SAHAF









Çok değil, son on yıla kadar, artık piyasada bulamayacağımız baskısı tükenmiş bir kitabı edinebilmek için başvuracağımız ilk yer, Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’ydı. Sahaflar Çarşısı adı üzerinde, eski kitap alıp satan esnafların bir araya toplandığı, kitap kartları ya da giderek kitap delileri dediğimiz tutkunların zamanın nasıl geçtiğini anlamadan gün boyu, günler boyu arayıp araştırdığı bir mekândı. Bu arada gençler, üniversite öğrencileri, araştırmacılar için de vazgeçilmez bir kapıydı.

Bugün ise durum çok farklı. Sahaflar Çarşısı’na girdiğinizde, gerçek anlamda sahaf dükkânı bulmak pek kolay değil. Artık eski sahaflar ya piyasadan çekilmiş ya da her açıdan daha kolay ve kârlı bir uğraş olan yeni kitap satışına yönelmiş. Kadıköy yakası sahaflarından Sami Önal’la görüşürken, laf arasında söylediği bir tümce, sanırız Sahaflar Çarşısı’ndaki genel manzaranın da bir açıklaması: “Sahaflık can çekişiyor.”

Sahaflık mesleğinin böyle bir çıkmaza girmesi, birçok nedene bağlı kuşkusuz. Bu nedenlerin başında toplumsal ve kültürel değişim sürecinin yaşanması var. Okuyan bir toplumdan, izleyen bir toplum olmaya doğru yol alıyoruz. Kitap, artık ne kültür, ne de eğlence aracı olarak, ilk sırada değil. Kitap satışlarındaki artış, nüfus artışına doğru orantılı olarak gelişmiyor son yıllarda. Bunu gazete okurlarının, genelde sabit kalan sayılarıyla da  gözlemleyebiliriz. Altı kanallı televizyon, video, bilgisayar, atari gibi teknolojik araçlar, eğlence yaşamına bir boyut getirdiler, ama toplumu kitaba özendirmek konusunda bir misyonu üstlenmediler, belki de, bunu beklemek de yanlıştı.

Eski bir eğitimci olan Sami Önal, kitap okuma alışkanlığının yitirilmesi konusunda şunları söylüyor:

Bir dönem de ’Çalıkuşu’ kuşağı vardı. Çeviri roman okuyucusu vardı. Okurlar, kitap okuyucusu olmanın ötesinde, kendi içlerinde sınıflandırılabiliyorlardı bile. Ama bu kuşağın ardından ilgi kitap sayfasından görselliğe kaydı. Kitap okuma alışkanlığını bir kuşak sonraya taşıyamadık. Örneğin eskiden lise öğrencisi okurdu. Edebiyat öğretmenleri birtakım kitapları dönem ödevi adı altında öğrenciye verir, onu kitap okumaya yöneltirdi. Sonra bir de bakardınız, siz söylemeden öğrenci kitap okumaya başlamış. Okuma alışkanlığı bu şekilde yaygınlaşırdı. Ayrıca, kitap, öğrencilere kişilik kazandıran, arkadaşlık ilişkilerini canlandıran bir kültür aracıydı. Bütün bunlar ortadan kalktı.

Neden?

  • Birincisi, Bakanlıkça ev ödevi yasaklandı.
  • İkincisi, 12 Mart 1971’den beri okullarda kitap, korkulan bir politik araç olarak kabul edilmeye başlandı.
    Eskiden aileler, çocuklarına kitap parası verirken, şimdilerde kitap okumaması için çaba gösteriyorlar. Bu havayı politik güçler yarattı.
  • Üçüncü bir neden de, üniversite sınavlarının test şeklinde yapılması, böylelikle öğrencilerin okuyarak öğrenme yerine, test kitaplarından öğrenmeye yöneltilmesi.

Sami Önal’ın bu saptamaları, kitap okuma alışkanlığının yitirilmesiyle sahaflık mesleğinin yaşadığı zor günler arasındaki bağıntıyı da ortaya koyuyor. Çünkü sahaflık, kitap sirkülasyonuna bağlı bir meslek. Evlerde bir kitap okuma birikimi olmalı ki, fazlaları sahaflara aktarılsın. Okuyucu - sahaf - özel okuyucu zinciri, bu birikim azaldıkça kopuyor doğal olarak. Sahaflık geleneği bir belirsizlik içine itildi bu zincirin halkaları dağıldıkça.

KİTAPLAR NASIL DEĞER KAZANIR?

Sahaflarda hareketin azalmasına karşın, son yıllarda kitap, gerek Türkiye’de, gerekse uluslararası piyasada tam anlamıyla antikanın gördüğü ilgi doğrultusunda değer kazanmaya başladı. Bunda birçok etken var. Ama en önemlisi kitabın artık müzayedelere girmeye başlaması. Ancak, müzayede yoluyla satılan kitapların, gerçek meraklılarına, gerçek fiyatlarla ulaşıp ulaşmadığı büyük bir tartışma konusu. Burada sahaflarla müzayedecilerin görüş ayrılığı hemen fark ediliyor. Sami Önal, müzayedelerde fiyatların yükselmesinin sahaflar açısından hiçbir olumlu yanı olmadığını, üstelik gerçek kitap alıcısını da olumsuz yönde etkilediğini savunarak şunları söylüyor:

İngiltere’de bir antika eşya müzayedesine minyatürlü, tezhipli, gravürlü kitaplar konuyor, satıldığı duyulunca yenileri de ilgi görmeye başlıyor. Burada kitap, içeriği nedeniyle değil, bir antika eşya olarak değer kazanmış oluyor. Kitap müzayedelerine de antikacılar ilgi gösteriyor. Kitap antikacılar için de güvenli bir meta. Bir tablonun, bir ev eşyasının taklidi yapılabilir ama bir kitabın taklidi asla.


Bir başka Kadıköy sahafı Murat Çulcu da, müzayedelerle ilgili olarak şunları söylüyor:

Artık eski ve değer kitap bulmak, eskiden olduğu kadar kolay değil. Ellerinde eski kitap olanlar da, müzayedelerde akıl almaz fiyatlar istiyorlar. Ya da, sahafa, müzayede fiyatına yakın bir fiyattan kitap satmaya çalışıyorlar. Gerçek sahaf müşterisinin elinde sınırlı para olduğu için, sahafa aslında pahalı gelen kitabı ucuza almak istiyorlar. Sahaf olarak vicdani bir rahatsızlık duyuyorsanız. Çünkü karşı tarafa fiyatı belli olmayan bir şey üzerinde spekülasyon yapılıyor gibi geliyor. Kitap alıcısı sahaftan uzaklaşıyor.

Şimdi de, müzayedecinin: İstanbul’da düzenli aralıklarla kitap müzayedeleri gerçekleştiren Librairie de Pera’nın ortaklarından Uğur Güracar, müzayede müşterisinin gerçekten eski kitap meraklısı mı yoksa bir yatırımcı mı olduğu konusundaki tartışmalara şöyle katılıyor:

Dünyanın her yerinde, müzayedeler kendi doğasının yarattığı heyecandan kaynaklanan müşteri grubunu çekiyor. Müzayedede satılanlar da onların ekonomisi açısından ucuz. Onların zamanları bizimkinden daha değerli. İşyerindeki masaya oturduğu süreye bağlı olarak kazancı büyük.

Eski kitap almak istiyorsa niye zaman ayırsın?

Zaten zamanı yok, gider müzayededen alır.
Bazısı da emeklidir, bu işi hobi olarak yapar, yani zamanı boldur.

Olaya bakarken, Türkiye’nin genel değerlendirmesiyle yola çıkmak gerekir. Toplumsal yaşamımızda sık sık kopukluklar oluyor. Hal böyle olunca, kültür değerlerimiz de eşyalara ve insanlara bağlı olarak sık sık değişiyor. Biz, gelenekle bağlantıyı kurmak, kitaba hak ettiği değeri iade etmek, nesnel ölçütler oluşturmak için müzayede yapmaya karar verdik. Bir eşyaya gerçek bir fiyat oluşturulmasının en radikal yolu müzayededen geçer.

Uğur Güracar buna karşın dünya piyasasıyla zaman zaman çelişkilere düşüldüğünü de belirtiyor. Örneğin, Türkiye’de 6 milyon liraya müşteri bulan bir kitap, aynı günlerde Londra’da 60 bin sterline (yaklaşık 50 milyon lira) satılmış. Güracar, ticaret yaptıklarını, ancak insanlara iyi, önemli bir ’hit’ kitaplar konusunda mesajlar da ilettiklerini belirtiyor.

Kitapların değer kazanmasının bir yolu, bu bölümde de belirttiğimiz gibi, müzayedeler. Müzayedelerde ulaşılan değerlerin çoğu zaman yapay olduğu ve gerçek kitap alıcılarının kafasında birtakım soru işaretleri uyandırdığı bir başka iddia. Bunun ötesinde kitaba değer kazandıran başka unsurlar da var. Örneğin, piyasada, koleksiyonlarda, kütüphanelerde sayısı az kalmış kitaplar, iyi korunmuş kitaplar, 1900’lü yılların öncesinde basılmış olanlar ve bugünün modası olarak, ille de İstabul üzerine yazılmış, belgesel kitaplar. Hele bir de gravür, illüstrasyon vb. öğeleri de içeriyorsa, o zaman tüm sahaflar ve müzayedeciler peşinize düşebilir.

Kitapta “İstanbul” modasına ilişkin olarak Uğur Güracar’ın görüşleri şöyle:

Türkiye’yle, Osmanlı İmparatorluğu’yla, İstanbul’la ilgili olanlar ilgi görüyor. Çünkü toplumumuz, belki bir dönüşümü yaşamadığı için belleğini yokluyor. Hatıralar sisli ufuklar içinde. Örneğin İngiltere’de, 1300’lerden kalma evler bulabilirsiniz. Oysa bizde, toplumun bir kesimi kendi geçmişini arıyor, eski yazıyı okuyamadığı için de, bu türde yabancı dilde yazılmış olanların yaygın müşterisi yok, onlara daha çok araştırmacılar ilgi gösteriyor.

Kitabın değerini belirleyen başka öğeler de var.

Örneğin obje değeri: Kâğıdı, matbaası, resimleri, ressamı, baskı tekniği, yayınevi, çevirisi vb...

Farklı aşamalarada birçok emeğin biraraya gelmesinin bir ürünü kitap. Tüm bu öğeleri kendi üzerinde topluyorsa o zaman değeri de artıyor kuşkusuz. Bir de basıldığı dönemin özelliklerini yansıtması gerekiyor.

Muraç Çulcu ise, yine bir başka moda kavramının sahaflık mesleğini etkilediğine değiniyor.

Burada sahaf müşterisiyle spekülatif alıcı arasındaki farklılık ortaya çıkıyor:

Örneğin şimdi moda: Pavorotti. Onu dinlemek için Macaristan’a gidenler var. Bilinçsizce para harcamayı marifet sayanlar ise, kitap müzayedesine geliyorlar, oysa buraya gelmeyip pavyona dansöz oynatmaya da gidebilirler. Onlar için fark etmez, ikisi de para harcamak ve eğlenmek için birer yoldur.

İstanbul’da sahaflar üç ana mekânda öbeklenmişler.

  • Bunlardan ilki Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı.
    Her ne kadar burada faaliyet gösteren gerçek sahaf sayısı 3-5’i geçmiyorsa da, bu mekânın sahaflık tarihindeki önemi yadsınamaz.
  • İkincisi Beyoğlu’ndaki Krepen (ya da Aslıhan) Pasajı.
  • Üçüncüsü ise, Kadıköy’deki Akmar Pasajı.

Kadıköy’den Moda’ya çıkan ana cadde ve sokaklar üzerinde de birkaç sahafa rastlamak mümkün.

Sahafların günden güne yok olmaları, sayıların birer birer azalması, aslında tutkulu insanların sayılarının azalmasıyla yorumlanabilir. Çünkü sahaflık bir tutku, bir zevk. Kesinlikle bir kazanç mesleği değil. Beyazıt’ın son birkaç sahafından biri olan Halil Bingöl, sahaflığın bir “gönül işi” olduğunu söylüyor.

Sahaflıktan ancak geçimini sağlayacak kadar para kazandığını söyleyen Bingöl, bir çelişkiye de dikkatleri çekiyor:

Sahaflıktan zengin olan yoktur. Müşteri, kimi zaman eski ktap için bu para fazla diye şikâyet ediyor. Aslında bizim sattığımız kitapların büyük bölümü yeni romanların fiyatlarının altında. Çelişki de burada. Aslında bulunmayan kitabın fiyatının daha fazla olması gerekir. Oysa sahafiye kitap fiyatları yeni basımların gerisinde kaldı.

Akmar Pasajı’ndan Murat Çulcu da, sorunların bir başka yönünü ele alıyor:

Sahafların en önemli sorunu altyapı sorunu. Ben Kadıköy Çarşısı’ndaki en lüks şarküteriyle aynı vergiyi veriyorum. Büyük marketler gibi yazarkasa kullanmak zorunluluğunu taşıyorum. Bunlar çok saçma ve adaletsiz. İster istemez bu yükleri kitaba yansıtıyoruz. İnsanlar sahaf denildiğinde antika kitap alınıp satıldığını düşünürler. İşin özünde bu var ama, istikrarlı bir tablo değil bu. Sahaflıktan zengin olan da yok, ancak geçinen insanlar var.


İşin bir başka yönü, sahaf-müşteri ilişkisi. Sami Önal’la dükkânda söyleşirken on üç - on dört yaşlarında iki kız çocuğunun harçlıklarını yatırmak üzere kitap aradıklarına tanık olduk. Bir saate yakın süren bu arayış ve kitaplarla yakın ilişki sonunda çocuklar iki kitaba karar kıldılar ve yeni bir kitap parasına bu iki kitabı alıp gittiler. Biraz sonra, dükkânı bir anne şereflendirdi ve bu kadar para karşılığında çocuklara eski kitap satan sahafı bir güzel haşladı. Sahafların sorunlarından söz ederken, yaşadığımız bu olayı da aktarmadan geçemedim.


SAHAFLARIN İŞLEVİ

Yine sahaf-müşteri ilişkisine değgin bir saptama: Sahaf müşterisi iki ana tavır içinde. Birinci tavırdakiler, örneğin 1931 tarihli bir kitabı çok değerli sanıp sahafta umduğu ilgiyi ya da fiyatı göremeyince aldatıldığını düşünenler. İkinci tavır ilgisizlik ya da bilgisizlik. Elinde çok değerli bir kitap var, ama bilmiyor ya da farkına varmıyor, atıyor. Bu yolla birçok kitabın, hurda fiyatına SEKA’ya gittiği de bilinen bir gerçek.

Uğur Güracar, bu konuda şunları söylüyor:

İnsanlar ellerindeki kitabın değerinin ne olduğunu alırken de satarken de bilsin istiyoruz. Büyük oranda hedefimize ulaştık. Bunu bir sektör olarak ele alırsak, sektörün yeni müşteri ve yeni mala gereksinimi vardı. İmparatorluk kurmuş bir toplumda aranan kitabın kitap arayan insanların çok olması gerekir. Biz müzayedeler aracılığıyla bunu bir moda olarak başlattık. Şimdi adam moda diye alır, oğlu daha bilinçli bir şekilde tercihini yapar.

Eski kitapların, eğer el yazması olmak gibi tarihsel eser kapsamına girecek bir özelliği yoksa, yurt dışına çıkmasını engelleyecek bir yasa da yok. Örneğin Nasreddin Hoca ile ilgili kitapların Türkiye’den daha çok, yurt dışında bulunması bunun açık bir kanıtı. İşte, burada sahafa önemli bir görev düşüyor. Türkiye’yle ilgili, Türkiye’de basılmış bir kitap, belge, broşür vb. yayınları Türkiye’de korumaya, gerekiyorsa ilgili resmi kuruluşlara ulaştırmaya çalışmak. Bu konuda ilgili kuruluşların, sahaflar denli duyarlı olduğunu söylemek de her zaman mümkün değil.

Sahaf Halil Bingöl’ün bir anısı, bu konuyla ilgili ilginç bir örnek:

Feriköy’de bir hurdacıdan bir gün, mebus Ahmet Rıza Bey’in mektupları, yazışmaları, kimlikleri elime geçti. Bunu yurt içinde tutabilmek için Başbakanlık Arşivi’nden özel kuruluşlara değin birçok yere önerdim. Kimse ilgilenmedi. Aynı günlerde, Hollandalı bir heyet, bir enstitü adına bu evrakları satın almak için Türkiye’ye geldi. Gönlüm razı değildi, ama sonuçta ben de esnafım, satabilirdim. Son ana değin direndim. Neyse ki, bir kişi özel merakı yüzünden ilgilendi, karısının bileziklerini bozdurup evrakları satın aldı. Şimdi bu evraklar bir kitap halinde yayımlanacak.

Halil Bingöl’ün küçücük sahaf dükkânına girdiğinizde, raflarda asılı on - onbeş kitap tutkununun fotoğrafını görüyorsunuz. Bunlar, kitaplığında on bin ve üstü kitap bulunduranların fotoğrafları. Ne yazık ki, artık o dükkâna yeni kişilerin fotoğrafları asılmıyor. Toplum olarak, okuma alışkanlığıyla birlikte, bir mesleği de yitirmenin eşiğindeyiz. İleride, tarihimizle ilgili bilgilenmek, araştırma yapmak istediğimizde, artık müzayedeleri kollamamız gerekecek belki de. Ama bunun daha pahalıya mal olması gibi bir ceremeye de katlanacağız. Hem maddi, hem manevi açıdan...


Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Etkinlik gösterdiği yerin tarihsel önemli, kültür ve sanat zenginlikleri, öğretim kurumlarının yaygınlığı ölçüsünde gelişme olanağı bulduğu için ancak büyük kentlerde ortaya çıkabilmiş bir kitapçılık türüdür sahaflık. Bu yüzden Türkiye’de onu uğraş edinmişlerin daha çok doğu ve batı kültürlerini yüzyıllardır yan yana barındıran İstanbul’da öbeklenişi raslantı değildir.

Sahafın sözlüklerdeki anlamı “eski kitap satan kitapçı”.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde, (1983), yeni kitap da satabileceği belirtilmek istendiğinden, tümcenin başına “genellikle” sözcüğü eklenmiş.

Bu tanımlar doyurucu olmamaları bir yana, yeni sorunların üremesine ortam hazırlar nitelikte:

Kitap ne zaman, nasıl eskir?
Kâğıdı Kirlenip yıprandığı zaman mı?
Basım yılı, dolayısıyla dili çok gerilerde kaldığında mı?
İçeriğinin geçerliliğini yitirdiği dönemlerde mi?
Eskidiğine kimler karar verebilir, okuyanlar mı, satanlar mı, yayınevleri mi?

Açımlanmaları oldukça ayrıntılı bir yazı gerektiren, istenildiğince çoğaltılabilecek böylesi soruları, ardına takılıp konudan uzaklaşmak için değil, ona değişik boyutlardan bakabilmeyi sağlamak amacıyla sıralıyoruz.

Sahaf, her türlü kitapla ilgilenen, eskidikçe değeri artacak ve azalacakları önceden saptayabilen uzman kişi, yerli ve yabancı yazarların yapıtlarını aksatmadan üzleyen iyi bir okurdur. Geçmişin yazılı kültür/sanat yapıtlarından günümüze ulaşabilenlerin müzeler, kitaplıklar, koleksiyonlar dışında kalan bölümünü arayabileceğimiz tek yerdir sahaflar. Sahafı besleyen başlıca kaynak, bilgisiz kalıtçıların haraç mezat elden çıkardığı özel kitaplıklardır. Evlerden kiloyla satın aldıkları kitapları kesekâğıtçılara götürmeden önce aralarına değerli bir şey karışmış mı diye sahafa gösterenleri de bunlara eklemeliyiz. Sahaf, tecimsel amaçlarla da olsa değerli kitapların korunmasına katkıda bulunmaktadır.

Otuz yıl öncesiyle karşılaştırınca bugün İstanbul’da sahaflığın çok gerilediği görülüyor. Beyazıt Camii, Kapalıçarşı, Devlet Kitaplığı üçgeninin ortasında yer alan Sahaflar Çarşısı hâlâ duruyor ama, sergiliğinde, rafında eski kitaba rastlanabilecek sahaf sayısı çok azalmış. Eski kitap düşkünlerinin satımevi yetkilileriyle kıyasıya pazarlığa giriştiği, ünlü yazarların, üniversite öğretim üyelerinin alçak iskemlelerde oturup söyleştikleri Sahaflar Çarşısı artık yok.



Sahaflığın İstanbul’da bu duruma düşmesinin çok nedeni var.

Birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

  • Giderlerin sürekli artmasına karşın, sahaflığın yeterli kazanç getirici bir uğraş olmaktan çıkışı.
  • Eski, değerli kitaplar belirli kuruluşlarca artırma (müzayede) yöntemiyle satışa sunulduğundan pazarlanacak kitap sayısının azalması.
  • Yeni kitap satışından daha tutarlı ve sürekli gelir sağlanması.

İstanbul’un içinde sahaflık, Çarşısı’nın dışına, kaldırımlara çıkmaya başladı.
Son yıllarda, Kadıköy yakasında tutunmaya çalışıyor ama, eski kitaplarla değil, okunmuş yeni kitaplarla...


Mustafa Öneş | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Matbaanın kurulmasından ve basma kitabın yaygınlaşmasından önce kitap alım satımı cami avlularında yapılmaktaydı. Buralarda daha çok medrese öğrencilerinin gereksinimi olan kitaplar alınıp satılmakla birlikte, hat sanatı, cilt ve içerik yönünden çok değerli sayılan kitaplara da rastlanmaktaydı.

İlginçtir, Türkiye’de matbaa kurulmazdan önce Avrupa’da basılan Arapça, Farsça ve Türkçe kitaplar da, III. Murad’ın (1574-1595) bir fermanı uyarınca serbestçe satılmıştır (1). Bir seyahatnamede (2) yer alan aşağıdaki cümleler, bu kitapların çarşılarda satışa sunulduğunu ortaya koymaktadır:

İstanbul’da (...) bulunan ırgadın, tüccarın, değerli eşyanın, erzakın, dükkânın, kitabın sonu yoktur. (...) İstanbul’da sayısız kitap vardır. Kütüphaneler ve çarşılar, kitapla dolup taşar. Buraya, dünyanın her tarafından kitap akar. Allah’ın izniyle, biz de kolayca, birçok faydalı kitabı satın alabildik.

İstanbul’da Kapalıçarşı’nın yapılmasının ardından kitap satıcıları buraya sonradan mücevher bedesteni olan yere yerleştiler. Çok geçmeden de bir lonca oluşturdular. Sahaflar loncası, öteki loncaların bağlı olduğu kural ve geleneklere uydu. Sahaf dükkânlarının yanında, kitap üretiminde kullanılan mürekkep, divit, kâğıt gibi gereçleri satan dükkânlar açıldı.

Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname’sinde (17. yüzyıl) sahafları “ulema hizmetinde esnaf” olarak nitelemekte ve 50 dükkânda 300 esnafın çalıştığını bildirmektedir.

Sahaflar ayni zamanda bir çeşit yayıncı gibi hizmet görüyor, istenilen kitapları hattatlara yazdırarak satıyorlardı. Ölen kişilerin mirasçıları da ölenin o dönemde epey yüksek değerde bir “mal” sayılan kitaplarını buraya getiriyor; Sahaflar Şeyhi’nin denetimi altında düzenlenen müzayedeler yoluyla sahaf esnafına satılmasını sağlıyorlardı.

Dışardan getirilip satılan basma kitaplar ilgi görmediyse de, İstanbul’da değerli kitapların azalmasına yol açtığı göz önüne alınarak, dışarıya kitap satışının yasaklandığı dönemler oldu. 1716’da Damat (Şehit) Ali Paşa’nın bu gerekçeyle başka ülke ve şehirlere kitap gönderilmesini yasakladığına ilişkin bir belge vardır.

İstanbul’da kurulan ilk matbaanın ilk yayını 1729 tarihini taşımakla birlikte, basma kitabın yaygınlaşmaya başlaması 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonraya rastlar. Bu kitaplar önceleri İranlı tütüncü ve tönbekicilerin dükkânlarında satılıyordu. Bunların en ünlüleri de Çemberlitaş’ta Celil, Tavukpazarı’nda Şişman Kirkor, Bahçekapı’da Hasan, Beşiktaş’ta Abbas’tı. Köprü başındaki ve Beyazıt’taki tütüncü dükkânlarında da basma kitaplar satılmaktaydı.

Zamanla halk basma kitaplara alışınca, sahaflar da önce devlet matbaası Tabihane-i Amire’de, daha sonra başka özel matbaalarda kendi adlarına kitap bastırarak yayıncılığa giriştiler. Kimi sahaflar da litografya (taş basma) yöntemiyle kitap basan matbaalar kurdular. Taşbasma kitaplarda sesli olmayan harflerin nasıl okunacağını gösteren “hareke"ler kullanıldığından, halk bunlara daha çok ilgi gösteriyordu.

“Bohçacı” adı verilen gezici sahaflar, ele geçirdikleri kitapları konakları dolaşarak satıyorlardı. Bu da yaygın bir yöntemdi. “Bohçacı"ların yeniden kitap getirmesini sağlamak için, paranın hepsinin ödenmemesi neredeyse gelenek olmuştu.

1894 depremi Kapalıçarşı’da büyük yıkıma yol açtı. Depremden sonra kimi sahaflar dükkânlarını Beyazıt’taki (bugün Sahaflar Çarşısı olarak bildiğimiz) Hakkâklar Çarşısı’na taşıdılar. Artık basma kitaplar yaygınlaştığından, kalabalık bir çarşıda daha geniş bir kitleyle ilişkiye geçme isteği de bunda rol oynamıştı. Hakkâklar Çarşısı’nın fes ticareti yapan Tunuslu esnafı ise, dükkânlarını Kapalıçarşı’ya nakletmekteydi.

Sahaflar, II. Abdülhamid döneminde sansür ve hafiyelik dolayısıyla korkulu yıllar geçirdiler. Dönemin sonunda, ikinci Meşrutiyet’in ilânı sıralarında (1908) Hakkâklar Çarşısı’nda 55, Kapalıçarşı’da 18, Beyazıt’ın çeşitli yerlerinde 20 sahaf ve kitapçı vardı. Hakkâklar Çarşısı’ndakilerin bir bölüğü aynı zamanda yayıncı ya da basma kitap satıcısıydı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Sadrazam Talat Paşa, bütün kitapçıları aynı yerde toplamak istedi. Ancak, Kapalıçarşı ile Hakkâklar Çarşısı arasındaki Çadırcılar Caddesi’ni kamulaştırıp modern bir sahaflar çarşısı kurma girişimi, savaş dolayısıyla sonuçsuz kaldı.

Hakkâklar Çarşısı’na sahafların yerleşmesi 1910’lu yıllar boyunca sürdü.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, burası artık “Sahaflar Çarşısı” adını almıştı.

Çarşıdaki on beş ahşap dükkân, Ocak 1950 başında yandı. Kısa bir süre sonra belediye çarşıdaki öteki tahta barakaları da yıktırıp burayı kamulaştırdı. Yeniden betonarme dükkânlar yaptırıldı ve bunlar dükkânları yanan esnafa kiraya verildi.

1981’de belediye, çarşı içinde sergi açanlar için 19 küçük ahşap dükkân daha yaptırdı. Aynı yıl, Sahaflar Derneği’nin de katkısıyla çarşıya ilk Türk Matbaasını kuran İbrahim Müteferrika’nın büstü ile eski litografya taşlarının sergilendiği vitrinler konuldu.

Günümüzde çarşıya çok az sayıda eski kitap geldiğinden, gerçek sahaf sayısı beşi geçmemektedir. Dükkânların çoğunda yeni kitaplar yer almakta, turistik öteberi, kırtasiye vb. satışı da yapılmaktadır.
_____________________________________________________________
(1) Bkz. Alpay Kabacalı: Türk Kitap Tarihi, 2. bas., ist. 1989, s. 14-17
(2) Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed al Tamgruti (1589-90): En-Nefhatu’l-Miskiyye fi’s-Sefaret it-Türkiya / Relation d’une embassade en Turquie, Paris 1929; Fuat Carım: İşlenmemiş Konular, İst. 1966.


Alpay Kabacalı | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Sahafların saltanatı elyazması kitaplar dönemindeymiş!.. O zaman yazma kitap satanlarla hattatlar, ciltçiler, tezhipçiler Kapalıçarşı’nın bir sokağında içiçe. Evliya Çelebi “60 dükkân, 200 nefer” olduklarını söylüyor. Meslek kurallarına yançizmelerini önleyen kâhyaları var.

Prof.Dr. İsmail Erünsal’ın “Kütüphanecilikle İlgili Osmanlıca Metinler ve Belgeler” adlı 2 ciltlik değerli yapıtından (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 414+526 s., 1982, 1990) konuyla ilgili önemli bilgiler ediniyoruz. Osmanlı abecesiyle olduğu için ancak uzmanların yararlanabildiği bu kaynaktan örneğin, ölen bir sahaflar şeyhinin yerine yenisinin nasıl atandığını öğreniyoruz:

Sahaflar şeyhi Zühtüzade Mustafa ölünce eski kuralları kollayacak, meslektaşlarına ve mesleğine kol kanat gerecek kimse kalmamış. Sahaflardan birçoğu konuyla ilgili fermana yançizmiş. Tanımadıkları ya da kötü tanınan kimselerden kitap satın alıyorlarmış, kitapların asıl sahibi ortaya çıkınca da kavga gürültü kopuyormuş. Meslekten olmayanlar medrese öğrencilerinin ve başkalarının kitaplarını değerinden ucuza alıyor, parasını da vermeden kayboluyorlarmış. Bezzazistan yakınındaki sahaf topluluğundan “Ahmet ve diğer Ahmet ve Uzun Hacı Hüseyin ve Üsküdarlı Mehmet ve Veliyettin ve Ahıskalı Mehmet ve Mumcu zade Mehmet ve Kütahyalı Ahmet ve Tellâlbaşı Hacı Ahmet ve tellal odabaşı Ahmet ve Ayasofya imamı vekili Hacı Ahmet ve Kağıthane imamı Ali ve Elhac Yümni, ve Hacı Mustafa ve Hafığz Mustafa nam kimesnelerİstanbul kadısına başvurmuşlar. Böylece Abdullah Efendi’nin sahaflar şeyhliğine getirilmesi sağlanmış, sahafların işleri yoluna girmiş.

Prof Erünsal’ın yayınladığı eski harfli metinlerden öğrendiğimize göre “İstanbul ve Üsküdar ve Galata ve Eyüp” kadılıklarına bağlı yerlerde ölenlerin geride bıraktığı kitapların alıcılara sahaflar şeyhi ve tellâllar aracılığıyla gerçek değeri üzerinden satılması, yetimlerin ve kalıtçıların haklarının gözetilmesi gerekirken bir ara bu yapılmamaya başlanmış. Sahaflardan bazıları bilgisiz koltukçularla anlaşıyor, kitapları düşük fiyatla alıp koltukçu dükkânlarında, beytülmalcı odasında gizlice artırmaya çıkarıyorlarmış. Kendi aralarında anlaşıp kitapları birine bırakıyor sonra yüksek fiyatla satıyorlarmış. Elimizdeki belgeden bunun yasaklandığını öğreniyoruz. Bezzazistan kurbünde (yakınında), Sahaflar Sukundan (sokağında) sahaflar tellâlı 12 nefer kimesnelerden birinin marifetiyle haber salınarak ancak bu yolla artırma yapılması kararlaştırılmış. Kitaplar çok olur da böyle satılamazsa Fatih Camisi dışındaki müşterilere satılabilecekmiş. Sahaflar şeyhi ve tellaallarından biri bulunmadıkça koltukçu dükkanlarında, gizli yerlerde ve bunların dışında satış yapılması kesin olarak yasaklanmış.

Raşit Tarihi’nde belirtildiğine göre Lale Devri’nde Batı ülkeleriyle yoğunlaşan kültür ilişkileri sonucu yurt dışına büyük ölçüde kitap gönderilmeye başlanmış. Padişah III. Ahmet, İstanbul’daki sahafların çıkar düşkünlükleri yüzünden değerli kitapları elden çıkarmalarını hoş görmüyor. İstanbul’daki güzel kitapların azalmasına bilimin yok olmasına yol açacak bu ticaretin önlenmesine karar veriliyor.

Sahaflar Çarşısı’ndan Avrupa kitaplıklarına III.Ahmet’in fermanından önce de sonra da kitap akını durmamıştır. “1001 Gece Masalları”nı Arapçadan Fransızcaya çeviren Galland 1672-1673 yılarında istanbul’da bulunduğu sırada Sahaflar’dan pek çok kitap almış, ülkesine götürmüştür. Bugün Fransız Ulusal Kitaplığı’nda bulunan Çağatayca ünlü “Miraçname” bunlardan biridir.

Galland, sahaflarda hangi kitapları gördüğünü, neleri, kaça satın aldığını uzun uzadıya anlatır:

Kitapçıların başı olan sahafbaşıya gittim. Bana henüz istinsahi nihayet bulmamış bir Hoca Efendi Tarihi gösterdi ve on altı sahife ihtiva eden her defterin yazılması için yetmiş akça vermekte olduğunu söyledi. Bana bir çok da fran minyatürü gösterdi ki, bunlar arasında pek güzelleri ve pek iyi tersim edilmişleri vardı ve bilhassa Roma üslûbunda olup bana fevkalâde görünen bir minyatür gösterdi. Taberî’nin farsçasına ve Beyzavi’nin Farsça tarihine sahip olduğunu Sahafbaşı söylemektedir.

Türklerin malik bulundukları hikâye ve masalların çokluğu hayrete lâyık bir şeydir. On on iki cilde kadar varan romanlarımızın uzunluğuna hayret edilir. Türklerin yüz yirmi ciltlik İskender romanları (İskendername) vardır; daha başka elli, altmış, ilh. ciltlik romanları mevcuttur. Bedestende bu kitapları dört yahut beş akça mukabilinde okutmak üzere iare etmekten başka işleri olmayan bazı kitapçılar mevcuttur ve bunlara bilhassa kişin, geceleri uzayınca çok kalabalık gelir. Çünkü, Türkler’in bu mevsimlerdeki âdetleri, pek ziyade sevdikleri bu masalları dinlemek üzere toplanmaktır.

Hüsrev ü Şirin-i Mevlana Şeyhi-i Rumi” isimli Türkçe bir mesnevi gördüm. Müellif eserinin sonunda bunu Hicrî 932 yılında ikmal etmiş olduğunu bildiriyor ki, Miladin 1535’inci yılına tekabül eder.

“Tezkiret üş şuara” adlı başka bir kitap gördüm ki, bir nevi şairler muhtırası mahiyetindedir ve müellifinin adı Hasan Çelebi’dir. Kendisi Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan Selim zamanında yaşıyordu. Devrine kadarki Türk şairlerinin bir katalogunu alfabe sırasiyle tertip etmiş bulunmaktadır. Lisanı türkçeden ziyade arapçaya benzemektedir ve kelimelerin çoğunu arapçadan alarak türkçeyi ancak cümlelerin bünyesini tanzimde kullanmaktadır. “Yusuf ile Zeliha” mesnevisinin muharriri Hamdi’den bahsederken, bütün eserleri arasında bunun cümlesine faik bulunduğunu söyler.

Bana bedestenden muharrir ismi olmayıp ’El Ferec bades’ Şidde isimli başka bir kitap getirdiler. Bu kitap kırk iki masalı ihtiva etmektedir, yahut daha doğrusu vaka eşhasınca anlatılmış kırk iki hikâyeyi muhtevi bulunup bu eşhas bunları oldukça zarafetle ve kabil olduğu kadar alakaya layık birşekilde anlatmaktadır.

Sahaflar Çarşısı’ndaki yazmalar yüzyıllar boyunca yağma edilirken doğallıkla kendi ülkemizde düşünce ve sanat dünyasını beslemeyi de sürdürdü.

Gene Prof. Erünsal’ın yapıtında Padişah Abdülmecit’in anası Bezmiâlem Sultan’ın Sahaflar’dan satın alınması için şu kitapları arattığı açıklanıyor: Dürr-i Meknun, Naima Tarihi, İzzi, Suphi, Vasif tarihleri, Hümayunname.

Sarayda bu yapıtları okuyan, değerlendiren Valdesultan Dolmabahçe’deki camiyi, ünlü Guraba hastanesini, bugün İstanbul Kız Lisesi olan “Valide Mektebi"ni yaptırmıştı. Sahaflar Çarşısı’nın uzun serüveni günümüze dek uzandı. Çarşı’nın tarihi, kültürümüzün tarihi oldu. Divanü Lügat it-Türk’ün bu çarşıdaki serüveni ve buradan geçerek kültürümüze, sanatımıza malolan yapıtların başından geçenler uzun bir öyküdür.



Serüvenin günümüze ulaşan gelişmelerine gelince:

Elyazmalarının belirli kurallara Kapalıçarşı’nın dışına çıktı.
Yazmaların yerini eski harfli basma kitaplar, onların yerini elden düşmeler aldı.

Eski kitaplar hızla tükenirken sahaflar büyük ölçüde yeni kitapların satıldığı bir pazar oldu.

Zamanla çarşıda büyük değişiklikler meydana geldi. Elyazmaları adım adım ortadan silindikten sonra eski harfli kitapların saltanatı da sona erdi. Kapalıçarşı’daki Sahaflar sokağı II. Mahmut döneminde Beyazıt Camisi arkasında bugünkü yerine aktarılmıştı.


Bana gelince,
Çarşının ünlü yangından sonraki gelişmelerini adım adım izledim. Eski bir asker olan babam biz çocukken kardeşimle beni yangından yeni çıkmış çarşıda gezdirmişti. Edebiyat Fakültesi’nde okurken dershanemizin bir parçasıydı çarşı. Şinasi’den Tevfik Fikret’e kadar aradığımız yapıtları orada bulurduk.

Yıllar geçti. Artık çarşıda ne elyazmaları, ne eski harfli kitaplar kaldı.

Bu arada İstanbul’un başka yerlerinde, Beyoğlu’nda, Kadıköy’de sahaf dükkânı adını taşıyan yerler açıldı.
Bir süreden beri de gösterişli kitap müzayedeleri düzenleniyor.

Yeni sahaf dükkânlarında olsun özellikle “enteller”in ilgisini çeken açık artışmalarda olsun, Türkiye’yle ilgili Fransızca-İngilizce kitapların, atlasların ön sırayı alması dikkat çekicidir. 400 yıldır yurt dışındaki merkezleri besleyen sahaflar belki de artık yabancıların ülkemizi anlatan yapıtlarıyla, gezi kılavuzlarıyla beslenecektir.


Yaşamları boyunca kitap biriktirmiş yazarların, çizerlerin, kitapseverlerin ölümlerinden sonra kitapları kâğıt hurdacılarının eline düşmemişse gene Sahaflarda pazarlanıyor. Ama sahaflar büyük ölçüde yeni kitap satıyor. Sahafız diye ticaret yapanların büyük bölümüyse yakın dönemlerde bizi yalan yanlış anlatmış yabancı yazarların yapıtlarına ağırlık veriyor. Açık artırmaları da hemen tümüyle bu kitaplar dolduruyor.

Kitap delileri gene de çarşıyı seyran yeri sayıyor.

Üstüne yağmur suları sıçramış olsa da, kapakları örselenmiş bazı yaprakları dağılıp yırtılmış olsa da orada hepimizin bulacağı kitaplar hiç eksilmeyecek.


Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Umberto Eco’nun ünlü romanından aynı adla sinemaya uyarlanan “Gülün Adı” filmini izleyen kitapsever dostlarım büyük bir coşkuya kapıldıklarını söylediler. Önerileri üzerine bu filmi ben de izledim. Hele filmin baş oyuncusu, kitaplığındaki deri ciltli, minyatürlü elyazması kitapları karıştırırken içtenlikle söylüyorum kendimden geçtim. Eve döndüğüm zaman filmdeki kitaplık sahnelerinin etkisiyle, uzun yıllar önce okuduğum Necip Asım’ın “Kitap” adlı yapıtını ele aldım, hem bu kez tadını çıkara çıkara yeniden okudum.

“Kitap” 1893’te İstanbul’da yayımlanmış, küçük boy, 210 sayfalık sevimli bir yapıt. Yazarı Necip Asım’ın 1861 Kilis doğumlu. 1880’de Harp okulunu bitirdikten sonra uzun yıllar askeri okullarda öğretmenlik, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Türk Tarihi profesörlüğü, cumhuriyetin ilk yıllarından ölümüne(1935) değin Erzurum milletvekilliği yapmış, Türk dili tarihi, Türk tarihi, Türk ulusçuluğu üzerine önemli yapıtlar vermiş bir yazar.

Necip Asım “Kitap"ın ön sözünde Padişah İkinci Abdülhamid’e övgüler yağdırıyor. Daha sonra ana baba sevgisinden yoksun bir çocukluk dönemi geçirdiğini, kendisine en yakın dostlar olarak insanlardan önce kitapları seçtiğini, ilk sevgili olarak da yalnızca kitapları tanıdığını belirtiyor.

Yapıtın birinci bölümü “Kitap” adını taşıyor. Bu bölümde kitabın tarihçesinden söz ediliyor. Eski Mısır ve Yunanlılar’ın Papirüs liflerine, koyun derisi, fildişi ve kurşun levhalar üzerine yazı yazarak kitaplar yaptıkları anlatılıyor.

Kâğıdın yaygınlaştığı ilk dönemlerde kitaplar ya tomar halindedir, ya da dört köşelidir. Peygamberler döneminde kutsal kitaplar tahta levhalarla, deri üzerine yazılmaktadır. Ortaçağ’da tomar yöntemi kalkmış, dörtgen ciltler yaygınlaşmıştır. Bunu boyalı, yaldızlı, süslü kitaplar dönemi izlemiştir.

Basımevinin bulunuşuna değin kitap üretimi çok güç koşullar altında gerçekleşmiştir. Bu nedenle kitaplar hep yüksek fiyatlarla alınıp satılmış, kitap toplama, kitaplık kurma işi büyük paralar gerektirmiştir. Binbir güçlüklerle kurulan bazı büyük kitaplıklar da savaşlar, yangınlar, yağmalar sonucu yok olup gitmiştir. Örneğin eski Türk, Arap, İran kaynaklı değerli kitapların yok olmasına Haçlı seferleri, Cengiz, Hülâgü, Timur akınları ile din ve mezhep kavgaları neden olmuştur.

Kitabın ikinci bölümü yazı konusunu içeriyor. Yazının bulunuşu, yaygınlaşması, biçimsel yönden geçirdiği evreler, harfler, sayılar ve çeşitli ulusların kullandıkları alfabeler üzerine yararlı bilgiler veriliyor. Daha sonra kalem, kalemtraş, mürekkep v.b. yazı araçları tarihsel gelişimleri içerisinde tanıtılıyor.

“Yazma Eserler” başlığı altındaki üçüncü bölüm de özgün bilgiler veriyor. Bu bölümden öğrendiğimize göre en eski yazma eser Mısır mezarlarından çıkarılan, cenaze törenini anlatan 3000 yıllık bir papirüs tomarıdır. Pompei’de yapılan kazılarda da bazı kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. Romalılardan kalma yazma eser sayısı oldukça azdır.

El yazması kitap üretimi Osmanlılar’da büyük bir hız kazanmıştır. Medrese hocaları, öğrencileri ve din bilginlerinin bu işe büyük katkıları vardır. Öğrenciler ders kitaplarını yazarak çoğaltıyor, hocalar ve din bilginleri de istinsah(kopya) yoluyla kitap üretmeyi günlük işlerinden sayıyorlardı. Yazma kitap üretimi aynı zamanda önemli bir kazanç yolu idi. Dönemin önde gelen yönetici ve zenginlerinin yazı ustalarını korumaları, özendirme ve ödüllendirmeleri sonucu yazma kitap sayısı hızla artmış evlerde -özellikle dinsel konuları içeren kitaplarla dolu- kitaplıklar kurulmasını sağlamıştır.

Yazma kitapları yazı, süsleme, resim ustaları ortaklaşa üretirlerdi. Bunlara sırasıyla hattat, müzehhib, nakkaş denilirdi. Gerek Doğu’da, gerekse Batı’da bu alanda ün yapmış değerli ustalar yetişmiştir. Bu ustalar toplumun her kesiminden büyük ilgi görmüş, devlet yöneticilerince korunup desteklenmişlerdir. Örneğin İran Şahı Şah İsmail Safevi 1516’da Yavuz Sultan Selim’le yapacağı Çaldıran Meydan Savaşı’na gelirken birlikte getirdiği ünlü sanatçılardan Hattat Nişaburlu Şah Mahmut ile Nakkaş Behzad’ı Osmanlılar’ın eline geçmesinler diye bir mağaraya saklamış, savaş alanından kaçarken de öncelikle onları kaçırıp götürmüştür.

Değerli sanatçıların ürettikleri yazma kitaplar her dönemde yüksek fiyatlarla alici bulmuştur. Geçen yüzyıllardan birinde Avrupalı bir kontes İncil üzerine yazılmış bir söyleşi kitabını 200 koyun, birçok samur kürk, 268 litre buğday, 268 litre çavdar ve 268 litre darı vererek satın almıştı.

Necip Asım kitapseverleri “kitap dostları” ve “kitap delileri” olmak üzere ikiye ayırıyor. Bilim adamları, sanatçılar, araştırmacılar, daha doğrusu kitapları okuyup incelemek, yararlanmak için satın alan okuyucular kitap dostları olarak anılıyorlar. İçeriğini önemsemeden yalnızca dış görünüşü için kitap satın alan, aldığı kitabı okumayan, raf doldurmak için bilinçsizce kitap toplayan kişiler ise kitap delileri olarak nitelendiriliyor. Kâtip Çelebi ile Ahmet Vefik Paşa’nın büyük kitap dostları olarak tanıtıldıkları bu bölümün sonunda bir de kitap delisinden söz ediliyor. Bu adam Barselonalı bir kitapçıdır. 1842’de düzenlenen bir kitap müzayedesi sırasında göz koyduğu kitabı satın alabilmek için açık artırmaya rakip olarak katılan bir kişiyi öldürmeye kalkmıştır. Yine aynı kitapçı sattığı kitapları geri alabilmek için içlerinde genç bir Alman Papazı, bir İspanyol şairi ve bir öğrencinin bulunduğu dokuz kişiyi acımasızca öldürmüş, bu nedenle ölüm cezasına çarptırılmıştır. Ölüm cezası yerine getirilirken son isteği yine kitaplarla ilgili olmuş, uğrunda dokuz kişiyi öldürdüğü kitaplarının Barselona Genel Kitaplığı’na verilmesini vasiyet etmiştir.

Yazılı belgeleri saklama, kitaplık oluşturma düşüncesi yazının tarihi kadar eskidir. Yazılı belgeler, özellikle kil tabletler önceleri tapınaklarda saklanırdı. Ninova kazılarından anlaşıldığına göre Asurlular kil tabletlerini özenle korumuş, uygarlık tarihinin en eski kitaplıklarının temelini atmışlardır. Mısırlılar ve Yunanlılarda ise artık gelişmiş kitaplıklar, kitaplar, okuyucular için özel olarak düzenlenmiş mekânlar görmekteyiz.

Yunanlılar’ın iki ünlü kitaplığı vardır. İlki İ.Ö.3. yüzyılda Bergama’da, ikincisi de 1.Ö.283’te İskenderiye’de kurulmuştur. Bergama kitaplığı sonradan İskenderiye’ye taşınmıştır. İskenderiye Kitaplığı eski çağ kitaplıklarının en ünlüsüdür. 700.000 kitaba sahip bu kitaplık İbni Haldun’a göre Hazreti Ömer tarafından, batılı araştırmacılara göre de I.S.4.yüzyılda Hristiyanlarca yakılıp yıkılmıştır.

Necip Asım yapıtında kitapçılık üzerine de geniş bilgiler veriyor. Eski çağlarda kitapçı dükkanları işsizlerle bilgiçlik taslayanların uğrak yeridir. Yazarlar bu dükkanlara gelerek yazdıkları kitapları okurlar, kitapçı beğenirse giderlerini karşılayarak okunan yapıtları kopya yoluyla çoğalttırır, satışa sunardı. Özel kitaplık kurma merakı o dönemlerde de geçerli idi. Özellikle varlıklı kişiler yanlarında bulundurduklara kölelerle tutsakları kitap çoğaltma işinde çalıştırırlar, bu yolla özel kitaplıklarını zenginleştirirlerdi.

İ.Ö. 3 ve 2. yüzyıllarda kitap alışverişinin en yaygın olduğu kent İskenderiye idi. Romalılar döneminde kitapçılar ürettikleri yeni kitapları İmparatorluğun her yanına gönderirlerdi.Ortaçağ, kitapçılar için çok karanlık bir dönemdir. Bu çağda Hristiyanlar daha çok dinsel kitaplar topladıkları, bunları da kiliselerinde kendileri ürettikleri için kitapçılar devre dışı kalmış, kitap alışverişi durmuştur. Arapların yayılma döneminde papirüs satışı yasaklanınca bu kez kitapçılar daha büyük bir darbe yemişlerdir. Derinin çok pahalı oluşu yüzünden yeni kitaplar üretilememiş, eski kitaplardaki yazılar silinerek yerlerine dinsel kitaplar yazılmıştır.

Kitapçılığın sürüklendiği bunalım 1275 yılına dek sürmüştür. Bu tarihte kitapçılık sanatı Fransa’da devletçe koruma altına alınınca kitap üretim ve alışverişi yeniden canlanmıştır. 14. yüzyılda kâğıdın, 15.yüzyılda da basımevinin bulunuşu kitapçılık alanında büyük bir devrim yapmıştır.

Kitapçılık alanındaki gelişmeler kuşkusuz ki Osmanlı ülkesini de etkilemiştir. Basımevinin 285 yıl geç gelmesini karşılık el yazması kitap üretim ve alışverişi başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun birçok kentinde büyük boyutlara ulaşmıştır. İstanbul, Bursa, Edirne ve Halep’teki sahaf dükkanlarının zenginliğinden yerli ve yabancı kaynaklar övgüyle söz etmektedir.

Bazı kişiler, özellikle yönetici durumundakiler eski çağlardan günümüze değin dünya görüşlerini beğenmedikleri yazarlara acı çektirmişler, yapıtlarını ise ya yasaklamışlar, ya da yakmışlardır. Kitap yakma olayı kitabın tarihi kadar eskidir. Necip Asım bu konuda da bizi aydınlatıyor. Yakılan yalnızca kitaplar olsa iyi. Çoğu kez yazarını da kitaplarıyla birlikte yakmışlar. Kitaplar yakılırken dinsel görüş ayrılıklarının da büyük ölçüde etkisi olmuş. Örneğin İspanyol başbakanı olan bir kardinal 1517’de Endülüs Emevilerinden kalma 5000 ciltlik el yazması Kuran-ı Kerim, İslamlıkla ilgili dinsel ve bilimsel kitabı bir çırpıda yaktırmıştır.

Necip Asım’ın “Kitap"ı gerçekten yararlı bir yapıt. Üslubu bozulmadan, açıklama ve dipnotlar eklenerek, günümüz Türkçesiyle yayımlansa öyle sanıyorum ki bugün de önemli bir boşluk doldurur.


Sami Önal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Sahafların vefakâr dostlarından biri de, eski kitaba gönül veren Dr. Mustafa Duman. Halk bilimi konularındaki geniş koleksiyonuna yeni kitaplar ekleme umuduyla her cumartesi sahaf dostlarına uğramadan edemeyen Duman, “gerçek kitap müşterisi” olarak tanımlananlardan Lise yıllarında halk bilimi konularına duyduğu ilgi, iç hastalıkları uzmanı olduktan sonra, bu tür kitaplar toplamasına neden olmuş. Nasrettin Hoca kitaplarınınsa ayn bir yeri var gönlünde. Bu nedenle kütüphanesinde Ermenice’den Karamanlıca’ya, taşbaskıdan el yazmasına, pek çok Nasrettin Hoca kitabı bulunmakta.

Hoca’nın zeki, hoşgörülü, esprili ve olaylara yaklaşımındaki iyimser tavrının, Amerika’dan Çin’e kadar tüm dünyayı etkilediğine inanan Duman, aradığı kitabı bulmakta karşılaştığı zorlukları şöyle dile getiriyor:

Özellikle son 3 yılda bütün kitapları bulmakta güçlük çekmeye başladım. Bunun en belirgin nedeni de, son yıllarda eski kitap piyasasında baş gösteren kitap azalması. Elinde kitabı olan da belki müzayedeliktir diye satmıyor, müzayedeyi bekliyor veya yurt dışı piyasalarında satmayı tercih ediyor. Dış piyasaya şirin görünüp daha çok sayıda kitap satabilmek için örneğin 1925’ten önce Türkiye’de yayımlanmış bir Ermenice Nasrettin Hoca kitabına aynı parayı teklif etmeme rağmen, Amerika’ya satıldı. Çok ender bulunan bir kitaptı, koleksiyonumda olmasını isterdim, uzun uğraşlardan sonra ancak fotokopisini alabildim. O kitabın yurt dışına gitmiş olmasına ayrıca üzüldüm.

Eski yazmalara bakınca, 17. yy’dan günümüze kalan 45-70 arası Nasrettin Hoca fıkrası olmasına rağmen, halkın birçok fıkrayı kendiliğinden ona mal ederek anlatmasıyla bu sayının her geçen gün arttığına ve Hoca’nın fıkralarının tarihsel olmaktan ekip bir geleneği yansıtmaya devam ettiğine değinen Duman, bu konuda ki 34 el yazması kitabın 30’unun yurt dışında olduğuna dikkat çekerek, devletin bu tür eserlere gereken ilgiyi göstermemesinden yakınmakta, “Şimdiye kadar, değerli bir çok el yazması, taş baskısı kitap yurt dışına çıkarıldı. Kanımca bunlar eski eser muamelesi görmeli. Değerli bir kitabın nüshası azsa veya yoksa, önce iç piyasada alıcı bulunmalı veya devlet tarafından bazı kaideler getirilmeli ki bunlar yurt içinde kalsın. Bildiğim kadarıyla henüz yasalarda bu konuda bir şey yok ama vakit geçirilmeden ender baskıların gelişigüzel yurt dışına çıkarılması engellenmeli. Bu bir kültür meselesidir ve şu anda sahafların insafına kalmıştır.

Nadir bulunan kitapları ahşaptan yapılmış kapalı kütüphanede ve belirli bir isi derecesinde saklamanın gerekli olduğunu vurgulayan Duman, Nasrettin Hoca fıkralarıyla ilgili şunları söylüyor;

Hoca’nın fıkralarına gerçekten yaklaşanlar, onun adına zoraki uydurulmuş olanları kolayca ayırt ederler. Balkanlardan Azerbaycan’a kadar pek çok millet, kendi fıkralarını ona uyarlayarak anlatmışlardır. Örneğin İran’da Molla Nasrettin diye geçer. Edebiyatçı olarak, dünyada Nasrettin Hoca konusunda yazılanlar kadar, başka hiçbir konuda yazıldığını görmedim. Yaşadığı devrin fakir fıkara insanidir ve başına türlü olaylar gelir. Örneğin bir yorganı vardır, kavga seyretmek için dışarı çıkar, onu da çaldırır. Yine de olaylara gülerek bakmış, dünyayı da güldürmüştür. Evliya Çelebi’nin, seyahatnamesinde yaptığı bir yanlış yüzünden, Avrupalı araştırmacılar, Nasrettin Hoca’nın Timur’la çağdaş olduğunu söyler. Halbuki Hoca 1285’de ölmüş, 1402’de Timur Ankara’ya girmiştir. Bence bunun bir zararı yoktur. Çünkü halk, Nasrettin Hoca’nın aracılığıyla fıkralarında, Anadolu’yu kasıp kavuran bir Moğol hükümdarından öcünü almıştır.


Dr. Mustafa Duman, eski kitap alıcısı olarak müzayedelerden başka yerde bulunmayan kitapları alma imkânı yarattığı için memnun, kitabı eşya gibi düşünen zengin müşterilerin fiyatı yükseltmesi açısından memnun değil:

İnsanlar daha yüksek fiyattan satabilirim düşüncesiyle ortaya çıkarmadıkları değerli kitapları müzayedeye koyuyorlar. Böylece aylardır arayıp da bulamadığınız kitapları görebiliyorsunuz. Hatta onları alma fırsatı çıkıyor karşınıza. Ama kitaptan fazla anlamayan, kitaba sadece eşya gözüyle bakan, parası da bol olan bazı zenginler, fiyatların yapay olarak yükselmesine neden oluyorlar. Bu da gerçek kitap alıcısını baltalıyor.

Elindeki kitapların kendisi için büyük manevi değer taşıdığını söyleyen Duman, halkın kitabı aynı şekilde önemsememesinden şikâyetçi:

Sahaflar eskicilerden kitap toplarlar ama özellikle 1926’lardan sonra bunların arasından çok az sayıda nadir kitap çıkar. Çünkü bir zamanların politikası yüzünden halk, elindeki kitabın değerini anlayamamış. El birliğiyle tüm kıymetli kitaplar hamur yapılmış. 1926’da yurt dışına döviz gitmesin diye, İzmit Kâğıt Fabrikası, ’elinizdeki kitapları getirin hamur yapalım’ demiş. Halk da bakmış kütüphanesinde eski yazıyla yazılmış okuyamadığı el yazması, taş baskısı vs. eskiden kalma ne kadar kitap varsa işe yaramaz nasıl olsa diyerek vermiş fabrikaya. Hepsi hamur yapılmış.

En gelişmiş ülkeler, gelenek ve kültürlerini eskiden beri koruyarak, onların üzerinde, onlardan aldıkları güçle yükselmeye devam ederken biz, böyle bir zihniyetten, ne yazık ki hâlâ çok uzaktayız. Kültürel mirasımızın sorumluluğu bize aittir ve onun hammaddeye dönüştürüldükten sonra yeniden işlemek yüzyıllarımızı alacak bir işlemdir.


Özlem Ada | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



Sahaflariçi tenhaydı; daha kapıda eski Mısırçarşısı’ndan sıçramış bir damla gibi küçük bir dükkân, eski zengin şarkın, kökü kimbilir nereye dayanan, hangi ölmüş medeniyetlere çıkan bir yığın geleneğin küçük ve sefil bir hulâsası, tozlu kavanozlarda, uzun tahta kutularda, üstü açık mukavvalar içinde asırlarca faydasına inanılmış, kaybolan hayat ve sıhhat ahenklerinin biricik çaresi gibi bakılmış ot ve köklerini, peşinden o kadar hırsla koşulan, okyanuslar aşılan baharlarını teşhir ediyordu.

Mümtaz bu dükkâna bakarken hiç farkında olmadan Mallarme’nin mısraını hatırladı: Meçhul bir felâketten buraya düşmüş... Buraya, bu tozlu dükkâna, bu duvarına elle yapılmış triko çorapların asıldığı yere... Yanıbaşında tahta kepenkli, peykeli eskimiş seccadeli dükkânlarda, aynı zengin ve uzaktan bakınca büyülü ananenin hikmetleri, ebediyete kadar türlü tasnif fikrine yabancı bir istif içinde, raflarda, rahle, sandalye üstlerinde, dükkânın döşemesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeye hazırlanıyorlarmış, yahut gömülü bulundukları yerden seyrediliyorlarmış gibi bekliyorlardı. Fakat şark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı. Bu kitapların yanıbaşında açık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri, kapakları resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerinin yeşili atmış frenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı. Kahve falı ile Momsen’in Roma hayali, Payot edisyonunun artıklarıyla Karakin Efendinin balıkçılık kitabı, baytarlık, modern kimya, ilmi remil, sanki insan kafasının bütün düzensizliği bu çarşıda birdenbire teşhir edilmesi icap ediyormuş gibi birbirine karışıyordu.

Böyle hep bir arada bakılınca insana sadece zihni bir hazımsızlığın eserleri gibi görülen garip bir halita. Mümtaz bu halitanın yüz senelik bir didinme, durmadan bir gömlek değiştirme içinde olduğunu biliyordu. Bu polis romanları hulâsalarının bu Jules Verne’lerin, Binbir Gecelerin, Tutinamelerin, Hayatülhayvanların ve Künzülhavasların yerini alabilmesi için bütün bir cemaat yüz sene bunalmış, didinmiş, doğum sancıları çekmişti. Tanıdığı dükkâncılardan biri kendisine dostça bir işaret etti. Mümtaz, ne var, ne yok? diyen bir çehre ile yaklaştı. Dükkâncı eliyle peykenin bir tarafında üst üste sicimle bağlı, eski meşin ciltli bir kitap dizisini gösterdi.

-Birkaç eski mecmua var... Görmek isterseniz...

Sicimi çözdü; kitapları silerek ona uzattı. Meşin ciltlerin çoğu kıvrılmış, bir kısmı da arkalarından çatlamıştı. Mümtaz, peykenin kenarına, ayakları sokağa doğru sarkmış oturdu. Kitapçının artık kendisiyle alâkadar olmayacağını biliyordu; nitekim gözlüklerini takmış, bir rahle üzerinde açık duran yazmasına dönmüştü.

Mümtaz, ateşte ağır ağır kavrulmuşa benzeyen ciltleri elinde evirip çevirirken, geçen Mayıs başında bu dükkâna son defa geldiği günü düşündü. Nuran’la buluşmalarına bir saat vardı; vakit geçirmek için buraya uğramış, ihtiyar kitapçı ile konuşmuş, güzel ve temiz ciltli bir Şekayıkı Numaniye ile zeylini satın alarak gitmişti. Bu, Nuran’la ilk defa Çekmecelere gittikleri gündü. Genç kadınla, İstanbul’un her tarafını dolaştıkları halde, Çekmecelere gidememişlerdi. Bütün günü orada iki gölün etrafında gezerek geçirmişlerdi. Küçükçekmece’de âdeta su üstünde duran ve bu yüzden insana ister istemez Çinliler’in kayık evlerini hatırlatan büyük lokantada yedikleri yemeği, köprünün başındaki avcı kahvesinin dereye bakan bahçesinde geçirdikleri saati, bu bahçeye inen tahta merdiveni hatırladı. Biraz ötede balıkçılar sandaldan sandala dik seslerle bağırarak kefal avlıyorlardı. Birden birkaç ses beraberce yükseliyor, güneşte vücutlarının yukarı kısmı çıplak insanlar birkaç kat’i ve keskin hareket yapıyorlar, sonra iki sandalın arasında ağ, yavaş yavaş bir bereket arması gibi ıslak ve kenarlarına takılmış balıkların küçük gümüşten akisleriyle sudan çıkıyor ve o zaman asıl büyük yığın güneşe bir ayna tutulmuş gibi birden parlıyordu. Yerde ayaklarının dibinde o anda kendileri ne alışıveren bir köpek, kuyruğunu sallayarak, kulaklarını kısarak yaltaklanıyordu. Arasıra yerinden kalkıyor, etrafı acaba ne var, ne yok gibi dolaşıyor, yine acele acele eski yerine dönüyordu.

Uzakta henüz gelmiş kırlangıçlar yuvalarını hazırlama telâşı içindeydiler. Köprünün kenarında kahvenin saçağında, mânâsını anlamadıkları hızlı konuşmalar oluyor, bazen bir kırlangıç küçük kanat çırpınışlarıyla, tıpkı yüzen bir insanın kendisini sadece olduğu sularda tutmaya çalışan haliyle boşlukta tutunduğu noktadan hudutsuz maviliğe kendisini bırakıyor, dikine bir hamle ile yüksekliklere fırlıyor, sonra gözlerinin artık takip edemeyeceği noktadan aşağıya doğru süzülüyor ve bu süzülüş tam sonuna kadar böylece gidecek vehmini uyandırdığı zaman, birdenbire ufkileşiyor, kendi üzerinde münhaniler, helezonlar çiziyor, bilinmez bir hendese dâvasını ispat eder gibi bir yığın kesik ve içiçe hareketler birbirini takip ediyor ve nihayetinde bu kendi ördüğü ağdan bir kanat darbesiyle kurtuluyor, telâşlı ve sevinçli yuvasına kavuşuyordu. Mümtaz sevdiği kadının geniş omuzlarını, başa narin bir çiçek edası veren boynunu, güneşten kısılmış, sade bir ışık çizgisi haline girmiş gözlerini olduğu gibi görüyordu. Geçen Mayıs... Yani Mümtaz’in dünyası az çok yerinde olduğu zamanlar...

Mecmualardan biri baştan aşağı çok kötü bir yazıyla kopya edilmiş bir Yunus Divanı’ydi; fakat haşiyelerde Baki’den Nef’i’den, Nebi ve Galip’ten alınmış gazaller vardı. Sonuna doğru birkaç yaprakta muhtelif ellerle, Daülfilfil’li, Kakuleli, Raventli birçok ilâç yazılıydı. Birinin üstünde kırmızı yazıyla Mâcuni Lokman Hekim başlığı vardı. Bir başkası bir soğanın içine karanfil doldurarak ateşte pişiriyor, iksiri Hayat yapıyordu. Öbür mecmua bir şarkı defteriydi: Şarkıların üstünde makamları, bestekârlarının adları yazılıydı; hepsi meyanları hiçbir sadayı ve heceyi unutmadan tekrarlıyorlardı: Pembe, mavi, beyaz, sarı kâğıtlarda, satırların tebeşir yeri hâlâ görülür şekilde, muntazam, âdeta nar gibi, diş diş yazıyla yazılmıştı. Sonuna doğru hoşa giden bazı beyitler kaydedilmişti. Ondan sonra 1197’de mecmua sahibinin mahdumu Abdülcelâl Bey iki günlük bir rahatsızlıktan sonra, rebiülâhirin onyedinci gecesi sabaha karşı vefat etmişti; bereket versin hemen birkaç ay sonra kerimesi Emine Hanım doğmuştu; bu hâdiseleri geniş bir sene idi; defterin sahibi süt kardeşi Emin Efendi’ye saraç dükkânı açmış, kendisi de bu kadar yıllık mazuliyetten sonra Kapanıdakik Komşuları Mehmet Emin Efendi kendisine meşkedecekti. Kimdi bunlar? Nerede oturuyorlardı? Mümtaz peşinden koşmaya hiç lüzum görmediği bir zamanının eşiğinde, elinden defteri bıraktı.

Üçüncüsü daha garipti. Bir çocuğa ait hissini verebilirdi. Çoğu sahifeler boştu. Ortasına doğru bir yerde ağaçta devekuşunun resmidir diye acayip ve acemi bir elle yazılmış başlığın altında ne deveye, ne kuşa benzeyen bir resim, alt tarafında yalanmış mürekkebin kararttığı karışık bir desen vardı. Bunda da birçok tarih vardı. Fakat yazıların hiçbiri birbirini tutmuyordu. Belki de bir meşk defteriydi; ve daha ziyade sonradan okuma-yazma öğrenen yaşlı bir adama ait olacaktı. Hemen her satırı daha acemi bir el birkaç defa tekrarlıyordu: Mekkei Mükerreméde delilimiz ’Saka Esseyd Muhammed Elkasimi Efendiye...

Biraz sonra adres daha vazih oluyordu:

Mekkei Mükerremede Babünnebide kuyumcu Mesut Efendi mahdumu Haremi Şerif hizmetkârından Esseyd Muhammed Elkasimi Efendi Hazretleri’ne...

Birkaç sahife ötede büyükçe bir masraf cetveli altında da Velinimet Naşit Beyefendi Hazretleri’nin mabeyni hümayûn beşinci kâtipliğine tayinleri tarihidir” diyordu.

Mabeyni hümayûn beşinci kâtipliğine bâ irade-i seniye tayin buyurulan velinimetimiz Naşit Beyefendi Hazretleri berayı mübaşereti vazife bu sabah elbisei resmîyelerini lâbis olarak sarayı hümayûna azimet buyurmuşlardır. Hemen Cenabı Rabbi izzet tevfiklerini refik eyliye. Mümtaz’ın kafasında Abdülmecit Devri bütün sazlarını çaldı.

Daha altta çok kalın kalem ve bir türlü kendini idare edemeyen bir elle yazılmış olan bir beyit geliyordu:

Gül nerde, bülbül nerde
Gülün yaprağı yerde

Arkasından kaplumbağa yavrusu kabuğu, ayın on beşinde sırça şişeye doldurulan yedi çeşme suyu, kırk nar tanesi, safran ve karabiberle geceyarısı ateşte kaynatılan, taze kiraz dalıyla iyice karıştırılıp, duası okunduktan sonra kırk gün güneşe bir büyü tarifi. Onu da, görünmeden insanlar arasında gezmek için yine kırk gün kırk defa okunacak bir dua takip ediyordu.

Öbür sahifede kırmızı kalemle tanıdığı dillerden hiçbirine uymayan altı isim yazılıydı:

Temâgisin, Begedãnin, Vesevådin, Vegdasin, Nevfena, Gadisin..

Bunların altında, gece yatarken yedi defa okundukta behemehal niyet edilen şey üzerinde rüya görülüyor, deniyordu. Daha aşağıda ise Geldanî yazılarının okunma şekli hakkında uzun bir izahat vardı. Mümtaz kendi kendine tekrarladı:

Temägisin, Begedânin, Yesevâdin, Vegdasin, Nev fena, Gadisin...

Bu acaip şeyleri Nuran’a anlatamayacağı için mahzun oluyordu.


Ahmet Hamdi Tanpınar | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________




Torunumla birlikte kentin kıyı köşelerinden birinde yürüyoruz. Hava boz. Gri bir rüzgâr kaldırım kenarındaki plastik yığınlarını an an dansettiriyor. Vıcık bir kütle kalkacakmış ayağa gibi oluyor. Geçince rüzgârın gücü, lök gibi oturuyor yerine.

Hiç böylesine yığılmamıştı plastikler. Gönüllüler de iyice yaşlandı demek. Ben bile sokağa ayda yılda bir kere çıkıyorsam geriatrik masajlarla başarabiliyorum. Torunum bütün gençlik merakı ile kent sınırlarını keşfetmek istemeseydi, zor çıkardım evden. Yetmiş yıl önce daha kırklı yıllarımın başındayken geçirdiğim niyokardi enfarktüsünden bu yana, yürüye yürüye ömrümü uzattım. Niye yaradı diye düşünüyorum da, ayaklarım geri geri gidiyor evin kapısından çıkarken.

Torunum otomobil biokimyası ile uğraşan bir babanın sperm bankasında dünyaya gelen oğlu. Genlerine merak doldurmuşlar sanki. Hiç şimdiki çocuklara benzemiyor. Buğulanmış bir lomboz deliğinden zaman zaman görünen geçmişimdeki çocukları anımsıyorum onunla konuşunca. Mutlaka gen bankası ile sperm bankası arasındaki çekişmezlik de bir hata oldu. Bugün de beni kentin kıyı köşelerine doğru çekiştiriyor. Sanki kıyı sözcüğü artık plastik yığınları arasından can çekişen denizlerden kentlere malolurken anlamını yitirmemiş gibi. Niçin bu çocuk beni anlamsız kavramlar peşinde süründürüyor?

Birden gözden yittiğini ayrımsıyorum onun. Deli gibi sıçramaya başlıyorum olduğum yerde. Bu sıçramalar koşmak isteğimin gövdemce karşılanamaması sonucu ortaya çıkan komik ve yararsız bir devinim biçimi. Ancak soğukkanlılığımı takınıp efendi gibi yürümeye karar verirsem, gitmek istediğim yöne yürüyebiliyorum.Telaşsız ulaşabiliyorum. Torunumu bulma heyecanımı altediyorum. Giderek daha genişleyen bir daire çizerek arıyorum onu, terkedilmiş makromotorlar, megatelevizyonlar, midisetler, minifırınlar, plastik donlar ve AIDS’e.karşı diye üretilip aşkı öldüren prezervatifler arasında.

Kloroflorokarbon ürettikleri için kurşuna dizilmiş sprey kutularının, tepeme devrilmesi, ya da bir çatlaktan geçmişin karanlığına kayıvermem çok olası. Yöneticilerin her türlü iletişim olanağı ile bıkmadan yineledikleri bu tehlikenin büyüklüğünü anlıyorum şimdi. Tehlikenin büyüklüğünü anladıkça yöneticilerimize şükran duyuyor, müzmin muhalifliğimden utanıyorum.

Gerçekten de yöneticiler vatandaşların kendilerine ne denli gereksinimleri olduklarını anlatmak için arada sırada toplu olarak onları bu kıyı köşelerde yalnız bırakmalı. Alt kattaki bilgisayar o kendini beğenmişliğiyle bu durumda ne yapacağını merak ediyorum doğrusu. Kıs kıs gülüyorum. Altmış yıldır ekran başında oturmaktan gözleri körelmiş, kıçının tüyleri seyrelmiş, bacakları büyüyen göbeğini zor taşır olmuş bu adamın kendisi de seksen küsur yaşında olmasına rağmen bana moruk muamelesi yapmasını hiç hazmedemiyorum doğrusu.

Evet evet, yöneticilerimiz bize sundukları güven duygusunun gerekliliğini kanıtlamak için arada surada toplu olarak onları bu kıyı köşelerde yalnız bırakmalı. Alt kattaki bilgisayar uzmanı gözümün önüne gelince keyifleniyorum. Neymiş? O bilgi çağının çocuğuymuş da çağlar devirmiş. Biz ne çocuğuyuz beyefendi? Anamız var. Babamız var. Vardı yani, toprakları bol olsun yediyüz katlı gökdelenlerin beton temelleri altında kalan mezarlarında. Evet evet. Gerekli güven duygusu, gerekli. Ben ki korkmam ama.

Arkamda duyduğum sesle sıçrıyorum bir kez daha. Sıçrama dedinse, demin de dediğim gibi, tabanlarım yerden kalkmadan uçamayan kaz misali yekinmek. Torunum bir şey uzatıyor bana. Almak için uzanıyorum. Arkasına saklıyor elindekini. Müthiş bir merak duygusu uyanıyor içimde. O güne değin unuttuğumu sandığım, ama şu anda beni kor gibi yakan bir duygu bu. Önce azarlıyorum torunumu, neredeydi diye. Harikulade bir yer buldum diyor. Harikulade. Gel bak.

Dev bir brülör kazanının içinden geçiyoruz. Yine bazı kıpırdamalar belleğimde tatlı tatlı. Kazan içinde yaşayanlar. Kazandibi. Muhallebi. Neydi bunlar yarabbi? Yarabbi neydi, oh my god! Torunum önümde koşuyor, dev plastik tabakalarını elindeki paslanmaz çelik parçasıyla dele dele. Birden duruyor. Ben de duruyorum Yanına gidip bakıyorum.

Küçük bir meydan. Asmalar yeşillenmiş meydanın üstünü. Küçük şirin bir çeşme. Güneş akan suyu pırıldatıyor, asma yapraklarını aşabildiğinde. Bir cıvıltı, bir devinim, bir neşe. Tırnaklarımı belleğime geçirip plastik perdesini yırtmak istiyorum. Bu meydan. Burası. Ne?

Torunum az önce arkasına sakladığı şeyi uzatıyor. Elime alıyorum. İrkiliyorum. Plastik ya da PVC değil bu. Yaşıyor. Kâğıt. Kâğıtlar. Kitap. Kitaplar. Torunum kitaba uzanıyor. Dur diyorum. Yıllardır görmediğim yüzünü unuttuğum dostuma yakından ama çok yakından bakıyorum. Yılların tozuyla kirlenmiş kapağı üflüyorum. Toz gitmiyor. Elimle siliyorum imkânsız. Toz gitmiyor. Yapışmış plastik bir tabaka gibi. Tırnağımla sökmeye çalışırken yırtılıyor kapak. Altından bir kapak daha çıkıyor. İç kapak. “Nar Çiçeği". Yüzyıldır görmediğim bir rengin tadı, plastik yığınları arasında unutulmuş bir bahçeden, bir dost kalemiyle uzanıyor bana. Az önce baktığım meydana doğru bakıyorum. Torunumun plastik yığınında deldiği yarık kapanmış. Giremeyeceğim, göremeyeceğim artık. Denesem mi?

Elimdeki kitabı karıştırıyorum. Kelimeler, kelimeler, kelimeler. Çeviriyorum sayfaları. Bir şey düşüyor yere. Torunum uzanıp alıyor hemen. Bir nar çiçeği. Kitabın arasında kurutulmuş, unutulmuş bir nar çiçeği. Torunum uzatıyor çiçeği bana. Epeydir herkesin diline egemen deyimle soruyor. “What is this, Granpa?”. Kitabı plastik yığınları arasına usulca bırakıp, yorgun elimi ona uzatırken yanıtlıyorum. “This is a book.


Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991
______________________________________________________________________________________



İnsani uygarlığın günümüzdeki yüksek düzeyine ulaşmasında, diğerlerinin yanı sıra, özellikle üç gelişmenin önemli etkisi olduğu kabul edilmektedir. Bunlar, kağıt yapımı, matbaanın bulunması ve basım tekniğinin gelişmesidir. Kitap,dergi, gazete vb okuma araçlarını dar ve zengin bir çevrenin tekelinden çıkarıp, geniş kitlelerin kullanımına sunulmasına olanak sağlayan; yayıncılığın temel hammaddesi olma niteliğini günümüzde de sürdüren “kâğıt”ın tarihsel gelişimi, insanlığın kültürel geçmişine bir anlamda ışık tutmaktadır.

İ.S. 105’te Ts’ai Lun tarafından Çin’de icat edildiği kabul edilen (Carter 1955: IX) kâğıda ilişkin gelişmelerin Avrupa’da 13. yy. ülkemizde ise 18. yy’da yoğunluk kazandığı görülmektedir. İlk matbaanın Avrupa’da 1457’de, ülkemizde ise 1727 yılında üretime başladığı gerçeğinin de altını çizelim.

Ülkemiz tarihinde yaşanan önemli bir sosyo-ekonomik değişimin ertesine rastlayan son on yıllık dönemde, kâğıt ve yayıncılık sektörlerinde sorunların varlığını artırarak koruduğu söylenebilir.

1936 yılında 10.000 Ton/Yıl kapasite ile üretime başlayan SEKA’nın bugünkü (1989 üretim kapasitesi 577.500 Ton/Yıl’dır... Halen üretim faaliyetinde bulunan 38 kâğıt karton tesisinin 31’i özel kesime aittir... Toplam üretimde kamu sektörünün payı %55’tir. (DPT 1989: 177-178)
Yukarıdaki verilerden de anlaşıldığı üzere, ülkemiz kâğıt sektöründe önemli sorunlardan birisi; özel sektöre ait kâğıt fabrikalarının geri teknoloji ve düşük kapasiteli üretim gücüne sahip olmasıdır.

1988 yılında SEKA’da yaşanan ve niteliği tartışılır grev, ithalatın bir önceki yıla göre %45 oranında (DPT 1989:178) artmasına, bu artış ile kâğıt fiyatlarının yükselerek yayıncıların önemli ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.

1985-89 yılları arası dönemde yayıncılıkta kullanılan kâğıt fiyatlarının değişimi şöyle olmuştur:


Bu dönemde hammadde temini, kâğıt sanayinin gelişmesini önleyen en önemli sorun olarak devam etmiştir. (DPT 1990:184)

Burada belirtilmesi gereken bir nokta da, kâğıt sektöründeki her sorunun yayıncılık sektörünü de doğrudan etkileyeceğidir.

Ülkemizde yayıncılık sektörünün son dönemde durgun ve cılız bir yapıya sahip olduğunu söylemek olanaklıdır.

1985-89 yılları arası dönemde basılan kitap sayıları şöyledir:


Yine bu dönemde bir kitabın ortalama 3000 basıldığı belirtilmektedir. (Erduran 1988:2) Gerek bir yılda basılan kitap sayısı, gerekse yıllık tirajlar, son yıllarda yayıncılık sektörünün durumunu ortaya koymaktadır.

Ülkemizde yayıncılık sektöründe en önemli sorunun kâğıt sorunu olduğu ilgili birçok kişi tarafından dile getirilmektedir. Kuşkusuz, kâğıt sorunu derken anlatılmak ve vurgulanmak istenen, kâğıt fiyatlarına yapılan zamlardır. Batı’da kâğıdın tüm maliyetler içindeki payı %10’u bile bulmazken Türkiye’de bu oran 30’un üzerindedir. (Gönensin 1989:2) Yukarıda sözü edilen zamlar kâğıdın maliyet içindeki payı ile birlikte düşünüldüğünde daha çarpıcı olacaktır.

Ülkemizde kâğıt fiyatlarına ilişkin bir başka sorun da, resmi ve karaborsa olmak üzere ikili fiyat sisteminin varlığıdır.

Gerek istatistiksel veriler ve gerekse ilgili kişi ve kurumların ifadeleri temelinde, ülkemiz yayıncılık sektöründe kâğıt ve sorununun özelikle kâğıt fiyatları konusunda odaklaştığı söylenebilir.

ÜLKEMİZDE KAĞIT FİYAT POLİTİKASI

Ülkemizdeki ekonomik sistemde, meta olması nedeniyle kâğıt ekonomik bir nesnedir. Diğer metalar gibi kâğıdın fiyatı da ekonomik mekanizmayla belirlenir; belirlenmesi gerekir. Bizim burada altını özellikle çizmeye çalıştığımız sav, ülkemizde kâğıt fiyatlarının ekonomik kurallara göre belirlenmediğidir. Diğer bir deyişle, kağıt fiyatları, ülkemizde ekonomi dışı ilkeler temelinde belirlenmektedir.

Bunu göstermeye çalışalım:

Ülkemiz ve benzeri ülkelerdeki ekonomik yapılarda arz talep dengesi ya da dengesizliğin fiyatları etkilediği ileri sürülmektedir. Arz fazlalığı fiyatlarda düşmeye, talep fazlalığı ise artışlara neden olmaktadır.

1985-89 yılları arası ülkemiz kâğıt sektöründe arz talep durumu şöyledir:


Tablo’da da görüldüğü üzere fiyatları yükseltecek bir talep fazlalığı söz konusu değildir. Aksine, her yıl arz talepten fazla olmuştur. Arz içindeki “üretim” bileşeninin oranı da talebe yakındır. Kaldı ki, V. Plan öncesi talebe bağlı olarak hedeflenen kâğıt üretim miktarı 783.300 ton iken, gerçekleşen üretim miktarı 877.265 tondur (V. BYKP).

Bu dönem, yayıncılık sektöründe kâğıt fiyatlarının ekonomi dışı kurallar temelinde belirlendiğine yönelik önemli bir veri de; toptan eşya fiyatlarındaki artış ile kâğıt fiyatlarındaki artış arasında görülen farklılıktır.


Kâğıt fiyatlarındaki artışın, toptan eşya fiyatlarındaki (Enflasyon) artıştan her yıl daha fazla olduğu ve bunun biraz daha arttığı görülmektedir. Bu önemli orandaki farklılığın burada ileri sürülen savı desteklediği yadsınamaz.

SONUÇ

Kuşkusuz, ülkemizde kâğıt politikasına yönelik ve bu doğrultuda resmi ifadelere rastlanmamaktadır. Ancak kâğıt sorununun odaklaştığı, kâğıt fiyatlarındaki artışların belirlenme ilkelerinin, ülkemizdeki kültürel değişimi belirlemenin bir parçası olarak düşünüldüğü söylenebilir.

Danimarka’da 198 kg. olan, kişi başına kâğıt tüketiminin, ülkemizde 10 kg. olduğu (Gönensin 1989:2) gerçeği, bize kültürel gelişmede “ileriye doğru” alınması gereken çok yolun olduğunu göstermektedir.
____________________________________________________
KAYNAKÇA
  • ARKIN, R. Gökalp (1987) İkinci Türk Yayın Kongresi. 24-27 Ocak 1975 cilt: 2. Ankara, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü.
  • CARTER, Thomas F. (1955) The Invention of Printing in China. Second ed. New York, The Ronald Press Com.
  • DİE. (1990) İstatistik Yıllığı 1989. Ankara, DİE.
  • DPT (1990) VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı. 1990-1994. 1990 Yılı Programı. Ankara, DPT.
  • DPT (1965) V. Beş Yıllık Kalkınma Planı. 1985-1989. Ankara, DPT
  • DPT (1989) V. Beş Yıllık Kalkınma Planı. 1985-1989. 1989 Yıllık Programı. Ankara, DPT.
  • ERDURAN, Erol. (1988). Türk Yayıncılığı ve Yeni Yayın Döneminde Karşı Karşıya olduğumuz Bazı Sorunlar. Yayın Dünyası Ağustos (1988).
  • GÖNENSİN, okay. (1989) “Kâğıdın Hesabı” Cumhuriyet Gazetesi. 19.6.1989.



Bülent Yılmaz | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 272 - 15 Eylül 1991