sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981
_______________________________________________________________________________________________
Cumhuriyetçi edebiyat adamının, elde ettiği çağdaş kazanımlar bilincinde duyduğu yıllardı.
Faşist öğretinin dayanaklarından biri olan ırkçılık, ulusal geleneklere de, tarihe de, insana da ters düşen savaş yanlısı, tüyler ürpertici bir şiir üretimini tezgahlarken, Ahmet İhsan Tokgöz (1866-1942) “Servet-i Fünun” dergisinin sayfalarını yeni edebiyat akımının öncülerine açtı.
1940’da, ünlü “Tasfiye” bildirisi yayımlandığı evrede Gavsi Halit Ozansoy (1917-1970) yürütüyordu dergiyi.
Sonra Cavit Yamaç ve Oktay Akbal yönettiler.
Özdemir Asaf’ın ilkgençlik ürünleri “Servet-i Fünun” dergisinin bu döneminde çıkmıştır.
Nâzım’ı, Ahmet Muhib’i, Cahit Sıtkı’sı, Rıfat Ilgaz’ı, Orhan Veli’si, Melih’i ile gürül gürül bir şiir akimi kendini ortaya koyarken Nâzım’dan yirmi iki, Rıfat’tan on iki, Fazıl Hüsnü ile Orhan Veli’den dokuz yıl sonra dünyaya gelen bir şairin talihini ve talihsizliğini düşünebiliyor musunuz.
Özdemir Asaf, daha ilkgençlik döneminde yaratmanın büyük sevincini duyan şairler soyundan geldiği sezilen dizeler yazarak kendi yolunu aramıştır.
Özgün.
Yürütmeyle bacanak olan öykünmelerin uzağında.
Daha 40’lı yılların sonunda dünyaya ve insanlara bakarken bakarken yakalanıvermiş izlenimini veren bir şiirin peşine düşerek yolunu bulmuş gibiydi Özdemir Asaf.
Ama henüz rahat değildi.
Sanki yontuyu kafasında en ince ayrıntılarına kadar tasarlayan bir sanatçının işe girişince elleriyle ihtilafa düşmesinden doğan sıkıntılı duruma benziyordu, kimi şiirlerde durumu.
Bana sorarsanız, 1952’lerde, kendisinden önceki tekniklere tümden kafa tutmaktan vazgeçtiği aşamada kendi sesini bulmuştu.
“Benim söylemek için çırpındığım gecelerde
Siz yoktunuz.”
Dizelerinde bu oluşum evresinin sıkıntılarını mı yansıtır bilinmez ama artık kendisini özgür bırakmak istediği bellidir.
Şöyle belirtir bunu:
“Kelimeler dilimin ucundadır
Kalamaz.”
Bu aşamadan sonra Özdemir Asaf şiiri, temelde doğaya, insanlara, yakın çevre oldu bittilerine açılarak yeni yorumlarla donanır. Yer yer keyifli, bıyık altından gülen bir şair vardır. Ama “insanın ömrüyle devam edecek bir oyun“da acılarını hafife almaktan yorgun düştüğünü sezersiniz. Dikkat edilirse, kendisini ve dış dünyayı yorumlamaya çalışırken bizim uzağında olduğumuz bişeyleri göz ucuyla izlediği görülür bu şairin.
“Bir yatağın vardır
Seninledir
Uyuyunca kaybedersin.”
50’li yıllarda çıkan kitapları için, “Şairler Yazarlar Sözlüğü“nde, “Yoğun düşün ve duyarlıklar, çarpıcı sözcükler seçtiğinden küçük mısralar halinde işlediği kısa şiirlerle” verdiğini yazmıştım. Bir karşılaşmamızda “çarpıcı sözcükler aradığım doğrudur ama çarpıcı düşün örgüsü içinde,” demişti bana.
Çarpıcı düşün derken, aykırı doğruların peşine düşmedi Özdemir. Dünyayı gördü.
İnsanları, bireysel ve toplumsal çelişkileri gördü. Acımasızlığı gördü.
“Çürük deyorum, çürük değil deyorlar
Uzak deyorum, uzak değil deyorlar
Elimle bir bir gösteriyorum,
Evet bakıyorlar, hayır deyorlar.”
“Yumuşaklıklar Değil” (1962)’den aldığım bu dörtlükteki sitem insana aykırı pisliklerin biriktirdiği tepkilerden kaynaklanır bence.
Bu tepki, Özdemir Asaf şiirinde çoğun ince-yergi öğeleriyle çıkar karşımıza. Yer yer acıya ve öfkeye dönüşür.
“Savaş onu okul kapısında yakaladı
Bir adım kala insanları görmeye
Elinden kalemini aldılar,
İttiler ölmeye, öldürmeye.
Tam düşünürken vurdular.”
●
Acıyı ve öfkeyi şiirine kaynak olsun diye biriktirmedi Özdemir.
Yaşadı.
Hepimiz gibi, kabul etti.
Şükran Kurdakul | sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981
_______________________________________________________________________________________________
Bakıyorum da, sanatçı tanıdıklarımdan tümden tüme yalın ve yakın ve tüm candan bana doğru bir gönül akımı yok.
Bunun nedenleri iki yönlü: biri onlardan bana, öbürü bana onlardan.
Onlardan bana: Kimi ürkek, kimi yalnız yüzden saygılı, kimi güçsüz seven, kimi bilgisiz beğenen, kimi korkan, önce başkasından gelsin diye bekleyen. Yerini kapacakmışım sanan. Onu geçecekmişim, yenecekmişim gibilerden kapanan. Ben duymayayım da gelmeyeyim. Ben de aralarında olmayayım.
Kınamak için yazmadım bu satırları. Onları açıklamak, belirtmek için yazdım. Çünkü hepsi de doğru ve haklı.
Çünkü ben onlara hep öyle gözüktüm. Onlar öyle olsun diye istiyorlardı da ondan.
Aaa, amma da yaptın diyeceklerini biliyorum. Ama onlar benim ne diyeceğimi biliyorlar mı:
Bana onlardan: Aranızdan biri çıkıp da: Arkadaş senin şu tutumun nedir böyle. Ne yapmak istiyorsun sen. Her an gülümsemeyle karışık alaylı bir bakış gözlerinde. Her kanıya karşıt bir kanı arayış. Hiç bir şeyi, hiç kimseyi beğenmiyor, az buluyor gibi bir duruş. Dediniz mi.
Siz beni böyle yaparken ben de sizleri öyle yaptım işte.
Geriye kalıyor, tek kalanların kaçışı, saklanışı, ortadakilerin biraraya gelip toplanışı, yakınlaşışı.
Gruplar, klikler. Birbirini övmeler, anmalar, desteklemeler.
Tek tek yalınlık olsa idi olmayacaktı şimdiki durum.
Kimbilir kimler bana kimleri çekiştirmiştir şimdiye kadar. Beni kazanmak, kendi tarafına çekmek... Ya da denemek için.
Akrobat oldumsa eğer, bu yüzden oldum. Düşüncemi söylemeden belirtmek için...
Alaylı bakışlarımda her zaman kişileri değil, konuları da aramak vardı.
Tek olan tek olduğundan değil tek bırakıldığından tek kalmışdır da. Tanrı da öyle ele alınabilir. Tanrıyı aslında tapmak için bırakmadı insanlar. Ellerinden kaçırdıkları içindi. Sonra da onu düşünmek istiyorlardı. Ellerinden kaçırdıklarına onun için önce pek üzülmediler. Onu düşünecek, onu anacaklardı.
Ama böyle olmadı. Elden kaçınca bir kez. Öbürleri, bunun içini bilmeyenler, tapmaya yöneldiler.
İş işden geçmişti. O da bunu benimseyince, artık elden birşey gelmedi.
Ama ben öyle olmadım. Biraz alaylı bakış, biraz kırış, biraz karşı koyuş.
İnsanlığımı sürdürdüm. Sürdürüyorum da. Bu böyle gideceğe benzer.
●
Şairlerin şiiri tanımlamaları bir demircinin demiri tanımlamasından öteye geçmemiştir.
Ancak, demirin fizikçisi, kimyacısı gibi uzmanları vardır; onlar bilirler demirin girdisini-çıktısını: Ama şiirini yapamazlar.
Şaire demirci ustası daha yakındır. O demirin şiirini yapabilir. Ama o da çırak yetiştiremez.
●
Şiir’in “ne değildir“lerini olancasına saptamakla, belki sonuna kalandan bir ipucu yaklaşımı edinilebilir, şiir’in tanımlaması yolunda.
●
Eğer demokrasi kavramlarının boyutları çıkarılabilseydi, şiire bakış açısı da biraz daha berraklaşırdı.
●
Şiir bilet almaz.
●
Şiirin çağrı ile geleceğini sandıklarından bekleyeni çoktur. O sabırla da gelmez.
●
Yaşam hızlandıkça, insanların zamanı daraldıkça...
Söz sanatları: Garlarda, hava alanlarında yolculara, kalkacak ya da gelen taşıtların yönlerini ve zamanını bildiren elektrik kanalından geçmiş sözler gibi olmalı.
●
Şiir yüzyılın sonuna doğru: Büyük olayları topluma bildiren gazete başlıkları gibi ve o kadar olacak. İnanıyorum.
Zelzele oldu, gibi...
Savaş Patladı, gibi...
Savaş Bitti, gibi.
Bunların ardındaki olaylar, öykülerin alanıdır.
●
Öğüt, zamanında taze yenmemiş bir ekmeği başkasına bayat yedirme denemesidir.
●
Yaşamları boyunca ölüme inanmayanlara inanıyorum.
●
Sarhoş rolü sarhoşken oynanmaz. Ama ayık rolü de ayıkken oynanmaz.
●
Felsefe bilmeyen beni ne övebilir, ne yerebilir.
●
Meyhanede bir kenarda yalnız başlarına içenler vardır, onların hepsi yalnız kişiler değildir.
Ama hep mi başkalarıyla içmek isteyenler vardır, ille birisini ararlar, onlar kesin yalnız kişilerdir.
●
Her bir ölmek iki dinlemektir. Ölüme bir adım daha yaklaşmak. Azıcık ölmektir.
●
Bir maskeli balo’da şiir de bulunuyorsa, maskesizliğidir onun maskesi.
●
Öyküyü, romanı bol bol besleyen yaşam, yani yaşanmışlık ve yaşantı deneyimleri, şiirin dişinin kovuğunda kalır.
Özdemir Asaf | sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981
_______________________________________________________________________________________________
sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981
_______________________________________________________________________________________________
sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981
_______________________________________________________________________________________________
Bizi tanıştıran olmadıydı. Ama yine de tanırdık birbirimizi.
Birgün Cağaloğlu’ndaki “Yuvarlak Masa Yayınları"nın vitrinini seyrederken dükkanın kapısında belirivermiş ve seslenmişti bana:
- Sen Elif Naci değil misin?
- Evet. Sen de Özdemir Asaf.
Gülüştük. “Gerçi tanıştıran olmadı ama biz kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye alışığız,” dedi, çağırdı beni içeriye. Büyük bir bardakla çay içiyordu. “İster misin?” dedi. Ben isteksizdim, o yineledi: “Ama içinde ne var bir bilsen.” Konyakla çay içmesini severmiş.
- Laf olsun diye bak anlatayım sana, dedi. Adamın birine bir yerde çayla konyak ikram etmişler, pek beğenmiş. Karısına tarif etmiş, “hanım, buna punç derler, ne zaman istersem bana yaparsın,” demiş. Günün birinde istemiş. Bakmış, karısının getirdiği nesnenin rengi bir tuhaf. Bir yudum almış, içilecek gibi değil... “Hanım,” demiş, “bu ne biçim punç?” karısı, “Bey,” demiş, “evde çay yoktu, kahve yaptım, konyak yoktu, rakı koydum.”
O gün bir şey içmedim ama, o koltuğumun altına bir düzine kitap sıkıştırdı. Bunlardan birinin üstüne de şunları yazmış. Aynen alıyorum: “Elif Naci Beyfendi, Çağımızda doğruların güzelliği eksik, Güzellerin doğruluğu yanlış iken (yumuşaklıklar değil). 9.9.1967 Özdemir Asaf.”
Sonraları, ikimiz de içkiyi sevdiğimiz için, sık sık meyhanelerde buluştuk. Ben ona “rakı sofrasında içkinin en iyi mezesi şiirdir,” derdim, Nazlanmadan okurdu şiirlerini bana. Böylece geç kalmış bir dostluğu bir yudumda içivermiştik.
Bir ara kayboldu ortalıktan. Yayınevi kapanmış. Sonradan içkievi açtığını duydum. Nedense uzun bir süre birbirimizi göremedik. Yıllar sonra, 1978’de, bir romanca hanımın kokteylinde karşılaştık, kucaklaştık hasretle. Sonradan adının Melda Sayar olduğunu öğrendiğim bu hanım, Onuralp imzasıyla yazdığı, “Adak Mumu” adlı, içinde benim de ismim geçen bir kitabın yayına çıkmasını kutlamak için Ertem Galerisinde bir kokteyl düzenlemişti. Çoğu kadındı davetlilerin. Ve hanımlar hepsi birbirinden güzel, birbirinden şık, zarifti; parlak tuvaletler içindeydiler. Hepsinin de az önce kuaförden çıktıkları belliydi. Galeriye nefis bir esans ve kadın kokusu yayılmıştı. Özdemir, elinde kadeh, durmadan içiyordu. Kendisine bu hızla sarhoş olacağını söylediğimde yüzüme anlamlı bir bakışla baktı.
- Hazret dedi. Beni içki sarhoş etmez. Ama bu güzel kadınlar çarkıma okudu, bilesin.
Haklıydı. Doğrusu ben de bu kadar güzel kadını bir arada hiç görmemiştim, bu kadar zengin ve pahalı bir kokteylde anımsamıyordum. İkimiz de çevremize iltifatlar yağdırmakta adeta yarışıyorduk. Bir ara kulağıma eğilerek, “Herkesin bir ’sen’i var yalan söylediği,” dedi. “Evet,” dedim “ama yalnız şairlere verilmiş bir imtiyaz değil, yalan.”
Kafalar iyice tütsülenmişti ki, benden bir konuşma istediler. Hani hoşuma gitmedi de değil. Hemen çıktım ortaya Oscar Wilde’in bir öyküsü ile başlamak istedim: “Deniz kenarında bir balıkçı baba...”
Özdemir Asaf, kendi alanına girilmiş gibi tedirgin, “Hayır,” dedi, “deniz kenarında değil, ormanda...” Ben, bildiğim gibi “Deniz kenarında...” diye direnirken o birden köpürdü. “Ormanda!” diye haykırdı. Ben konuşmamın kösteklenmesinden üzgün,
- Öyleyse dostum gel sen konuş, dedim. O yaptığından utanmış gibi sustu. Ama onun huzurunda asıl benim susmam gerekirdi. “Reading Zindnı Balladı"nı Oscar Wilde’den dilimize çevirenin karşısında İngilizce bile bilmeyenin susması gerekirken, ben güzel hanımların alkışlarından şımarmış, başladım anlatmaya ’Denemeler", (Andre Gide’den Suut Kemal Yetkin çevirisi. Varlık Yayınları, 1962. İkinci baskı, S.16).
“Oscar Wilde bana şöyle anlattı,” diye başlar Gide. “Ormanda bir kır tanrısı gördüm. Flavta çalıyordu. Etrafında küçük orman perileri halka halka raks ediyorlardı. Köylüler: Anlat, anlat, daha başka, neler gördün? Deniz kıyısına vardığım zaman dalgaların kenarına oturmuş üç deniz kızı gördüm. Yeşil saçlarını bir altın tarakla tarıyorlardı. Ve köylüler masal söylediği için onu severlermiş. Bir sabah o adam yine her günkü gibi köyünden çıkmış, ama deniz kenarına geldiği zaman bakmış ki sahiden üç denizkızı dalgaların kenarına oturmuş, yeşil saçlarını bir altın tarakla tarıyorlar, yürüyüşüne devam ettiği için koruluğa yaklaşırken de flavta çalarak orman perilerini oynatan bir kir tanrısı görmüş. o akşam köyüne dönünce köylüler yine onun etrafını almışlar. Anlat bakalım, bugün neler gördün? demişler. O da şu cevabı vermiş: Hiçbir şey görmedim.”
Efendim, bana her kokteyl dönüşü sorarlar... Ben de “şöyle güzel kadınlar vardı, böyle güzel ikramlar” falan diye görmediklerimi ballandıra ballandıra anlatırım. Ama bugün buradan çıkınca soran olursa ben de, sanki hiçbir şey görmemiş gibi, şöyle yanıtlayacağım:
- Hiçbir şey görmedim. Konuşmamı bitirdikten sonra Özdemir Asaf şöyle dedi: “Hoca dedi yine yaptın yapacağını.”
Onunla en son buluşmamız şöyle oldu. Union Française’de kurulacak bir gedik meyhanesinin bilirkişisi olarak onunla beni çağırmışlardı. O akşam orada demlendikten sonra Özdemir, Othan’la Şahap Balcıoğlu’nu ve beni alıp Bebek’teki kendi içkievine götürdü, bize en iyi şaraplarını ikram etti. Dumanı üstünde sıcak sıcak nefis bir kurufasulye ziyafeti verdi. Geç vakte kadar, felekten çalınmış enfes bir gece yaşattı bize.
Sonra... Sonra işte ... Nasıl üzülmem, o doğduğunda ben yirmi beş yaşındaymışım. Yazık ki bu kısacık piyesin son perdesi kapanıverdi artık.
Bu yazılarda “Anılardan Damlalar"ı dile getirmeye, hovardaca harcanmış bir yaşamı deşifre etmeye yelteniyorum. Bir şimşek aydınlığı denecek kadar kısa geçmiş böyle bir tanışıklığın önünde şimdi iki damla gözyaşı ve saygı ile eğilmek de varmış kaderde. Kaç kez söyledim, böyle erken ölümler karşısında artık yaşamaktan utanıyorum, diye.
“Bir türkü söylediler duydunuz mu.
Bir kuş vurdular gördünüz mü.
Böyle neden susuyorsunuz böyle.
Güzelliğiniz çoğalıyor, öldünüz mü?”
Elif Naci | sanat olayı - Sayı: 3 - Mart 1981