Bu kez Yaşar Kemal’in “aydınları”ndan açacağım sözü.
Aydınları olumlu-olumsuz hangi açılardan ele almış, onu belirtmeğe çalışacağım.
Yazarlarımızın Türk aydınına yaklaşımlarını irdelerken, Yaşar Kemal’in de yapıtlarından söz etmek, ilk bakışta belki de şaşırtıcı olacak. Öyle ya, Çukurova’nın sıtmalı emekçileri. Anadolu’nun öteki yoksul insanları arasında okumuş-yazmışların işi ne! Ama oralarda yalnız yoksul halk yaşamıyor ki. Okumuş-yazmış ağaları, beyleri, yöneticileri de var. Hem sonra bu yoksul halkın içinden hiç kimse de aydınlanamaz mı?
Yaşar Kemal’in şu ya da bu açıdan “aydın”ı söz konusu ettiği yapıtları sırası ile “Teneke” (1955),
“Memed” II (1969),
“Ağrı Dağı Efsanesi” (1970),
“Akçasazın Ağaları”: “I Demirciler Çarşısı Cinayeti” (1974),
“II Yusufçuk Yusuf” (1975) dur.
Bazı röportajlarında da konuya değinmiş olduğunu görüyoruz. Biz de önce “Teneke”deki Kaymakam Fikret Irmaklı’yı tanıyalım. Fikret Irmaklı, Çukurova’nın bu ilçesine kaymakam olarak atanmıştır. Onun ilk görevi bu. ilçede pirinç ekilir, fakat evlerin yanıbaşına, köylerin ortasına, Tarlalara su basılınca da, önce sivrisinek, sıtma, sonra da ardarda gelen ölümler başlar. Bu nedenle de, kaymakam görev başlayıncaya değin işleri yürüten ya memur Resul Efendi, çeltik ruhsatı vermemiş, işi savsaklayıp geciktirmiş, onun gelmesini beklemiş. Resul Efendi, çeltik ruhsatı verilince neler olacağını çok iyi bilmekte, ağalardan, beylerden korkmasına korkmakta ama, yine de insanlığına yedirip de ruhsatları imzalamamaktadır. Kaymakamı işte bu çeltikçi ağalar ve eşraf karşılar, onu ağırlarlar, büyük sözler de söylerler, gönlünü hoş edip yüceltirler.
Kaymakam düşünür: “Bize Anadolu’yu cehennem gibi tanıtmışlardı.. halbuki... Şimdi bu insanların her biri kardeşlerim, babam gibi. Eşraf mı? Ben eşrafı canavar, haydut, eşkıya bilirdim. Bu beyler eşraf mı? Anadolu eşrafi dedikleri şu efendiler mi?..” 1
İşine ilk gideceği sabah dinç, neşeli uyanır. Yüreği coşkun “Dudaklarında bir Islık.. Bethoven’in 9. senfonisinden bir parça...” 2 Çeltik ruhsatlarını imzaladıktan sonra da dudaklarında yine aynı parça. Siyasal Bilgiler Fakültesi diplomalı, genç kaymakam, ne bilsin.
Yavaş yavaş bilir, anlar. Yaptığını, ettiğini düzeltmeğe çalışır. Çok geç. Çeltikçiler hemen oradan bir başka yere atanmasını sağlayacaklardır. İlçeden aşağılatıcı bir biçimde ayrılmak zorunda kalır. Ülkenin gerçeklerinden, acılarından habersiz bu küçük burjuva aydını gerçi artık biraz bilinçlenmiştir, ama bir sürü köylü çocuğu da arkasından teneke çala çala uğurlarlar onu. Ne var ki, acı gerçekle yüzyüze gelmiş, bir şeyler yapmak istemiş olması, onun çoktandır unuttuğu 9. senfoninin o parçasını yine bu teneke gürültüleri arasında ıslıkla çalmasına neden oluyor. Gülümsüyor bile.
Kaymakam Fikret Irmaklı, başlangıçta halktan kopuk, ama özde halktan yana bir kişi. Akçasazın Ağaları’nda ise Yaşar Kemal, halka, hattâ tüm insanlığa “muzır” aydınları, satır satır çizip çözümlemiş, içyüzlerini tersine çevirip sergilemiş.
“Akçasazın Ağaları”nın birinci kitabı olan “Demirciler Çarşısı Cinayeti”ni yeniden şöyle bir gözden geçirirsek, her şeyden önce, bu romanda topluca “aydın” olarak tanımlanan kişilerin yaşadıklarını görürüz. İşte, Viyana’da okumuş, iyi Almanca bilir, yurda döndüğünde Ankara’da yüksek görevler istememiş Mahir Kabakçıoğlu; işte, sadriâzam torunu, bu Çukurova kasabasına dünyaya küsüp sığınmış, her gece rakı sofrasında Hayyam’dan rubailer Fuzuli’den, Nedim’den, Naili’den, Nabi’den, Nizami’den gazeller okuyan, anlamlarını da bir bir söyleyen savcı Fahrettin İzzettin Bey; işte Muallim Rüstem Bey, ve en önemlisi de Hukuk Fakültesi’ne gitmiş, Fransızca, İngilizce, Arapça ve Rumca bilen Derviş Bey. O Derviş Bey ki, bir zamanlar istanbul’un kibarları arasına girmiş, bu çevrede bile onun kadar Fransızca bilen azmış. Çanakkale’de savaşmış, yaralanmış. Fransızlar’a karşı çete kurmuş, binbaşı rütbesiyle, göğsünde parıldayan İstiklâl Madalyası ile geri dönmüş. Bu kişilerin toplumsal konumları böyle. “Demirciler Çarşısı Cinayeti”nde bunların gerçekte etten kemikten insan olarak nasıl yaşadıklarını okuruz.
“Demirciler Çarşısı Cinayeti” Derviş Sarıoğlu ile Mustafa Akyollu adlı Türkmen Beylerinin soyları arasında yüzyıllardır süren, ama artık onlarda düğümlenerek anlamsızlaşmış, Çukurova’nın gelişip değişen “sosyo-ekonomik” yapısı içinde giderek çağdışı kalan bir kan davası çerçevesinde oluşan bir roman... O halde önce Derviş Beyden başlayarak onu da biraz yakından tanımaya çalışalım. Kan gütme, onun için öyle bir töredir ki, bir türlü yıkıp aşamaz. Tiksinmiştir bu işten, ama soylu bir hasım olduğu için de Akyollu Mustafa Beye saygı duyar, sevinir bundan. Tüm okumuşluğu bu törenin ağından kendisini çekip kurtarmağa yetmez: Vahşi öldürmeler birbirini izler. Ama o kadar mı ya? Derviş Bey kız kardeşinin kocasını, karısının şununla bununla yatıp durmasına engel olmuyor diye kırbaçlıya kırbaçlıya öldürür, öldürtür. Öylesine ki:
“Sabah gün ışırken Kamilin ölüsünü, dilim dilim olmuş. insana benzer hiçbir yeri kalmamış bir et külçesini getirip konak ağılının kapısına attılar. Derviş Bey ağır ağır konaktan indi, geldi dilim dilim et yığınının üstünde durdu:
-Bu mu Kamil? diye sordu. Çiftliğin dışına, köpeklere atın.” 3
Gelelim Mahir Kabakçıoğlu’na; Kabakçıoğlu ve onun gibi düşünenler bu kan gütme işine karşıdırlar.
Kabakçıoğlu der ki: “Bu iş çağımıza yakışmıyor. Bir Avrupalı duysa hiç hiç bu vahşeti anlayamaz.” 4
“Avrupalılar duysa halimize ne der?” 5
“Biz bu vatanı yerde bulmadık. Bu derebeylerine harap ettirmeyeceğiz” 6
Oysa Akyollu Mustafa Bey de, Sarıoğlu Derviş Bey de, “Ama bu düşmanlığı ben başlatmadım ki ben bitireyim. Ta Horasandan bu yana sürüp durur. Bunun önüne kimse geçememiş ki biz geçebilelim. El gibi, ayak, göz, kafa gibi bu da bizim yaşamamızda. Elsiz kolsuz, gözsüz de yaşanır ama, bu bizimkisi ondan da beter. Kanımıza karışmış.” 7 demektedirler.
Neyse, Kabakçıoğlu’na gene geleceğiz. Ama önce ötekilerden de söz etmek gerek biraz. Savcı Fahrettin İzzettin Bey kumarcı, Osmanlıcı, rüşvetçi, korkaktır. Muallim Rüstem Bey, kasabaya ilk geldiğinde yalınayaktı, şimdi iyidir. Ermeniler kaçtığında en güzel eve yerleşmiş, kalan öteki evlerin dağıtımını örgütlendirmiş, toprak edinmiş, genişletmiş, başkalarına edindirmiş, kazanmış, kazandırmıştır. Bunların düşüp kalktığı kimseler de kendilerine benzer. Eşkiya, ama şimdi Ağa, Süleyman gibi.
Süleyman Ağa soyadı seçerken düşünür:
“Avrupa’da herkesin bir soyadı varmış... Eeee bizde de var soy künyesi ama yakışıksız. Münasipsiz birer soy künyesi hem de öz adının başında gelir. Meymenetsiz adlar.... Ya Avrupa’dan gelen soyadları öyle mi?...” 8
Türkulu, Aslanyüreği, Soytürkdemiröz, Ulucengizsavaşkan soyadlarını birer birer alan, sonra bırakan, en sonunda da Aslansoypençe’de karar kılan Süleyman Bey der ki:
“Biz yurdumuzu Avrupa’nın tam hizasına vardırmak için büyük gayretler sarf ederken, canımızı kalkınmaya vererekten, hem de nurlu ufuklara giderekten...” 9
Bunlar ve benzerleri. Derviş ve Mustafa Beylere karni birleşmişler. Bu birleşmenin temeli, üretim koşullarındaki değişimdir. Bu Türkmen Beylerini artık oralardan atmak gerekmektedir, kan dâvası işi de iyi bir neden. Derviş Beyin adamı Kürt Mahmut konuşturulup da ağzından ona karşı bir anlatım saptanırsa amaçlarına yaklaşmış olacaklar. Şimdi Kürt Mahmut Jandarma karakolunda ve Mahir Kabakçoğlu, Muallim Rüstem Bey, doktor, kaymakam ve ötekiler Mahir Beyin evinde toplanmışlar sonucu bekliyorlar.
Bu arada Kabakçıoğlu olayın önemini vurguluyor:
“Bu, yakalanan, yakaladığınız koca bir derebeylik, yani feodalite sistemidir.” 10
Kürt Mahmut konuşmuyor.
Doktor: “Olamaz. İnsan bedeninin ancak direnci bir yere kadardır. Ondan sonra direnç sıfıra düşer.” 11
Üç saat geçmiştir.
Her şeye karşın konuşmuyor.
Kürt Mahmutoğlu’nun bir ara, ötekiler gibi, karakola gidip Kürt Mahmut’a yalvardığını görüyoruz:
“...eğer Dervişin adını verirsen sana Akçasazından iki bin beşyüz dönümlük bir çiftlik vereceğim. Yoksa ölüyorsun, ölmüşsün işte... Öleceksin, öleceksin. Senin gibi bir babayiğide, ana kuzusuna yazık değil mi? Derviş gibi bin it senin bir tırnağın eder mi, yavrum. aslanım?” 12
Konuşmuyor.
Doktor, artık “Kalp yetmezliğinden, karakola getirilirken yolda ölmüştür.” diye raporunu da yazıyor.
Devletin otoritesi adına, hep birlikte tutukluya kızıyorlar.
En sonunda Hasan Çavuş kekeliyerek diyor ki:
“Boğazına kadar toprağa gömdüm. Şişirdim sonra da pompayla onu. Amerikan usulü...
Öldü. İnadından öldü, biz onu şişirirken. Çok da şişirmemeliydik.” 13
Genel ölçütlere göre, kimi Avrupa’da eğitim de görmüş, aydın kişiler bunlar. işte Yaşar Kemal, bu kişileri etten kemikten insanlar olarak gerçek yaşamda bize saydamlaştırmış. Kişisel ve sınıfsal çıkarları uğruna, insanoğlunun hangi özdeğerlerini nasıl çiğneyebildiklerini, buna karşın Avrupa uygarlığını sözde nasıl da savunduklarını o arada anlatıvermiş. Utanmazlıklarını belgelemiş.
“Akçasazın Ağaları”nın ikinci kitabı olan “Yusufçuk Yusuf”da ise Mahir Kabakçıoğlu’nun ne alçak bir adam olduğu büsbütün ortaya çıkıyor. Köylü, kasabalı, herkes, biraz daha toprak diye diye herşeyi yapabilen bu adama şaşkın. Çünkü, “Her şeyi akıllarına getirirlerdi de büyük çiftlik sahibi Avrupa’da okumuş ünlü Mahir Bey”in 14 böylesine alçalacağını asla! Ama, “Yusufçuk Yusuf”u okumak gerek, Mahir Kabakçıoğlu’nu yeterince tanıyabilmek için. O da bir insan olduğu için utanıyoruz.
“Bu kadar okusun, gitsin Viyanalarda okusun da büyük bir idealin yolunda kavrularak yurduna gelsin de böylesi adamların oyuncağı olsun! Bu olacak iş miydi? Tek avuntusu bu iyi vatanın mutluluğu için yapacağıydı. Vatanın bomboş, hiçbir verimi olmayan, işe yaramayan topraklarını değerlendirecekti. O pis, toprak değerini, insan değerini anlamaz o vahşilerin sahiden Türk köylüsünün baldırıçıplak Afrika zencisinden ne farkı vardı, eline düşmesini önleyecekti.” 15
Ya Derviş Bey! Kabakçıoğlu’nu ancak bir köpeğe benzeten, bu köpeğin vatan için her zaman büyük bir tehlike olduğunu söyleyen, onun bu yoksul halkı soymasına göz yummayacağını, bunun Saroğlu soyuna yakışmayacağı, Mahir’le ortaklık yapmanın hırsızlık çetesi kurmak olduğunu bağıra çağıra açıklayan Derviş Beyin, Mahir Kabakçıoğlu’nu küçük düşürüp onu halka gülünç ettikten sonra bu “hırsızlık çetesi”ni oturup da onunla kurmasına ne demeli?
“Yusufçuk Yusuf”da, bu dilleri bilir, fakülteler bitirmiş, yabancı ülkelerde okumuş uyduruk aydınların yanıbaşında halkın içinde, arzuhalci Ali Efendi gibi, gerçek aydınlıklar da zaman zaman pırıldıyor.
Bizim Yusufcuk Yusuf da Ali Efendiye bakıp düşünüyor:
“Ocağın bata herif, ne der de okursun sabahtan akşama kadar böyle? Ne geçecek eline? Herkes de seni kötülüyor. Adini anan, yılandan kaçarcasına senden kaçıyor. Diyorlar ki bir yiğit adammışsan, fakir fukaranın dostuymuşsun, seni karalamak için yakana bir bit atmışlar ki, arın arınabilirsen. Babamın da hapiste arkadaşıymışsın. Senin a gelen eli boş dönmezmiş. Elinden geldikçe bir iyilik yaparmışsın. Derdine çare bulurmuşsun, düşmanıyın bile.” 16
Mahir Kabakçıoğlu’nun kandırması üzerine kendisine sövdü diye Derviş Beyin öldürttüğü Hacı’nın cesedi başında da, bey soylu, ama kendisi bir yerde dikiş tutturamamış ve şimdilerde tamircilik yapan Kara Memed’in şöyle haykırdığını duyuyoruz:
“Onlar bu vatanın altını oyuyorlar. Bir gün bakmışsın ki çökmüşüz, mahvolmuşuz. Hacı hiç. Hacının ölümü hiç. Onlar yılda şu Çukurova’da açlıktan, yoksulluktan, hastalıklardan binlerce kişi öldürüyorlar. Bir Hacıyı öldürmüş olsaydılar öper başıma çiçek diye sokardım. Hacı bir serseri, bir hiç. Hacı üstelik de insanlara zararlı bir yaratık. Onlar şu bereketli topraklara pamuk ekecekleri yerde, ekmesi, hasadı daha kolaydır diye çeltik ekiyor. havayı zehirliyor, her yıl binlerce çocuğun sıtmadan ölmesine, binlerce insanın hastalanmasına sebep oluyorlar. Hacı bir hiç, Hacı bir serseri... Ve siz de onların bu zulümlerine korkulu hayvan gözlerinizle, korkulu korkulu bakıyorsunuz. Suç onlarda değil, suç sizde. Suç sende bende, bizim hayvanlığımızda. Hacıyı da bizden biri öldürmüştür. Bey gelip de böyle bir zavallıya elini sürmez, yarın Hacıyı öldüren yakalanacak, cezasını görecek. Hacının asıl katili de elini kolunu sallaya sallaya gezecek. Bunu hepimiz biliyor, gene de onlara köle olmakta devam ediyoruz. Suç bizde suç bizde... Katiller, katiller!” 17
“Akçasazın Ağaları”nda okumuşlar böyle olunca, buna karşılık arzuhalci Ali Efendinin halktan yana kendi kendine böyle aydınlandığını görünce ve tamirci Kara Memed’in coşkunlukla haykırdığını duyunca, Yaşar Kemal’in aydın kişiyi bu halkın içinde aramış olduğunu düşünmek gerek diyorum. Hattâ, eşkiyanın canı çektiğinde inip konduğu, canı istediğinde soyup kırdığı köylük yerde, eşkıyadan binbeter Ali Safa Ağa’nın zulmettiği, bir avuç topraklarını kendi toprağına katmak için, başeğdirtmek için, delikanlılarını öldürttüğü, gelinlik kızlarını kaldırtıp ırzlarına geçirttiği, evlerini kurşunlattırdığı Vayvay köyünde bile bu böyle!
Vayvay köyünün bu aydın kişisi “İnce Memed”in ikinci kitabında, “Bir Ramazan günü, yorgun sırtında torbası, torbasının içinde kitapları, çamaşırları” köye çıka gelir. Kimse bilmez nereden geldiğini. Hemen o akşam boş bir evi cami yapmış, köylüyü teravih namazına sokmuş, imam durmuştur. Adı, Ferhat Hoca. Hocaya pek benzemez, dinden de pek konuşmaz, namazını kıldırır, işine gücüne bakar. İmamlık ücreti almaz, kendi eker biçer kazanır. İmamdan da, hocadan da, hele bir köy imamından da “aydın” kişi olur mu diye hemen karşı çıkmadan, dudak bükmeden önce, Ferhat Hoca ne diyor, kulak vermeli:
“...Birkaç ev daha yakıp, bir kaç gece daha atlılar kurşun boşaltırlarsa köyün üstüne, kimse kalmaz köyde. Kaçan kaçana... Köylünün gidenleri tabansızlık ettiler. Ne yurt bulmuşlar giitikleri yerde, ne de yuva, sürünüyorlarmış. Burada Ali Safa var da gittikleri yerde Ali Safa yok mu? Her taşın altında bir Ali Safa var... Köylü bu Ali Safalara ya direnir, ya da kul olur gider. Allah kulu kul yaratmış, kulu kimseye kul yaratmamış. Diretmeyen insan Allaha karşı insandır.” 18
Başka bir gün sözlerini şöyle sürdürecektir:
“Zulme karşı koymamak kafirliktir. Çocuğunun rızkını, baba yurdunu korumamak, bırakıp gurbet ellere düşmek kafirliktir. Zulme karşı koymamak zalime ortak olmaktır. Korkmak, korkudan dolayı yılmak kafirliktir...” 19
Ferhat Hoca, yalnız söylemekle kalmıyor, köylüyle birlik davranıyor, yol gösteriyor, koşup koşuşturuyor.
İş buraya dayanınca da Ferhat Hoca’yı çoğu gerçek aydının yazgısı karşılar. Ali Safaların kol gezdiği yerde, imam Ferhatlar zulme direnmekten söz edemezler. Ederlerse, ona casus denir. yakapaça kasabaya götürülür: Gözleri mosmor şişmiş, yüzü de mosmor. Her yanı kan içinde. Boğazında bir ip, onun ve gene köylüden direnen bir başkasının.
İş buraya dayanınca da Ferhat Hoca’yı çoğu gerçek aydının yazgısı karşılar. Ali Safaların kol gezdiği yerde, imam Ferhatlar zulme direnmekten söz edemezler. Ederlerse, ona casus denir. yakapaça kasabaya götürülür: Gözleri mosmor şişmiş, yüzü de mosmor. Her yanı kan içinde. Boğazında bir ip, onun ve gene köylüden direnen bir başkasının.
“Dereden aşağıdan başları gözükür gözükmez bağrışmalarla karşılandılar.
Kabuk, çamur, çürük yumurta, taş yağmur gibi yağdı üstlerine. En ağza alınmayacak küfürler, hareketler...” 20
Mahir Kabakçıoğlu mu, Ferhat Hoca mı aydın?
İşte bu nedenle de, Balaban’la tâ 1953’de yaptığı ve “Köylü Ressam Balaban” başlığını taşıyan röportajını 21 noktalarken Yaşar Kemal’in, “Ellerin dert görmesin, Bursa’nın Seç köyünden İbrahim Balaban” demiş olması, halkın içinden kopup doğacak aydına onun duyduğu özlemden olsa gerek. Böyle olmayan, halkın yaşayıp içinde öldüğü acıyı, kendisi ölesiye yaşamayan insana, eğer okumuş biri ise, değil aydın. insan bile denmez:
“Bu adamı millet, bu fıkara millet. İşte şu gecekonduları yıkılan millet okutmuş. okutmuş da adam olsun diye... Şimdi bu adam tutuyor da. bütün öğrendiği bilimi bir fıkara, bir bebe oyuncağı gibi mahzun bir evi yıkmağa kullanıyor...... İğrenç.....” 22
“Bu adamı millet, bu fıkara millet. İşte şu gecekonduları yıkılan millet okutmuş. okutmuş da adam olsun diye... Şimdi bu adam tutuyor da. bütün öğrendiği bilimi bir fıkara, bir bebe oyuncağı gibi mahzun bir evi yıkmağa kullanıyor...... İğrenç.....” 22
Ya da, bu aydın halkı tanıyamadığı için, isterse iyi niyetli olmuş olsun.
Kaymakam Fikret Irmaklı gibi, sıtmalı çocukların tenekeleri ile uğurlanıyor.
Yaşar Kemal’in sık sık vurguladığı tarihsel bir gerçek üzerinde de durmak gerek: O da, Osmanlı-Türk karşıtlığı, başkalığı. Yaşar Kemal çoğu yapıtlarında Osmanlı’nın Anadolu insanına ne denli yabancı, hatta düşman olduğunu yeri geldikçe belgelemiş. Doğrusu şu ki. Osmanlı’nın ne olduğu. Anadolu insanını yalnızca sömürülecek bir yaratıkçasına bulunduğu, ona “Etrak-i bi idrak” (idraksiz Türk) dediği. bilinmedikçe. Türk insanına “aydınca” bir yaklaşım söz konusu olamaz. Bu, ayrı bir konu. Bu konuya, daha sonra, bir başka yazıda döneceğiz. Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi’nde ise bu gerçek üzerinde durulmuş. Burada önemli olan ne Mahmut Han’ın atı, ne Gülbahar’ın aşkı, ne Ağrı Dağı’nın kutsallığı değil. Kitlelerin bir Osmanlı Paşasının kişiliğinde Osmanlı’ya karşı besleyip geliştirdikleri nefret!
Yaşar Kemal bu Osmanlı paşasını bize şöyle tanımlıyor:
“Paşa okumuş adamdı. Osmanlıya, Osmanlının ününe, şanına çok bağlıydı. Onun dedesinin dedesi de bu dağlardan olurdu. Ne zaman dağdan aşağıya indiklerini bilmiyordu. Bildiği tek şey varsa o da babasının Erzurum medresesinde okuduktan sonra İstanbul’a gittiği, saraya kapılandığı, oradan da buraya paşa olarak gönderildiğiydi.” 23
İki kuşak öncesine değin o da dağlardan, şimdi aşağıladığı şu insanlardan değil midir? Bu ayrılık, bu başkalık, bu Osmanlılık, bu kendini başka görmenin anlamı nedir? Besbelli Paşalığı, saltanatı, çıkarları için, daha rahat sömürebilmesi için Osmanlı olması gerek onun. Osmanlı olmanın en önemli nedeni ve özelliği, işte bu. Bunun konumuz açısından anlamı ise, Anadolu halkının Osmanlı’dan aydınlık değil, ancak zulüm görmüş olduğudur.
O halde, kime aydın demeli? Hiç kuşkusuz, Viyana’da okumuş da olsa Mahir Kabaçıgillere değil. Gerçekte çok açık: İçinde doğup büyüdüğü toprağı, ve zulmün yüzyıllardır devleşen çığı altında artık zaman zaman soluğu tükense de, korkup sinse de, döneklik, kaçaklık etse de, bu toprağı kara toprak olmaktan çıkarıp ona yaşam veren halkı giderek evrenselleşen, tüm insanları sımsıcak kucaklayan bir aşkla seven, sevmekle kalmayan, toplumun sorunlarını dile getiren, çözüm arayan, başkaldırmasını bilen kişidir aydın insan.
________________________________________________________________
(1) “Teneke”: Bütün Hikâyeler, Ararat Yayınevi. İstanbul. 1967. s.17
(2) aynı yerde. s.22
(3) “Demirciler Çarşısı Cinayeti”: 6. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul. 1980. s.157
(4) aynı yerde. s. 187
(5) aynı yerde. s.188
(6) aynı yerde. s. 269
(7) aynı yerde. s. 203
(8) aynı yerde. s. 356
(9) aynı yerde. s. 187-188
(10) aynı yerde, s. 523
(11) aynı yerde. s. 536
(13) aynı yerde. s. 541-542
(14) aynı yerde. s. 546
(15) “Yusufçuk Yusuf”; 2. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul. 1980. s.209
(2) aynı yerde. s.22
(3) “Demirciler Çarşısı Cinayeti”: 6. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul. 1980. s.157
(4) aynı yerde. s. 187
(5) aynı yerde. s.188
(6) aynı yerde. s. 269
(7) aynı yerde. s. 203
(8) aynı yerde. s. 356
(9) aynı yerde. s. 187-188
(10) aynı yerde, s. 523
(11) aynı yerde. s. 536
(13) aynı yerde. s. 541-542
(14) aynı yerde. s. 546
(15) “Yusufçuk Yusuf”; 2. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul. 1980. s.209
(16) aynı yerde. s. 335
(17) aynı yerde. s. 476-477
(18) “İnce Memed”, ll: 9. Basım, Tekin Yayınevi. İstanbul. 1979. s.99-100
(19) aynı yerde. s. 215
(20) aynı yerde. s. 457
(21) “Bu Diyar Baştan Başa”: 4. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul, 1979, s. 308
(22) “Bir Gecekonduyu Yıktılar”: “Bir Bulut Kaynıyor”. s. 374’de
(23) “Ağrı Dağı Efsanesi”: Cem Yayınevi. İstanbul. 1974. s. 25
(17) aynı yerde. s. 476-477
(18) “İnce Memed”, ll: 9. Basım, Tekin Yayınevi. İstanbul. 1979. s.99-100
(19) aynı yerde. s. 215
(20) aynı yerde. s. 457
(21) “Bu Diyar Baştan Başa”: 4. Basım. Tekin Yayınevi. İstanbul, 1979, s. 308
(22) “Bir Gecekonduyu Yıktılar”: “Bir Bulut Kaynıyor”. s. 374’de
(23) “Ağrı Dağı Efsanesi”: Cem Yayınevi. İstanbul. 1974. s. 25
Çetin Yetkin | sanat olayı - Sayı: 9 - Eylül 1981
____________________________________________________________________________________________________
Konuşma Ankara’da bir yemekte geçti. İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut ile artık dünyanın tanıdığı Türk yazarı Yaşar Kemal ilk kez biraraya geldiler. Kemal Akbulut’un özgeçmişi konusunda önceden bilgiliydi. Bakan’ın kulağına eğilip “Sizin gibi taşra avukatından bakan olabildiğini görmek ne güzel” dedi. Akbulut altta kalmadı. Usta bir manevrayla espriyi Mehmet Ali ve Ahmet Taner Kışlalı’ya iade etti: “Taşra arzuhalcisinden enternasyonal yazar oluyor da, taşra avukatından niye bakan olmasın?” Sofradakileri kahkahaya boğan bu espride gerçek payı var. Irgatlık, amelelik, bekçilik, arzuhalcilikle başlayan bir yaşam. Ortaya bugün dünya çapında 36 dilde okunan kitabıyla uluslararası bir yazar çıkardı. Türkiye’nin ilk Nobel adayı yazarla eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı görüştü. Prof Tahsin Yücel’in, Kemal’e ilişkin bir değerlendirmesi ile Fransa basınının onu göklere çıkaran yazılarından bazı örneklere Kapak sayfalarımızda yer verdik. Yaşar Kemal’le Adnan Kahveci’nin Haftaya BAKIŞ bürosunda biraraya gelip yaptıkları fıkra atışmasını da zevkle okuyacağınızı umuyoruz.
Eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, Yaşar Kemal’le konuştu:
KIŞLALI- Kaç dilde kaç kitabınız yayınlandı?
KEMAL- 36 dilde, zannediyorum 183 kitap oldu. İnce Memed dünyada 3 milyondan fazla basıldı. Yalnız Almanya’daki son baskısı 150 bin. Norveç’de, Danimarka’da, Fransa’da okul kitaplarına aldılar. Avrupa Konseyi’nin girişimiyle, bütün Konsey üyesi ülkelerde ders kitaplarına alınacakmış.
- Ya Türkiye’de?
- Sizin zamanınızda okul kitaplarına girmişti, şimdi devam ediyor.
- İnce Memed’in uluslararası düzeyde, bu ölçüde ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?
- Bunu ben de merak ediyorum. Örneğin Fransa’daki başarıyı anlıyorum da, İskandinavya’dakini anlayamıyorum. İskandinavya, kitaplarımın en çok satıldığı, en çok sevildiğim yer. Bizde 40 derece sıcak, onlarda 40 derece soğuk. Ayrı bir insan kültürü, ayrı bir insan tipi olması lazım.. Ama biz 2 bin yıl önceki klasikleri de anlıyor ve seviyoruz. Shakespeare’i düşünelim. Boyuna aristokratları, kralları yazmış. Bugün götürün Othello’yu Anadolu’ya, yıllarca oynar. Nasıl oluyor? İnsanoğlunun bütün insanlarda ortak olan bir yanı var. Onu bulduğun zaman, herkese hitabedebiliyorsun.
- Nasıl doğdu İnce Memed?
Benim çocukluğum eşkıyalığın içinde geçti. Dayım en büyük eşkıyalardan biriydi. 1936’lara kadar, 500 dolayında eşkıya vardı o çevrede. Bunlardan birisi de, Karamüftüoğlu ailesinden ünlü Remzi Bey’di. Kurtuluş Savaşı’nda Kadirli’yi ilk örgütleyenlerden birisi de. İlk önce Memed hikayesinde çakır dikeni diye bir diken var. Onu bana Remzi Bey anlattı. Remzi Bey’le eşkıyalığın felsefesini yaptık. Amcamın oğlu Rıza da eşkıya oldu, dağda vuruldu İlk romanımın İnce Memed olmasının nedeni bu. Başka türlü de olamazdı zaten. Bu kadar eşkıya tanımışım, akrabalarımdan eşkıyalar çıkmış, dağlarda 500’den fazla eşkıya var. Ondan sonra da, en büyük eşkıyalardan biriyle yıllarca konuşmuş, tartışmışım..
- Yurt dışında çok önemli ödüller kazandınız, Nobel’e aday gösterildiniz.
Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’in özel konuğu oldunuz. Türk devleti de size ilgi gösterdi mi?
Türkiye’de devletten bırakın ilgiyi, zarar görmediğim zaman neredeyse olmadı. Bir tek sıkıntısız pasaportu sizin döneminizde aldım. Ağırıma giden ne biliyor musunuz? “Cino Del Luca” ödülünün verilişi nedeniyle Paris’te düzenlenen törene bütün büyükelçiler, önemli kişiler çağrılmıştı. 12 Eylül dönemiydi. “Eğer Türk büyükelçisi de davet edilmezse ben de bu törene katılmam” dedim. Dayatınca çağırdılar. Ama büyükelçi gelmeyince rezil oldum tabii.. Unesco’daki Türk büyükelçisi bile gelmedi.
- Peki bunun yorumunu nasıl yapıyorsunuz? Dünya çapında bu kadar büyük bir ilgi topluyorsunuz.
Kendi ülkenizde halktan büyük saygı görüyorsunuz. Ama ülkeyi yönetenler çok farklı davranıyor.
Ben Türkiye’de hiçbir dönemde demokrasinin varolduğuna inanmıyorum. Siz bakanken, İnce Memed’in senaryosunu sansürden geçirmek için ne kadar uğraştığınızı biliyorum. Sonra Genelkurmaydan sansür kuruluna bir yaz geliyor ve tüm çabalarınız boşa gidiyor. Bu mu demokrasi?
- Bu yalnızca bir demokrasi sorunu mu? Yoksa devleti yönetenlerin, devlete egemen olanların zihniyetleri sorunu mu?
Türkiye’de politik bir düzey var. Bu düzey kimseyi dinlemez. Onun için ne yazarlık, ne sanatçılık, ne de kültür kutsallığı vardır. Az gelişmiş ülkenin politikacısı da ona göredir, aydını da.
- Gene de, devleti yönetenlerin size bir Mitterrand veya bir Gorbaçev kadar ilgi göstermeleri gerekmez mi?
Bizim devlet adamlarıyla herhangi bir ilişki kurmak istemiyorum doğrusu. Benim elim varmaz Türk Dil Kurumu’nu kapatan insanlarla dostluk kurmaya, yahut selam vermeye..
- Sinemalar kapanıyor, tiyatrolar zorlanıyor, okuyan az, müzikte bir yozlaşma başladı.
Bu olumsuz değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz kültür bakanı olsaydınız ne yapardınız?
Ben bu durumda, akıllıca bir adam olduğum için kültür bakanı olmam. Ama bu durumun bize özgü olmadığı da bir gerçek. Koskoca Amerika’ya bakın. Artık bir Faulkner, bir Hemingway, bir Caldwell yok. Fransa’da bir Sartre, bir Camus çıkmıyor. Sovyet romanı, Cengiz Aytmatov’ların, Rasputin’lerin sırtında gidiyor biraz. Bizde ise, Mustafa Kemal atılımının getirdiği hız kesildi. Bütün ülkeler açısından bir geçiş herhalde bu..
- Kemalist atılımın hızı niçin kesildi?
Biz Hindistan gibi silahlı işgale uğramadık, ama kültür işgaline uğradık. 1880’lerden sonra Anadolu’da müthiş bir Amerikan koleji salgını olmuştu. 200 yıldır Batıyı taklit ediyoruz. Maymundan insan çıkmaz. Bir milyon taklitçiden bir büyük şair çıkarsa, taklitçi olmayanlardan çok çıkar. Mustafa Kemal, kendine dönüşü bir yöntem olarak almış. Mustafa Kemal gelmeseydi, Yunus Emre’yi çok zor keşfederdik. Karacaoğlan’ı, Köroğlu’su güme giderdi. İstanbul’la sınırlı taklit kültürü, halkı etkileyememişti. Zaten emperyalizmin amacı da halkı değil, yönetici seçkinleri etkilemekti. Oysa şimdi durum değişti. Artık tüketici kültürü söz konusu. Radyoyu, televizyonu halka satmak zorunda. Ellerinde büyük güç var. Sinemanın, televizyonun gücü, dehşet bir güç. Buna karşı ulusal kültürleri savunmak kolay olmuyor. Türkiye’yi yönetenlerin çoğu da, kimi bilerek, kimi bilmeyerek onların yanında.
- Ben yeniden deminki soruma dönüyorum: Ne yapılabilir?
Ben yapabileceğimi yapıyorum. Bir yazar olarak, dilimi geliştirmeye çalışıyorum. kendine dönüş daha bizde bitmedi. Halk büyük yaratıcı. Ben hep düşünmüşümdür, kilim niye Picasso resmi kadar güzel diye. Çünkü bu motif, on bin senenin ürünü. Halk büyük yaratıcı.. Oğlan sevdi, kız ağladı diye film çevriliyor Türkiye’de. Korkunç bir şey. Halk bunu istiyor diyorlar. Oysa halk Yunus Emre’yi yaratmış. Müthiş bir düzeydir halkın ulaştığı. İşte ben bu düzeyden yararlanarak dilimi geliştirmeye çalışıyorum. Dil en belirli, en sürekli sanattır. Televizyondan da daha etkili araçlar gelir günün birinde, ama dil önemini yitirmez.
- Öz kaynaklardan, ancak ulusal kültürden hareketle bir sanatçının evrenselleşebileceğine inanıyorsunuz. Siz de bunun en iyi örneğisiniz zaten.
Bu bir usta-çırak meselesidir. Onun için hocam Dede Korkut. Ama Stendhal’i, Cervantes’i, Çehov’u bilmeden de edebiyat yapılmaz. Bir Türk, Dede Korkut’u, Yurus Emre’yi, Türk masallarını bilmeden roman yazarı olamaz. Önce kendi kültürünün, sonra da dünya kültürünün vardığı aşamaları bilmezsen, sanat yapamazsın. Ulusal kültürle, dünya kültürünü birleştirmek zorundasın.
- Dile ve anlatıma çok önem verdiğinize göre, Türk dilinin yeterince zengin olduğuna inanıyor musunuz?
Dil ancak yazılı edebiyat olduğu zaman gelişir. Dede Korkut masalları 14. yüzyılda yazıya geçiyor. Karacaoğlan bile kendi çağında yazılı edebiyata geçmiş. Yazılı halk edebiyatı Anadolu dilini geliştiriyor. Anadolu Türkçesi büyük bir birikimin ürünü. Önce göçebe bir halkız, doğa ile ilgili sözcükler zengin. Hayvan adları çiçek adları gibi. Yürüyen insanın, göçebenin müthiş ilişkileri oluyor. Araplarla ilişkisi var, oradan alıyor. Sonra Anadolu’ya gelince, toprağa yerleşmek zorunda kalıyor. Tarım araçlarının çoğu, yerli halkın sözcükleri. Kervan yoluyla sözcükler de geliyor. Bir de eski kalıntıları var Anadolu halkının. Zengin bir Anadolu Türkçesinin doğması bundandır.
- Bizde ve dışarda, en sevdiğiniz yazar ve ozanlar kimler?
Nazım Hikmet yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en büyük şairlerinden biri. Nazım hapishaneye girince, Anadolu’nun zengin Türkçesiyle karşılaştı ve o sayede büyüdü. Mustafa Kemal’in başlattığı kendine dönüş içinde, Nazım Hikmet’in çizdiği yörele gitme, ulusala gitme hepimizin yolu olmalıdır. Onun için Nazım Hikmet’i severim. Ondan sonra gerçekten çok sevdiğim bir yazar, kendine özgü olan Sait Faik’tir. Ben hala, romanlarıma başlamadan önce Sait Faik okurum. Orhan Kemal’in birkaç eserini çok severim. Bereketli Topraklar, Murtaza, Baba Evi, Avare Yıllar falan.. Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar’ını, Tırpan’ını severim.
- Eskilerden?
Dede Korkut ve Evliya Çelebi.
- Dışardan?
- Dışardan?
Batılı yazarlardan en sevdiğim William Faulkner’dir. Klasik yazarlardan da ençok Stendhal’i ve ondan sonra Çehov’u severim.
Zaten benim yazarlık hayatımda iki ustam vardır: Charlie Chaplin ve Çehov.
- Nobel’e aday gösterildiniz. Başka bir ülkenin yazarı olsaydınız, acaba daha mı kolay alırdınız?
Yok. Ben bir kasıt olduğunu sanmıyorum. Beni aday bile yapmalan büyük bir onur. Adayları İsveç Yazarlar Birliği ve İsveç İlimler Akademisi gösteriyor. Bir kere aday gösterilince, ölünceye kadar o adaylığınız sürüyor. İsveç halkının gösterdiği inanılmaz sevgi yeter bana. İsveç’te şu ana kadar 18 kitabım yayınlandı. Ben iyi bir yazarım da, bana niye Nobel vermiyorlar? demek yanlış. Dünya çok büyük ve çok büyük de yazarlar var.
- Bir zamanlar Türkiye İşçi Partisi’nin önde gelen isimlerindendiniz. Gene siyasete dönmeyi düşünüyor musunuz?
17 yaşımdan bu yana sosyalist politikanın içindeyim. TİP’e girdiğim zaman, bütün yaşamımla girdim. Romanımı, hikayemi, herşeyimi bıraktım. İşçi partisinde bir er gibi çalıştım. Benim kişiliğim bu.. Şimdi 64 yaşındayım ve romanda hala istediğimi yapamadım. Bana göre, attığım taş hala istediğim kuşu vuramadı. Elbette politika insan olmanın koşullarından biridir. Eğer insansam politik bir insanım, yazarsam politik bir yazarım. Ama artık vaktimi romanımdan başka bir şeye veremem.
- Solda yeni partileşme çabalarını destekliyor musunuz?
Demokrasinin gelişebilmesi için, bir marksist partiye Türkiye’de ihtiyaç var.
- Nasıl bir sol modelden yanasınız?
Her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetlerin 70 yıldır yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık.. Sosyalizmin başka bir anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler birbirlerini beslemişlerdir, yoketmemişlerdir, oysa çağımızda, kültürler kültürleri yoketmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım.
- Bazı solcularımız çifte ölçüt kullanıyorlar. Örneğin Şili’de olanlara karşı çıkarken Polonya’dakine, Afganistan’dakine karşı çıkmıyorlar. Geçmişte Macaristan ve Çekoslovakya’da daha özgürlükçü sosyalist deneyimleri Sovyetler zor kullanarak önlediğinde de benzer bir durum görülmüştü. Sizin görüşünüz ne?
Macaristan olayında üzüntümden hastalanmıştım. Çekoslovakya olayında da tepkim çok sert olmuştu. Ama Afganistan olayını farklı görüyorum. Kendisi çağırmış ve dövüşüyor adam. Buna karşı, Sovyetler’in yerinde olsam ben oraya gitmezdim. Herkes kendi yağıyla kavrulmayı öğrenmelidir. Eğer o halk sosyalizmi benimseyecek noktaya gelmemişse, bunun faydasından çok zararı olur.
- TİP’in bölünmesinde, M. Ali Aybar’ın ve sizin, Çekoslovak olayı karşısındaki tutumunuz da rol oynamıştı.
Olacak bunlar. Türkiye, çok aydın kafası olan değil, bağımlı kafası olan bir yer 200 yıldır Batıyı özümsemek dururken, taklit etmişler. Ama insanları bağımsız düşündürmek de, bizim savaşımlarımızdan biri olmalı. Ben hiçbir zaman Sovyetler Birliği’ne düşman değilim. Ama benim bağımsızlığıma, sosyalizmime karşı koyduğu zaman, onunla da savaşmak zorundayım.
- Solculuğu milliyetçilikle bağdaştırır mısınız?
Evrensel değerlerin bile mutlaka ulusal bir giysisi vardır. Yaratıcılığı besleyen değerler, ulusal kültürlerdir. Bir Dede Korkut’u, bir Yunus Emre’yi, hiçbir sağcı Nazım Hikmet kadar iyi anlayamaz. Bir sağcının Dadaloğlu’nu benim kadar anlaması mümkün değil. Çünkü benim temel felsefem oraya dayanıyor.
- Zaman zaman sözünü ettiniz ama, bir bütün olarak Mustafa Kemal’i nasıl görüyorsunuz?
Vaktim olsa Mustafa Kemal’in hayatini yazmak isterdim. Tıpkı İnce Memed’i yazdığım gibi.. Ben İnce Memed de başkaldırıyı savundum. İnsanoğlunun en büyük değerlerinden birisi, başkaldıridir. İnsanin doğaya başkaldırısı, insanın insana başkaldırısı, insanin zulme başkaldırısı.. Mustafa Kemal bir kere, büyük bir başkaldırının büyük bir timsaliydi.. Emperyalizme karşı, halka dayanarak bilinçli dövüşmüş bir insandı. Diliyle, tarihiyle, tüm olarak kültürüyle Türkiye’yi kendine döndürebilmek için dehşet bir çaba harcamış. Mustafa Kemal’i bütünü içinde ele aldığınızda, hataları çocuk oyuncağı kalır. Kişiliği olan bir toplum yaratması, olacak şey değil. Esas olan bu. Mustafa Kemal, kuşkusuz çağın büyüklerinden biridir.
- Türk Dil ve Tarih Kurumlarının başına gelenlere ne diyorsunuz?
Saygıları da yok Atatürk’e. Adam parasını koyuyor ortaya. Çaldığı çarptığı para değil maaşından artan parayı, yemiyor içmiyor TDK ve TTK’ya destek yapıyor. Anayasa ile adamın vasiyetine müdahale edip, mülkünü elinden alıyorlar. Böyle birşey dünyanın hiçbir yerinde, hatta Hitler yönetiminde bile olamaz. Ben bu cinayete katılmıyorum. Eğer Atatürk’e saygılı bir kuşak doğmuşsa, bu ülkenin kültürünün yaratıcısı olan kişiye saygılı bir kuşak varsa, bu değişecektir. Bugün olmasa da, bir gün Türk halkı, Atatürk’e bizim anladığımız anlamda saygı duyacaktır. Çaresi yok.
- Türk halkın ve özellikle de kırsal kesimi en iyi tanıyan kişilerden birisisiniz. Gericilik konusunda ne düşünüyorsunuz?
Fransız devriminden Sovyet devrimine kadar, bütün devrimlerde aşırılıklar olmuştur. Atatürk devriminde de, dine karşı bazen aşiri gidilmiştir. Buna karşı bir tepki doğaldır. Yalnız 1950’de iktidara gelen Menderes politikası tutucudur ve Atatürk’e, devrimine karşıdir. Gericilik metodlu olarak, devlet eliyle, hükümet eliyle bu noktaya getirildi. Ama Anadolu halkı gene de bunlarla beraber değil. Özellikle de köylü, yaşam biçimiyle laiktir. Ben çarşafı ilk kez, bizim köyden Osmaniye’ye bir kız gelin gittiğinde görmüştüm. Kızlar ve oğlanlar hala birlikte halay çekerler.
- Tarikatçılığı da devlet mi destekledi?
Tarikatlar her zaman oldu. Her zaman olacak. Müslümanlığın koşullarından biri de tarikatlardır, bu doğaldır. Ama tarikatların politik olarak örgütlenmesine devlet en azından göz yummuştur. Cemalettin Kaplan bir din adamı değil, politik bir liderdir.
- Bir köy çocuğu olarak, köy enstitüleri olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hoca geliyor, söylüyor, çocuklar ezberliyor. Bu, çocukları köleleştirme eğitimidir. Köle olan köle yapmaya çalışır. İnsanlar her yerde böyle yetiştirildikçe, barış olmaz. Biz köy enstitüleri ile eğitime, yaşayarak ve yaratarak eğitimi katmıştık. Böyle bir eğitime doğru gidilseydi, dünyada savaş olmazdı. Öyle yetişen insan, atom bombasını atamazdı. Çünkü o, doğayla, gökyüzüyle, eşyayla birlikte gelişen gerçek bir insan olurdu. 20. yüzyılda Türklerin yarattığı ve insanlığa armağan ettiği en büyük iştir köy enstitüleri. Ben üç şeyle övünmesini isterim Türkiye’nin: Atatürk’ün getirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası. Hakkı Tonguç’un getirdiği demokratik eğitim ve Nazım Hikmet’in getirdiği insancıl ulusal şiir.. Az katkı değildir bunlar. İnsanlığa atom icat etmekten daha büyük bir katkıdır. Çünkü atomu insanları öldürmek için kullanıyorlar.
- Söyleşimize İnce Memed’le başladik, izin verirseniz İnce Memed’le kapatalım.
Birinci İnce Memed’den sonra otuz yıldan fazla süre geçti ve siz İnce Memed’in dördüncüsünü de yazdınız.
İnce Memed ile neyi vermeye, neye ulaşmaya çalışıyorsunuz?
İnce Memed’i yazmaya, tam kırk yıl önce, yani 1947’de başladım. Bir roman mimarisi, roman biçimi üzerinde çok durdum. İnce Memed’in dört cildi de, Çukurova betimlemesi ile başlar, belirli bir biçim içinde sürer. biçim içindeki öz, mecbur insandır. Kavga etmeye, başkaldırmaya mecbur insan. O mecbur insanlar kuruyor dünyayı. Mecbur insanlar ve yüreklerindeki kurt. Mecbur insan, bizden önce de vardı, sonra da var olacak. İnce Memed, tüm tarih boyunca, Anadolu tarihi boyunca, başkaldıran insanın destanıdır.
- Siz romancılığa ne getirdiniz, neyi getirmek istediniz?
19. yüzyıl, romancılıkta altın çağdır. 19. yüzyıl romanı, müthiş verdi insan ilişkilerini. Doğayı bile dekor olarak kullandı, ama dehşet kullandı. Yalnız insanoğlunun ilişkileri doğa içinde sıkışmıştı. Oysa ne gökten yağdığı ne yerden bittiğini gördüğü zaman, insan kendisine başka bir dünya kuruyor, kendi yarattığı dünyaya sığmıyor. İşte benim vermeye çalıştığım da bu!
Haftaya Bakış (Milliyet) - Sayı: 23 - 22-28 Mart 1987
__________________________________________________________________________________________
Yaşar Kemal Üzerine Bir Konuşma
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi ve yazar Prof. Tahsin Yücel sorularımızı yanıtladı:
HAFTAYA BAKIŞ- Sizce Yaşar Kemal’in çağdaş Türk romanı içindeki yeri neresidir?
TAHSIN YÜCEL- Bir yazarı belirli bir yere oturtmak için önceden kararlaştırılmış birtakım ölçütler gerekir, bu ölçütler de genellikle fazla belirleyici değildir. Öte yandan, kimi özgün yazarları belirli bir konuma yerleştirmek, belirli bir akıma bağlamak nerdeyse olanaksızdır. Çünkü güncel akımların dışında kalır, genel olarak benimsenmiş, hazır ölçülere de sığmazlar. Yaşar Kemal de bu tür yazarlardan. İlk kitaplarını yayımladığı döneme ve bu yapıtlarda ele aldığı çevreye bakarak Yaşar Kemal’i “köy gerçekçiliği” diye adlandırabileceğimiz akıma bağlayanlar, yani onu çoğunlukla köy kökenli olan ve değişik yörelerdeki köy yaşamını, köy insanını, köy sorunlarını gerçekçi, bir ölçüde de öğretici açıdan yansıtmaya çalışan romancı ve öykücülerle aynı çizgide görenler çok oldu. Ama Yaşar Kemal’i dar bir gerçekçilik çerçevesine sığdırmak olanaksızdır.
- Yaşar Kemal gerçekçi bir yazar değil mi?
Sözcüğü yaygın anlamında kullanıyorsak, hayır. Sarı Sıcak, Teneke gibi ilk kitaplarında gerçekçi bir yazar olarak çıktı karşımıza, ama daha ilk İnce Memed ve Ortadirek’te bu çizgiden gittikçe uzaklaşmaya başladı. Yapıtlarının söylen ve destan boyutuyla kendine özgü bir anlatı sanatı. kendine özgü bir roman evreni, dolayısıyla da kendine özgü bir gerçek oluşturdu.
- Batılı eleştirmenler Yaşar Kemal’in sanatını incelerken bir yandan halk masalları ve Homeros destanlarından, bir yandan da vestern filmlerinden, Zorro’dan sözediyorlar. Bunda bir çelişki yok mu?
Masaldan, destandan sözederken, Yaşar Kemal’in olayları sunma ve yorumlama biçimini düşünüyorlar, vestern filmlerinden sözederken de yapıtlarındaki serüven payını ve serüven türünü. Ama Yaşar Kemal’in romanını destan artı western olarak nitelemek yanlış olur. Batılı eleştirmenler de bu iki kavrama indirgemiyorlar onu. Yalan değil, yüzeysel bir bakışla bakıldığı zaman, ünlü yazarımızın çoğu romanları, özellikle İnce Memed, en iyi ile en kötü arasında sürekli bir savaştır, bu yönüyle vesternleri çağrıştırır, ama Yaşar aynı zamanda bir kurgu ve yazı ustasıdır. Bu özelliğini son kitaplarında daha belirgin bir biçimde görüyoruz. Serüven romanlarıyla pek bağdaşmayan uzun betimlemeleri bunun açık bir örneği. Betimleme nerdeyse bir tutku onda. Kimi zaman Balzac’ta, Robbe-Grillet’de olduğu gibi dizgesel, kimi zaman Rabelais’de olduğu gibi bir yığma biçiminde çıkıyorlar karşımıza, ama, her iki durumda da başka şeylerle birlikte, Yaşar Kemal’in çağdaş metinler oluşturduğuna tanıklık ediyorlar.
- Yaşar Kemal’in kitapları Batı’da geniş yankılar uyandırırken, bizim yazın eleştirmenlerimiz ondan pek de fazla sözetmiyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Ben de sık sık düşünmüşümdür bunu. kendimce birtakım açıklamalar aramışımdır. İşin içine biraz şaka karıştırırsak, bu açıklamalardan biri Yaşar Kemal’in artık ülkenin “sanat güneşleri“ne. Emel Sayın’lara, Ajda Pekkan’lara ayrılan ve genellikle yazın adamlarına kapalı kalan ayrı bir dünyaya, günlük gazeteler’in “Ek“lerine geçmiş olması, Ajda Pekkan ya da Emel Sayın’ın tartışılmadığı gibi Yaşar Kemal’in de tartışılmaması, yalnızca “gösterilmesi” olabilir. Ama bizde yazın eleştirisinin, kitap tanıtma etkinliğinin Batı’daki gibi kurumlaşmadığını, bu nedenle her yazın adamı gibi Yaşar Kemal’in üzerinde de fazla durulmadığını söylemek daha doğru olur. Bir başka neden, çoğu eleştirmenlerimizin Yaşar Kemal’in romanlarındaki serüven payına, zaman zaman abartmalı kişilerine, masalsı yönüne bakarak onlar olduklarından çok daha basit, çok daha açık olarak değerlendirmeleri olabilir. Durum buysa, eleştirmenlerimizin yanıldıklarını söylemek gerekir. Ben, kendi payıma, Yaşar Kemal’in romanlarında incelenmeyi, açıklanmayı bekleyen çok şeyler bulunduğu düşüncesindeyim. Çünkü Yaşar Kemal, örneğin “entellektüel” bir romancı sayılan Kemal Tahir gibi okurun gözüne sokarcasına anlatmaz anlatmak istediğini, gerçek romancıların yaptığını yapar: duyurur.
- Yaşar Kemal’in beğenmediğiniz yanIarı da yok mu?
Öyle sanıyorum ki, Yaşar Kemal gibi yazmayı güçlü bir tutku olarak yaşayan, sanatına Yaşar Kemal gibi özen gösteren yazarların sayısı çok da fazla değildir. Ama zaman zaman bu özeni fazlaca belli etmesi beni rahatsız eder. Bir de romanlarının destansı niteliğinin doğal bir sonucu bile olsa, hep uç durumları seçmesi. kişilerinin hep ’en” iyiyle “en” kötü arasında gidip gelmesi. Ancak gözlemimin “beğenmemek” biçiminde değil de “benimsememek” biçiminde anlaşılmasını isterim.
Haftaya Bakış (Milliyet) - Sayı: 23 - 22-28 Mart 1987
__________________________________________________________________________________________
Yaşar Kemal’in Süren Yükselişi
İnce Memed neden Türkiye’de filme alınamadı?
Fransız basınının, “Çağdaş edebiyatın ender devlerinden birisi.” olarak nitelendirdiği Yaşar Kemal, 1982 ekiminde Paris’te,
Fransa’nın en büyük edebiyat ödülü olan “Cino Del Luca“yı alırken, Akademi üyesi ünlü romancı Jean D’ormesson şöyle diyordu:
“İnce Memed, son 30 yılın en güzel ve anlamlı kitaplarından birisidir.
Siz de Yaşar Kemal olarak, Stendhal, Cheteaubriand, Marcel Proust ve Aragon’la eşdeğerlisiniz
İsminiz ve kahramanlarınız, benim ve birçok okurun düşünde yaşıyor.”
Gene Fransız basınında şu satırlara rastlanıyordu:
“Sizi selamlıyoruz, Yaşar Kemal. Çok büyük bir romancı, bir dev ozansınız.
Homeros, Hugo dünün ve bugünün sineması, tarih boyunca halkların dev uğultusu, sizin çağrınızla boşuna ayağa kalkmıyor.”

Ama “Nobel Edebiyat Ödülü” adayı Yaşar Kemal’e “Cino Del Luca” verilirken, başka ülkelerin büyükelçileri bulunuyordu da, Türk Büyükelçisi yoktu. AP’nin Turizm Bakanı Nihad Kürşat’tan, 1979-80’in Genelkurmay ikinci başkanı Haydar Saltık’a kadar, Türk yetkililer “İnce Memed“in Türkiye’de filme alınmasına karşıydılar. Yaşar Kemal’i başarılarından dolayı kutlayan tek Türk devlet adamı, 1978 yılında Fransa’da “En İyi Yabancı Yazar” seçildiği zaman, bundan duyduğu kıvancı belirten Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı olmuştu. Yaşar Kemal ilk kez Ecevit hükümeti zamanında rahatlıkla pasaport alıp yurt dışına çıkabilmişti.
New York’da verdiği bir konferansta, “Niçin hep Çukurova’yı yazıyorsunuz?” sorusunu Yaşar Kemal ünlü kahkahalarından birini atarak şöyle yanıtlamıştı:
“Ne yani.. Tolstoy, Stendhal, Kafka da Çukurova’yı mı yazdılar?”
1922 yılında Adana’nın Osmaniye ilçesine bağlı, daha sonra Gökçeli adını alan Hemite köyünde doğan ve tüm çocukluk ve gençliği Çukurova’da geçen Yaşar Kemal’in bu sözlerle ne demek istediği açıktı. Yaşar Kemal de, tıpkı Stendhal, Tolstoy, Kafka gibi “insan“ı anlatıyor ve bu nedenle de onlar gibi evrenselleşiyordu.
Yaşar Kemal bu görüşünü şöyle açıkladı:
“İki bin yıl önce yazılanları, örneğin Homeros’u neden hala ilgiyle okuyoruz?..
Bir yerde insan gerçeğini yakaladın mı, herkese okutursun.”
Yaşar Kemal daha 5 yaşındayken, babası camide gözlerinin önünde öldürüldü.
Büyüdükçe bir halk edebiyatı merakı başladı kendisinde. Saz çalıyor, türküler söylüyordu.
Ortaokulu Adana’da okurken, son sınıfta öğrenimini yarıda bırakıp, çalışmaya koyuldu.
Geleceğin bu dev yazarı,
- ırgatlık,
- amelebaşlık,
- pirinç tarlalarında bekçilik,
- arzuhalcilik,
- öğretmenlik,
- havagazı şirketinde memurluk,
- kütüphanecilik yaparak oluştu denebilir.
İlk şiirleri, 1939’da, Adana Halkevi’nin yayını olan Görüşler dergisinde yayınlandı.
1951 yılında İstanbul’a geldi. Bir yandan havagazı tahsildarlığı yapıyor, öte yandan Fenerbahçe forması altında yüzüyordu.
Bir süre sonra, Cumhuriyet gazetesinin “Yurt Haberleri” bölümünde çalışmaya başladı. Giderek röportajları ile dikkati çeker oldu.
Yaşar Kemal İstanbul’a geldiğinde, “İnce Memed’in yüz sayfası yazılmış, cebinde duruyordu. Sonra iki yıl boyunca kafasında yazmayı sürdürdü İnce Memed’i ve 1953’de yeniden kalemi eline aldı. 1955’te artık ölümsüz bir yapıt, okuyucuya sunulacak hale gelmişti.
“İnce Memed“e, basıldığı yıl “Varlık Roman Armağanı’nı “oybirliği” ile veren jüride şu isimler bulunuyordu:
- Reşat Nuri Güntekin,
- Nurullah Ataç,
- Ahmet Hamdi Tanpınar,
- Suud Kemal Yetkin,
- Samet Ağaoğlu,
- Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve
- Selahattin Batu.
Bu büyük bir olasılıkla Nobel Edebiyat Ödülü ile sonuçlanacak olan bir tırmanışın ilk belirtisiydi.
Yaşar Kemal “Cino Del Luca” ödülünü aldığında, eski dostu İlhan Selçuk’un Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde çıkan şu satırlar, büyük yazara dünyanın ve Türk devletini yönetenlerin bakış açıları arasındaki farkı yansıtan bir “kara mizah” örneğiydi:
“Ulan, Anadolu’nun tezekli köyünden çıkmışsın, deli danalar gibi ordan oraya dolanmışsın, arzuhalcilik, su bekçiliği, kunduracı çıraklığı yapmışsın, şimdi Mitterrand’in özel konuğu olup Fransa’ya gidersin, Fransız Akademisi’nin saygıdeğer üyelerinden ödül alırsın. Üstelik Türkiye’de Yazarlar Sendikası’na üyesin. Başımıza bela mısın ulan? Sende hiç ’memleket, millet sevgisi’ yok mu? Niye köylüyken köylülüğünü bilmedin, yerinde oturmadın? Yoksa Nobel ödülünü de alıp tepemize mi çıkacaksın?”
Haftaya Bakış (Milliyet) - Sayı: 23 - 22-28 Mart 1987
__________________________________________________________________________________________
“Çağımızın En Büyüleyici Yazarı”
Fransız basını Yaşar Kemal’e övgü yağdırıyor
Avrupa Yaşar Kemal okuyor, Yaşar Kemal konuşuyor.
Le Figaro Litteraire soruyor: “Stokholm’deki beyler çağımızın en büyüleyici yazarını seçmek için daha ne bekliyorlar?”
Yaşar Kemal’in İNCE MEMED III’ü, Münevver Andaç’ın “çok güzel” olarak nitelenen çevirisiyle Gallimard yayınevince ve “İnce Memed’in Dönüşü” adıyla piyasaya sürüldüğünden beri Fransa, Yaşar Kemal okuyor, Yaşar Kemal konuşuyor.
Alain Bosguet, Le Figaro Litteraire’de yayımlanan makalesinde dayanamayıp haykırıyor:
“Çağımızın en büyüleyici yazarını seçmek için Stokholm’deki beyler daha ne bekliyorlar?”
Bosguet’nin yazısı şöyle:
“Sıcak, güleç, alaycı ve coşkulu mizacıyla Türk devi Yaşar Kemal, bundan on beş yıl önce, zaferin henüz eşiğindeyken bize “Beni, günümüz yazarlarından hangisiyle mukayese edebilirsiniz?” diye soruyordu.
Bugün artık kuşkusu kalmamıştır: Miguel Angel Asturias’ın sopundan O, fakat O’nun düşlerini Kolomb öncesinin hayaletleri değil, Küçük Asya’nın halk geleneği besliyor. Yaşar Kemal’i, toplumsal -ve naif- kuramları açısından en azından ozan Nikos Kazancakis’e yakın bulabilirsiniz, fakat o, türküsünü, İsa’nın yeniden çarmıha gerilişine yakmıyor. Zamanımızın büyük yazarları arasında benzersiz olan Yaşar Kemal, bir yoksul köyden çıkar ve ona her zaman sadik kalır: ortak atılımların, birlikte yaşanan acıların, paylaşılan düşlerin zaman içinde yer değiştirişidir sahnelediği.
“Şu günlerde bir on üçüncüsüyle, “İnce Memed’in Dönüşü”yle daha da zenginleşen eserleri, akıl almaz sayıda temayı yoğurup onlardan, her an yeniden alevlenerek ve her an yeni tehlikeleri göğüsleyerek gelişen bir destan yaratır.
Batılı ölçülere pek sığmayan bu evrende çevreyi görerek dolaşabilmek için bu temalan sınıflamak yerinde olur:
- Anadolu’nun antik tarihi: Homeros’un ve Ksenofon’un mirasçısı Yaşar Kemal, efsaneler Yunanı’ndan Atatürk Türkiyesi’ne kadar geçen olayları unutmaz hiç. Onun insanları, kutsal Ağrı’nın eteklerinde uzanan soylu ve acılı bir toprağı simgelediklerinin her zaman bilincinde olarak bu geçmişe, düzenli aralarla dönüp sık sık başvururlar. Ne inişler, ne yokuşlar ne de değişimler bu bağlılığı sarsamaz.
- Göçebelik: Kişiler, bir süreklilik imgesine dört elle sanmakta haklıdırlar, çünkü çoraklığa ve bitekliğe ya da boylar arası kavgalara göre yer değiştirip dururlar Mevsimler, aynı zamanda hem kurtarıcıların, hem düşmanların mevsimleridir: Tepeden tepeye, vadiden vadiye yer değiştirir insanlar. Batı’nın Orta-Çağ köylüleri ve ozanları gibi...
- Masalcılar ve üfürükçüler: Gerçek Yaşar Kemal’in kahramanlar için yeterli değildir. Öyküleri, üfürükçülerle, palavracılarla ve genellikle de geleceğin ve kötülüklerin habercisi falcılarla doludur. Masalcılar, düşlerden ve yalanlardan örerler masallarını. Bilge kişiler, çoğunlukla ya âmâdır ya dilenci.
- Kahramanlık zorunluluğu: Romancının kitaplarında insanlar kolayca insanüstü ya da ruhani kişiliğe bürünürler. Şövalyelik her zaman vardır. İnsanlar kendilerini de, başkalarını da kolayca yeniden keşfeder, yeniden yaratırlar.
- Geleneğe ve değişime bağlılık: Yaşar Kemal, çoğu zaman şu soruyu atar ortaya: Böylesine eski ve köklü bir halk, modern bir yönetimle uzlaşır mı? Eşekle bilgisayar, kör kuyu ile sosyal sigortalar gün olur bağdaşır mi? En basit şekliyle, çobanlardan bürolarda çalışmaları istenebilir mi?
- Psikanaliz ve saçma: Yaşar Kemal’in kişileri, kıyıda köşede unutulmuş bir toprağın kayıp insanları değildir. Kendilerini fazla çözümlemeye kalkışmazlarsa da, bizimle çağdaş insanlar olmayı bilirler. Aşklar Freudvari olabilir ve bazen umarsızlıklar herkesi felce uğratabilir. Mantığa uygun biçimde gelişmez bu olaylar. Bir keçi ile bir büyücünün varlığı, tümüyle yüzyılımıza özgü şiirsel genellemelere varılmasını engellemez.
İnce Memed’in Dönüşü bütün bu öğeleri olağanüstü bir güçle yoğuruyor. Memed, onurunu kurtarmak için haydut olmuştur, Kişot ya da Rolandvari bir yanı vardır. Zenginlerden alır, adam öldürmeye kadar vardırır işi. Sonra bir ülkü uğruna, saflığından ya da zamanın yasalarına boyun eğmemek için, aldıklarını yoksullarla paylaşır. Katildir, fakat kendisini aklayan bir yanı vardır adam öldürmesinin. Başkaları için savaşmaktan usandığını. daha sakin bir yaşamı özlediğini söylediği zaman, ihanet ediyor gibidir kendine. Kahramanlar için huzur yoktur.
“Garip ve harikulade bir çoğalma, çeşitleme, çiçeklenme başlar o zaman. Memed. köylülerin kafasında yüzlerce Memed’e dönüşür. Ona bağlanan başarılarla zaferlerle süreklilik kazanır. Her birey, karınca kaderince bu efsanenin örgüsüne birkaç ilmek ekleme zorunluğu hisseder. Memed’le karşılaşan herkes için masalsı bir şeyler söylemek zorunludur, koşuldur. O’ndan, bu efsanevi boyutu kabul ya da reddetmesi istenmez. O, hem Şarlmaym, hem Ulis olacaktır. İmgelem ağından halkın gücü sonsuzdur.
“Çağımızın en büyüleyici yazarını seçmek için Stokholm’deki beyler daha ne bekliyorlar?”
“mutlaka okunmalı”
Fransa’da en çok satılan kitapları belirleyen ve yeni çıkan kitapları tanıtan GUIDE ise, “İnce Memed’in Dönüşü”nü liste başı olarak verdi.
Guide, Yaşar Kemal’in eserini, “Mutlaka Okunması Gereken” kitaplar listesinin de başında ilan ediyor ve kitap konusunda şu bilgiyi veriyor:
“Genç İnce Memed, ödlek ağaların, gaddar polisin ve kan içici beylerin ödünü kopartan o sevgili haydut, şimdi ne yapıyor? Öc almak için baş vurulduğu sanılan onca katliam, onca mücadele ona yükleniyor. Aslında o, kavga-gürültüden çok aşk ve uyum düşleyen bir şair ruhdur. Yaşar Kemal her zaman çok güzel çizdiği o Çukurova dekoru içinde, kendine özgü kontrastı kişileri ve hızla gelişen olaylarıyla o güzel fresklerinden birini daha resmediyor. Efsane, bu serüvenlerden bir mucize gibi doğuveriyor. Homeros aşığı bir Türk Alexadre Dumas’sı düşünün ve koyverin kendinizi. Memed’in ay ışığında dört nala kalkmış atı alsın götürsün sizi.”
“Sihirbaz Yaşar Kemal”
Figaro Magazine’de, “Kitaplar/Yıldızlarımız” bölümünde “İnce Memed’in Dönüşü”nü en çok yıldız alan kitaplar listesinin başına oturttu, ötekiler gibi o da Yaşar Kemal’in portresine yer verdi.
Eleştirmen Jean-Claude Le Covec’in tanıtıcı yazısı ise şöyle:
“İnce Memed. peşindeki güvenik güçlerinin gözünde ve hatta isyancı ruhlarını simgelediği dağ insanlarının kafasında bir görünmez adamdır. İnceliğinin dışındaki özellikleri şunlar: Düş gibi ele geçmezdir, hayvanların dostudur, haydut kavramıyla bir ilgisi yoktur. Memed adı, o yörede pek yaygın olduğundan bu sözcük tek başına ondan söz edildiğini göstermeye yetmez. Memed, adını, yalnız çok önemli ve gerekli anlarda, kişiliğinin bütün ağırlığını belirtebilsin diye, özel bir tonda söyler. O zaman varlığı, bir ilahin tecellisi gibi etkiler karşısındakini. Bu nedenledir ki can düşmanları olan ağalar, beyler, paşalar ve bir zamanlar Osmanlının, şimdiyse “Jön Türk“ün gücüne köle olmuş bütün öteki insanlar, hiçbir zaman ele geçiremezler onu. Gerçekte de o Güney Anadolu’nun töresini savunmak için Selçuklular zamanından beri savaşan bir ezeli hayduttur. Bir Türkmen Zorro’dur. Yaşar Kemal ise, İnce Memed efsanesini dokuyan büyücü bir ozan... Düşsel nice öyküyü, yaşayan gerçek birer öykü haline getirme yeteneği, bir sihirbazınkini andırıyor. Tarih de hikaye etmek için değil midir?”
Haftaya Bakış (Milliyet) - Sayı: 23 - 22-28 Mart 1987
__________________________________________________________________________________________
Yaşar Kemal ile Başbakanlık Danışmanı Adnan Kahveci fıkra anlatma yarışması yaptılar.
YAŞAR KEMAL: Lazlar kursa merakla olurlar. Bizimki tren makasçısı kursuna yazılmış. 1 yıl devam etmiş. Sonunda diploma alacak. Sınava çekmişler Birisi sormuş, “Bir yandan 140 km. hızla bir tren geliyor. Tam karşısından da yine 140 km. hızla bir başkası... Arada sadece 400 metre kalmış. Ne yaparsın?” Laz gayet sakin yanıtlamış: “Kezban’ı çağırirum”. Sınav komisyonundakiler şaşırmış. “Kezban da kim?”. “Karimdur” demiş laz. Şaşkınlık büyümüş, “Karını ne yapacaksın?”. Laz gülümsemiş: “O da seyretsun”.
ADNAN KAHVECİ: Karadenizde bir köyün ahalisi toplanmış, Çin’e karşı savaş açmaya karar vermişler. Karar oy birliğiyle alınmış ve seçilen bir heyet kararı Ankara’daki Çin elçisi aracılığıyla Çin hükümetine bildirmiş. Çinliler de -fıkra bu ya-kabul etmişler. Heyet dönmüş. Durumu köydekilere bildirmiş. Hepsini almış bir düşünce. Köye gelen bir yabancı bunları elleri çenelerinde kara kara düşünürken görünce sormuş, “Nedir derdiniz?”. Lazlardan biri “Çin’e savaş açtık da...” demiş. “Eee?” diye üstelemiş yabancı. “Hiç” demiş Laz “Kabul ettiler”. Yabancı gülmüş, “Şimdi de nasıl başa çıkacağız diye düşünüyorsunuz değil mi?”. “Yok” demiş laz gayet düşünceli, “Bunca adamı nereye gömeceğuz diye düşüneyruz”.
YAŞAR KEMAL: 15 Kürt Abdülhamit döneminde Rusya’ya karşı savaşmaya karar vermişler. Saraya ulaşmayı başarıp Abdülhamit’e de açmışlar meseleyi... Abdülhamit gülmüş, “Koca Rusya bu. İmparatorluk başa çıkamıyor da siz nasıl başedeceksiniz?” Kürtler, “Sen orasını bize bırak padişahım” demişler. Abdülhamit bakmış ki Kürtler kararlı, “Peki, gidin savaşın” demiş. Kürtler sevinç içinde Sarayı terk etmişler. Aradan iki gün geçmiş, vezir “15 Kürt’ün yeniden görüşme talep ettikleri“ni arzetmiş padişaha. Abdülhamit sinirlenmiş, “Bunlarla mı uğraşacağız?” demiş, ama Kürtler ısrarlı. “Peki gelsinler” buyruğu çıkınca mahçup girmişler içeri... İçlerinden biri ellerini oğuşturup sıkılarak “Padişahım, sizden iki jandarma rica edeceğiz” demiş. Abdülhamit kızmış, “Hani” demiş “Biz 15’imiz Rusya’ya yeteriz diyordunuz”. Kürt kızarmış, “Yeteriz yetmeye de..” demiş kekeleyerek, “Şimdi Zigana Geçidi’nden lazlar bizi geçirmez. Jandarmalar orada bizi korusunlar, gerisini biz hallederiz.”
ADNAN KAHVECİ: Laz Amerika’ya gitmiş. Konservatuar’a yazılmış. Piyano öğrenmiş. Dünya çapında bir piyanist olmuş. Dilini düzeltmiş. İngilizcesi nefis. Estetik ameliyat olmuş, burnu kalkık. Laz olduğunu anlamaya imkan yok. Son konserinde büyük alkış almış. Herkes ayakta alkışlarken aradan bir ses duymuş... “Pravo laz uşağı... Yaşşa hemşerum...”. Şaşkına dönmüş. Tanınmasına imkan yok. Sahnedeyken çaktırmamış ama arada hemen adamı çağırttırmış yanına... “Yahu” demiş, “Ben bu kadar değiştim. Tek kelime konuşmadım. Burnum desen düz. Sen benim laz olduğumu nasıl anladın Allahaşkına?”. Karşısındaki gülümsemiş, “Çok basit” demiş, “Herkes normal gelir piyanonun yanına tabureyi altına çeker. Sen geldin tabureye oturdun, piyanoyu çektin kendine... Oradan anladım laz olduğunu...”
YAŞAR KEMAL: Trabzon’da Karadenizli eczaneye girmiş. “Böcek ilacı var midur?” demiş. Eczacı üzgün, “Geçmiş olsun” demiş, “Böceğinizun rahatsizliğu nedur?”
ADNAN KAHVECİ: Bir gün Trabzon’a şehrin girişinde dev bir tabela gördüm. Altında büyük harflerle “Trabzon Lokantası/Nefis Adana kebapları yapılır” yazıyordu. İkinci gidişimde tekrar aradım. Yoktu. Sordum, iflas etmiş.
YAŞAR KEMAL: Laz Avrupa’da paraşüt kursuna yazılmış. Öğretmeni bir yüzbaşı. “Bak Temel” demiş, “Atlar atlamaz göğsündeki şu ilk düğmeye basacaksın. Paraşüt açılır. Açılmazsa hemen onun altındaki ikinciye bas. Yine açılmazsa artık Meryem Ana’ya dua et”. Çıkmışlar kuleye. Önce yüzbaşı atlamış. Düğmeye basmış. Açılmış paraşüt. Ardından Temel atlamış. Basmış birinciye, yok. İkinciyi denemiş, yine açılmamış paraşüt. Yıldırım hızıyla aşağı doğru düşerken, paraşütüyle aşağı süzülen yüzbaşıya bağırmış... “yüzbaşum... yüzbaşum.... çabuk de pağa, neydi o karinun adı?..”
ADNAN KAHVECİ: Oğluma geçen gün annesi tanımadığı insanlarla hiçbir yere gitmemesini tembihliyormuş. “Bak oğlum” demiş, “Belki seni kandırmak için ’annenin adı ne’ filan diye sorarlar. Aman onlara karşı uyanık ol”. “Merak etme anneciğim” demiş bizimki, “Öyle sorarlarsa ben de hemen ’durun ben gidip anneme sorayım da geleyim’ derim”.
YAŞAR KEMAL: Gorbaçev bir gün annesini Kremlin’e davet etmiş. Heryeri gezdirmiş. Duvarlardaki muhteşem tabloları, zengin makam odasını altın yemek takımlarını göstermiş. Kadıncağız oğlunun her gösterdiği şeyde dövünür durur, ağlamaklı olurmuş. Gorbaçev, anasının gururlanacağı yerde dövünmesini anlayamamış sormuş, “Ne dövünürsün ana, bunda üzülücek ne var?”. Anası dertli dertli mırıldanmış, “Hepsi iyi hoş da oğul. Bu komünistler bir gün gelip bunları elinden alır diye korkarım...”
ADNAN KAHVECİ: Amerikalı Rusya’ya gitmiş. Gitmeden arkadaşları 3 şey tavsiye etmişler Bir kürk al. Bolşoy’a mutlaka git ve Lenin’in kabrini ziyaret et. Amerikalı önce kürkçüye gitmiş. Korkunç kalabalık, Bolşoy desen tek bilet yok. Lenin’in kabri önünde de inanılmaz bir kuyruk. Bakmış olmayacak, otele gidip telefona sarılmış. Önce kürk satan mağazanın sahibini aramış, “İki kürk istiyorum” demiş, “biri sizde kalsın, birini bana gönderin”. 10 dakika sonra kürk oteldeki odasına gönderilmiş. Sonra Bolşoy’un müdürünü, aramış, “100 bilet istiyorum. 99’u sizin. Birinde ben oturacağım” demiş. Rezervasyon hemen yapılmış. Sıra Lenin’in kabrine gelince Amerikalı, Kızıl Meydan’a gitmiş. Kapıda bekleyen askerin eline 100 dolar sıkıştırıp, “Lenin’i görmek istiyorum” demiş. Gözleri parlayan asker heyecana sormuş, “Lenin’i size mi getireyim, siz mi içeri girmek istersiniz?”.
YAŞAR KEMAL: Laz ıssız adaya düşmüş. 15 yıldır yalnız başına. Bir gün plajda uzanmış yatarken canhıraş bir kadın çığlığı duymuş. Bir bakmış açıkta çırılçıplak bir kadın boğulmak üzere imdat istiyor. Hemen atlamış denize, kadını. kucakladığı gibi kumsala taşımış. Dünya güzeli kadın, çırılçıplak bedeninden sular akıtırken laza gülümseyerek bakmış, “Kaç yıldır buradasınız” diye sormuş, “15 yıl oldu” demiş laz. Minnettarlık içinde çapkınca gülümsemiş kadın, “İyi öyleyse” demiş, “Ben de size 15 yıldır beklediğiniz şeyi getirdim işte”. Laz’ın gözleri parıldamış, “Uyyy kurban olayum sağa,” demiş, “Karalahana mı cetirdun pağa...”
Haftaya Bakış (Milliyet) - Sayı: 23 - 22-28 Mart 1987