuyorum sevinçten” diyor. “Harika bir şey olur!”
Kişiliğinde olduğu gibi, mektuplarında da, Azra Erhat bir umut ve iyimserlik insanıydı. Üzgün ve karamsar sözler söylediği de oluyordu, ama “insan”ın temel erdemlerine inandığı için hep iyiye gideceğine güveniyordu. Okuyacağınız mektuplardaki sıcaklıkta, insancıllıkta soyut bir hümanizma değil, çocuksu bir sevgi ve sevinç egemendir.
Bu mektupları aldığımda, daha açmadan, gülümsemeye başlardım, çünkü bilirdim ki ciddi bir aydının düşünceleriyle birlikte cıvıl cıvıl mavi-kuşlar ve barış güvercinleri çıkacak o zarflardan. Ölüme yaklaşırken yazdığı kısa mektuplarda bile eceli kabul etmeyen güçlü bir insanın cesareti, ölüm kaçınılmaz ise haysiyetli ölmek erdeminin umudu vardı.
Nasıl başlamıştı bu yazışma? 1974 yazından önce hiç tanışmamıştık. Ben, uzaktan bile görmemiştim Azra Erhat’ı... Ama, sanırım, yayınlanan her kitabını, belli başlı makale ve çevirilerinin hemen hepsini okumuştum. Onu hümanist kültürün bilimde ve sanatta en yetkin temsilcilerinden biri olarak görüyor, hayranlıkla izliyordum. Ama, tanışmak kısmet olmamıştı. Oysa, müşterek o kadar dostumuz vardı ki...
1974 yazında, Büyükada’da teyzem Belkıs Tali Öngören ile kuzenim Mahmut Tali Öngören’in evinde kalıyordum. “Azra Erhat gelip görüşmek istiyor,” diye bir haber geldi. Sevindim. Çelimsiz, çekingen, ama candan gülücüklerle doluydu. Eminim, o an dost olduk. Kısa bir süre balkonda oturduk. Ansızın, “Biraz yürümek ister misiniz?” dedi. Dil’e yürüdük ağır ağır. Ve kırk yıllık arkadaşmışız gibi, konudan konuya atlayarak, sohbet ettik.
Dil’den dönerken, “Laf lafı açtı,” dedi. “Ne kadar çok konuya daldık. Ben, her şeyden önce, size teşekkür etmek için görüşmek istemiştim.” Garipsedim. “Bizler tutukluyduk. Siz Kültür Bakanıydınız. Nasıl olur diye içimiz burkulmuştu. Ama, sonra, bizim serbest bırakılmamız için verdiğiniz çabaları işittik. İçerde manevi güç verdi bize. Teşekkür borcum budur.” Dertleştik o konuda. Taptaze dostluğumuz, kan kardeşliği oluverdi.
Sonraki yıllarda, ben genellikle New York’ta oturduğum için, ancak İstanbul’a gittiğimde oturup konuşabiliyorduk. Büyükada’da yeğeni Semra Arel ile onun eşi Mehmet Cemal Arel’in konuksever evinde, biz de, deniz kıyısında, Nizam yolunda, tatlı sohbetlerimiz oldu. Bir kere de, Azra’nın Teşvikiye’deki evinde, akşam yemeğinde beraberdik: Ruhi Su, Güngör Dilmen, Mekin Dinçer ve eşi, birkaç kişi daha, eşim Seniha ve ben... Nefis bir geceydi o. Ruhi Su, türküler söyledi unutulmaz güzellikte. iki yeni plağını adıma imzalayıp armağan olarak getirmişti. Aldığım en güzel armağanlardandır. O gece, Azra Erhat konuşkan değildi. Konuklarına iyi vakit geçirtmek için çırpınıyordu. Arada bir, neşeli bir sözle sohbete katılıyordu, o kadar.
“Sohbet” terimi Azra’nın mektupları bakımından çok yerinde.. Mektup türünün birçok ustaları, deneme yazar ya da nutuk verir gibi, tek yönlü üslup kullanmışlardır. 20.000 kadar mektup yazmış olan Voltaire, bunlardan biriydi. Ama, bence, asil mektup üstadı, sohbet tarzında yazandır. Azra Erhat’ın mektup sanatı, bu anlayışa dayanıyordu. Hemen hepsi, yüzyüze konuşur gibi kaleme alınmıştır. Uygar bir insanın söyleşisi... karşısındakine nazik, dost, hoşgörülü, içten. Ve hep gerçekleri birlikte arayarak, tartaklamadan, bir takım düşünceleri zorla kabul ettirmeye kalkışmaksızın, yumuşak ifadelerle, ama kendi düşüncelerinden ödün vermeden, yeni yaklaşımlar bularak yeni sentezler yaratarak.
Azra’dan gelen bu mektuplar, birinci paragraftaki alıntıda değindiği gibi, bazen şaşırtırdı beni. Ama, “cevap veremez,” diyor ki o doğru değil. Çünkü ondan aldığım hiçbir mektubu cevapsız bırakmadım. Geciktiğim oldu, istediğim kadar uzun yazamadığım da oldu. Ama, her mektubuna iyi kötü yanıt gönderdim. Nitekim kendisi de, bir yerde, üst üste mektuplar yolladığımdan söz ediyor. Bu bakıma, Azra’dan okuyacağınız mektuplardan bazıları, benim birkaç mektubuma birden yanıt niteliğindedir.
Onun mektuplarının çoğu, yazı makinesiyle yazılmıştı. Benimkilerin hemen hepsi, el yazısıyla... Yazdıklarımın bende hiçbir kopyası yok. Azra saklamış miydi, bilmiyorum. Bıraktığı dosyalarda, kutularda var mıdır, yok mudur? Önemli değil. Çünkü, her şeyden önce, benimkilerin içerik ve üslup bakımından değeri yok. İkincisi, onun mektupları, benimkilere hiç bakılmadan da, her şeyi açık seçik ve bütünlüğü bozulmadan anlatabiliyor.
Birçok isimler ve olaylar konusunda, okurlara kolaylık olsun diye, kısa açıklamalar gerekli göründü bana.
Bir mektubunda Azra, “Mektupta dipnot olur mu hiç?” diyor. Olmaz ama, onun izniyle, birtakım açıklamalar yapmak istiyorum.
Yaşam karşısındaki olumlu tutuma, eksilmeyen iyimserliğe rağmen, Azra’nın bu “umut mektupları”nda beni, şimdi, ölümünden yıllar sonra okuduğumda üzen bir gerçek var. Nice düşlerin, umutların yüzüstü kalmış olması. Ölümünden beş buçuk yıl önce gönderdiği bir mektupta, yepyeni bir tasarıdan şevk alarak, sözlerini şöyle bitirmiş:
“Olacağı varsa bir gün elbet olur. Ben de şu ömrümü biraz uzatmaya bakıyorum.
Sanki bundan sonra başlayabilecek her şey.
MERHABA!”
Azra Erhat öyle açık ve sıcak bir insandı ki eminim, bana yazdığı mektupları sizlerden gizlememi istemezdi.
Merhaba, can dostum Azra.
Talât Halman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986
________________________________________________________________________________________
İstanbul, 8 Temmuz 1975
Dost Talât Halman,
Gene aynı şey oldu: Sizinle bir konuşma sonucu yıllardır kafamda bulanık dolaşan bir sürü fikir geldi sıralandı, birden ne yapmak istediğimi tam aydınlık içinde görür gibi oldum. Bütün bir gece uyumadım, ama şimdi bir çok şeyi açıklıkla dile getirebileceğimi sanıyorum. Biliyorum ki, aşağıda yazacaklarımı saburla okuyacaksınız ve bana en iyi yolu göstereceksiniz. Şükran duygularıma gelince, ne çare ki, onlara hiçbir zaman dile getiremeyeceğim.
Vapurda ne dediniz: Atatürk’ün amaçladığı çağdaş uygarlık düzeyine gelemedik hiçbir alanda. Sanırım ki vapurdaki konuşmamız bu cümle ile özetlenebilir. Gelmedik, gelemedik, ama neden gelemedik ve neydi Atatürk’ün çağdaş kültür düzeyinden anladığı? Atatürk bunu tam anlamıyla kavramamış olabilir, bir devlet adamı olarak bir esin sonucu, bir sezgi sonucu dile getirmiş olabilir, ama bunu bugünün bilim anlayışı ile saptamak gene de bize düşmez mi? Bunu da yapmadık, yapmıyoruz, ya da sizin o sözünü ettiğiniz toplantıda yapmak istediniz herhalde ve tepki ile karşılaştınız. Bunu saptamak boynumuzun borcudur. Bunu saptamadıkça herbirimiz ne yapmak istediğimizi kesinlikle ve açıklıkla ne düşünebileceğiz, ne de sonunda gerçekten özgün bir eser ya da eylem ortaya çıkarabileceğiz. Onun için sizinle konuştuğumuz ve benim için uygun gördüğünüz herhangi bir çalışmaya ya da girişime başlamadan bu yolda çaba göstermeliyiz. Ne istendi, nasıl istendi ve ne yapılıp ne yapılamadı? Bunu ben kesinlikle kendi kendime açıklamadan dışarıya karşı ne sunu yapacağım diyebilirim, ne de herhangi bir yardım isteyebilirim. Değil mi?
Bilimsel tutumdan önce insansal bir tutum vardır, belki üniversitelerimizin bugüne bugün yararlı bir is, gerçekten yararlı ve özgün, yani bilimsel bir iş görememelerinin asıl nedenini de burada aramalı. Ne yapmak istediklerini iyice bilmiyorlar. Rastlantıya bırakıyorlar çalışmalarını, topraktan şu, bu çıkıyor, hepsi çok önemli olabilir, ama bir senteze vardıramıyorlar çabaların, neden, çünkü yola çıkarken ereklerini iyice saptamıyorlar. Çalışıyorlar, ama sonucu çıkarmasını başkalarına bırakıyorlar. O başkası da pek gelmiyor, biz işte o başkası olalım diyoruz. O rolü ben yıllardır benimsedim, ama biraz düzeyde, biraz duygusal bir tutumla, biliyorsunuz. Bugün isin tam ciddiyeti ile karşı karşıyayız. Bu yolu bana siz açtınız, hak ettiğim ya da etmediğim güveninizle. Yani sorumlusu sizsiniz bir bakıma. Sorumluluğa karsa tam sorumluluk almak, benim insancılık ve ahlak anlayışımda bu en başta gelir. Sonunda bir şey yapamasam da, yapmak isteminin bütün yükümlüğünü üzerime almalıyım. Başka türlü nasıl çıkar da ben şunu yapmak istiyorum diyebilirim?
Şimdi ne yapmak istediğimi iyice saptamak için geriye gitmeli. Size “Gülleylâ’ya Anılar” denememden söz etmiştim, eminim ki o kitaptan ne anladığımı ne size tam anlamıyla anlatabildim, ne de kendim bugüne dek iyice anladım. Şimdiye kadar ortaya çıkmamasının bir nedeni de bu olsa gerek. Hapiste iken çocukluğumu bir çocuğa anlattım, amaç anlatmak ya da anılar tazelemek değildi. Neydi? Örneğin bir Şevket Süreyya Aydemir ne olabileceğini hiç anlamadı, sezinlemedi. Ve geri çevirdi bir yerde, dedi ki özetle: Anı deyince herkesi ilgilendirecek bir yapıt koymalı ortaya, yoksa kamuyu ilgilendirmez. Bunu ben bilmiyor muydum, bilmediğimden kuşkulandığına hem çok şaştım, hem de kuruldum. Yani onunla bu konuda konuşamaz oldum. Ben diyaloğu birçok kimselerle sürdürmeye çalışırım, bütün benliğim ve coşkumla, yanıt gelmezse hiç üzülmem, unuturum o kişiyi. Başkasıyla denerim. Şevket Süreyya öyle oldu, Karaosmanoğlu öyle oldu. Onlar yaşlanmış dedim geçtim. Aslında diyalogdan amaç kendi kendini dile getirmektir, karşı tarafın çok ağır bir yükümlülüğü de yoktur. Dostluğu ve sevgisi yeter ve artar bile. Eleştirisinin çok büyük değeri vardır, ama kuşku ve anlayışsızlık olmamalı.
Neyse daldım gevezeliğe, ama bu esasları saptamakta da yarar olabilir. Gelelim “Anılar” kitabına, amacını bir cümle ile söylemek zoruma gidiyor, bir formasyonun tasviri demek bilmem yerinde mi? Ben ne için bu oldum ve neye verdim kendimi, ömrümü, çünkü dön dolaş verdim denebilir. Bir inancım var, bir alanım var, ben ben olarak önemli değilim ama bu alan üstüne kurulmuş inancı dile getirmek, herkes için önemli ve yararlıdır. Bu alana isterseniz kabaca Türkiye’nin kültürü diyelim. Kırk yılı aşkın bir süre bu işin hizmetinde geçti ve daha geçecek. Büyük eser dedinizdi, ne olacak bu büyük eser bir gün olacaksa. Neyi dile getirecek. “Kaynak Anadolu” adını aklımdan geçirdimdi bu kitabın adı olarak. İstediğimiz o, Anadolu nedir, ne dereceye kadar ne konuda kaynaktır ve nedir bu kaynağın nitelikleri? Anılarda Ankara dönemine kadar geldimdi ve Atatürk ve Türk Tarih Kongresi bölümünde takıldım kaldım. Allah, nedir yazarın çilesi! Üç yılımı nedir içimde bir şeyler oluşur, nenin oluştuğunu ben de bilmem, kör değneği ile yürür gibiyim. Geçen yıl o Avrupa Konseyi için yazdığım, bu el yordamı ile araştırmanın bir ürünüdür. Hiçbir işe yaramadı, yarayamazdı da, beni hasta etti ama çıkmadı yüzüstüne. Belki orada söylediklerim birgün bir köşeye oturacak, ama o ancak bir oluşma sonucu idi, nitekim siz de bütün iyiniyetinize karşın değerlendiremediniz onu.
-Ama bakin burada bir parantez açayım mu, siz bana daha çok da dostluk göstermelisiniz, demelisiniz ki, bak dostum bu senin yazdığın bu biçimiyle hiçbir ise yaramaz, yayınlamanız. Sabahattin bana karsa korkunç zalimdi, özlerim o tutumunu. Gerçeği başkasının yardımıyla görmek ne rahat tur, çok daha çabuk olur olması gereken.-
Evet, nerde kaldım: Sizinle son konuşmamızdan sonra sanki şimdi o Atatürk bölümünün ne olması gerektiğini görür gibi oluyorum. Herhalde bir Atatürk yorumu olması gerekir. Bir süre, bütün bir yıl ve daha fazla zaman Atatürk’ü bir romancı gibi izleyeyim dedim, büyük laflar da ettim ederim, bir Atatürk romanı olacak dedim, kimse bir şey anlamadı. Sanırım ki, gülenler de oldu bu iddiali girişime. Benim söylediklerime bakmamalı, çocuk gibiyim aslında, tutar böbürlenir, övünürüm, sabun köpüğü. Çanakkale’ye savaş alanlarını gezmeye gittim, sonra Sakarya’ya. Okudum, yaşadım, ne oldu hiç. Ne ilgisi var dediler kültür anlayışıyla. Kimbilir? Bir şeyler yaşamaya çalıştım. Ama dün Tarih Kongresi kitabını karıştırdım da, baktım eskiden beri altını çizdiğim satırlar çok şey veriyor. Bu 1937 Tarih Kongresi -ki orada bulunmuş, Atatürk’ü görmüştüm- neler de neler vermiş, Troya orada, Dörpfeld, Blegen’in tebliğleri, Ana Tanrıça orada, Hitit orada, hatta Sümer de, bugün üstünde durup bir daha ele aldığımız her şey orada. Ve asıl orada olan canlı canlı o Güneş Dil Teorisi orada. Benim çıkış noktam da o olmalı, o olacak. O günden bu yana çizilecek oluşum kültür alanında, Atatürk’ün ne istediği, neleri kavrayabildiği, nelerin gerçekleşmesini önerdiği, nerede yanıldığı, nerelere yoz öğeler kattığı ya da kendisinin değil de -çünkü bilmem bana hak verecek misiniz, benim gözümde Atatürk belli bir düşüncesi olan bir kafadan çok bir ’principe moteur’dür- Güneş Dil Teorisi, tarih teorisi yanlış olabilir, elbette ki birçok kötü, yoz öğeler taşıyor, ama yolun sonunda elde etmek istenen erek neydi, kimileri sanır ki bir ırkçı, milliyetçi yol yöntemdi, değil bence, motora bozuk yağlar konmuş olabilir, bunun sorumlusu benzincidir, arabayı bir yolda hedefe vardırmak isteyen şoför değil. Atatürk kendisine söylenen ya da kendi okudukları, düşündükleri ile bu Anadolu’nun canlanmasını istedi. Bugün bir yere kadar canlandı, bir yere kadar canlanamadı. İstemi değil mi önemli olan?
Tarih Kurumu kitabını inceledikten sonra geleceğim Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kuruluş amaçlarına... Benim çok genç bir asistan olarak görevlendirildiğim Klasik Filoloji, Eski Anadolu Enstitüsü’nün bir bölümü olarak kurulmuştu. Tabelası bile öyle yazıyordu. Latince ve Yunanca öğretiminden amaç eski Anadolu’da Latin-Yunan, daha doğrusu Yunan-Latin döneminin değerlendirilmesiydi. Benim hocam bu işe bir süre hizmet etti, Landsberger’ler, Güterbock’larla birlikte, sonra biliyorsunuz yozlaştı iş, hiçbir işe, hiçbir amaca yaramaz oldu o öğrenim. Hoş ben de o sırada şimdi anladıklarımı anlıyor muydum? Neerde! Dedim size, asıl işe yarayacak derslere girmekten bile kaçınmıştım, yoksa insan Hititçe öğrenmez mi, tam ilgilenmez mi asıl oluşumla? Yıllar çok yitirildi, şimdi geç mi değil mi? Belli değil, ama orası önemsiz, bu çalışmayla yolumuz nasıl çizilmişti, bu yolun neresine varıldı, neresine varılamadı diyebilirsek açık açık çok değerli olur, neden, çünkü bugün ortaya çıkıp da ne yapmak istediğimizi saptarız açıkça.
Yani, sevgili Talât Halman, sanıyorum ki, benim bu Hesiodos önsözünü bitirdikten sonra asıl ele almam gereken çalışma bu Anıların Atatürk bölümü olmalı. Bu bölüm tabii çok bölümlü olacak, Atatürk’ü yaşantısıyla ve söyledikleriyle aydınlatmak ve yorumlamak amacını bir yana bırakmayacak. Romanımı yazacağım inşallah. Anlatabildim mi? Bu insanı insan olarak veremezsek ne işe yarar, bugüne kadar yapılan gibi olur, söylediklerini papağan gibi yinelemek. Yorumlayıp kendi kendimize açıkça anlatamazsak Atatürk’ün kültür alanında ne olduğunu ne kendimizin bugüne kadar yaptığımızı bilir, ne de yapacağımızın bilincine varabiliriz. Şimdi bu yorumu hangi esaslar üstüne kuracağım, uyumaduğum pazar gecesi bölüm bölüm, parça parça her şeyi gördüm, ama uyanık geçen gece de insanın tasarladığı tuhaf bir aydınlık taşır, günün aydınlığı ile bağdaşmaz o, bilmem size de olur mu, gece koca koca makaleler yazdığım olur, gündüz o makale yoktur. Şimdi o gece düşündüğüm, derlediğim yok diyemem, var ya da ararsam bulur söylerim, ama uzun olur ve sizi de niçin o kadar yorayım, kendi planım, çalışma yolum bu, kendi kendime boğuşur çıkarım işin içinden. İlkelerimi de saptar, malzememi de temiz temiz derler, kopya eder, yerine yerleştiririm.
Sizden istediğim -diyeceksiniz ki daha ne istiyor bu hatun, aslında ayıp benim yaptığım, insanın insandan istediği o kadar çok ki- önce bu yazıyı okumanız, sonra çalışma sürecim içinde bu konuyu, yani Anılar’daki bu bölümü -iki-üç yüz sayfa tutabilir- öncelikle ele almamın sizce doğru olup olmayacağını söylemenizdir.
Sayın Talat Halman, sizinle konuşma nasıl oluyor da beni böylesine etkiliyor, esinlendiriyor? Diyebilirim ki bugüne bugün kimse ile konuşmam bu kadar verimli olmadı. Sabahattin’den gelme itiler sanki bilinçaltıydı, dile getiremezdim onları. Sizinle konuştuğum gibi kimse ile konuşamıyorum hele bugün. Siz Batılı bir aydın ve bir bilim adamısınız, sizinle bu kadar anlaşmam bana da Batılı bir aydın ve bilim adamı denebileceğini gösterdi, bilmiyordum. Sanmıyordum. Siz ayrıca çok iyi bir insansınız besbeli. Neyse umurunuzda değil belki. Kültürden aynı şeyi anlıyoruz, oysa başkaları öyle anlamıyor Türkiye’de muhakkak. Ayrca bir bilim çevresinde yaşıyorsunuz, suda balık gibi. Bense zavallı... iyimser adam olduğum için kimi güçlüklerimi avantaj olarak görmeye zorladım belki kendimi. Yani kısacası şu: Güterbock’a filan yazmadan herhangi bir yeni dile getirme yöntemi (200-300 sayfalık bir ön çalışma yap demiştiniz dışarı göndermek için) hazırlamadan, önce bu nerden gelip nereye gittiğimizi ele alsam, incelesem mi? Yani bu Anı’lar bölümünü bitirsem mi önce. Sizinle konuşmadan sonraki gece bu kararı verdim. Siz ne dersiniz bu karara Hesiodos önsözü, o bitince hemen bu dediğim, sonra bakacağız sizinle beraber ne çıktı, ilerisi için ne istemeliyiz. Tutarlı yol bu değil mi? Yoksa ben dışarıya karşı ne hakla, ne yüzle bana yardım edin diyebilirim? Mitoloji mi yapacağım, Anadolu üstüne bir sentez mi, mavi yolculuk mu? Ne istiyorsun bre hatun derler insana? Bilim adamı olarak, bugüne dek bir şey yapamadıksa o alanda ne istediğimizi bilmediğimizdendir, tuhaftır ki biz olumsuzu, negatifi her zaman ve her yerde olumludan, pozitiften daha kolay, daha çabuk dile getirebiliyoruz. Ama negatiften bir şey çıkmaz, pozitifle iş görür bilim.
Eh merhaba, çok yordum sizi, özür dilerim.
Dün Güngör Dilmen’i gördüm, siz onu aramadınız diye üzüm üzüm üzülüyor.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 136 - 15 Ocak 1986