Woody Allen

Görmek istediğim filmleri çekiyorum

Woody Allen, Amerikan sinemasının yetiştirdiği en önemli oyuncu ve yönetmenlerden biri. Geçtiğimiz yıl “Zelig” ve “Broadway Danny Rose” adlı filmleriyle yine dikkatleri üzerinde toplayan Allen, şu sıralarda “The Purple Rose of Cairo” (Kahire’nin Mor Gülü) adlı yeni bir filmi tamamladı. Woody Allen ile, Le Nouvel Observateur dergisince sanatı ve özel yaşamı üzerine yapılan bir söyleşiyi yayınlıyoruz.

En büyük üzüntünüzün, bir başka kişinin yerinde olamamak olduğunu söylemiştiniz. Örneğin kim?
Evet, bu olağanüstü bir şey! Yıllardan beri, bu düşünce durmadan kafamda. Hiç terketmiyor beni. Gerçekte bu bir şakaydı. Bir kitabimi yayınlamak isteyen yayıncıya, kolaylık olsun diye, yazdığım özyaşam öykümün notları arasındaydı. Yaşamöyküleri, beylik sözlerle doludur: Şunu yaptı, şunu yapıyor gibi... Ben, bu tümceyi ekledim ve o günden beri bana yapışık gibi, herkes bunun gerçek olduğuna inanıyor. Ancak, yaşamım da öyle anlar oluyor ki, tümüyle kişisel nedenlerle, bir başkasının yerine geçmeyi çok istiyorum. Örneğin Marlon Brando’nun.Ya da Sidney Bechet, Arthur Rubinstein, Charlie Parker gibi büyük bir müzisyen olmak da beni rahatsız etmezdi. Bir beyzbol oyuncusu da olabilirdim. Şimdi bir yeteneğim var, ama başka yeteneklerim de olsun isterdim. Hiçbir şeyden hoşnut olamıyorum, bu benim en büyük hatam, her şeyden yakınıyorum, filmlerimi kötü buluyorum, havayı sevmiyorum; güneş oluyor, yağmur ve sis istiyorum.

Bunu filmlerinizi izledikten sonra, daha çok duyumsuyoruz. Morali yükseltecek şeylerden söz ediyorsunuz. Örneğin, şu yaklaşımınızda olduğu gibi: ölümde de iyi bir yan var, yatakta yapılabilen ender şeylerden biridir, en azından...

Gülmenin yerini hiçbir şey tutmaz ve ben bunu engellemiyorum. Ama beni asıl ilgilendiren, başka bir şey. Örneğin “Bisiklet Hırsızları”nı ya da “Büyük Yanılsama”yı izlediğimde, içimde ve kafamda oluşan heyecanlar, düşünceler. Benim için, bunlar hiç bitmeyecek denli önemli.

“Annie Hall” gösterime girdiğinde, filmlerinizde güldürüye, artık daha az yer vereceğinizi söylemiştiniz. “Broadway Danny Rose”da ise, güldürü, trajedinin ayrılmaz bir parçası...

"Interiors” ile, bu yönde daha ileri derecede bir serüven yaşamıştım. Kimileri bana bozulmuştu, çünkü eğer bir kişi karşısındakini güldürme şansına sahipse ve bundan yararlanmıyorsa, bu bir delilikti onlar için. Ama yapılan işde, derinleşmek gerekir, yoksa kendi kendini yinelemek kaçınılmaz olur. Örneğin Marx Kardeşler -ki, tapıyorum onlara- hep aynı filmi yaptılar, bir filmlerini gördünüz mü, tümünü görmüş gibi olursunuz. Yirmi yıl sonra çevirecekleri filmi kestirebilirsiniz, önceden. Chaplin ise, ayrı bir şeydi. Hep yeni şeyler yapmanın arayışındaydı, özellikle yaşamının sonunda...

Ya Buster Keaton?

Amerikan aydın çevrelerinde, Keaton’un Chaplin’e yeğlenmesi iyi kurgulanmıştır. Keaton’un bir dahi olduğu ve filmlerinin teknik özellikleri açısından Chaplin’inkilere oranla daha üst düzeyde olduğu gerçektir. Ama Chaplin, daha komik, daha insancıldır. Her zaman da, daha çağdaş kalacaktır. Keaton’un “Kentin Işıkları” adlı filmi için ise, tüm filmlerini verebilirim. Bu film, beni etkileyen, hümor ve heyecanın bir karışımı.

Bu karışımı, filmlerinizde, giderek daha çok kullanıyorsunuz.

Başlangıçta, salt güldürmek amacıyla filmler yapıyordum. Daha sonra, “Annie Hall”de olduğu gibi, birçok boyutu olan filmler yapmaya başladım. Bu da, artık daha az güldürmek zorunda olduğum gerçeğini ortaya koyuyordu. Eğer gerçeğe, doğa kurallarına fazla bağımlı kalmıyorsanız, komik olmak hiç de güç değil biliyorsunuz. Ama gerçek, yaşamın içine girdikten sonra, her zaman gülünç olmayan, gerçek insanları göstermek zorunda kalıyorsunuz.

En çok hangi filminizi seviyorsunuz?

Hiçbir filmimi sevmiyorum, benim için hepsi geç kalmiş filmler. Her zaman düşlediğimle ortaya çıkan film arasında büyük çelişkiler var. Hep düşkırıklığı. Madem soruldu, söylemek gerek: En sevdiğim Marie-Christine Barrault ve Charlotte Rampling ile birlikte çevirdiğim “Stardust Memories” (Samanyolu Anıları). Aşk ve ölüm üzerine bir film. Her konuda en iyisi... Dolayısıyla, en az iş yapanı da, tabii.


Ya sonuncusu: “Broadway Danny Rose”?

Bu film sonuncusu değil. Ocak ayında ABD’de yeni bir filmim gösterime girecek: “The Purple Rose of Cairo” (Kahire’nin Mor Gülü). Ve şu sıralarda, bir üçüncüyü hazırlıyorum. “Danny Rose” çok iyi tanıdığım bir dünyaya, iş dünyasının karanlık ilişkilerine nostaljik ve sevecen bir bakıştı. Bu filmde, yaşamdaki gerçek kişiliklerini oynayan birçok insan var: Vantriloglar, bardaklarla, konserve kutularıyla, bisiklet pompalarıyla müzik yapan insanlar. Bunların hepsi gerçek birer profesyonel.

Sanatçı, yani..

Onların, kendilerini bir sanatçı gibi kabul edip etmediklerini bilmiyorum. Ama bunu duyumsadıklarını sanıyorum. Yıldızlarla  aynı sevinci duyuyorlar, aynı seyircinin önüne çıkıyorlar. Ramp ışıkları altında smokinle dolaşıyorlar. Alkışlanıyorlar, esprilerine gülünüyor. Gecenin ortasında, hepsi bir restoranda buluşup konuşuyorlar.

İyi para kazanıyor musunuz?

Biliyorsunuz, filmlerim iyi iş yapıyor.

Ama, bir Spielberg filmleri kadar çok değil...

Yoo, hayır! Hiçbir ilgisi yok! Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de kendime seyirci bulabilmem benim için büyük bir şans. Bunlar olmadan, filmlerim kendi bütçelerini bile karşılayamayacaklar. Ama benim filmlerim, küçük bütçeli filmler. Bir bakıma günlük bir savaşım.

Bu nedenle mi, “Broadway Danny Rose”da olduğu gibi, sık sık siyah-beyaz çekiyorsunuz, filmlerinizi?

Hayır, bu salt kişisel bir zevke dayanıyor. Bazı konular içinse, çok güzel buluyorum bu tekniği. Yapımcılarım isyan ediyor. Siyah-beyaz bir film, nereden bakarsanız bir milyon dolarlık bir kayıp demek. Siyah-beyaz filme gitmeyen birçok insan var. Bu tür filmlerin karanlık bir yanının olduğunu sanıyorlar. “Kahire’nin Mor Gülü” renkli bir film, göreceksiniz, görüntüler de çok güzel. Korkunç gerçekçilikle, düşselliğin tatlı dünyası arasındaki farklılıkları gösteren bir güldürü. Mia Farrow ve Jeff Daniels oynuyorlar. Film, 1930’lardaki büyük kriz döneminde New Jersey’in küçük bir kasabasında geçiyor. Senaryonun özünde fantastik bir yaklaşım var. Ama fazlasını söyleyemem, bu da filmin sürprizi.

Bir önceki sorunuzu yanıtlamak için, şöyle diyebilirim: Bir öğretmenden, bir avukattan daha çok kazanıyorum. Ancak, benimle aynı mesleği yapan kişilerle, örneğin Barbra Streisand, Robert Redford, Clint Eastwood’la karşılaştırıldığında, hiçbir şey kazanmıyorum, neredeyse. Eğer milyarder olsaydım, paramı nasıl kullanacağımı bilemezdim. Ne yata, ne kırda bir villaya özlemim var. Güzel güzel arabalara, çeşit çeşit giysilerle dolu bir gardroba da gereksinimim yok. Bana istediklerimi yapabilecek kadar, para verdikleri için şanslı sayılırım.

Çocukluğunuzda para sıkıntısı çektiniz mi?

İşin ilginç yönü, yoksulduk ama bunun farkında değildik. Hayır, hiç parasızlık çekmedim, hiç aç kalmadım. Annem çiçekçiydi, babam her mesleği yapıyordu. Şoför, bilardo oyuncusu, barmen... 16-17 yaşlarında, televizyon için senaryolar yazmaya ve böylece babamın tüm yaşamında kazandığı parayı bir haftada kazanmaya başladım. İleride ne yapacağımı hiç sormamıştım o güne değin, kendime. Özel bir yeteneğim vardı ve insanlar bunun için bana para vermeye hazırdı.

Önümüzdeki yıl 50 yaşına giriyorsunuz...

Evet. 85’in Aralık’ında.

Bu inanılmaz görünüyor. Çünkü sizi genç olarak görmeye alışmıştık.

Biliyorum, belki mesleğimden ötürü yaşlanamıyorum. Sanatçılar biraz çocuk sudur, genellikle. Belki de kalıtsal bir olay, ailemde herkes benim gibidir. Babam 84 yaşında, hâlâ dinç, New York sokaklarını arşınlar her gün ve gözlük kullanmaz. Yaşından en az yirmi aşağı görünür. Annemse 80 yaşında olmasına karşın, hâlâ formunda.

Çocuğunuz yok mu?

Hayır. Ama dört buçuk yıldır birlikte yaşadığım Mia Farrow’un yedi tane var. Dördünü Vietnamlı ve Korelilerden evlat edindi. Birlikte yaşamıyoruz ama her gün görüşüyoruz. Elimden geldiğince yardım ediyorum onlara. O, daha daha evlat edinmek istiyor. Mia olağanüstü bir kadın, onları bataklıktan çıkardı. Doktorlar, normale dönmeleri olanaksız diyordu. Ama şimdi, en iyi okullara gidiyorlar. Bazen “Fiziksel özürlü bir çocuk istiyorum” diyor ve ilk önüne geleni alıyor.

Bu iki yaşamı zirvede götürebilmeyi nasıl başarıyor?

Birlikte olduğumuzdan beri, ben sık sık New York dışına film çekmeye gitmeye tutkulu olduğum için, yaşamı kolaylaşıyor. Ama önceleri, her yere götürüyordu onları, Mısır’a, Bora Bora’ya... Her türlü olanağı var, onları bir uçağa bindirip istediği yere götürebilir, bir eve yerleştirebilir, onlara öğretmenler, dadılar tutabilir. Ama hepsini kendi yapıyor. İnanılmaz biridir. Sabah altıda kalkıyor, herkese kahvaltı hazırlıyor, sonra tüm gün çekime gidiyor, akşam döndüğünde yemeklerini hazırlıyor ve neler yaptıklarını dinliyor. Bundan hoşlanıyor, bu onun için artı bir çaba değil. Ama, benim gibi 45 yılını bekâr yaşamış bir adama, yedi çocuk, iki kedi, bir köpek, yüzlerce balık, bir tavşan, bir papağan ile birlikte yaşamak pek kolay değil. Çocuklarla yürüyor da, asıl sorunum hayvanlarla...

“Broadway Danny Rose”da, yüzünü hiç göstermeyen, hep gözlük kullanan esrarengiz bir kadını canlandırıyor...

Bu rolü çok istiyordu. Ancak biraz endişeliydik: Bir oyuncu gözlerini kullanmaksızın, bakışlarından yararlanmaksızın, heyecanını nasıl katabilirdi, böyle bir filme? Ama gördük ki, sonuç hiç de olumsuz değil.


Gençliğinizde çok gider miydiniz, sinemaya?

Tüm yaşamım orada geçerdi, diyebilirim. Annem, babam açıkhavaya çıkmamı, plaja gitmemi isterlerdi. Hemen hemen her filmi görürdüm. 12 yaşındayken, salt yabancı film gösteren bir sinema açılmıştı yakınlarda. En iyi filmleri orada gördüm: “Cennet Çocukları”, “Oyunun Kuralı”. Rossellini’nin filmleri. Çok mutluydum, çünkü Amerikan filmlerinin dışında -onlar arasında Orson Welles’e hayrandım- bir sinema tanımıyordum. Westernleri sevmiyordum. Fred Astaire’i de fazla tutmuyordum. Bu gangster ve kovboy filmleri, benim için çok yüzeyseldi, gerçek yaşamla hiç ilgisi yoktu. Hitchcock filmlerini alın, örneğin! Bu filmlere tapıyorum, öykü çok iyi işliyor, neredeyse ağlayacak denli olayın içine giriyorsunuz. Ama, garlardan satın alınan resimli romanlardan çok farklı değil, hiçbir derinliği yok. Hitchcock da, aynı görüşte olacaktı, sanırım. Amerikan filmleri, insanların sıkıntıdan kurtulmak, yaşamın saldırısından kaçmak için sığındıkları bir yerdir. Orada iyi giyinmiş, iyi yerlerde yaşayan insanlar; delice, inanılmaz şeyler yapan kahramanlar görürler. Öyle sanıyorum ki, biz hayran olduğumuz yaşamın filmini çekiyoruz. Steven Spielberg, çocukluğunda görmek istediği filmleri çektiğini söylemişti, bunu gayet iyi yapıyor. Ben de onun gibiyim, görmek istediğim filmleri çekiyorum.



Türkçesi: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 110 - 15 Aralık 1984
___________________________________________________________________________________________




Nostaljinin büyüğü küçüğü olur mu bilinmez ama, kuşkusuz en büyüğü “Radyo Günleri”nde.

Yer, yine New York. Yıl, bu yıllar. Woody Allen’in 50’sini geçtiği, bol bol başarı ve üne ulaştığı yıllar.
Kendini dünyaya kanıtlamış bir sanatçının, çok uzun zamandır arayıp, bulmaya çalıştığı (hatta sorguladığı) huzuru, dinginliği en sonunda elde edebileceği yıllar.

Tam başarmışken... Hadi Woody otur şöyle, at bacak bacak üstüne, yudumla kahveni, kendine özgü bir sinema dili bulmuş, filmlerini izlettirmeyi öğrenmişsin nasılsa... At bir tek, tasalanma, mutlu mutlu yaşa küçük adamın ’’yaşlılık’’ günlerini. (55’ine merdiven dayadın, şimdi dinlenme zamanıdır.)

Ama Woody, "muzır’’ işte, huzur batıyor bizimkine. İlla bir yaramazlık yapacak. (Öyle bir yaramazlık ki, önce kendisi rahatsız olacak bundan). Hannah ve Kızkardeşleri’nde yakın çevresini ve aile kurumunu (bu arada yaşadığı kenti de) sorgulayan küçük adam, Radyo Günleri’nde küçük adamın kendisini, sanatçı kişiliğini ve onu küçük adam yapan her şeyi sorguluyor.

Başrolünü özlemin oynadığı bu sorgulamada, Woody Allen kendisini “şey yapan şeyleri” özlüyor, onları tekrar bulmak, tekrar duyumsamak istiyor adeta. Seslerini yitiren anılarının sesini arıyor, eski günleri, radyolu günleri anımsayarak. Çocukluğundan ilk gençliğine, sinema aşkını yeni yeni duyumsadığı yıllarından bu günlerine doğru yaptığı yolculukta, radyoya ihanet ettiğine inanıyor neredeyse.


Birlikte çıkılan bir yolculuk sırasında yitirilen bir ses radyo ve radyo günleri. Kısılan, kıstırılan, susan, susturulan, eski sinema yıldızlarının sönüklüğüne karışan, karıştırılan, yaşanan, yaşanamayan, yaşattırılmayan, aşkları perçinleyen, ama artık bulunmayan, bulunamayan, bulundurtturulmayan günler.

Eskinin yerine bir şey gelmedi, sevişmenin bile eski tadı yok, hele seslerine aşık olunan kadınlar birer birer yitti, gitti sanki. New York sesini yitiriyor, çatılarında kaçamak yapılan kenti özlemek tek çare. Radyonun başında kavga edilen ve aslında hiçbir zaman sevilmeyen o kocaman aile toplantılarını anımsamak, buruk bir gülümsemeden başka bir şey değil... Eski yıldızlar, seslerini hiç unutmayacağımızı sandığım o çook ünlü sanatçılardan söz eden yok artık.”

“Radyo Günleri”ne tema olan bu özlemin üstüne yaramaz çocuğun imrendirici bir dürüstlük ve açıklıkla yaptığı itiraflar da binince, sıcacık bir filmin içinde buluyorsunuz kendinizi. Woody Allen’in kendisi ve bir bağlamda sinema sanatı ile ilgili korkuları, şüpheleri ya bir gün biz de eskir, eskittiklerimiz gibi olursak, ya sinema da radyonun trajedisini yaşarsa? türü tasaları (ufak tefek, gizli saklı da olsa, bu tasalar tüm film boyunca belli ediyorlar kendilerini), çok zengin bir sinema dili ve Woody’ce bir anlatım tekniğiyle yansıyor perdeye.

“Radyo Günleri” Woody’nin yaramazlığının, kimlik sorgulamalarının, özlemlerinin Woody’ce anlatıldığı keyifli bir sinema örneği.
Özgün, yalın, iddiasız, akıllı ve yaramaz! Göz boyama, duygu sömürüsü yok.

55 yaşına merdiven dayamış dünyaca ünlü bir sanatçının Tutturduk dikişi bir kez, öyle gidiyoruz işte demeden, her şeyi yeniden sorgulayarak kotardığı bir filme, ancak böylesi bir dürüstlük yaraşır zaten.



Nedim Saban | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 185 - 1 Şubat 1988