Dedelerim

Aylardan Mayıs...
Tatlı bir sıcak yayılıyor köyün içine.
Öğleden sonra güneşin parıltısı. Apcağa dağının tepesine iniyor.
Işıklar, dağın üstlerinden kopup geliyor kapı önlerine.

Baharda her taraf renk renk...
Bütün canlılar baharı, baharın sıcağı canlıları kucaklıyor.
Kuşlar, arılar, böcekler, kuzular kıpır kıpır. Bahçeler, tarlalar cıvıldıyor...

Köy bomboş... Herkes işte güçte.
Tarlalarda, bahçelerde terler damlıyor şıpır şıpır, topraklara. Tohumlar atılıyor, yumuşacık toprakların koynuna.
Tarlanın tumbunda (kıyısında) ya da bahçenin kenarında ateşler çatılıyor, demlikler sürülüyor...

Köyün içinde yaşlılar var.
Kış boyu köşelerinde oturan, hep “üşüdük” diyen, dizlerini tutup ağrılardan yakınan dedeler var sokaklarda.

İşte Süleyman dede geliyor... Caminin önünü geçti bile. Yine “hımm, hımm” diyor. Bozulan merdiven taşlarına vuruyor değneği ucunu... Yukardan Cafer amca da geliyor. Her merdivenin başında adımını atmaktan vazgeçecekmişcesine duruyor, sonra “pat” diye iniyor. Birkaç saniye titriyor, toparlanıp adımlıyor merdivenlerin arasını. Tam köşede karşılaşıyorlar...

Süleyman dede: “Cafer Usta” diyerek gülüyor...
Cafer amca da: “Süleyman efendi, sen misin?” diyor.

Buluşmanın sevinciyle yeniden gülüyorlar. Öyle içten, öyle saf, öyle çıkarsız ki gülüşleri... Tam Apcağa dağına bakan evin önüne, sekiye oturuyorlar... Cafer amca elini dizinin üstüne koyuyor, öbür eliyle iç ceplerini karıştırıyor. Sağına soluna bakınıp, kendisine yasak edildiği için herkesten gizlediği sigarasını yakıyor.

Dayanamıyorum, gidip Cafer amcayla Süleyman dedenin arasına oturuyorum. Her günkü gibi önce sağlıklarını soruyorum. Yine dizlerinden yakınıyorlar, yine ağrılarından, yine yaşlılıklarından. Birkaç tümce ile bunlar geçiştirip sözü eskiye götürmeye çalışıyorum. Elli yıl öncesinin, altmış yıl öncesinin insanlarını, yaşantılarını öğrenmek istiyorum. Süleyman dede dönüp dolaşıyor cephelerde, top patlatıyor, savaşa götürüyor bizi. Kâh yanıyor yüreğimiz, kâh titriyor... Doğuda kışın bir dağdan geçişini, insanların dönüşünü dinlerken bir kez daha titriyoruz. Sonra Kurtuluş Savaşı'na gidiyor Süleyman dede. Heyecanlanıyor. Bizim de yüreğimiz kabarıyor...

Süleyman dede yoruldu, soluklanıyor. Kafasını sallıyor. Bu kez Cafer amcaya anlattırıyorum eskileri. Cafer amca da birkaç tümceden sonra elini gösteriyor, elinin sakat oluşunu anlatıyor. Kırk yıl fırıncılık yapışını, fırının sıcağının etkisinden burnunun sürekli kanadığını, kansız kaldığı için başının döndüğünü, evinin damından düşüşünü, elinin sakat kalışını bir daha anlatıyor.

Biraz sonra, ikisi de kalkıyorlar, ıhlaya ıhlaya yürüyorlar. Bakakalıyorum arkalarından.

Birkaç gün sonra ilçeye, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı'na gidiyorum.
Gencecik ortaokul öğrencileri spor yapıyorlar, yarışıyorlar.
Güneş tatlı tatlı ısıtıyor yine. Herkes gülüyor, neşeleniyor. Yarışlar coşku veriyor.

Yüzlerce çift göz, spor yapan, yarışan öğrencilerin bulunduğu alana kilitlenmiş.
Bense töreni izleyen dedeleri araştırıyorum. Bir tatlı bakışı, bir güzel görüntüyü kapmak için objektifimi dört bir yana çeviriyorum.

İşte tahta sıraların arasında bir dede. Küçük torununu göğsüne bastırmış.
Öyle içten okşuyor ki. Torun ortada yarışanları unutmuş; sevgiye, ilgiye vermiş kendini.

Gösteriler sürüyor, dede torununu seviyor. Güneş dört bir yanı ısıtıyor. Sevgi şimşeklenip geliyor; objektifimin içinden karanlık kutuya giriyor. Yeniden şimşeklenip geliyor; tüm insanların arasından, ortada koşuşup yarışan çocuklara bakan, gülen gözlerin önünden geçip geliyor. Yüreğime doluyor.

Bayram da, gösteri de bitiyor, dedenin sevgisi yüreğimde kalıyor.


Köşede bir dede cıgarasını yakıyor. Objektifimi çeviriyorum: hemen kasketini düzeltiyor. Filtreli cıgarasını da ağzına tutuşturuyor. İlgimden hoşlanıyor. Ben objektifimi indiriyorum, o habire eski giysilerini çekiştiriyor. Gülüyorum, o da gülüyor. Çok şey söylemek istiyorum ona, çok şey. O da bana çok şey anlatıyor. Gülüşü de, yüzündeki çizgiler de çok şey anlatıyor. Çizgiler düzeliyor, dedem cıgarasına siliyor. Elimi kaldırıyorum, yürüyorum.


Köyün yolunu tutuyorum. Bir bahçe içinde, bir dede ev yapıyor... Selâm veriyorum, sonra çömelip onunla konuşuyorum... Altmış yıl ustalık yapmış Mahmut dede... Her yıl iki ev yapmış. Sayısını bilmiyor ama, yüz aileye konut yapmış... Hem öyle modern çağın yap gereçleriyle, bol olanaklarıyla değil... “Yok”la ev yapmış, taşla ev yapmış... bahçelerden kestiği kavaklar soyup parlatarak ev yapmış... “Ev yapmak kutsaldır” diyor Mahmut dede...

Mahmut dedeyi işinden etmemek için, vedalaşıp ayrılıyorum...
Ağaçların kafesi üstüne çıkıp, keserini alıyor, çivisini çakmaya başlıyor...


Bu güzel Mayıs günlerinde yeşillikler içinden gitmek ne tatlı oluyor. Döne döne giderken yine onları arıyorum yol kıyılarında. Çalışanlar var, çabalayanlar var. Dizlerinde dermanı kalmamış olmasına karşın çalışır görünmek, iş yapar görünmek için çırpınanlar var. Sinirlenip bağırarak etkinliklerini bu yoldan göstermek isteyenler var...

Yeşil bir ağaç.
Dedem, minderini atmış, sırtını yaslamış ağaca, elinde çayı, ötelere bakıyor.
Ne düşünüyor acaba dedem?
Topraktan kaynayan çiçeklere bakıp gençliğini mi düşünüyor?
Yaşlı yüreği yine o günleri mi arıyor?

Mayıs ayının sıcağı, güneş Apcaga dağından aşınca bitiyor.
Kapı diplerinde akşamın incecik soğuğundan odanın kuytuluğuna, sıcaklığına kendilerini atmak için yürüyen dedelere son kez bakıyorum.



Yazı ve fotoğraflar: Lütfi Özgünaydın | sanat olayı - Sayı: 7 - Temmuz 1981