Türkmenlerde Semah
Türkmen geleneklerinde, dansın, şiirin, sazın, sözün, sohbetin önemli bir yeri vardır.
Türkmenler, çeşitli günlerde semah düzenlerler.
Düğünde, bayramda, adak için, doğumda, ölümde, konuklar onuruna ve başka vesilelerle...
Sofraları çeşitli yemeklerle kurarlar.
Sazlar çalar, türküler söylerler. Semah oynanır[dönülür!].
Bu tür toplantılara kadın erkek tüm köy halkı çağrılır.
Böylesi toplu şölenler evlerde, bağda, bahçede yapildigi gibi köy meydanında da düzenlenebilir.
Bir konuk şerefine verilen şöleni izleyelim:
Şölene tüm köy halkı davetlidir.
Şölene gelen her hane, beraberinde bir sini dolusu yemek getirir.
Toplantının yapilacağı yere hasırlar serilir, kilimler atılır, sofra örtüleri yayılır. Yer minderleri döşenir.
Bu tür sofralarda 100-150 kişi rahatlıkla oturur, yer içer.
Köy halkı, çağrının yapıldığı zamana uyarak, şölen evinde ya da yerinde yavaş yavaş toplanmaya başlar.
Her gelen, beraberinde getirdiği yemekleri yer sofrası üzerine bırakır. Konuk onuruna verilen şölen, köylülerce ortaklaşa hazırlanır.
Şölene gelen konukları bir erkek karşılar, hoş geldiniz, der.
Onlara, sofrada oturacakları yerleri gösterir.
Örneğin:
“Aşa, sen Ali’nin yanına otur. Yazgülü, sen de Veli’nin yanına geç. Fatma, sen Mustafa’nın yanındasın…”
Sohbeti sohbetine uygun düşenleri özenle seçer, sofraya yerleştirir. Bu işin yöneticisi, hatırı sayılan, sözü dinlenen saygıdeğer bir kişidir. Çünkü sofra düzenini ve sofranın uyumunu ancak böylesi yetenekleri olan bir kişi sağlayabilir. Saatlerce sürecek sohbetlerin, anlatılacak hikayelerin, söylenecek şiirlerin, karşılıklı yapılacak taşlamaların, okunacak türkülerin, oynanacak[dönülecek!] semahların geleneklere uygun şekilde ve neşe içinde geçebilmesi, törenleri yönetenlerin bilgi ve ustalıklarına bağlıdır. Nitekim her köyün böylesi şölenleri ustalıkla yönetecek ‘üstat’ kişileri vardır.
Sofrayı ise, sofracıbaşı yönetir. Elinde, beline bağlayacağı peştamalı vardır.
Peştamalı üç kez belinde dolandırır. Sofrayı kusursuz yöneteceğine söz verir.
İşte bu ‘üstat’ kişi, herkesin ne kadar içeceğini ve ne ne kadar yiyeceğini bilir. Sofrayı ona göre yönetir.
Meclisin sohbetini de dikkatle izler, herkesi yakından, ama belli etmeden izler.
- Kocası mecliste olmayan kadın semaha kalkmaz.
- Semaha daveti kadın, erkeğe yapar; ancak bu erkek, kadının kocası olamaz.
- Zaten kadın, sofrada kocasının yanına da oturtulmaz.
Avrupa’daki ‘davet’ sofraları gibidir buradaki düzenleme. Ama bir farkla:
Onlar masalarda köylülerimiz yer sofralannda otururlar;
Avrupalılar sıkıcı bir ciddiyetle, köylülerimizse yürekten gelen bir içtenlikle yer içerler.
Türkmen törenlerinde herkes sofracıbaşı olamaz.
Semah sofrası, kişilerin ahenkli sohbetleriyle saatlerce sürer.
Lokma lokma yenir, yudum yudum içilir.
Yunus’tan, Karacaoğlan’dan şiirler okunur.
“Burcu burcu kokar durur
Mut’un gülleri gülleri
Bülbül gibi şakır durur
Yârin dilleri dilleri
Gurbet ele varmak gerek
Aşka gönül vermek gerek
Hele bir yol sormak gerek
ince belleri belleri.
Karacaoğlan yâri ünler
Acı tatlı geçti günler
Türkmen kızı diye inler
Sazın telleri telleri.”
Sofra, şiir ve edebiyat havasına bürünür.
Hikâyeler anlatılır, hoşsohbet kişiler sofraya renk katarlar.
Sesi güzel olanlar türküler söylerler. Sazlar çalar.
Bazen herkes birlikte söyler, bir koro gibi:
“Bu dünya bir gelindir
Yeşil kızıl donanmış
Kişi, yeni geline
Bakar bakar doyamaz.”
(Yunus Emre)
Semah başlayacağı zaman kadın kalkar, erkeğin önüne gelir. Yere diz çöker. Niyaz alır, semaha davet eder onu.
Semah bir çift, iki çift, dört çift altı çift, sekiz çift olarak oynanır[dönülür!].
Eskiden köy meydanlarında kırk çiftin semah yaptığını söylerler.
Semah, dinsel inançla oynanan[yapılan!] bir oyundur[ritüeldir!]. Felsefesi vardır. Bu nedenle, semahı iyi bilmeyen yapamaz. Semah türküsünü sazlar çalar. Topluluk, türküleri koro halinde söyler. Çiftler aynı anda, aynı ölçüler içinde hareket ederler. Çiftler, 40 da olsa, aynı anda aynı dönüşleri eş figürlerle yaparlar. Semahı izleyen yabancı yaşlı bir kişi, onu valse benzetebilir.
Semah dört bölümden oluşmaktadır.
- Birinci bölüm çok ağırdır. Burada çiftlerin yalnız kolları bir sağa bir sola hareket eder. Çiftler, birbirlerinden iki metre kadar uzaklıkta karşılıklı dururlar. Sol ayaklari üzerine sağ ayaklarını koyarlar, dengelerini hiç bozmadan yere doğru eğilerek birbirlerini saygıyle selâmlarlar.
Saz, ağır ağır semah havası çalar.
’Dön, dön şah boylum...”
Birinci bölüm, insanın doğumuyla yirmi yaş arasındaki büyüme dönemini anlatmaktadır.
- Birinci kısım biter, ikinci kısım başlar. Çiftler, birbirlerine doğru yaklaşırlar. Kadın saygıyla eğilerek iki elini erkeğin omuzları üzerine koyar. Kadınla erkek yavaşça, başlarını birbirine üç kez değdirerek niyazlaşırlar. Sonra bir sağ ellerinin küçük parmaklarıyla, bir sol ellerinin küçük parmaklarıyla tutuşarak sağa sola dönmeye başlarlar.
İkinci kısımda oyun biraz hareketlenmiştir. Çiftler büyük bir uyum içindedirler.
Vücutlar ve başlar diktir. Eşit hareketlerle oyun sürer.
İkinci kısım, insanın yirmi ile kırk yaş arasını dile getirir.
İnsanoğlu, bu yaşlarda bastığı yeri bilmez, aşka, sevgiye, üremeye en açık olduğu bir dönemdir bu.
- Sonra üçüncü kısım başlar. Hareketler daha da hızlanır. Bu bölüm, insanın kırk ile altmış yaş arasını yansıtır. İnsanoğlunun canını, malını, ocağını, çoluğunu çocugunu, dostunu, ilmini ve irfanını en iyi değerlendirdiği dönemdir bu yaşlar.
Dans, saz, söz bir başka türlü anlam kazanır bu kısımda.
Çünkü bu yaşlar olgunluk, verimlilik, ermişlik çağıdır.
- Sonra, semahın dördüncü kısmına geçilir. Yerle gök birleşir. Dönülür, dönülür... Ayaklar yerden kesilir. Baş yukarı doğru uzanır, kollar açılır. “İlahi” bir görünüm kazanır semah. Arada fazladan bir erkek girer; yorulan erkeğin yerini alır. Böylece “kavalyeler” değişir.
Dördüncü bölüm, insanın altmış ile seksen yaş arasındaki zamanıdır.
İnsan yerle gök arasında gider gelir.
İnsan ömrünü dörde bölmüşler,
“Yaşam, seksen yaşına kadar değerlidir,” demişler.
“Sekseninden sonraki hayat, boşlukta yaşamaktır.”
Semah sona erer böylece.
Çiftler sofraya gelirler, secde ederler.
Sonra oturup sofraya karşı niyazlaşırlar, semahlarını kutlarlar, bade içerler.
Sofrada sakin sakin, sohbetleri dinleyerek yorgunluklarını giderirler.
Yıllar önce böyle bir sofranın konuğu olmuş ve hayretler içinde kalmıştım. Uygarlık örneği olarak gösterdiğimiz batı ülkelerinin modern “ileri” yaşantılarını yüzyıllardır bizim köylülerimiz uyguluyorlarmış meğer. Hem de büyük bir felsefeyle, inançla, soylulukla. Ayrıca, Avrupa’da kadının erkeği dansa davet ettiğini henüz duymamıştım.
İşte Anadolu’muzda böylesi uygar gelenekler hâlâ var.
Tabii zamanın akışı içinde Anadolu’nun tüm bölgelerindeki insanların gelenekleri görenekleri değişecektir. Bu doğaldır.
Ama biz, bu değişim sırasında Anadolulu insanımızla nasıl ilgilenebiliyoruz?
Onun yapısına uygun neler sunabiliyoruz?
Eski gelenekleri araştırmak için ne yapıyoruz?
Özetle, insanlarımızın yapısını öğrenmek için ne gibi çabalara girişiyoruz?
Tabii, böylesi binlerce yıllık gelenekleri atom çağında aynen sürdürmek istesek de olamaz.
Ama halkımızın bünyesini -hem şimdi hem gelecek çağlarda- tanıyabilmek için bu tür etnografya araştırmaları yapmak da zorunludur.
Sabiha Tansuğ | sanat olayı - Sayı: 4 - Nisan 1981
____________________________________________________________________
Türkmen Köylerinde Ölüm Töreni
Bir Türkmen köyünde ölüm olunca, tüm köy halkı işini hemen bırakır; yas yerine gider.
- Herkes yapılacak işlere yardımcı olur.
- Cenazeye, kadın erkek, beraber katılırlar.
- Türkmenlerde ölü giydirilir ve öyle gömülür.
- Damatlık delikanlı ya da gelinlik genç kız ölürse, köyün gençleri cenazeye bayrak açarak katılırlar. Ayrıca, cenazenin önünde Türk bayrağı taşınır.
- Tabutun içine çiçekler konur; baş ucuna bir çiçek demeti bağlanır.
- Ölene ağıt yakmak gelenektendir.
Göher Kadın
Göher kadın, yana yakıla kız kardeşinin genç yaşta ölümünü anlatıyordu:
“Ah! Gardaşım ölünce onu ben elimle hazırladım. Eline ayağına kına yaktım. Sonra yıkadım, yudum, deyresini (üç eteğini) giydirdim. Gelinlik göğüs kapağını göğsüne örttüm. Ketenini bağladım. AInına allı yağlığını çektim. Başına taze çiçekler taktım. Avuçlarına pembe mis gülleri verdim. Mis kokulu karanfiller serptim başucuna, ayak ucuna. Ama ne edeyim ki, altınlı terliğini gardaşımın başına giydiremedim.
Mezarı açmayacaklarını bilsek, ölenin altınlı başlığını ve tüm takılarını beraber gömmek isteriz.
Ölenin eşyalarını beraberinde gömmek geleneklerimizdendir.
İşte, gardaşımı giydirdim; öylece yatırdım. Tüm köy halkı geldi, onunla helâlleşti.
Küçükler ellerini öptüler, büyükler yüzünü. Her gelen, bir bağ çiçek getirip bıraktı üzerine.
Bizde böyledir işte. Ölümüzle helâlleşir, ondan öyle ayrılırız.
Anlayacağın Sabaha hanım, biz ölümüze dirimizden daha çok değer veririz.
Ölüsünün kıymetini bilmeyen, dirisinin kıymetini hiç bilmez.
Bizde, yeni doğan bir bebek bile ölse, tüm köy halkı işini gücünü oracıkta bırakır. İsterse tarlada gündelikçi olsun. Hemen yas evine gider.
Herkes, elinden geldiğince, yapılacak işleri yapar. Defin bittikten bir gün sonra herkes işine döner.”
Türkmen köylerinde, bir delikanlı ölünce, köyün genç kızları cenazeye bayrak açarak katılırlar.
Bir kargının ya da bir sopanın ucuna çiçek demeti, yeşil dallarla bağlanır. Sonra renk renk krepler sopaya alt alta düğümlenir. Al, yeşil, mor, pembe, sarı gibi. Her kız evi gönlünce bir bayrak hazırlar. Delikanlının cenazesine elde bayrak taşıyarak katılınır. Böylece, genç kızlarin taşıdıkları renk renk süslü bayraklar tabutun arkasında göğe doğru uzanır. Delikanlı toprağa verilirken elleri bayraklı genç kızlar, çevresinde dururlar. Defin bitince kizlar mezar üzerine çiçekler bırakırlar. İsteyen sopadaki kreplerden de bırakır mezara. Delikanlıyı seven genç kız ise, bayraklı sopasını mezarın baş ucuna diker; böylece, ölene olan sevgisini belirtir. Murat almamış delikanlıya kızlar murat vermeye çalışmış olurlar.
Hepimiz, zaman zaman, köy mezarlıklarında. rengârenk kreplerin uçuştuğunu görmüşüzdür.
İşte orada, muradına erememiş bir genç yatıyor demektir.
17 Bayraklı Kadın
Ali Dayı, bana şunları anlatmıştı:
“Torunum Hasan’ı on sekiz yaşında toprağa verdik. Cenazesinde 17 bayrak çekilmişti. Hele Döne Kız nasıl da donatmıştı bayrağını, bir görseydin...”
Delikanlıyı seven genç kız bayrağı elinde olarak önde gider.
Cenazede ne kadar çok bayrak varsa, ölen gencin o kadar çok sevildiği anlaşılır.
Yunus Emre der ki:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar göynür özüm
Yiğit iken ölenlere,
Gök ekini biçmiş gibi.”
Bir genç kız ölünce bu kez delikanlılar bayrak çekerler. Kızı seven delikanlı, bayrağını kızın mezarı başına diker.
Ölene ağıt yakmak da gelenektendir.
Ağıt, yüreği acılı kadının o anda duygularını yüksek sesle dışa vuruşudur.
En acıklı ağıtı oğlunu, kızını, bebesini yitiren analar ve bacılarla kocasını kaybeden eşler yakarlar.
Bazen de ağıt, “istek üzerine” başkalan tarafından söylenebilir.
Örneğin bir Ege köyünde Eşe Kadın şöyle anlatmıştı:
“Ben kız iken, komşumuz Zala Nene ölmüştü. Zala Nenenin yakınları, anamdan ağıt yakmasını istemişlerdi. Rahmet olsun, anam iyi ağıt yakardı.
İşte orada herkes toplandı ve anam ağıta başladı,
Yüksek dağların oduncusu
Engin ovaların otçusu diyerekten...
Köylerde kadınlar, dağdan bağdan odun toplarlar; sırtlarına vurup evlerine getirirler. ovalardan çeşitli otlar toplarlar.
Ot, kendi kendine yetişen emeksiz sebzedir köylüler için.
Anam da Zala Nenenin ömrü boyu odun getirişini, ot toplayışını ağıtla dile getiriyordu ki, birden şöyle deyiverdi:
Bakırımızı da çaldın Çolak Ahmet’in karısı.
Çünkü bir zamanlar Zala Nene, anamın bakırını almış, geri vermemişti.
Bu ağıt’ı köyde hâlâ unutmazlar. Ben de herkes gibi, hatırladıkça gülerim.”
İşte ağıtlar, çok çeşitli şekillerde dile getirilir köylerimizde. Zaten Anadolu’da söylenen tüm ağıtlar yazılsa, destanlar dolar taşardı.
Ölen Kıza Ağıt
Ölen bir kıza ağıt:
“Evleri nazarlıykene,
Çifte sandıkları doluykene,
Hepsini boş bıraktın felek.”
Ölen bir delikanlıya anasının söylediği ağıt:
“Sevdiği güzeli beraber sevdiğim kadersizim.
Eşeği dama bağlı kalan,
Baltası duvarda asılı kalan,
Gözü güzel kızlarda kalan Mistanım.”
Beş yaşında ölen kızına anasının yaktığı ağıt:
“Evimin duldasına (kuytusuna) evciğini kurduğum,
Elindeki bir dilim ekmek üzerine domat suyu sürdüğüm,
Akşam sekizde, arkam şelekli eve geldiğimde, kapının önünde uyurkene bulduğum,
Güzelin anasıyım.”
Dört erkek evladını kaybeden ananın ömrü boyu kendi kendine söylediği ağıt:
“Kış gelirkene,
Arkam kürk kaftanlıykene,
Ayağım mes ayakkabılıykene,
Bir araba dolusu İstanbul eşyasını indirirkene,
Dört yiğidim iki yanımda dönerkene,
Ayağımı yarım nalinle bıraktın felek.
Arkamı kırk yamalıklı elbiseylen bıraktın felek.
Önümü peştimalsız bıraktın felek.
Gelin otuyla gıdalı bıraktın beni felek.
Çifte yiğitlerimi alıp yalnız bıraktın beni felek.”
Güneş İnmeden
Türkmenlerde ölü yıkandıktan sonra iki kefene sarılır: Bir iç kefen, bir üst kefen vardır.
- İç kefen ölenin etine dolanır, sonra giysileri giydirilir.
- Giysilerin üzerine dış kefen sarılır.
- Tabuta yorgan ve yastık konur.
Ayrıca,
- tabutun üzerine ölenin giysilerini atarlar ve öylece tabutuyla gömerler.
- Defin, güneş inmeden yapılır.
- Akşam da, konu komşu, yemekleriyle yas evine gelirler. Yemek yenir topluca.
- Yaşlılar teselli edilir.
- Kırk gün süreyle mezar başında fener yakılır.
- Üçü’nde, yedisi’nde, kırkı’nda, elli ikisi’nde koyun kesilir, yemek yapılır.
- Yas evinde yemekler, ölen kişinin sevdiği aşlardan seçilir.
- Her yıl yemek yapılarak ölen kişi anılır.
Türkmen köylerinde, Ramazan ve Kurban Bayramları arefesinde, tüm köylüler mezarlığa giderler.
Herkes mezarlarını kireçler, temizler, süpürür. Mezarların başuçlarına yeşil dallar, çiçekler bağlar.
Türkmenler ölülerini hiç unutmazlar. Bu nedenle de Türkmen köylerinin mezarlıkları bakımlı olur.
Zaten, Türkmenlerin bir deyimi doğum ve yaşamla ölümü birleştiriyor:
Gelimli, gidimli dünya.
Sonu ölümlü dünya.
Köylülerimizin gelenekleri, ne açıdan bakılırsa bakılsın, düşündürücü oluyor.
Sabiha Tansuğ | sanat olayı - Sayı: 5 - Mayıs 1981