Erkan Yücel


Erkan Yücel, Türk sahnesinde ve perdesinde çeşitli karakterleri ete kemiğe büründürdü, onları kendi özgün yorumuyla sanki yeniden yarattı. Ancak bu tiplerin dışında, onlara can veren gerçek bir kahraman, güçlü ve renkli bir karakter olarak Erkan Yücel’in kendisi vardır. Erkan, usta sanatçılığıyla devrimci aydın karakterini gerçekten çok derinden ve etkili bir üslupla kaynaştırmış bir kahraman olarak, asıl bu rolünü henüz tamamlayamadan herkesi derin bir acı içinde bıraktı. O’nun bitiremediği rol, Lorca’nın “Kanlı Düğün”ündeki işçiliğinden önce, Türk sanatındaki ve sanatçılarımız içindeki, eşi bulunmayan, ancak Erkan’ın kişiliği ve karakteri ile tanımlanabilecek rolüdür.

İnsanlar dünyada bir hacim kaplıyorlar ve giderlerken de cesetlerinin kapladığı yer kadar bir boşluk bırakıyorlar. Ama Erkan’ın bıraktığı boşluk, usta sanatçı ve has devrimci karakteri ile anlam olarak çok büyüktür ve doldurulamaz. Bu nedenle O, gelecek için, zamanla çok daha derinden anlaşılacak bir örnektir. Kanımca Türk sanatının önemli bir ihtiyacı, Erkan karakterinin kahramanlaşmasıdır.

Erkan, düzen tarafından âdeta taşlı çakıllı bir araziye sürülmüş, çevresi dikenli tellerle çevrilmiş ve böyle bir alanda sanat yapmak zorunda bırakılmıştır. Özgürce yaratabilmek, sesini duyurabilmek için, her gün direnmiş, döğüşmüş, isyan etmiştir. Erkan âdeta üzerine basan çizmelerin köselelerini delerek çiçeklerini açmıştır. Dişiyle tırnağıyla mücadele ederek yaratmıştır.

Erkan Yücel, ortaçağın gölgelediği bir düzenin değer yargılarına kendine has bir küçümseme ile meydan okumuş, hep gözlerini büyük geleceklere, insanlığın engin ufuklarına dikmiştir. O’nun hayal gücü, O’nun ufku, çok çok yükseklerdeki uçurtmaların kanatlarındadır. Bu nedenledir ki, önüne açılan kapıların çekiciliğine, davetlerin vaatkârlığına gerçekten bir an bile kapılmamıştır Gözleri, neon lambalarıyla, reklam spotlarıyla kamaşmamıştır. Düzenin Erkan’ın başına takmak istediği çelenkleri, haleleri hep reddetmiştir. Parlayan sanatçılar için kurulan kapanlara çekilememiştir. Birçoğunun bugünüyle ve yarınıyla yalnız dünyalarını değil, hayallerini de kaplayan peşinden divanece koştukları parıltılara, sağlam bir kişilikle, güçlü devrimci duygularla ve kendine özgü alaycı fakat gösterişsiz bir vakarla gerçekten tepeden bakmıştır. Ve bu tepeden bakışı, yolda yürür gibi, bir sigara yakar gibidir; o kadar olağandır, hiçbir zaman gözleri üzerinde toplayan bir reklam aracı değildir. Bu hali, Erkan’a çok yakışırdı, O’nun büyük sahne yeteneğini tamamlayan çok güçlü devrimci karakterinin kanımca en belirgin niteliği budur.

Erkan, tuzaklara düşürülemediği için kenarlara kuytulara sürülen, üzerine basılarak ezilmek istenen devrimci yeteneğin simgesidir. O, bütün cansız ve kaba ağırlıkların altında dimdik durabilmiş, bükülmemiş, ezilmemiştir. Başı ve gövdesi hep filiz vermiş, hiç kurumamıştır.


BİR YOL ERİ

Erkan, ölümün hiç ama hiç yakışmadığı, hayat dolu, renkli ve dayanaklı bir kişiliktir. Ama ölüm eğer bir doğa yasası ise, Erkan’a böyle kaza ile değil ama ancak yollarda ölmek uygun düşerdi. Çünkü O, büyük bir sanat yeteneği olmak yanında, bir yol eri, bir yol kahramanıydı. O’nun çağdaş karakterini ve ideolojik yönelişini, Anadolu derviş geleneğinin düzenin değer yargılarını hiçe sayan, alçakgönüllü, militan ve çileli çizgileri tamamlamıştır. Yirminci yüzyılın erenlerindendi O. Derin bir manevi varlığı, evreni kucaklayan bir iç dünya görüşü vardı. Evrensel bir yol tutturmuştu, aydınlık ve büyük bir geleceğe doğru, başı açık ama dik, yalın ama sağlam, öyle Erkan gibi yürüdü. Yalnızca gerçekleri izleme kaygısıyla değil, aynı zamanda kocaman yürekli bir gönül adamı olarak, uçurtmaların özgürce uçtuğu diyarlara doğru bir sefere çıkmıştı. Soluklu ve inatçıydı. Yollara bir hevesle ve başında kavak yelleri estiği çağlarda gelip geçici düşenlerden değildi; bir uzun yürüyüşçüydü. Yazık, çok yazık ki O’na yollar dayanamadı.


TİMUR’UN KARŞISINDA BİR NASRETTİN HOCA FİGÜRÜ

O’nu ağır baskılar, zorbalıklar ortasında da gördüm ve işte o zaman çok ama çok sevdim. Erkan, gönlü tüm insanlıkla dolu, uluslararası bir insan ruhu taşırdı. Ama o kadar da Türkiye’liydi, öylesine bu toprakların insanıydı. Memleketinin her şeyini büyük bir sevgiyle, derin bir hazla paylaştı. Hatta taş duvarlarını, demir parmaklıklarını, büyük şangırtılar çıkartarak üzerine kapanan kilitlerini bile. Nasrettin Hoca soyundandı O Timur’un karşısında güçlü bir Nasrettin Hoca figürü çizmiştir. Zorbalıkları, ince bir zekâ ile alaya alan dağlarca sağlam bir direnme gücüyle göğüslemiş, zulümleri dudağının kenarına takılan bir gülümseme ile günlük bir “merhaba” dercesine olağan karşılamış ve çevresine hep bu ruhu vermiştir.

Usta ve tanınmış bir sanatçıdır, ama bu, O’nun afiş asmaktan nezarethanelere düşmesine, oyunları yüzünden karakol köşelerinde tahta sıralara uzanarak gecelemesine engel değildir. Erkan’ın sanatçı ustalığına büyüklük katan suradan devrimci davranışları, çok derin bir alçakgönüllülüğü vardır.

Erkan’ın varlığa, nezarethaneleri hapisaneleri, hücreleri bir bayram yerine çevirirdi. Oraların hayat ve neşe kaynağı, direnme ve güç kaynağı, bitmez tükenmez bir iyimserlik pınarıydı. O’nunla zor günlerde yaşanan olaylar, derlenip toplanarak anlatılsa, başlı başına bir eser ortaya çıkar; Erkan’ın pek bilinmeyen bir eseri. O’nun hücre demirlerine kâh tutunarak, kâh sallanarak, ifadesi ve mimikleriyle yaptığı maymun taklitleri vardır. Orayı bekleyen ya da orada bulunmak durumunda bırakılan her maymunu seyrederken birden bulundukları mekâna yabancılaşırdı. Demir kafesler, insanlara pek yakışmıyordu, orası bir hayvanat bahçesi olmalıydı, henüz bir arpa boyu yol almaktansa, Erkan’a göre maymun olmak, bütün insanlığı kurtaracaktı. ille de sahne gerekli değildi, sürekli oynardı. Oynayarak konuşur, oynayarak anlatırdı. Örneğin O’nun aslında düzenin adamı olan “liberal” bir solcuyu canlandıran bir Dürrüyekta tipi (ismini koymakla övünebilirim) vardır. Dürrüyekta, adı üstünde “eşi bulunmaz bir inci” olduğu kanısındadır. Kendisinden önemli ve değerli hiçbir şey olamaz Dürrüyekta için. Sonra Erkan’ın bir “Öfkem Şarlayan” tipi vardır. Bu tipiyle her an infilak etmeye hazır, hiddeti burnunda keskin bir solcuyu karikatürleştirir. Ne yazık ki, fi tarihinde İskenderiye Kütüphanesi’nde yakılanlar gibi, bu eserlerin de bir nüshasını bile bulmak mümkün değildir.

Toplumu, “demir üzerinde karınca izini görmeye” çalışan bir tutkuyla gözlemler ve eleştirir Erkan. Sonra bu gözlemini, zengin bir düşünsel kaynaktan, büyük bir zekâdan ve dipdiri bir yaşama gücünden beslenen oyunlarla özgün bir üslupla dile getirir.


DELİCE BİR SEVDA

Sahnede sıcacıktır Erkan. Hangi rolde çıkarsa çıksın içimizden biridir ve çok sevdirir kendini. Ama hayatında çok çok daha sıcaktır, herkesin sevgilisidir O. O’nda bir şeytan tüyü olduğu için mi böyledir? Hayır, sevginin, duyarlılığın beşiğinde büyümüştür ve zekidir. Erkan sade yaşayan halk yığınlarının birçok güzel gelenek ve göreneği, kadir kıymet bilirliği, dayanışma ruhu, çalışkanlığı, emeğe saygısı, incelikleri, dayanıklı dostlukları ve sıcak duyarlılığı içinde, eski Ankara’nın Kale’ye doğru çıkan sokaklarında, büyümüştür. O’nun karakterini yaratan kaynaklardan biri de budur. Bir yönüyle de mizahın, orta oyununun içinden gelmiştir. Kavukluları, Pişekârları çocukluğundan beri tanımıştır; onların arasında yetişmiş, mizah yeteneğini biraz da onlardan almıştır.

“Emekçi”, “işçi", “köylü", “halk” gibi sözcükler, Erkan Yücel’de basit kalıplar değildir; içleri doludur bu kavramların. Bir hayatla, mücadeleyle, karşılığında kendisini ödeyerek nakış gibi işlemiştir bu kavramları. işte bu yüzden köylere, kentlerin kenar semtlerine tiyatro götürmek gibi bazılarına “deli mi bu adam be” dedirten bir tutkuya düşmüş, yıllarını bu sevdaya kaptırmıştır. Traktörlerin römorklarını birleştirerek kendi elleriyle kurduğu sahnelerde, emekçi semtlerinin briketten yapılan derme çatma açıkhava sinemalarında, çayıra bağdaş kurmuş ya da birbirine tellerle bağlanmış kuru sandalyelerde oturan, güzelliklerden aydınlıklardan bin yıllardır yoksun bırakılan insanlara, Gorki’leri, Nazım Hikmet’leri, Brecht’leri, Orhan Kemal’leri, Haldun Taner’leri götürmüştür. Emekçi kitleler, onun için delice bir sevdanın, coşkun ve köpüklü akan bir aşkın konusudur.


İNSANLIĞIN BÜYÜK UMUTLARI, ÖZLEMLERİ

Bizi en acı olayların, zorlukların ortasında, apaydınlık bir iyimserlikle güldüren, herkese baskılara karşı alaycı bir meydan okuma ruhu veren Erkan, bizleri bu kez elinde olmayarak ağlatıyor. Türkiye’nin her şeyiyle, bu arada trafiğiyle de çalkantılı ve anarşik ortam, fırtınalara gösterişsiz bir kahramanlıkla göğüs geren büyük bir değerin etten kemikten varlığını yuttu. Yeryüzünün bugünkü kaosu, değerleri çekip içine alan bu anaforu, bu son kalleşliğini de yaptı işte!

Bazı acılar vardır, insana durdukça işler; zaman dindiremez, daha çok hatırlatır onları.
Sevgili Erkan’ın acısı, bir eksikliği, bir yalnızlığı, zamanın üzerine sürekli tuz bastığı, dinmeden kanayan bir yara gibi duyuracak.

Erkan Yücel, bir çeyrek yüzyıla çok şeyler sığdırdı, çok hareketli, çok yoğun, çok bereketli yaşadı, çok şey yaptı, kendini çok sevindirdi; ama esas yapacaklarını yapamadan, yeni açan çiçeklerini büyük meyvelere dönüştüremeden gitti. İnsanın içini ateşlere yandıran budur. Bir rastlantı, bir kaza, O’nunla ilgili büyük umutları ve büyük beklentileri de birlikte götürdü. İşte insanın yüreği bunu kabullenemiyor ve buna isyan ediyor.

Benim Erkan için yazım, burada bitiyor. O, okusaydı haklı olarak eksik bulacak ve son bir cümleyi mutlaka ekleyecekti: Lorca’nın “Kanlı Düğün”ündeki kahraman öldü, ama insanlığın yepyeni dünyalar kurmasının, engin gelecekler yaratmasının kaynağı olan büyük umutları, büyük hayal gücü yaşıyor.

Bakın işte Erkan’ın güzel ve hünerli elleriyle yaptığı uçurtmalar, büyük umutlar ve beklentiler, gökyüzünde rengârenk süzülerek dalgalanıyor.



Doğu Perinçek | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985
_____________________________________________________________________________________




Erkan Yücel, gönüllü (amatör) tiyatroculuktan yetişmiş, mesleğe geçmiş bir “tiyatro adamı” idi.
Trafik düzensizliğinin kurbanı olduğunda henüz 41 yaşındaydı.

1944 yılında Ankara’da doğan Yücel, tiyatroya başkentin en eski ve verimli gönüllü tiyatro kuruluşu olan “Tiyatro Sevenler Gençlik Derneği”nde başladı. Sonralan “Ankara Deneme Sahnesi” adını alan ve 1957 yılında kurulmuş olan topluluk, 1950’li 60’lı yıllarda birçok değerli sanatçının tiyatroya ilk adımını attığı yer olmuştu, 1962’de bu toplulukta “Arlekino’nun Cambazlıklar”, “Yanlışlık” gibi oyunlarda görev aldı. Sonra Halkevi Oyuncuları’na giren Erkan Yücel, tiyatro kurslarına katıldı.

  • Nurettin Sevin,
  • Mahir Canova,
  • Haldun Marlalu,
  • Suat Taşer,
  • Seza Altundağ,
  • Adnan Turani,
  • Shirley Subaşı gibi hocalardan ders gördü.

O yıllarda;
  • Rüştü Özer (Asyalı),
  • Işıl Leki,
  • Yaşar Güner,
  • Emel Goksu,
  • İhsan Sanıvar,
  • Sonat Konor,
  • Ferhan Balkanlı,
  • Ahmet Tumel gibi genç yeteneklerle çalışan Yücel, ilk profesyonel çalışmalarına Ankara Meydan Sahnesi’nde başladı.

1964’te ise Ankara Sanat Tiyatros’na geçti.
AST bir yıl önce başkente yerleşmiş genç, ama üstün yetenekli bir kadroyla başkentin sanat yaşamında olay yaratmıştı.

AST’ta on yıl kadar süren tiyatro yaşamında;
"Sultan Gelin”,
“Yosma”,
“Ayak Bacak Fabrikası”,
“Saf Adam ve Kundakçılar",
“Bozuk Düzen”,
“Arturo Ui’nin Yükselişi",
“Simavnalı Şeyh Bedrettin”,
“Eskici Dükkanı”,
“72. Koğuş”,
“Pazar Gezintisi”,
“Kuyruklu Yıldız Altında",
“Durdurun Dünyayı İnecek var”,
“Müfettiş”,
“Sarıpınar-1914",
“Mayın”,
“Durand Bulvarı”,
“Linç",
“Tozlu Çizmeler”,
“Nafile Dünya",
“Hamdi",
“III. Reich’in Korku ve Sefaleti”,
“Ana”da giderek yükselen bir oyunculuk çizgisi çizmiş;
1971-72 döneminde “Gol Kralı Sait Hopsait”te ise grup yönetmeni olarak ilk yönetmenlik çalışmasını yapmıştı.

Bu süreç içinde;
  • 1966-67 donemin de “Pazar Gezintisi”
    ve “Durdurun Dünyayı inecek var"daki oyunlarıyla,
  • 1967-68’te “Sarıpınar-1914"teki kompozisyonuyla,
  • 1970-71 de “Linç” ve “Birinci Kurtuluş"tan oyunlarındaki çalışmalarıyla,
  • 1971-72 döneminde ise “Nafile Dünya” ve “Reich’ın Korku ve Sefaleti"ndeki kompozisyonlarıyla Sanatsevenler Derneği’nin (Sanat Kurumu) tiyatro ödüllerine adını yazdırmıştı.


Erkan Yücel, 1973’te “Ana”daki Pavel rolünü oynadığı sırada tutuklandı. Bir süre tiyatrodan uzak kaldı. Daha sonra 1975’te bağımsızlığı seçti. Gönüllü oyunculardan oluşan bir kadroyla Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu (DAST) kurdu. Bu toplulukla daha yoğun politik nitelikli bir çalışmaya ağırlık vermişti. Sahne çalışması biçiminde hazırlanmış siyasal ağırlıklı metinlerdi oynadıkları. Batı’da “Kışkırtma” (ajit-prop) denen türden bir çalışma denebilir buna. Hemen her oyundan ötürü hakkında soruşturma açıldı genç sanatçının.

Erkan Yücel’i siyasal deneyimi de içeren bu dönemi izleyen yıllarda bir başka topluluğun içinde -daha doğrusu başında- görüyoruz.
Ankara Halk Tiyatrosu’nda siyasal ve sanatsal görüşlerini gerçekleştirmek için, yeni bir kadroyla bütünleşmeye çalışıyordu.

Bir 27 Mart bildirisinde şöyle belirtiyordu görüşlerini:

Gerçek bir tiyatro yapıtı sunmaya yönelik tüm çabalar halkın sonsuz yaratıcılığından esinlenmektedir. Ve ayağını Türkiye toprağına basan, halkın sorunlarına ortak ve kendisine sunulan küçük bir çıkarın büyüsüne kapılmayan onurlu sanatçılar vardır Türkiye’de. Onlar oldukça tiyatro da olacaktır.

AHT, sürekli bir salon bulamamanın, kadrolaşma güçlüklerinin sıkıntılarını yaşadı. Bu dönemde Erkan Yücel, hem yönetmen ve oyuncu, hem de oyun yazarı ve topluluk yöneticisi olarak çalışıyordu. Güçlükleri, büyük, sıkıntıların aşılması zordu. 1980-85 döneminde tiyatro izleyicisinin yeniden tiyatro salonlarına dönmesi, bu dönüşte içi boş, gösteri canbazlıkları yerine söyleyecek sözü olan oyunlarla karşılaşması için çabalıyordu. ilk yıl “Eşeğin Gölgesi”, “Müfettişler Müfettişi”, “Bir Delinin Hatıra Defteri”, “Düş ve Gerçek” (Meddah) gibi oyunlarla çıktı izleyicinin önüne. Sonraki yıllarda Orhan Kemal’den oyunlaştırdığı “Müfettişler Müfettişi”, “Bir Filiz Vardı” ile “Atçalı Kel Mehmet”, “Fareyi Öldürmek”, “Fehim Paşa Konağı”, “Banker Tanker” gibi oyunlarda rol aldı. 1984-85 döneminde başkentin en elverişli salonlarından biri olan “Çağdaş Sahne”de Erhan Bener’in “Bürokratlar"ı, İrfan Yalçın’ın “Plastik Hayatlar"ı ve “Geçmiş Zaman Olur ki” ile çıktı izleyicisinin karşısına. 1985-86 dönemi için salon arayışı içinde idi. Topluluktan bir bölüm sanatçı ile aralarında uyuşmazlık çıkmıştı. Topluluk ikiye bölünmüştü. Ölüm bu noktada vurdu, genç sanatçıya. Bir film çalışması için yolda iken.

Erkan Yücel’in oyunculuk yaşamında sinema da önemli bir yer tutar. “Endişe", “Bereketli Topraklar Üstünde”, “Hakkâri’de Bir Mevsim” gibi filmlerde görev almış, sinema oyuncusu olarak da dikkat çekmişti. “Endişe” ile Antalya’da Altın Portakal ödülünü alan sanatçı, San Remo Şenliği’nde de erkek oyuncu olarak ödüle layık görülmüştü.

Erkan Yücel, oyuncu olarak disiplinli, dikkatli çalışması; sesini, yüzünü, gövdesini kullanmaktaki üstün becerisi ve ustalığı ile üstlendiği her kişiliği, bir kompozisyonla yaratmayı başaran bir tiyatro oyuncusu idi. Hep daha iyisini, daha üstününü, daha yenisini vereceği umudunu yaşatan Erkan Yücel, her çalışması ile kendisini dikkate aldırmayı başarırdı.

Sanat Kurumu’nun Yargıcılar Kurulu’nda görev yaptığım yıllarda, hep Erkan Yücel’in o dönem içindeki çalışmalarını gözden uzak tutmamaya çalışırdım. Sanatının olgunluk ve verimlilik adadığı bir dönemde sonsuzluğa geçmesi tiyatromuz için büyük yitimdir.



Atilâ Sav| Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985
_____________________________________________________________________________________




Lise yıllarında, bilinmez hangi dürtüyle, çağdaş fiziğin mitolojik evrenine eğildiğimde, beni en çok saran konular, Rutherford ve Curie’nin elementlerle ilgili çalışmalarıydı. Bugün ilkokul öğrencilerinin bile bildikleri “ışıyarak” parçalanan radyum ve uranyum gibi elementler, bu büyük bilginlerin zamanında esrarlı maddelerdi.

Değerli tiyatro ve sinema oyuncumuz Erkan Yücel’i vakitsiz yitirişimizden bu yana hep o ışıyan elementleri düşünüyorum.
Erkan Yücel’in yüzü, sinema sanatımızdan ışıyarak kayboldu.

Sinema izleyicileri çok iyi bilirler bunu. Kimi oyuncuların yüzü, film iyi olsun kötü olsun, perdede görününce, büyülü bir olay gerçekleşir. Bir elektriklenme, bir akım oluşur perdeyle koltuklar arasında. Elbette yönetmenin, görüntü yönetmeninin, hatta oyuncunun canlandırdığı kahramanın rolü vardır bunda. Ama asıl etken oyuncunun yüzüdür. O yüz heyecanlandırır izleyiciyi, tutkuyla perdeye bağlar. İzler sizi, terk etmez.

Bazen çok güzel bir yüzdür bu  Gördüğünüz anda içiniz açılır. Kendinizi ister özdeşleştirin, isterse yalnızca dışardan izleyin, keyif verir size o yüzü izlemek. Bazen de anlamlı bir yüz. O zaman onu bir düzyazı ya da şiir gibi okursunuz. Yüzün çizgileri, bakışlar, eda adeta bir öykü anlatır size. Ancak sinemanın büyük oyuncu mitoslarını yaratan, eğer reklam devinin yapay baskıları değilse -ki bu iğrençtir- ne tek başına güzelliktir, ne de anlam. Bunların dışında bir şeydir ve bir oyuncuda ya vardır ya da hiç yok.

Erkan Yücel’i yıllar önce ilk kez “Endişe"de izlediğimde, üstün oyunculuğuna karşın, doğrusu bu özelliği yeterince farketmemiştim. “Bereketli Topraklar Üzerinde"yi izlerken de. Özellikle “Endişe"de, başroldü oynadığı. Bende kalan izlenimlerin daha güçlü olması gerekirdi. Belki de bu gözle bakmamıştım, ondan. Yücel’in, sinemamızın en önemli aktörlerinden biri olduğu kanısına, daha küçük bir rol oynadığı “Hakkâri’de Bir Mevsim” filminin parçalarını izlerken ulaştım. Filmi, sessiz ve kurgusuz haliyle büyük perdede izliyorduk. Ben yönetmen Erden Kıral, yazar Ferit Edgü, müzik yazarı Filiz Ali ile birlikte.


Özellikle Erkan’ın oynadığı “Halit” rolü için tedirgindim. Çünkü bu rol, daha önce de yazdığım gibi, tam belirlenmemiş, belirlenmesi de pek mümkün olmayan, hem gerçek hem de masalsı bir karakteri yansıtıyordu. Etkileyici olmak zorundaydı ama dramatik nedenlerden ötürü değil. Sadece varlığıyla. Karıştığı cinayetin nedeni belli değildi. Öğretmenle ilişkisinin de. Ama bütün bunlara karşın, yalnızca seyirciyi değil, öğretmeni de büyülemesi gerekiyordu. Garip, esrarlı bir kişilikti ve hem filmin hem de öğretmenin dünyasına nedensiz girişi gibi, birden çıkıp gidiyordu.

Filmin henüz sessiz ve kurgusuz oluşundan ötürü, parçaları biraz donuk bakışlarla izliyorduk. Bir ara, perdedeki kerpiç köy evinde, gecenin bir saatinde duvara çömelmiş bir gölge belirdi. Yatmak üzere olan öğretmen onu tanımıyordu. Sonra o insan, yerinden kalktı. Direğe asılmış gazlı feneri aldı ve kendine yaklaştırdı. Garip bir yüz belirdi koca perdede. Çöl bedevileri ya da karlı Doğu köylerinin köylüleri gibi sürmeli iri gözlü, iri bıyıklı, çizgileri hem sert hem yumuşak, dumanlı bakışlı hem alaycı hem ciddi bir yüz. Olduğumuz yerde şöyle bir kıpırdadık. Tıpkı filmin öğretmeni gibi eğilip baktık bu yüze. Sadece bu fotoğraf, yukarda anlattığım o elektriklenmeyi gerçekleştirmeye yetmişti. Erkan Yücel’in yüzü, lise yıllarımın elementlerinin ışıltısını taşıyordu.

Sinemamızın, bu çok önemli aktörü yeterince değerlendiremediğini ne yazık ki altını çizerek söylemek zorundayım. Herkeste bulunmayan bu olağanüstü özelliğine, yıllarca tiyatro oyuncusu, yönetmeni olarak sağladığı büyük sanatçı birikimini kattığı halde ondan sinema sanatımızda yararlanamadık.

Zaten Erkan Yücel’in vakitsiz ölümü, çoğumuza, ülkemizde sanatçıya verdiğimiz değeri yeniden ve acıyla hatırlattı. Erkan Yücel de, birçok çağdaşı gibi, sanatı sadece sınırlamalar, baskılar, ilgisizlikler, mahpusluklar, yokluklarla karşılamayı seven bir dönemde yaşadı. Bütün bu acılardan payını bol bol aldı. Tüm yaşam tutkusuna, mizah duygusuna karşın, bu acıların hepsini çekti. Gene birçok çağdaşı gibi umutla direndi olumsuzluklara. Işıyarak, çevresini ısıtarak.

Bu anlamda, onun yaşam çizgisi, tutarlı bir grafik oluşturur.
Işırken sürekli kendinden verdi ve bir gün yokoldu.

Şimdi bizlere düşen, en azından bu ışıklı anıyı, unutuşa terk etmemektir.



Onat Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985