“Güneydoğu gerçeğini yazmazsam suçlu sayılırım”
Güneydoğu Anadolu'yu kapsayacak bir inceleme gezisine çıkmadan önce bu yörenin insanlarını tanımak amacıyla Esma Ocak'ın kitaplarını okumak kaçınılmazdı. Diyarbakır, ve Diyarbakır'ın bir köyü olan Kazancı'da (eski adı Kürt Hacılar Köyü) yasayan Esma Ocak, bugüne dek yayınlanan üç kitabında (“Berdel”, “Kırklardağı'nın Düzü” ve “Kervan-Servan”) bu yörenin insanlarını, onlardan biri olarak dile getiriyor.
“Berdel” (İnsan takası demek. Kız almak için başlık parasını çıkıştıramadı mı bir aile, gelin alacağı kıza karşılık kendi kızını verir, gelinin ailesine.) ve “Kırklardağı'nın Düzü”, Güneydoğu insanını, özellikle kadının ah vah etmeden aydınlık bir bakış açısıyla yalnız sergileyen değil, aynı zamanda derinlemesine irdeleyen öykülerden oluşuyordu. Bu kitapları izleyen, Esma Ocak'ın ilk romanı “Kervan-Servan” ise, Meryem'in yaşam öyküsü aracılığıyla suya susamış insanların destanımsı, arayışını dile getiriyordu. Belgesel nitelikli bu öyküler ve romanın yazarı Esma Ocak, edebiyat yapmaktan uzak durmaya çalışan, yaşadıklarını, paylaştıklarını, tanıklık ettiklerini, kavradıklarını, başkalarına iletmenin sorumluluğunu üstlenmiş, bu sorumluluğun bilincinde bir yazar.
Esma Ocak'ı Diyarbakır'ın Kazancı köyünde buldum.
- Bozova,
- Samsat,
- Urfa,
- Harran,
- Kızıltepe,
- Mardin,
- Midyat,
- Cizre,
- Silopi ve
- Habur kapısı arasında geçen 15 günde sanki onun öykülerinden çıkmış gelmiş insanlarla yaşadım, konuştum.
Şaşmam gerektiği halde, pek çok şeye şaşmamama onun kitapları neden oldu.
Yolculuğun sonunda köyde, evinde konuk etti beni.
Kazancı köyünde gözlerimi açtığımda sabahın beşbuçuğuydu, Esma Hanım her sabah yaptığı gibi köyü bir uçtan öteki uca dolaşıp, köy sakinleriyle konuşmak için beni bekliyordu. 2 bin nüfuslu köy çoktan uyanmıştı bile. Artık beyaza dönmüş buğday hâlâ sarı arpa, ya da yeşilimsi mercimek tarlalarının arasında; küçük kız çocuklarının tezek yaptığı, kadınların koyun sağdığı köy sokaklarında, büyük küçük herkesin su topladığı çeşme ya da kuyu başlarında Esma Hanım herkesle bildiğim ya da bilmediğim dillerde konuşuyor, tartışıyor, bir gün öncesinden yarım kalmış sohbetleri sürdürüyor ya da sorunları çözümlemeye gayret ediyor. Herkese adıyla sanıyla seslenip, “senin oğlanın okul işi ne oldu?” dan “düğün hazırlıkları tamamlandı mı?” ya, köydeki tüm çocuklardan hangisinin sınıfını geçtiğinden, hangisinin kaldığına dek... Evinde onunla birlikte yaşayan “Fatma Bacı”dan (ki yerel diliyle ve yanık sesiyle türkü söylemede üstüne yoktur) köy muhtarına, Kazancı'da herkes “Esma Hoca”nın can dostu. Okur yazar olmak, üstüne üstüne üç kitap sahibi olmak, onu “hoca” kılmıştır.) Günün sonunda anladım ki, Esma Ocak'ın yaşadığıyla yazdığı birdir.
İşte Esma Ocak'la konuştuklarımızdan derlediklerim:
“Mardin'de doğdum, ortaokulu orada bitirdim. Dünyada tanıdığım en hassas insan, Ziraat Bakanlığı'nda görevli bir babanın, dinine aşırı düşkün babamdan oldukça uzak görüşlü bir annenin kızıydım. Sonra Diyarbakır'a geldik. Lise 2'de okuldan ayrıldım. Annemin dayıoğluyla evlendiğimde 16 yaşındaydım.”
Şu birkaç cümlecikle geçiştiriverilen çocukluk öyküsünün gerisinde neler vardı neler. Daha 4 yaşındayken annesinin baskısıyla yerleştirildiği hocanın, din derslerinin etkisiyle yaşadığı sayısız karabasan vardı: Her duayı okuyamadığı için, cehennem ateşleriyle nasıl yanacağını, zebanilerin ellerindeki tokmaklarla başına nasıl vurup onu yerin yedi kat dibine iteceklerini hep ezbere bilirdi. Bilmediği, hocanın falakasının mı yoksa Sırat Köprüsü'nden geçemeyeceği için karşılaşacağı işkencelerin mi daha korkunç olduğuydu... Bu korkular içinde yanıp tutuşurken tek sığınağı babasıydı. Yaş ilerledikçe tutunacak başka bir şey bulacaktı: Kitaplar, okuduğu romanlar. Kitaplarda yaşam farklıydı, zebaniler, hocalar, cehennem ateşleri yoktu. Kendine düşlerle dolu toz pembe bir dünya kurdu. Bu dünyada okumak kadar yazmaya da yer vardı. İlk şiirlerini ve roman taslaklarını yazdığında 14 yaşındaydı.
“Evlendiğim zaman hiç ama hiçbir şey bilmiyordum. Annemle babamın aynı yatakta yattıklarını bile görmemiştim.”
Cehennem korkusuna, bir de evlilik korkusu eklendi. Evlendiğinde bir ay içinde 9 kilo verdi.
Kendi 16, evlendiği dayıoğlu Baha Bey 34 yaşındaydı.
“Benim için baba gibi, ağbi gibiydi. Aynı evlerde yaşamış, onun omuzunda büyümüştüm. Eşim bana karşı haddinden fazla sabir gösterdi. Ben kendimi bu dünyanın insanı görmüyor, edebiyatla beslenen bir başka dünyada yaşıyordum... Hayır eşimin ne şiire, ne edebiyata, ne de kafamdan geçen bu hayal dünyama karşı pek ilgisi yoktu... İlk çocuğumu 17 yaşında doğurdum. Evliliğimin ilk yedi yılı çok mutsuzdum. Sonra yavaş yavaş kendi yanlışlarımı da görmeye başladım. ve değişmeye başladım. Ayaklarım yere basar oldu. Kendi kusurlarımı düzeltmeye çalıştım. Ve ondan sonraki on yıl, dünyanın en mutlu evliliğini sürdürdük Baha Bey'le... Sonra kanser oldu. İki yıl çok kötü günler geçirdik.”
Baha Bey öldüğünde, üç çocukla dul kaldığında 33 yaşındaydı Esma Ocak.
“Kışları Diyarbakır'da yaşardık ama köyde de tarlalarımız vardı, ondan sık sık gelirdik, tüm araziyle Baha Bey ilgilenirdi.
Onu kaybedince ben ilgilenmeye başladım. Cahildim ne tarlayı tanır ne ekini bilirdim. Yavaş yavaş hepsini öğrendim ve köye yerleştim.”
Bu arada, yazmaktan geri kalmıyordu. Öyküler ve şiirler.
Yazdıklarını kimseye göstermezdi.
“Utanırdım, alay ederler diye korkardım.”
Kimselere göstermek ya da yayınlatmak falan aklının ucundan geçmezdi.
Çünkü onun için “yazar” demek insanüstü bir yaratık demekti. Hiç o, herhangi bir insandan farksız olan o, yazar olabilir miydi ki...
“Bir gün ağabeyim -çok kültürlü bir insandı- öykülerimden birini okudu. Çok beğendi. Başka yok mu dedi.
İşte öyle bir şeyler yazıp duruyorum dedim. Beni ikna etti, bir iki kişiye okuyalım dedik.”
Bir kopya:
Diyarbakırlı ozan Ahmet Arif'e, bir kopya da Diyarbakır da yaşayan eleştirmen Veysel Öngören'e yolladılar. İkisi de çok beğendi, desteklediler. (Bir parantez açmadan edemeyeceğim. Yazılarından tanıdığım Veysel Öngören'e Diyarbakır'da uğradığım ilk kitapçı dükkânında rastladım. Ayak üstü konuştuk. Konuşmamızın büyük bir bölümü onun kardeşi, benim arkadaşım Vasıf Öngören'le ilgiliydi. İki hafta sonra, Güneydoğu Anadolu'yu dolaştıktan sonra, yeniden Diyarbakır'a uğrayacağımı söyledim. Görüşmek üzere ayrıldık... Sonra, Harran'dan Kızıltepe'ye yol aldığım bir günde, bir gazete sayfasından Vasıf Öngören'in yüzü yüreği, emeği, insanlarına sevgisi, tiyatromuza katkısıydı bana bakan... Dönüşte, Diyarbakır'da Veysel Öngören'i göremedim. İstanbul'daydı. Cenazede.)
Esma Ocak'ı dinliyorum:

“İnsan, bir şey yazacaksa, kendi toplumunu, içinde yaşadığı gerçeği yazmalı. Başka bir şeyi değil. Ben köyde yaşıyorum, köylülerle yaşıyorum, onların çektiği çileyi, onlarla birlikte çekiyorum, çilemizi, sorunlarımızı, türkülerimizi, bana anlattıkları başlarından geçen öyküleri yazıyorum. Ancak bunu yazıyorum. Ve bunu yazmayı da bir görev biliyorum.”
İnsanları tanıma tutkusu yetmezdi bu görevi yerine getirmeye.
Bir de bu insanlarla kurduğu olağanüstü ilişkisi var Esma Ocak'ın:
“Yabancı dil bilmem -Arapça, Kürtçe biliyor, Acemceye de aşinalığı var- çok yararlı oldu... Onlara dışardan biri gibi, ne tepeden, ne uzaktan bakıyorum. Beni içlerinden biri gibi kabul ederler. Yazdıklarımı onlara okurum. Kimi, 'a bu tam böyle olmamıştı, ya da ben bunu böyle anlatmamıştım ama senin yazdığın daha doğru olmuş' der... Kimi, 'biz içinde yaşıyoruz ama, kitaptan okuyunca daha çok etkileniyoruz' der..
Bir de şu var: Köy gerçeğine dışardan bakan yazarlarımız, sorunları, dertleri sergiliyorlar, buradaki 'zavallı'lara acıyıp duruyorlar. Oysa bu yaşamın, bu gerçeğin içinde müthiş bir yaşama sevinci, bir heyecan, sayısız tutkular da var. Sonra, korkunç bir hayal güçleri, yaratıcı güçleri var. Türkülerini dinleseniz, anlasanız, siz de görürdünüz... Karşı olduğum şey, kimi aydınların, kırsal alan insanını yalnız öykü aracı olarak görmesi, onların ruh hali, psikolojisiyle ilgilenmemesi. Oysa ceviz kabuğu nedir ki? Önemli olan cevizin içi, özüdür.”
Günlerini, tarlasıyla köy sokakları arasında, yazı masasıyla elişleri ya da kilim dokuma arasında, kitaplarla türküler arasında, bahçesine çiçek ekmekle, torunları arasında, gidip gelmek arasında geçiren Esma Ocak, haftanın iki gününü, çevreden özellikle Diyarbakır'dan yollanan gençlerin yazdığı yazıları okumakla geçiriyor. “Yazma tutkusuyla yanıp tutuşan öyle çok insan var ki” diyor. Onlara yol yordamı gösteriyor, eleştiriler yapıyor.
Halen, türkülerden hareket ederek yazmış olduğu on öyküsü yayınlanmaya hazır.
Yazmayı hep sürdüreceğine inanıyor.
Çünkü...
“Çünkü kendimi sorumlu hissediyorum. Burada olup biteni biliyorsam, yazmam söylemem gerek söylemezsem, susarsam, suçlu sayılırım.”
Esma Ocak'la geçirdiğim süre içinde, Ahmet Arif'in şu dizeleri çıkmıyordu kafamdan:
“Dayan kitap ile,
Dayan iş ile
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.”
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bir öneri
Kültür ve Turizm bakanlıkları neden birleştirildi (kültürümüz mü turistleşecek, yoksa turizmimiz mi kültürel bir çizgiye getirilecek?) sorusuna nicedir bir yanıt arıyordum kafamda. Arayıp dururken, çıktığım 15 günlük Güneydoğu Anadolu gezisi, sorulan öylesine çoğalttı ki, artık hangisine yanıt arayacağımı şaşırır oldum.
Diyarbakır'dayım. Bu kente ilk kez gelen biri olarak, Diyarbakır Müzesi'ni görmek istedim. Müzenin bulunduğu daracık sokakta kümelenmiş turist gruplarını geçtim. Müze, Diyarbakır'ın eski taş yapılarından biri. Kapısını ittim. Daracık bir avludayım. Birkaç turist şaşkın şaşkın aralarında tartışılıyor. Çeşitli dillerde “olamaz”, “Onca yolu boşuna geldik”, “Ayıptır” vb. gibi sözcükler kulağıma çarpıyor. Turistlerin en yoğun olduğu yere yaklaşıyorum. İçimden, dertleri neyse ben şimdi hallederim diyerek. O anda o kâğıdı gördüm. Defterden koparılmış bir sayfa. Üzerine tükenmez kalemle kargacık burgacık, zar zor okunan bir yazıyla önce Türkçe, sonra yanlış bir İngilizceyle “taşınma nedeniyle 1985 başına dek kapalıyız” yazılı. (Kentte bir tek Allahın kulu müzenin kapalı olduğunu bilmiyordu. Oteller, lokantalar, sokakta rastladığınız insanlar, herkes, her yabancıyı, nah müze şurada diye müzeye yolluyordu.)
Önce turistlere kâğıtta bulunmayan açıklamaları verdim, “1985 başında yine bekleriz” dedim. (Bunu yapacak başka kimse yoktu.)
Sonra bir yetkili aramaya başladım. Avluya açılan bir odada üç hanım sohbetteydi.
Çaylar, kahveler, sigaralar ve sohbet arasında ağızlarından güçlükle aldığım lâflar şöyle:
“Nereye taşınacak bilmiyoruz. Ne zaman açılır bilmiyoruz.”
Umudu kesmiş, tam ayrılırken, aklıma geldi: “Peki, ne zamandır kapalı?” (Şimdi sıkı durun)
Yanıt: “1980'den beri!”
Urfa'dayım:
Urfa Müzesi'ni göreyim dedim. Gittim.
(Sözü uzatmaya gerek yok.) Anladınız elbet: Urfa Müzesi kapalı.
Bahçedeki bekçi bilgi verdi: Bir yıldır, nakil nedeniyle kapalı.
Mardin'deyim:
Demeyecektim ama, inat işte dedim: Mardin Müzesi'ni göreyim, dedim.
Elbet ki kapalı. “Nakil nedeniyle.”
Şimdi merak ediyorum:
Ben, rastlantı eseri üç ile uğrayabildim.
Ya öteki illerdeki müzeler? Onlar da mı nakilde?
“Nakli mekânda hayır vardır” düşüncesine bunca bağlı kalındığına göre,
Kültür ve Turizm Bakanlığı acaba Ulaştırma Bakanlığı'yla birleştirilemez mi?
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 98 - 15 Haziran 1984