Beyazıt Meydanı'nda, İstanbul Üniversitesi'nin eteğinin dibinde, özenli bir elyazısıyla yazılıp beton sete yapıştırılmış alçakgönüllü bir ilan:
“Eğer liseyi bitirmiş iseniz yabancı öğretmeniniz size yüz saat sonunda güzel ingilizce konuşmayı garanti ediyor”.
Altında, Fındıkzade'de bir otel adresi.
Lise eğitimimize hayli güveni olduğu anlaşılan yabancı “meslektaş”ımız başka bir koşul koymayı gerekli görmemiş, önemli olan 99 değil 100 dersin tamamlanması, ne de olsa yuvarlak sayı, kerameti vardır. Kapısını çalan bir lise mezunu çıkmış mıdır bilinmez ama, böyle bir ilanla şansını denemeyi düşünebilmek için kendisi yabancı dil furyamızın bilinçsizlik ölçüsünü, özellikle toplumda tutunamama paniği içindeki gençlerimizin nelere umut bağlayabildiklerini iyi değerlendirmiş olmalı.
Ortaöğretim kuruluşlarında yabancı dil eğitiminin iflas ettiğinin sonunda anlaşılmasıyla sorun gündeme geldi.
Durumun gözardı edilebilir yanı kalmadığına göre, bu tür incelemelerin giderek hepimizi çok uğraştıracağına kuşku yok.
DİLBİLİM: NEREDEYSE “SAKINCALI”
Batı dünyasının ortasında yer alan, genel eğitim düzeyleri ve kültürel özelliklerinden ötürü bizim gibi içine kapanık olmayan, dilleri uluslararası platformlarda ağırlık taşıyan, özetle dil sorunu bizimki kadar yaşamsal sayılmayacak, üstelik gençleri bizimkilerde bulunmayan nice eğitim ve kültür olanağına sahip Avrupa ülkeleri dilbilim çalışmalarını onlarca yıldır her yönde geliştiriyor, elde ettikleri bulguları gerek anadil, gerekse yabancı dil eğitimine günü gününe uyguluyor, yeni yeni öğretim araç ve gereçlerinin oluşturulmasıyla her düzeyde optimal verime ulaşmaya çabalıyorlar. Ülkemizde ise, dil durumundan en doğrudan sorumlu çevreler böyle bir bilim dalının varlığını unutma ve unutturma çabasındalar. Neredeyse “sakıncalı” bilim dalı durumuna düşen dilbilim, terimlerinden başlanarak tartışma konusu oldukça akıntıya kürek çektiğini fark edip gölgeye çekilmek zorunda kalıyor, fırtına geçince ürkek ürkek toparlanmaya çalışıyor. Konu, bütünüyle, yabancı kaynakları yerinde tanıyıp inceledikten sonra Türkiye'de tanıtan uyarlayan, uygulayan birkaç uzmanın kişisel çaba ve sorumluluğuna bırakılıyor. Yönlendirilmekten uzak kalan yabancı dil öğretimine de yetersiz, hatta anlamsız bir okul eğitiminin dışında, denetimsiz piyasa koşulları egemen oluyor.
İki bin yılına on üç kala ülkemizde belli bir yabancı dilin anlamı ve yeri nedir,
öğretimi hangi koşullar içinde gerçekleşmektedir,
aslında bu koşullar nasıl olmalıydı, nasıl olabilir, neden?
Bu temel sorunların yanıtı yok.
Genel görüntümüze bir göz atalım: Bir ucundan yakaladığımız Avrupa ile bütünleşme sevdasına düşmüş, ama ayrı yüzyılları birarada yaşayan, nüfusunun büyük çoğunluğu genç, giderek daha da gençleşen, çarpık kentleştiği gibi Batı'ya da çarpık yönelen, okullaşma oranı ile birlikte işsizlik oranı da yükselen bir ülkeyiz.
Geçen her beş yılık -belki daha bile kısa süre eğitim sorunlarımızı katlamakta, ağırlaştırmakta, daha dün yeterli olanı bugün yetersiz bırakmakta. Bu arada her gün biraz daha sıkışan, küçülen bir dünyaya açılmak, daha doğrusu dört bir yandan kapılarımızı çalan dünyanın beklentilerine birtakım karşılıklar vermek durumundayız. İlişkilerimizi başkalarınca hemen hiç bilinmeyen kendi dilimizde yürütemeyeceğimize göre, bu açıdan örneğin bir Japonya'nın durumunda bulunuyoruz; hızla yabancı dili iyi kullanan kuşaklar yetiştirmek zorundayız.
“BİR LİSAN - BİR İNSAN” İNANIŞI
Koşullar böyleyken, toplumumuzu saran yabancı dil furyasını ilke olarak olumsuz değerlendiremeyiz. Bireyler, aileler, özel kuruluşlar, eğitim makamları yabancı dil bilgisini toplumda seçilmenin, işinde ilerlemenin, dışa açılmanın, hatta aydın olmanın yolu sayıyorlarsa bunda şaşılacak ya da eleştirilecek yan yok. Ama bu “tılsımlı değnek” ne oranda gerçek, ne oranda düş ürünü acaba? Ya da, hangi durumlarda işlerliğe kavuşur?
Yabancı dil öğrenimi olayına ne bireysel yöneliş ne de eğitim politikası düzleminde akılcı, bilinçli bir yaklaşımdan söz edemeyiz. Bireysel düzlemde ailelerin “bir lisan-bir insan” inanışı gençlerin herhangi bir yabancı dil öğretiminin şöyle ya da böyle söz konusu olduğu her kapıya yığılmalarına, eğitim politikası düzleminde “Ne öğrenseler kârdır” inanışı her eğitim kuruluşuna belli sayıda “yabancı dil saati” yüklemeye iletiyor. Ama öğrencide hangi yetiler (konuşma, anlama, okuma yazma, çeviri, vb.) ağırlıklı olarak geliştirilmek isteniyor, uygulamada önceden saptanmış aşamalara ulaştıracak belli düzeylerde dil öğretimi hangi yaşta ve eğitim düzeyinde bulunan kimselere kaç toplam saatlik öğretimle, hangi araçlardan yararlanarak sağlanabilir; başka bir deyişle, yabancı dil öğretiminin zaman, parasal harcama ve bireysel çaba olarak alt ve üst sınırları nelerdir; hatta ülkemizde yabancı dil öğrenimine her yıl harcanan enerji ve ekonomik olanakların tutarı nedir, bu hesap dar uzmanlık çevrelerinin ve özel ticaret kuruluşlarının dışında hiç yapılmıyor. Yapılmadığı için de verim büyük çoğunlukla yararlı sınırların altında kalıyor. Sonuç, bu alanda da, çok gereksinimli azgelişmiş ülkelere özgü kaynak ve enerji savurganlığı.
Oysa uygulamalı dilbilim incelemeleri sonunda elde edilebilecek akılcı bir düzenleme bugünkü ya da hiç değilse sanıldığından daha dar olanaklarla bile bugünkünden daha doyurucu sonuçlar alınmasına iletebilir. Kuşkusuz bu tür incelemeleri gerçekleştirmek için gerekecek zaman ve çaba tutarı, bugünkü dil öğretimi aldatmacasını ciddi ciddi sürdürmek, ön hazırlıklarını, derslerini, sınavlarını (ve kaçınılmaz ek sınavlarını) göğüslemek için gerekenin çok altında kalır.
İYİ NİYETLİ HEVESKÂRLIK
Her şeyden önce, ortaöğretimde yabancı dili, “bilinmesi gerekli görülen” her şeyi içeren eğitim çorbamızın zorunlu malzemesi ya da edinilip bir yana konulursa “zor günde işe yarayacak” bir depolanabilir mal saymaktan vazgeçmeliyiz. Akılcı eğitim, yabancı dil bilgisinin, söz konusu dilin nerede, nasıl kullanılacağı saptanarak, yani dili belli bir iletişim amacına yönelik bir araç gibi görerek edinilmesini gerektirir. Oysa dil öğretimi yapan yabancı kültür merkezlerinin ya da üniversitede haftada birkaç kredi-saatlik seçmeli ders veren yabancı dil birimlerinin kapılarını zorlayan ısrarlı kalabalıklar bunun farkında değiller.
Aslında gençlerimizin çoğu yeterli bir anadil bilgisinden, dolayısıyla dil bilincinden de yoksun olduklarından yabancı dil karşısında belli bir tutumları yoktur. Yabancı dili ne oranda bildiklerini ve nereye varmak istediklerini tam olarak belirleyemedikleri gibi, yeni dili yerleştirmek için gerekli temelin eksik olduğunu da kavrayamamaktadırlar. Kolay tarafından “çok sayıda” dil edinme peşindedirler: “İngilizceyi, Fransızcayı zaten biliyorum, bari bir de italyanca öğreneyim” türünden açıklamalarla karşılaşmaya alışkınız.
Öğrenci çoğu zaman gözünü “pek yükseğe dikmiş” de değildir, “meramını anlatabilmeyi”, okuduğunu -dergi, en fazlası gazete düzeyinde- yeterli sayar; çünkü aslında kendi dilinde de daha fazlasını yaptığı yoktur.
Bu iyi niyet dolu heveskârlığı suçlamak yerine, onu yaratan etmenleri gözönüne almamız gerekir. Bunlar, öğrenciyi bilinçli, düzenli, zorlu kişisel çabalardansa sıkıcı ama kolay ezbere iten, sonunda da diplomaları ille dağıtabilmek için, zaten yararsız olduğu bilinen o ezberin de yardan fazlasından vazgeçen eğitim anlayışımız ile, yabancı dili “zahmetsizce, kolay kazanılır” gibi göstererek pazarlayan ticari amaçlı özel kuruluşlardır.
Nitekim gözlemlerimiz, yabancı dil henüz tümüyle “yabancı” iken gösterilen tutkunun tanışıklık arttıkça azaldığı, hangi yöntemle olursa olsun, dil öğreniminin getirdiği kaçınılmaz güçlükler ortaya çıktıkça yerini düşkırıklığına, sıkıntıya bıraktığı yolunda. Çünkü öğrenci, yaklaşırken, kendini neyin beklediğini bilmiyor ve genelde eğitimi çabayla kazanmaya istekli ve idmanlı değil, öğrenim konusu ne olursa olsun, salt “puan tutturmaya” idmanlı.
YABANCI DİLLER - YABANCI KÜLTÜRLER
Ayrıca, Batı uygarlığına yönelmeyi seçtiğimizden, Batılılaşma yolunda ilk adımları attığımızdan beri, o uygarlığın aracı olan dilleri iyi kullanabilmenin, yöneldiğimiz laik, özgür ve eleştirisel düşüncenin kaynaklarına ulaşma açısından gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Batı dillerini aracı oldukları kültür ortamından soyutlayarak salt teknik bir beceri olarak sunmakla yetinemeyiz.
Sonuçta Avrupa'yı ve onunla bağlantılı olarak kendi ülkemizi nesnellikle değerlendirebilecek bir eleştirisel bilinçle donatılmış kuşaklar yetiştirmek istiyorsak -ki dış dünyaya ayak uydurabilmek için bunu istemek zorundayız- yabancı dili, tarihte ve coğrafyada belli konumları olan toplumların ürünleri olarak öğretmeliyiz. Avrupalı ile, onun dilini etkinlikle kullanarak, onun ve bizim sorunlarımızı tartışarak hesaplaşabilecek çok sayıda gençlerimiz yetiştiğinde, Topluluk karşısındaki yalnızlığımızdan da kurtulmayı umabiliriz.
Bu ise ancak gerçekçi hesapların ürünü olan etkin çalışmalarla gerçekleştirilebilir. “Uluslararası rekabet açısından AT'in son üyelerinden daha güçlü olduğumuzu” öğrenmek (1) gerçi ferahlatıcı ama, örneğin bu ülkeler arasında yer alan İspanya'da dilbilim çalışmalarının doğrudan doğruya Kültür Bakanlığı'nın desteğinde, birkaç dilbilim derneği tarafından büyük bir ciddiyet ve etkinlikle sürdürüldüğünü (İspanyol Uygulamalı Dilbilim Derneği'nin geçtiğimiz 27-30 Nisan günleri Navarra Üniversitesi'nde yapılan kongresinin özellikle İspanya'nın AT'a girmesinden sonra dil alanında doğan yeni sorunları karşılamaya yönelik oluşu örneklerden yalnızca biridir), dolayısıyla bugün için bu ülkeyle aramızda bu alan hiçbir karşılaştırma yapılamayacağını aynı gerçekçilik adına belirtmek zorundayız.
____________________________
(1) Gazetelerden, 1 Mayıs 1987.
Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 168 - 15 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________________
Yazılmayı hayli zamandır bekleyen bu yazının başlığı ilkin “Gelişen Türkiye'nin dilsel göstergeleri” olacaktı. Herhalde iyi de olacaktı: Öyle ya, bir insan topluluğunun belli koşullar altında, belli durumlarda ürettiği bir saymaca göstergeler dizgesi olarak dil, kuşkusuz, toplumun aynası sayılır. Eğer Türkiye'miz gelişiyorsa bu gelişimin hangi nitelikleri taşıdığını, hangi yöne yöneldiğini, hangi görünümleri aldığını belirlemenin, gelişime kültür düzleminde tanı koymanın en etkin yolu dilsel göstergeleri incelemek, yorumlamak olmalı.
Avrupa'da Aydınlanma Çağı'ndan Cumhuriyet dönemimize değin toplumsal kültürel değişimler sırasında en çetin tartışmaların dil sorunu üzerinde odaklanmış olması boşuna değil; “Dili yönlendiren kültürü de yönlendirebilir”, “Yeni bir toplum için yeni bir kültür, yeni bir kültür için yeni bir dil” anlayışına toplumdilbilimciler “Toplumda ne varsa dilde kendini belli eder” yargısını eklemişler.
Hızla değişen ülkemizin giderek artan hızla birbirini izleyen kuşakları da dil kavgalarının açmazında yetişirler. Bugün her şeyi söyleyebiliriz ama, toplumumuz gibi dilimizin de genç ve atılgan olmadığını, kültür tarihimizin özümseyicilik geleneğine uygun düşmediğini söyleyemeyiz. Dilsel davranışlarımız toplumsal davranışlarımızı yansıtıyor: Kural koyuşumuzla da, kuralları hiçe sayışımızla da, özensizliğimizle de, düzensizliğimizle de, yabancı olana tutkumuzla.

“Şebnem form tutuyor”
“Füsun moral depoluyor”
“Ekiciler şok oldu”
“Trafik can aldı”
“Beşiktaş Halim'e talim”
“Bankalar sübvanse etmek istemiyor”
“Papandreu baypaslık”
“Zakkumcuya protokol”
“Cenevre zirvesi formalite”
“THY rötarsız”
“Tüp bebek fiyasko”
“Babalara beraat”
(Bir zamanlar Ada vapurlarında yasemin demetlerinin yanında “bebelere balon” satarlardı, meğer ne akıllı-uslu dünyaymış!).
Bir yanda naftalinden çıkarılmış Osmanlıcanın dinamik kullanımı, öte yanda çarpıcılık ve slogan tutkusu ile ithal malı furyasından nasibini alan Türkçemiz kendi “hayatını yaşamaya” dalmış gözüküyordu.
Doğrusu ilk tasarladığım TDK damgalı “dilsel gösterge”li başlık pek sönük kalmıştı; daha etkin, daha etkileyici, örneğin “Ormanlarımız cayır cayır” başlığıyla anlamsal açıdan uyak yapabilecek bir başlık zorunlu olmuştu artık. Ve dilsel göstergeler, her zamanki gibi, bağlamdaki zorunluğu uysallıkla yansıttılar: “Dilimiz Amerikan salatası - Kültürümüz bayır aşağı”
TÜRKÇENİN LİBERAL KANADI
Boğaz kıyısında bir tesiste pek üst düzeyde bir düğünün hazırlıkları yapılmadaydı. Önemli konukların nerelere, kimler tarafından buyur edileceği, meşaleleri kimlerin tutacağı, kırmızı halılar, ışıklar, çiçekler, müzik, ve düzenlemeler uzun uzadıya tartışıldıktan sonra karara bağlandı.
Planlamayı canla başla üstlenmiş olan dinamik bayan sonunda ferahlamıştı, şöyle noktaladı:
“Şimdi durum okey. Artık büyük bir skandal çıkmaz sanırım. Ama prosedür değişebilir, değil mi? Ben an’aneleri bilmiyorum da... Neyse, benim süypurvayzurlığım tamam.”
Sözler döndü dolaştı, “Görmüş ve geçirmiş denizin koynuna sindi.”
O ana değin seçeneksizlikten ötürü kulak misafiri olmak zorunda kaldığım söyleşinin bu noktasında, bir dilci olarak ilgiyle yerimde doğruldum, güncel toplumsal ortamın ana-çizgilerinin dilsel anlatıma yansıyışını hayranlıkla izledim: “süypırvayzır” hanım Amerikanca, Fransızca, Arapça sözcükleri ustaca bir alışkanlıkla sıralayarak, ABD'nin dümen suyundaki Avrupa Topluluğu'nun kapılarında bekleyen islam ülkesinin durumunu nasıl da özetleyivermişti farkına varmadan!
Bir ülke ki çelişkiler diyarı: Gelişme yolunda kendisi mi önde gidiyor, çelişkileri mi, belli değil.
Hamam sokakta “Flower Garden”;
Ayşe Çavuş'ta “Sports Academic Center”;
Berkol çıkmazında “Troy Antiques”;
mahallede “Böcekli Cami” diye bilenen Tüccarbaşı Camii'nin orada “Leder Shop.”
Ve bakıyorsunuz bir yurttaş, almış sazını eline, düşmüş yollara, savrula savrula giden kamyonların tozunda, “Manolya Postanesi”nin önünden “Fatih Sultan Mehmet Han Köprüsü”ne ilerliyor.
Özbeöz yerli ve geleneksel içeriğini, tanıdık çağrışımlarını olduğu gibi koruyan yer adları arasında sırıtıveren yalan-yanlış Amerikancalar. Aslında ne süreç ne gözlem yeni değil, hem yakın tarihimizin, hem “gelişme yolundaki” ülkelerin ortak noktaları, yine de yeni olan bir şey var: Bu davranışın (toplumsal, kültürel, dilsel davranışın) yadırganmak yerine, gelişmenin gereğiymiş gibi algılanarak benimsenmesi, sonuçta yerinde ve uygun görülmesi.
TDK TÜRKÇESİNİN YERİNE TRT TÜRKÇESİ
Evet, çelişkiler diyarı.
Onyıllar boyu yabancı dil öğretimine fazlasıyla önem verdik, bir Batı dilini söktürmek toplum içinde seçilmenin yolu, kimi yerde parlak bir diplomadan daha parlak bir başarı sayıldı, “Yabancı dil bilir olmak için yabancı dil bilmek” toplumda bir özleme, çocuklarına yabancı dil öğretmek aielelerde bir tutkuya dönüştürüldü. Yabancı dil geleneksel anlayışla “altın bilezik” gibi depolanabilir bir güvence, tüketim toplumunun yeni anlayışınca ünlü markalar gibi bir statü belirtisi sayıldı. Dilin yalnızca bir bildirişim aracı olduğu, yararının da kullanımının da ancak bildirişim durumlarına ve koşullarına bağlı olduğu pek düşünülmedi. Belli bir amaca yönelik, planlı ve kendi çerçevesi içinde etkin ve yetenekli bir dil öğrenimi sağlanamadığı sonunda ortaya çıktı. Yabancı dil gitti, geriye şurada burada uç veren hevesi kaldı. Bugün üniversitelerimizin Yabancı Dil bölümlerinde okuyan öğrenciler arasında yapılan anketler bu konudaki bilinçsizliği ve rastlantısallığı gözler önüne sermektedir.
Yine onyıllar boyu Türkçenin nasıl olması, nasıl öğretilmesi gerektiğini tartıştık. Aslında anadilimizi doğru ve etkin biçimde kullanmak toplum için de bir yabancı dili kırık dökük olsun kullanmak gibi üstünlük sağlamıyordu ama, Türkçeyi özgünlüğü içinde geliştirmek, Batı'nın belli başlı kültür dilleriyle boy ölçüşebilecek duruma getirmek ve iyi öğretebilmek Atatürk ideolojisinin temel hedefi oldu. Gelgelelim günün birinde baktık ki yalnızca “doğru seçeneği bulmaya” talimli gençlerimiz üniversiteye vardıklarında anadillerini yerli yerince kullanmaktan uzaklar. Sonuçta, koleje yabancı dil öğrenmeye göndermek için çabaladığımız çocuklar evdeki anadilden olmuşlardı.
Aslında anadil ve yabancı dil eğitimini birbirinden bu denli ayrı tutmak da doğru değil.
Özetle diyebiliriz ki, ülkemizde dile önem veriliyor ama öğretimi yapılamıyor.
Yapılamıyor, çünkü bilimi yeterince önemsenmiyor ve yapılmıyor.

Ve bu çelişkiler ülkesinde kültür düzeyi kalabalıklarla ters orantılı:
Onlar genişledikçe o geriliyor. Ne evde ne okulda eğitilemeyen yığınlar TV'ye emanet edilmiş durumda.
Böylelikle TDK Türkçesinin yerini TRT Türkçesi almada: Yeni kuşaklar yazını yerli belgesellerin ucuz edebiyatından, anadili yabancı dizilerin çevirisinden öğreniyorlar. Gerçi çeviriler belli kalemlerin dışında hiçbir zaman iyi bir dil örneği değildiler ama, toplumumuzda okuma alışkanlığının, yaygın olmayışı bir yana, kitaplar TV gibi davranış modelleri sunmadığından, etkileri de yararları gibi sınırlı kalıyordu.
“Taze dimağlar”ın günlük besininden örnekler sunalım:
“- Demek onu sevmiyorsun?”
“- Kesinlikle evet”;
ya da azıcık kuşkuyla:
“- Sayılır”
Şöylesi de var:
“- Nasıl hissediyorsun?”
“- iyi hissetmiyorum, sorumlu hissediyorum.”
Dilsel anlatımı ekrandan böyle belleyen gençlerin sıra kendilerine geldiğinde kimin ne duyduğunu tam olarak anlatmaya yarayacak etkin bir yöntemi bulmalarını nasıl bekleyebiliriz?
En iyisi durumu TRT Türkçesiyle yorumlamak: “Haa-ri-ka!”
ya da daha içtenlikle: “Vvaoovv”
Bu daha binbir denetimin süzgecinden geçen Devlet TV'si; bu arada içeriğine hiçbir elin erişemeyeceği uydu antenleri gökdelenleri taçlandırmada, özel TV istasyonları sorunu da kuşkusuz çok geçmeden gündeme gelecek. Onlar da elbette altı arabesk - üstü disko yığınların suyuna akma, kendilerini izletebilmek için herkese duymak istediğini söyleme yolunu tutacaklar.
GELECEĞİN DİLİ: BOL ARGOLU, ÇOKULUSLU
At'nun kapısında demirlemiş, 2000 yılını bekleyerek yaşıyoruz, genç ve umutlu bir toplum olarak gözlerimiz gelecekte.
Ancak, ülkemizde hiçbir dili doğru dürüst öğrenemediğimize göre, gelecekte derdimizi nasıl anlatacağız acaba?
O denli karamsar olmayalım, bir türlü anlatırız elbette.
Dil toplumun aynasıdır dedik, öyleyse yine toplumca tutkularımızı, düşlerimizi, heveslerimizi yansıtacaktır.
Dil bir değişmez veriler bütünü değil, esnek, üretken bir dizge, bir bildirişim aracı, dolayısıyla kimin, neyi, nasıl bildirmek istediğine göre, bildirişim olaylarının gereklerine uyarak değişecek elbette. Titiz irdelemelerin, derin kuramsal tasarımların, düşünce tartışmalarının, bireysel iç hesaplaşmalarının yetkin anlatım aracı olma çabasını unutacak, hatta bunları içeren metinlerin çevirilerini sunmaktan da vazgeçecek; günümüzün sersemletici çelişkilerle dolu toplumunda, atılımlı boğuşmalı gündelik yaşantımızın anlatım gereklerine uyacak, çarpıcı, özetleyici, kesin yargılar içeren sloganlara elverişli, bol argolu, çok uluslu, özümseme ve uyarlama gücü yüksek bir araç olacak. Edirnekapı minibüsleri gibi herkese açık, fren tutmayan, kural tanımayan, renkli-hareketli, etkin bir araç.
“Şu şudur” türünden kısa, ama esinleyici tümcelerle konuşacağız herhalde: Aslında sözcükleri yerlisiyle, yabancısıyla pul gibi yan yana sıralasak da olur, örneklerde gördüğümüz gibi. Öyle ya, dört bir yanından çözülen bir kültürde bağ-eyleme ne gerek var? “Şu şu!”: İşte o kadar.

Buna göre, çok uzak olmayan bir gelecekte, “Yabancı dilde yazarken bir tanımlığı koymayı unutmuşsunuz” dediğimizde mahcup olan öğrencilerimiz “Anadilinizde bir tek anlaşılır tümce yazamıyorsunuz” uyarısını haince bir haksızlık olarak görecekler, tepkilerini şöyle dile getirecekler:
“Neden Türkçe spiyk edelim ki?
Tüm kompüterler İngilizce programlanıyor!”
Buna “gelişme” de diyebilirsiniz elbette:
Nitelikli düşünsel tartışmalara ve temel değerlerin irdelenmesine fırsat vermeyen kültür ortamımızda kavram karışıklığı doğaldır.
Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 200 - 15 Eylül 1988