Goya’dan Picasso’ya, Velasquez’den Dali’ye kadar resim tarihinin ünlü isimlerini yetiştirmiş olan İspanyol sanatı,
çağdaş öncülerinden birini daha yitirdi: Joan Miro.
İlerlemiş bir yaşında Majorka’daki özel atölyesine çekilerek bütün resimlerini imha eden bu Katalanyalı ressam, doksan yılı bulan yaşamında, öyle fazla bir gürültü koparmamıştı. Nesnel ve ussal olmak, sanatın işçilikten kaynaklanan yönüne önem vermek, belki de doğup büyüdüğü yörenin kendisine sağladığı bir nitelikti. Çünkü ona göre, Katalanyalılar büyük bir atılım yapmadan önce iki ayakları üzerinde sağlam bir biçimde durmak gerektiğini kavramış kişilerdi. Bu nedenle daha yükseğe sıçrayabilmek için, yeryüzüne inmek gerektiğinden sık sık söz etmiştir. Ancak o, yeryüzünde dolaştığı zamanlarda olduğu gibi, büyük yeniliklere yöneldiğinde de hep yapıtının arkasında bilinmeyen bir insan olarak kalmaya tercih ettiğinden, kesin bir parlamaya tanık olmayız. Zaman içinde, sanatının dönüşümlü ve pekiştirici karakteri ağır ve kararlı bir gelişmeyle kişiliğini oluşturmuş, böylece Miro çağdaş, yenilikçi sanatın öncüleri arasına katılmıştır.
1893’te Barselona’da doğan Joan Miro’nun babası, kuyumculuk ve saatçilikle uğraşan orta halli bir kişiydi. Ecza deposunda çalıştığı ilk çocukluk yıllarında hastalanıp iyileşmek için Montroig çiftliğine çekildiğinde, resimle ilgilenmiş olmasına karşın, Miro’nun bu ilgisi, önce Barselona Güzel Sanatlar Okulu’na, daha sonra girdiği Gali Akademisi’ne 1912’lere kadar kesintiye uğradı. Seramikçi arkadaşı ve dostu Artigas başta olmak üzere İspanyol ressamlarla tanışması ve onlarla bir süre çalışması da bu yıllara rastlar. 1914’e doğru yaptığı ilk tualleri, Fauve’ların resimlerine yakın bir çizgide, oldukça dramatik ve anlatımcıdır. Tablo alımsatımcısı Vollard’ın, Barselona’da o tarihlerde düzenlediği Fransız ressamlarının tablolarından oluşan büyük sergi, Miro’yu iyiden iyiye etkilemişti. Artık kışları Paris’te, yazları Montroig’deki çiftlikte geçiriyordu. Barselona’da Dalmau Galerisi’nde düzenlediği ilk kişisel sergisine “ayrıntıcı dönem” olarak nitelenen peyzajlarını, çıplaklarını ve natürmortlarını koymuştu. 1920’li yıllarda Paris’e gittiğinde Picasso’nun yanı sıra Leiris, Breton, Eluard ve Aragon gibi öncü yazarlarla tanıştı. Bu dönemde resimleri doğacı bir nitelik gösterir. 1924’e kadar bu anlayışı sürdürür. İspanyol asıllı yurttaşı Maria Blanchard’ın (1881-1932) resimlerinden büyük ölçüde izler taşıyan bu dönem, yari fantastik yari içten bir eğilimin yansıdığı yıllara kadar uzanır. Ancak yeteri kadar yankı uyandırmaktan oldukça uzaktır. Paris’te, Blomet Sokağı’nda, dostu André Masson’un atölyesine yakın bir yerde kaldığı sıralarda Licorne Galerisi’ndeki sergisi kadar, Sonbahar Salonu’na verdiği resimleri de fazla bir ilgi toplamaz. Oysa Licorne’daki sergisi, eleştirmen Maurice Raynal’ın sunu yazısıyla açılmıştır. Ne var ki 1925 yılına gelindiğinde, durum Miro’nun yararına epeyce gelişmiştir. “İşlenmiş Toprak” ve “Soytarı Karnavalı” gibi yapıtlarıyla gençeküstücü akıma yaklaştığı bu dönemde (1925), gerçeküstücülerin Pierre Galerisi’ndeki sergilerine bazı yapıtlarıyla katılması, Miro’nun sanatı için de bir dönüm noktasıdır.
“VAHŞİ DÖNEM”
1928-1931 arasında “resmin kıyımı” adını verdiği yenilikçi bir hareket içinde, bütün klasik geleneği alt üst eden ve işaretler sanatına yeni olanaklar kazandıracak olan eğilimini açığa vurduğunda, onu ilk tutacak olan Breton’dur. Breton, daha 1928’de gerçeküstücü grup içinde, bu anlayışa en yatkın kişi olarak Miro’yu görmektedir. Ünlü ustaların tablolarını, bu arada Hollandalı ressamların ev içi resimlerini aşırı biçimde deforme ettiği, düşsel portreler yaptığı bir dönemdir bu. Biri, New York Modern Sanat Müzesi’nde bulunan ünlü Hollanda eviçi resimleri dizisi, 1928’de bu ülkeye yaptığı gezinin ürünüdür. Barok nitelikli bir gerçeküstücülükle, hareketli elemanların ve taşkın bir fantezinin birleştiği bu dizide Miro, kendine özgü yeni bir yol denemekteydi. Düşsel portrelerde ise düşlerin fantezisi egemendir. Soyuta yaklaşarak, daha şematik bir anlatımı denediği “nesne-tablo”larında, assamblajlarında, tahta ve bakır üzerine kazıdığı resimlerinde, kolaj ve taşbaskılarında, doğal buluşların zorlayıcı etkisi onu özellikle temkinli ve yöntemsel araştırmalardan, geçici bir süre için alıkoymuştur. Sirk atları konusu üzerine yaptığı bir dizi resim ve “Köylü Portresi”, bu anlayışı açık biçimde yansıtır. Şimdi Filadelfiye Müzesi’nde bulunan “Aya Havlayan Köpek” başta olmak üzere, 1926-1927 yazında Montroig’de yaptığı tablolarsa, daha şiirsel bir anlayışı, ayni zamanda müşfik ve alaycı bir eğilimi içerir. 1932’de Monte Carlo Balesi için Léonide Massine’in “Çocuk Oyunları” dekorlarını, beş yıl sonra da Paris Evrensel Sergisi için İspanya Pavyonunun duvar resimlerini oluşturdu. Aynı yıl New York’ta resimlerini sergiledi. 1933’te “Daphnis ve Chloé” için ilk “eau-forte”larını yaptı. 1931’den başlayarak, kuvvetli bir biçimde soyut nitelik taşıyan, kâğıt üzerinde oluşturduğu kadın konusuna yeniden döndü. Bunlar, Picasso’nun aynı türdeki kompozisyonlarını akla getirir. 1934’te “Pislik Yığını Önünde Kadın ve Erkek” gibi alışılmamış itici konulara, garip tiplere yöneldiği “vahşi dönem”’ini başlattı. İspanya iç savaş sırasında “İspanya’ya Yardım Ediniz” başlıklı afişlerini ve Grand Chaumiere’de oluşturduğu çıplaklarını görüyoruz 1939’da Varengeville’e sığındığında. Çuval parçalarını tual olarak kullandığı resimleri bu dönemdedir. André Breton’un 22 koşut düzyazı ile yorumladığı 22 dizilik guaş resimlerini (Constellations) İspanya’ya döndüğü 1940 yılından sonra yaptı. Boşluk içine dağitilmiş küçük biçimler, bu dizinin genel çizgisini belirler. 1944’te yakın dostu Artigas’la birlikte ilk seramiklerini ve özellikle 1950’li yıllarda bir tür pratiğe dönüşecek olan pişmiş topraktan yapılma heykellerini ortaya çıkardı.
İkinci Dünya Savaşını izleyen on yıllarda “doğal” ve “ağır” resimler adıyla nitelediği siyah ve beyaz zemin üzerindeki çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Artigas ile “büyük ateşin toprakları” adını verdiği seramikleri, ona yeni bir ün sağladı.
- 1947’de Birleşik Amerika’ya yaptığı ilk gezi sırasında, Cincinnati’de bir duvar resmini gerçekleştirdi. Ayrıca Tristan Tzara’nın kitaplarına taşbaskı resimler yaptı, gravür çalışmalarını daha da geliştirdi.
- 1941’de New York’ta Modern Sanat Müzesi’nde, 1949’da Barselona ve Bern’de başlıca resimlerini içeren geniş sergileri düzenlendi.
- 1952’ye doğru primitif kaya resimlerini anımsatan, sert ve daha geniş bir anlatımı benimsedi.
- Harvard Üniversitesi için 1950’de gerçekleştirdiği bir duvar resminden sonra, 1958’e kadar Paris’teki UNESCO binası için “Ay Duvarı” ve “Güneş Duvarı” adlı iki büyük duvar seramiği uyguladı.
- 1962’de Paris Modern Sanat Müzesi’nde halı kartonlarını, lito, tahta baskı ve “eau-forte” ’çalışmalarını da kapsayan büyük bir sergisi açıldı.
Şiirsel bulgular resimsel zenginlikler onu sürekli olarak yeni çalışmalara itiyordu. Bir bahçıvan ya da bir bağ işçisi gibi çalıştığını söylemekte haklıydı. Birkaç resme aynı zamanda başlıyor ve resimlerin oluşma evrelerini, spontan bir duyarlığın itici gücüne bırakıyordu. İlk heyecanın bu itici gücü durulmaya başladığında da resimleri bir kenara bırakıyor ve aylarca bir daha eline almıyordu. Bir işçi gibi yalnız kompozisyon kurallarını düşünerek boyuyor, fırçasının ucundan tuale bulaşan bir boya damlası, onun önüne yine ufuklar açıyordu. İlk hocaları olan Urgell ve Pasco gibi tanınmamış ressamlar, onun üzerinde yaşamı boyunca sürecek olan derin etkiler bırakmışlardı. Bu etkiler, yeni biçimlerle değişik dönemlerde yeniden ortaya çıkıyor ve Miro’nun resminde olağanüstü sezgi olanakları yaratıyordu. Kırmızı bir daire, ay ve yıldız, sözünü ettiğimiz bu etkilerin ortaya çıkardığı temel formların birkaçıydı.
Miro’nun resimleri, bugün büyük ölçüde Barselona’da kendi adını taşıyan ve Luis Sert tarafından oluşturulan vakıfta yer almaktadır.
Bu kişi, Saint Paul de Vence’deki ünlü Maeght Vakfı’nın da kurucusudur.
Miro Vakfı’nda, sanatçının verdiği ve aralarında heykellerin, taşbaskı resimlerin de yeraldığı 100 kadar yapıt biraraya getirilmiştir.
Bugün Miro’nun yapıtları, hemen bütün büyük müzelerde, Avrupa ve Amerika’daki özel koleksiyonlarda bulunmaktadır.
- 1954’te Venedik Bienali grafik ödülünü,
- 1959’da ise Paris UNESCO Merkezi için yaptığı “Ay Duvarı” ve “Güneş Duvarı” adlı duvar seramikleri nedeniyle Guggenheim ödülünü kazanmıştı.
Miro’nun sanatı, coşkun ve nükteli buluşlarıyla gerçeküstücü akıma bağlanırsa da, spontane ve fantezist tekniğiyle ondan ayrılır. Tuhaf bir mizah ve şiirle karışık, aynı anda çocukça hem de bilgince bir tür karikatür anlayışını da içeren bu sanat, keyifli ve dekoratif karabasan motiflerini resimsel bir hiyeroglif beğenisiyle bir araya getirir. Onun zengin biçimler sözlüğü, izleyiciyi sürekli olarak düşler dünyasına götürür. Kullandığı bu elemanlar temelde soyut bir sanat disiplininden kaynaklanmış olmakla beraber, somut bazı kavramları çağrıştırır. André Breton’un deyimiyle “ussal bir elektrisite”, Miro’nun yarı düşsel yarı gerçek biçim dünyasına kolay rastlanmayacak bir çekicilik sağlar. Müziğin uyumundan ve primitif sanatın gizemli dilinden etkilenmiş olması, Miro’ya özel bir ayrıcalık kazandırmış gibidir. Anlatımının saf ve deneysiz görünmesi biraz da bundandır. Ancak, bu anlatım, göründüğünün aksine, bilgiye ve anlama dayanmaktadır. Resimlerindeki güneşler, aylar, kuyruklu yıldızlar, helezonik biçimler, spiraller birbirine bağlanan uyumlu çizgiler, bize Doğu sanatındaki simgeleri anımsatır. Bir tür soyut efsane dünyasıdır bu. Parlak ve gözalıcı renkler, yaratıcı bir dinamizm, bu dünyayı çağdaş sanata özgü bir boyutla kuşatır. Bu yönüyle Kandinsky’ye yakındır. Kandinsky, Miro’nun imgelem gücüne ve cesur yeteneğine hayrandı. Miro böylece Picasso’dan Baumeister’e, Salvador Dali’den Yves Tanguy’e kadar kendi döneminin sanatçılarını ve hemen bütün gerçeküstücü ressamları etkilemekle kalmadı, bütün bir çağa damgasını basan önemli ressamlardan biri oldu.
Kaya Özsezgin | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984