Rıfat Ilgaz


70 yılının dökümüne geçmeden önce yazarların sorunlarıyla başlayalım isterseniz, Sayın Rıfat Ilgaz. Yazarların sorunlarına değinir misiniz?

Mahmut Yesari bir gün parasız kalıyor, çünkü muntazam bir hayatı yoktu. Üstelik de tüberkülozdu, beslenmeye ihtiyacı vardı. Bir gün gidiyor Garbis’e (Garbis, İnkılâp ve Aka Kitabevi’nin sahiplerinden), diyor ki,paraya ihtiyacım var. Garbis, peki üstad,diyor, verelim. Ama bir şartla, yazacağınız ilk romanı bize vereceksiniz. Mahmut Yesari peki diyor, ilk romanım sizindir.Ama daha ne romana başlamış, ne de romanın adını koymuş... Ve anlaşmayı imzalıyor, 80 lirayı alıyor.

O zamanki para ile Reşat altını 7 lira. Bu durumda 11 reşat altını alabilecek bir para eline geçiyor. Yani peşin para ile yazmadığı romanı satıyor. Bugün bir Reşat Altının 15 bin lira olduğunu varsayarsak, 165 bin lira almış demektir. Bugün ben 100 bin liraya hazır romanımı verebilirim. Günümüzde yazarlarımızın durumu böyledir...

Bugün bir roman yarışmaya girse, en az 6 kopya isteniyor. Kaç top kâğıttan bu sağlanır, düşünün bir kere, kâğıdın topu kaça bugün... Daktilo ile isteniyor. Demek daktilo gerekiyor. Daktilosunu dışarıya verseniz, kaça yazarlar... Bugün 400 sayfalık roman, kâğıtla kaç sayfa olur, vb. Bugün bence bir roman, yazarının kafasından yayınevine geçecek biçimi için en az 10-15 bin lira masrafı gerektirir. Ben bugün bir yayınevinden 5 bin lira peşin alamıyorum, verdiğimiz paranın yarısını kapora olarak alamıyoruz. İşte yazarların karşılaştıkları sorunlar...

Peki Hocam, Hababam Sınıfı da para getirmedi mi?

Hababam Sınıfı’nın getirdiği para kitapçının cebinden çıkmadı. Kitapçıya ilk defa ben 750 liraya sattım; fisebilillâh basmak üzere. İhsan Manavoğlu’na Orhan Kemal’den aldığım cesaretle gittim. O 2 bin lira almıştı El Kızı için. Ben,” dedim,bu romanı veriyorum. Üç bölümdü, bunun üçünü bir arada basar mısın?Baktı şöyle bir, “bu,” dedi, “işportaya düşmüş.Ben “basar mısınız?dedim. 1.500 lira istedim. Neyse, 750 liraya anlaştık ve üç taksitte ödemek üzere bir anlaşmada imzaladık. O sırada tiyatrosu da başladı. Kitap kucak kucak tiyatronun önünde satıyor... O zamanın 750 lirası gene bu zamanın parasıyla oldukça önemli bir para. Sene 62, 63... Tiyatrosuyla büsbütün hızlandı. Dolmuş dergisinde yayınlanmasının önemi vardı. O günlerde Balıklı Rum Hastanesinde yatıyordum. O paraları da oraya verdim.

Baktım ki aylar yıllar geçiyor kitap şakır şakır gidiyor. Ama baskısı kötü, kapağı berbat... Bir gün kalktım gittim. Kaç bastınız, ne satıyorsunuz gibi sorular soruyorum. Dedim ki, ben bu kitabın baskısını beğenmiyorum, dava açıp baskıyı durduracağım, dedim. Nitekim davayı da açtım. Yalnız avukat arkadaşımızın ilk tezinde, bendeki sözleşme kopyasında yayınevi sahibinin imzası olmadığını, bu kitabı basamayacağını söylemesi üzerine ikinci bir dava açmamız gerektiği ortaya çıktı. Buna geçmeden anlaşıp fiyatı artırdık. Daha sonraları bu fiyat artırmaları sürdü geldi. Bütün bunlara karşın kitapçılardan para almış değilim. Bunu kitapçıdan da almış değilim. Okuyucudan aldım bu parayı. Ama tiyatrosundan, hiçbir yazarın alamadığı parayı aldım. Filmlerinden aldım. Yani Hababam Sınıfı bana çok şeyler sağlamıştır. Son olarak da müzikali için Uluslararası Sanat Gösterileri’ne sattım.


Şimdi de son kitabınıza gelelim...

Son kitabım, Yıldızkarayel... Yıldız ile karayel arasında Cide’de bir rüzgâr eser, buna yıldızkarayel denir. Bu rüzgâr Cide koyunda çimento yüklü bir motorun bir kış gecesi fırtınaya tutulmasına neden oldu. Soğuk bir geceydi. Motor battı, üç dört kişi boğuldu. Bunlardan biri direğin tepesinde sabahlayarak, Cidelilerin yardımıyla kurtulabildi...

Konu Cide’ye geldi kendiliğinden... Cide’ye yerleşmiştiniz beş altı yıl önce. Şimdi, konuşmamızın başındaki sözlerinizden Cide’yi “tahliye” ettiğiniz anlaşılıyor. Oraya neden yerleşmiştiniz?

Bir kere doğum yerim. Sosyal Sigortalardan emekliyim. Her emekli memleketine gider yerleşir. Ben de bir yazar olarak, basın şeref kartı sahibi bir yazar olarak, memleketime gittim. Orada durmadan Cide, Bartın, Kastamonu gazetelerinde köşe yazıları yazdım. Bartın, tarihsel bir gazetedir. 1924 yılından beri çıkar. Bana orada 1978 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğünün düzenlediği, Anadolu Basını Özendirme Ödülünün “Jüri Özel Ödülü"nü verdiler. Ben bu güne kadar hiçbir ödüle katılmadım, buna da gazete katılmış. Aldığım alacağım tek ödül bu. Çünkü hiçbirine girmedim.. Hababam Sınıfı bile ödül almamıştır. Ama halk ödüllendirmiştir onu.

Cide, güzel bir yerdir. Dinlenilecek bir yerdir. Halkı da iyidir. İleriye dönük, aydın kişilerdir. Cide’nin büyük kentlerle sıkı ilişkisi vardır. Geleceği olan bir yerdir. Eskiden “gardiyansız hapisane” diye nitelenmiştir. Bu bir röportaj yazarının buluşudur. Ama bugün gelişmiştir. Vapur gelip gitmez, karayolu ile gelinip gidilebilir. Küçük yerlere vapur varmaz. Kabotaj verilmiştir ama hâlâ bir vapur uğramaz.

Cide’de neler yaptınız?

Daha çok gençlerle tiyatro çalışması yaptık. Lise, ortaokul, ilkokullar için yazdığım oyunlar sergilendi.
Halkevi için yazdığım bir iki oyunum da vardır. Liselilerin oynadığı başarılı bir oyunumun adını bu vesileyle söyleyeyim: Yaşamak Bir Görev.

Konusu?

Bir veremlinin bile yaşama kavgasındaki yerini aldığını vurgulamaktadır. bunlar dört beş oyun kadar oldu. Halkevi çalışmalarında da itici çalışmalar oldu. “Sarıyazma Gecesi” oldu. Bunun beğenilmesi üzerine “Sarıyazma Haftası” yaptılar. Bunu bir sanatçının halkla ilişki kurması açısından söylüyorum. Oradan yetişip de bugün dergilerde şiir yayınlayan gençler haline gelenleri var.

Kimler bunlar?

Fatma Ekinci, Süha Tuğtepe, Lütfi Seymen, Selim Uçuk...
Bunlardan Selim Uçuk’un şiiri, Atatürk’ün 100. Yılı için yazılan şiirlerden bir derleme yapılırsa, unutulmamalıdır bence.

Sizin şiirleriniz ne durumda?

Epeydir yayımlamıyorsunuz. Dergilerde şiirlerimiz göründü, İstanbul dergilerinde... Bir kitaplık da oldular. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz dönemin tüm sorunlarını kapsayacak nitelikte de nicelikte de değildir. İsterim ki çok sayfalı, çok yanlı bir kitapla son kez okuyucularımın karşısına çıkayım...

Niye son kez?

On kadar şiir kitabım olduğu halde, daha şiire konu olarak, sorun olarak, çok şeyler getireceğimi sanıyorum. Bir de arkadaşlar arasında gelenek haline geldi: Tüm Şiirleri... Ben diyorum ki, benim bütün şiirleri de toplasam, daha yazılacak şiirlerim var. Bunu gelecek yıllara bırakıp ilk önce kalınca bir kitap çıkarmayı, daha sonra bir seçme kitabı yapmayı düşünüyorum.

Asıl konumuza, konuşmamızın bu noktasında girebiliriz: Yetmişinci yaş...

Şimdi bu 70 yılın 15’ini çıkarırsak, geriye kalan 55 yıldır durmadan yazıyorum. Her türlü yazı. Yazınsal türün hepsi. Önce şiirle başladık. Sonra başladık Kastamonu’da çıkan Çalçene’de mizah örnekleri vermeye... Bir vilâyet için güzel bir mizah dergi gazeteydi. Eserlerimizin kesin sayısını söyleyemeyeceğim. Bari türlerini söyleyelim. On kitap kadar şiir... Bir bölümü de dergilerde kalmıştır. Hele 1940’takilerden öncekileri özel bir çıkışımla, hatta bir bildiriyle, kitabıma almayacağımı belirtmişimdir. Çünkü bunlar gerçekçi toplumcu anlayışın dışında şiirlerdi. Son olarak bir iki kitaplık şiirim var. Dediğim gibi, nitelik ve nicelik bakımından yeterli görmediğim için daha elverişli koşullar içinde çağımızı dile getirecek olanı yazmak gerekir. Ama bir romanda insan çağının bir kesimini ele alıp yansıtabilir; roman kompozisyon ve planı içinde yapacağını yapmış olur. Bağımsız bir kitap olarak çıkardığı zaman yazar ödevini yapmış bitirmiştir. Ama şair kalın bir şiir kitabı da çıkarsa, okuyup bitiren “iyi ama sen bu kitabı hangi dönemde yayımladın,diye sorduğu zaman şair suçlanmış olabilir. Daha rahat konuşan biri de şöyle der: İşine gelen yanlarını yazmışsın, kolayına gelen yerleri şiirleştirmişsin, şair olarak üzerine düşeni yapmamışsın.Peki, bu işi ertelemekle şair sorumluluktan kurtulmuş mu olur? Onu da sanmıyorum. Okuyucularımıza karşı ne diyebiliriz? Suçlarlarsa onlar suçlasınlar, boynumuz kıldan incedir. Canım sen yaz da, yayımlaman şart mı denebilir. Vakti gelince yayımlanır. Ben şair olarak, benden sonra da çok sanatçıların çok şairlerin geleceğine inanıyorum.

Şair, üzerine düşen işi sıcağı sıcağına, çağında yaşadığı zaman kendini içinde yaratıp halkına sunabilen kişidir.
Yüreklilik mi ister, ustalık mı, o da şairin bileceği bir şey. Bunların ikisi de olabilir.

Yeni tiyatro yapıtınız var mı?

Tiyatroda aracılarımız var. Önce sahneye koyan ve duygularımızı, görüşlerimizi uygulayan usta oyuncular. Onların ustalıkları ve deneyimleri her zaman bir tiyatro yazarına destek olabilir. Tiyatro yazarı istediğini yazsa bile, yazdığı uygulanırken bu aracılarca ince bir seçimden, gizli bir eleştiriden geçirilerek halka sunulacaktır. Artık yazar burada yalnız değildir. Onların becerilerine sanatlarına sığınmıştır bir yerde. Üçlü ustalık yürürlüğe girecektir bir bakıma. Bu bakımdan diyorum ki, yazılmayacak konu yoktur. Bu düşünceden yola girerek Uzuneşek Oyunu’nu yazdım. Bitirdim de diyebilirim.

Bu günlerde sahnelenecek mi?

Anlaşmaya vardığımıza göre, en geç yılbaşında, önce Ankaralılarca izlenecek.

Konusunu biraz özetler misiniz?

Kısaca söyleyebilirim. Yozlaştırılmış demokrasinin yergisi. Yozlaştırırken gülünç hale de getirebilir yozlaştıranlar. Bu da oyunumuzun komedi yanını pekiştirmiş olmaktadır. Aslına bakarsak, en önem verdiğimiz bir yaşam dizgesinin gülünçleştirilmemesi, yozlaştırılmaması gerekir. Eğer yapıtımız komedi türüne dönüşürse, tümü bizim mizahçı yeteneğimizden gelmeyecektir. Tiyatroda yazar kendini daha rahat görüyor, o kadar... Tiyatro yazarı, eseri sahneye koyucu ile güçlüdür. Yarın tiyatrocular gelecek, oyun üzerine konuşacağız. Onların düşüncelerinden de yararlanacağız. Ve bunu bir yazar olarak haysiyet kırıcı bulmuyoruz. Bir zorunluluk bu.

Ben ilk tiyatromu 55 yaşımda yazdım. Bu, tiyatronun zor yazıldığını gösteren bir ölçü olmalıdır.
Daha önce çok özendim, o yürekliliği kendimde bulamadım.

Son yıllarda çocuklar için yazılmış kitaplarınız da çıkıyor. Biraz da bunlar üzerinde durur musunuz?

70 yaşın bana kazandırdığı deneyimlerden en başta geleni küçümsenmeyecek çocuk ve torun sayısıdır. Çocuklarımın, torunlarımın büyümeleri sırasında karşılaştığım küçük küçük sorunlar bende onların da dünyasına girme isteği yaratmıştır. Ayrıca, deneyim için, 15 yılı bulan öğretmenliğimi de gözönünde tutarsak, çocuk yakından tanıdığım bir varlıktır. Çok küçük yaşta öğretmenliğe başlamam, ilkokulun ilk sınıflarında çocuklarla arkadaşlık kurmamı da sağlamıştır. Yani çocuklarla ilişkim genç yaşımda başlamıştır. Böylece çocukların yaşamına karıştım. Onların beğenilerini, özentilerini, serüvenci yanlarını yakından izledim. İlk ürünlerimi verirken bu deneylerimden yeterince yararlandığımı sanıyorum. Ona kadar çocuk kitabım var, daha çok roman. Çocuk şiirleri yazmadım değil, ama dergilerde kaldı. Kimisinin altında adım bile yok. Arkın Kitabevi’nin yayınladığı Hayat Bilgisi dergilerinde... İsterim ki bir yayınevi kitaplaştırsın bunları. Şunu demek istiyorum, çocuk şiirleri yazdığım halde bunlar kitap halinde derlenmedi. Bunlardan roman halinde çıkan beş tanesi, Bacaksızın Başından Geçenler dizisi. Gerekirse bu sayı artırılabilir. Bu, çocukların ilgisine bağlı.

Öyküleriniz yok mu?

Öykülerimin tümü mizah çeşnisine uygun yapıtlar. Güldürü dizisi halinde on tanesi arka arkaya yayımlandı.
Üç beş yayınevinin bastığı mizah öykülerim var. Tümü yirmi kitaptan aşağı değildir. Dergilerde çıkanlardan derlenmiştir.

Mizah öyküsü yazma eğilimim ancak dergilerle anlaşmaya bağlı kalıyor. Akbaba ve Dolmuş dergileri beni bu türe iten çok olumlu etkenlerdir. Bu arada Dolmuş dergisinin yöneticisi İlhan Selçuk’u hayırla anabilirim. Eğer İlhan Selçuk gibi yönetici olmasaydı Dolmuş dergisinin başında, bugün öykülerden oluşmuş Hababam Sınıfı romanı ortaya çıkmayacaktı. Olumlu dergilerin, daha doğrusu dergi yöneticilerinin yazar üzerindeki etkisini belirtmek için söylüyorum bunları... Akbaba sahibi Yusuf Ziya da yazarını olumlu şekilde etkileyip ürün vermeye iten olumlu bir dergi yöneticisi idi. Kendisi belki pek az öykü yazmış, belki de hiç yazmamıştır ama, başarılı bir yazıyı değerlendirmesini bilirdi.

70 yılın yapıtlarının dökümünü yaptık, şimdi 70 yaşın yazarlık duyarlığının dökümünü diliyoruz...

Yıllar, hiç kuşkusuz, kişiler üzerinde etkisini gösterecektir. Ama bir yazar için önemli olan yaratıcılığıdır, ortaya ürün çıkarma gücünden ne kadarını yitirdiğindedir sorun. Kuşkusuz 70 yaşındaki kişi, 20, 30, 40 yaşındaki kadar güçlüdür diyemeyiz. Ama, en azdan 55 yıldır, sevdiği işi severek sürdüren bir adamın işinden yakınmaması gerekir. Sevdiği iş kişiyi yormayacağı gibi, şöyle söylemem de paradoks değildir: Ben çalıştıkça dinlenirim. Dinlenmesem bile ortaya olumlu bir şey çıkardığımı anlayınca kendimi dinlenmiş görürüm. Kendimi ödüllendirmek için gene kendime uygun yollarım vardır: Bir iki arkadaşla bir iki bardak bir şeyler içebilmek... Bu arada şunu da söyleyebilmeli, hak etmediğim günlerde elime bardağı aldığım zaman bir ince üzüntü içimi doldurur. 70 yaşının en büyük avuntusu belki de hak ederek bir-iki bardak bir şeyler içebilmek...



Hikmet Altınkaynak | sanat olayı - Sayı: 13 - Ocak 1982