Tarihi Gelişme Süreci İçinde Aydınlar
Murat Belge’nin bu yazısı, yazarın, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”nde yayınlanan incelemesinden kısaltılarak alınmıştır.
(İletişim Yayınları, Cilt 1)
Bugün taşıdığı anlamıyla “aydın” kavramı oldukça yenidir. Çağımızın en sık kullanılan kelimelerinden biri olmakla birlikte, kavramın kesinlikli bir tanımını yapmak her zaman önemli güçlükler yaratmıştır. Türkçede “aydın” kelimesiyle dile getirdiğimiz bu kavram, başlıca Batı dillerinde (zaten kavramın doğduğu yer de bu dillerin konuşulduğu ülkelerdir) “akıl, zekâ ile ilgili” anlamına gelen “intellectual” kelimesiyle karşılanır. “Entelektüel”in “akıl”la ilgili bir sıfat olmaktan çıkıp toplumla belirli bir konumu ve işlevi olan insanlar anlamını kazanması 19. yüzyılın başlarında gerçekleşti. Bu duruma bakarak, toplumda bir kategori olarak “aydınlar”ın modern toplumun bir ürünü olduğu düşünülebilir; gerçekten de, bir bütün olarak aynı özelliklere sahip bir toplumsal kategori en azından 18. yüzyıl öncesi dünyada görülmemektedir. Gelgelelim, aydınları “aydın” yapan özelliklerinden biri ve birkaçı genelleştirilir ve soyutlanırsa, daha eski toplumlarda da bu işlevleri (şüphesiz farklı biçimler içinde) yerine getiren kategorilerin bulunduğu kabul edilebilir.
“Aydın” kavramını tanımlamaya çalışan çeşitli toplumsal bilimciler,
uyguladıkları yönteme ve bağlandıkları bakış açısına göre, değişik noktalardan yola çıkmışlardır.
Örneğin, “aydın” belirli bir “eğitilmişlik” ölçütüne göre mi tanımlanacaktır, yoksa toplumda oynadığı role göre mi?
Toplumun “ideolojik yeniden-üretimi”ne yaptığı katkıya göre mi, yoksa bu yeniden-üretimi değiştirici yönde etkilerine göre mi?
Öte yandan, “aydınlar”ı bir sınıf olarak tanımlamanın geçerli olup olmadığı da uzun süreden beri tartışılan bir konudur.
Bütün görüş farklarına rağmen, aydınların bilgi ve düşünce ile ilgileri olduğu, varlık nedenlerinin burada aranması gerektiği, bir ortak payda olarak görülebilir. Buna dayanılarak, aydınların işlevinin düşünce ve bilgi üretmek olduğu da söylenebilir. Ancak, aşağıda görüleceği gibi, bu da bir tanım için yeterli değildir, çünkü toplumca gerekli sayılan bilgilerin üretilmesi kadar, toplumca zararlı bulunan düşüncelerin üretilmesi de aydınlar olarak tanınan kişiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu bakımdan, Alvin Gouldner gibi, bilginin niteliği konusunda bir ayrım yapmak ve bilgi üretimi çevresinde toplanan kişileri de bu ayrıma göre sınıflandırmak düşünülebilir.
Bilgi, bugüne kadar varolmuş bütün toplumlarda doğal olarak önemini korumuştur. Ancak, bütün bu toplumlarda bilginin üretilme biçimi ve kullanımı farklı olmuştur. Öte yandan, bilgi ile genel ideoloji arasında ancak soyutlama düzeyinde kopabilen bir bağlantı olduğu da gözlemlenmektedir. Dolayısıyla, bilgi üretimi, genel ideolojinin üretimi içinde bir öğe olarak ortaya çıkmaktadır. Ve yine ideoloji ile birlikte, toplumun gerek ekonomik gerekse politik hayatında son derece önemli etkiler yaratmaktadır...
MODERN DÜNYANIN KURULUŞU VE AYDINLAR
Rönesansla birlikte Batı dünyasında ortaya çıkan yeni koşullar, bilginin laikleşmesi sürecini başlattı; başka bir deyişle, kilise kurumunun dışında ve çoğu zaman kilise bilgisine aykırı bilgi üreten yeni insanlar, modern anlamda “aydınlar”ın ilk örnekleri belirmeye başladı. Kopernik, Galileo gibi bilim adamlarının buluşları, o dönemin en önemli sorunu olan denizcilik alanında pratik yararlar sağladığı için, yeni oluşmaya başlayan ve dünyanın değişimi sürecinde rol oynayan sınıflarla bu yeni aydınlar arasında bağlantılar kurulmasına yol açtı. 15. yüzyıldan itibaren kilisenin yaymaya çalıştığı tutucu ideoloji ile laik aydınların ürettiği çağdaş ve bilimsel bilgi arasında bir mücadele göze çarpar. Bu mücadele, daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak “aydınlar”ın formasyonunu belirleyecektir.
18. yüzyıl, büyük Fransız Devrimi ile kapanır ve 19. yüzyıl endüstri devrimi ile açılırken, aydınların, her iki olayda da önemli katkıları olduğunu görürüz. O kadar ki, bu çağda toplumu fikirlerin düzenlediği ya da düzenleyebileceği, böylece insan aklının hayata egemen olacağı inancı gelişmişti. Akla ve düşüncelere böylesine önem verilen bir çağda, ideoloji dünyasının baş aktörü durumunu koruyan aydınların prestij kazanmaları da doğaldır.
Aydınlanma çağında “akıl” henüz “spekülatifti”. Toplumu, dünyayı kurtaracak bütünsel, “global” ideolojileri oluşturma, topluma, aklın egemenliği sağlandığı ölçüde gerçekleşeceği söylenen büyük ütopyalar sunma faaliyetleri 19. yüzyılda da devam etti. Bu gibi ideoloji, ütopya ya da bilimsel teorilerin altında, bütün toplum adına davrandığı inancıyla çalışan aydınların imzaları vardı. Ne var ki, 19. yüzyıl başında ortaya çıkan endüstri devrimi ile “akıl”, aydınlanma çağındaki spekülatif karakterinden sıyrılmaya ve “uygulama”ya yönelik, daha pratik bir karakter kazanmaya başlamıştı. Kapitalizmin olgunlaşması süreci içinde, klasik türden bilgilerin yanı sıra “teknolojik” bilgi de büyük bir önem kazandı. Yeni üretim koşulları çok daha karmaşık ve geniş bir işbölümü gerektiriyor ve böylece genel “bilgi” pek çok farklı uzmanlık alanlarına bölünüyordu. Bu durumda, bilgi, sanat, kültür ve genel olarak ideoloji alanlarında varlıklarını sürdüren “aydınlar” arasında birbirinden oldukça farklı sektörler oluştu.
Örneğin eski Mısır gibi bir toplumda bütün bütün bu işlevler aynı sınıfın elinde toplanmış ve düzenin aksamadan devamını sağlayan mekanizmaların temeli olmuşken, çağdaş toplumlarda tutucu ideolojileri yayanlar, üretimi sürdürmeye yarayan teknik bilgileri öğrenen ve uygulayanlar, topluma sanat ya da ütopik/bilimsel dünya görüşleri sunanlar birbirinden farklılaşmıştır. Toplumun şu ya da bu biçimde değişmesinden yana olanlar ve olmayanlar arasındaki ideolojik-politik ayrımlara göre, bütün bu tabakalar da kendi aralarında dikey olarak bir kere daha ayrılmışlardır. İdeoloji ve bilgi bu çağdaş dünyada önemini koruduğu, hatta belki de artırdığı için, “aydınlar” -sosyolojik anlamda ve bilimsel bir kesinlikle tanımlanmaları teoride ne denli güç olursa olsun- toplumsal önemlerini sürdürmektedirler. Yirminci yüzyılın bilim alanında gerçekleştirdiği büyük değişimler sonucunda, bilginin üretilmesi ve uygulanması hayatın her alanında en önemli sorun haline gelmiştir. Bu durum, “aydın” kategorisine, tarihin önceki dönemleriyle kıyaslanamayacak bir önem yüklemektedir.
TÜRKİYE’DE AYDINLARIN OLUŞUMU
Türkiye tarihinde modern anlamda aydınların ilk örnekleri 19. yüzyılda belirli bir yoğunluk içinde ortaya çıkmaya başlarlar. Bundan önce, Osmanlı devlet yapısı içinde, ortaçağda Batı’da görülenlere benzeyen kurumlar vardı. Kabaca özetlenecek olursa, bilgi ve ideoloji, “ulema” olarak tanımlanan, otoritesini dinden alan sınıfın tekelindeydi. Bunun bir ölçüde dışında kalan sanatçılar, yazarlar (eğer gene dini olan “tekke” gibi kurumlarda yetişmemişlerse) Batı’dakine benzer biçimde sarayın veya devlet büyüklerinin himayesi (patronaj) altında varolabiliyorlardı. Batı’da çağdaş tarihi başlatan koşullar, Osmanlı ortamında oluşmadığı için, bilginin ve bilgiyi üretenlerin laikleşmesi süreci, 19. yüzyıla kadar ertelendi.
19. yüzyılda kelimenin Batılı anlamına bir ölçüde benzer biçimde “aydınlar”ın ortaya çıkışı da Osmanlı devleti ile Batı dünyası arasındaki ilişkilerin dolaysız bir sonucudur. Askeri gücüyle Batı’nın ortalarına kadar genişlemiş bulunan Osmanlı İmparatorluğu, özellikle iktisadi bakımdan kendini Batı ölçüsünde geliştiremediği için zamanla toplumsal bir zayıflığa düşmüş ve askeri üstünlüğünü elden kaçırmıştı. Sürekli yenilgiler ve toplumsal zayıflama devlet yöneticilerine Batı ile Batı ölçülerine göre rekabetin kaçınılmazlığını kavrattı. Aynı teknik üstünlüğe sahip olmak için, Batı’nın o güne kadar oluşturduğu bilgileri öğrenmek gerekiyordu. Böylece devlet zorunlu gördüğü bilgileri kazanmak ve bunlara sahip olacak bireyleri yetiştirmek üzere bir dizi tedbirler aldı. Bu tedbirler, genel olarak özetlenirse, Batı’dan uzman getirmek, okumak üzere Batı’ya insan göndermek ve zamanla yurt içinde bu yeni bilgiler üzerine oturmuş eğitim kurumları açıp orada kadro yetiştirmek gibi çareleri kapsıyordu.
Murat Belge incelemesinde Osmanlı döneminde aydınların ilk özelliğini “kuramsal” nitelik diye saptadıktan sonra,
Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan çeşitli aydın gruplarını,
- “Bürokratik Aydınlar”,
- “Bürokrasi Dışı Aydınlar”,
- “Kır Kökenli Aydınlar” ve
- “Şehirleşme Sürecinin Ürettiği Yeni Aydınlar” diye adlandırıp,
onlara tarihi bir perspektif içinde bakıyor ve incelemesini şöyle sürdürüyor:
Türkiye’de “aydın” denince ilk akla gelen özelliklere sahip olan kesim, bugün bile etkisini sürdüren, Tanzimat ve Jön Türk hareketlerinden kaynaklanan Batılılaşmış devlet aydınlarıdır. Üniversiteler gibi devlet aygıtının çeşitli kolları ayrıca da çeşitli politik partiler, bu tür aydınların varolduğu alanlardır. Sayıları eskiye oranla artmamış, hatta azalmış da olsa, Türkiye tarihinde uzun zamandır belirleyici bir rol oynayageldikleri için, manevi ağırlıklarını hâlâ başka kesimlerden çok duyurabilmekte, öteki aydın kategorilerini de etkileyebilmekte, Türkiye’nin maddi gelişme düzeyinin artık gerisinde kalmış politik ve toplumsal çözümlerin uygulanmasına ağırlıklarını koyabilmektedirler. Altmışların sonlarından yetmişlere kadar çeşitli politik mücadelelerden en etkin kesimi onlar oluşturmuştur.
Geleneksel Osmanlı “ilmiye”sinin genel tutumlarını benimsememekle birlikte, görece muhafazakâr bir ideolojiyi benimseyen, daha çok serbest meslek gruplarını dolduran, kapitalist nitelikte programları olan politik partilere destek ve kadro veren aydın tabakaları, sayılabilen bütün bu kategoriler içinde toplumun öbür kesimleriyle ilişkilerini en fazla organikleştirmiş kesim sayılabilir. Bunun bir neden, öbür tabakalar gibi radikal dönüşümleri savunmamaları ise, bir başkası da, toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinde daha köklü ve sağlam temellere basmalarıdır, denilebilir. Sayılanlar arasında entelektüel etkinlik, dinamizm ve yaratıcılık bakımından performans düzeyi en düşük kesim olmakla birlikte, pratik etkileri öbürlerinden fazladır. “Aydın” olarak işlevleri yaratıcı değildir, ama bildiklerini, sağlam bir parçası oldukları düzenin uyumlu işlemesinde kullanır, toplumun tabanı ile yönetimin en üst düzeyleri arasında hem enformasyon akıtır (iki yönlü bir akış) hem de çıkar dağılımında rol oynar.
Kırsal kesimden gelen, genellikle en yüksek öğrenim düzeylerine erişme imkânından yoksun oldukları için, öteki aydın tabakalarında temsil edilen çeşitli ideolojiler arasında bölünmüş durumdadırlar. Özellikle öğretmen olarak çalışanlar, kendilerini istihdam eden devletin verdiği, bürokratik nitelikli ideolojiden etkilenmiştir. Öte yandan, kırsal nüfusun bütün kurumlarıyla Türkiye toplumunda önemini koruması sonucu, kökenlerinden gelen farklı, ayrıca çeşitli radikal düşüncelere belli ölçülerde açık bir doğal formasyonları vardır. Genellikle kendi dolaysız çevrelerinin yerel egemen sınıflarıyla çatışma içine girebildikleri için, muhafazakâr ideolojinin belirli yönleriyle uzlaşmazlar.
Türkiye aydın tabakalarının arasına en son katılan, görece modern olarak nitelediğimiz kesime gelince, bunlar, politik ideolojiler çerçevesinde, radikal veya muhafazakâr olanları benimseyebilirler (yakın döneme kadarki konjonktürlerde radikal olanlara daha fazla eğilim gösterdikleri söylenebilir) ancak bir toplumsal grup olarak kendilerini ortaya çıkarmış somut mekanizmalarla, dolayısıyla modern teknik koşullarla yakından ilgilidirler ve tercihleri büyük çoğunlukla modern hayat koşullarından yanadır.
Türkiye’de aydınlara bu tarihî perspektiften daha başka açılardan da bakılabilir. Bir yöntem, aydınları yaptıkları işe daha yakından bağlı olarak ele almaktır. Bu durumda, zaman zaman az önceki sınıflamayla kesişen yeni türden tabakalar saptanabilir.
- Serbest meslek sahibi aydınlar,
- devlet memuru aydınlar,
- bilim ve sanat alanındaki aydınlar,
- öğretim kurumlarındaki aydınlar vb.
Ayrıca Gramsci gibi, politik işlevleri açısından da aydınları ayırmak, sınıflandırmak mümkündür.
Böyle bir analiz yönteminin Türkiye’ye uygulanması herhalde ilginç sonuçlar verecektir.
BÜROKRATİK YAPILANMADAN ÇAĞDAŞ KURUMLARA DOĞRU
Hangi yaklaşım olursa olsun, Türkiye aydınlarının eğitiminde, formasyonunda ve hayat pratiklerinde bürokratik aygıt geleneksel olarak belirleyici olmuştur. Böylece, örneğin bu aygıtın değiştirmek istediği geleneksel yapıya, geleneksel ideolojiye vb. karşı radikal tavır alan ürk aydınları, aygıtın kendisine ve ürettiği ideolojiye karşı radikal ve hatta eleştirel tavır alamamışlardır. Dolayısıyla, Türkiye’de aydınların şimdiye kadar ürettiği kültür de resmi-bürokratik kalıpların pek az dışına çıkabilmiştir. 19. yüzyıldan beri yaşanan oldukça radikal kültür değişimi de aydınların yaratıcılıklarını kısıtlayan bir etmen olmuştur. Çünkü bu değişimin sonucunda, yerli kültürün yaşayan kaynakları da kurumuş, buna karşılık model olarak alınan Batı kültürüne gerçekten ve derinlemesine nüfuz etmek mümkün olmamıştır. Bu nedenle entelektüel uğraş çok zaman bir aktarmacılıkla sınırlı kalmıştır.
20. yüzyılın sonlarına yaklaşırken, Türkiye, hiç değilse, potansiyel olarak, dünyanın çağdaş toplumlarına yaklaşan bir dinamizm gösteriyor. Bunun aydınlar arasında da yansıması ve yansırken oradaki geleneksel bileşimlerde birtakım dönüşümler yaratması beklenebilir. Türkiye aydınları pratikte bürokratik kurumlar dışında geçim sağlayabilecekleri duruma geldikleri oranda düşüncede de bürokratik kalıplardan sıyrılarak daha özgün ve yaratıcı olmanın yollarını bulabileceklerdir. Bunun bir başka onsuz edilmez koşulu da, sınıfsal ve toplumsal yapısı bakımından da gittikçe modernleşen Türkiye’de, aydınların toplumun temel sınıflarıyla daha organik bağlar kurabilmeleri, yapısal tarihi dinamikleri sınıf öznellikleriyle birleştirmede perçinleyici bir rol oynamalarıdır.
“AYDIN”LIĞI PAYLAŞAN AYDINLAR
“Aydın”, başka bütün yetilerinden önce aklını kullanarak yaşayan ve temel etkinliği akala dayalı olan insan anlamına geliyorsa, demek ki aslında bütün insanlara özgü olan bir yetiyi kullanıyordur. Çünkü, akıl, bütün insanların ortaklaşa sahip oldukları bir yetidir. Gelgelelim, bütün insanlar akla sahip oldukları halde, öncelikle bu yetiyi kullanarak yaşama yeteneği bugünün dünyasında bütün insanlara özgü bir imkân değildir. Toplumda ancak bazı insanlar akıllarını kullanarak “aydın” işlevini görüyorlarsa, bunun nedeni, aynı toplumdaki başka insanların aynı yetiye dayanarak yaşama imkânını bulamamalarıdır. İşbölümünün egemen olduğu bir dünyada bunun böyle olması kaçınılmazdır. Ancak bu durum, “aydınlar”a da bir gelecek perspektifi verebilir. Gelişen teknolojinin etkisiyle gittikçe karmaşıklaşan dünyada bilgi, iktidarın temel dayanaklarından biri haline geliyor. Zamanla, bilgi tekelinin iktidar tekelinin önemli bir parçası olması da düşünülebilir. Aydının bilgisini başkalarıyla paylaşması, kendini “aydın” yapan öğeleri başka insanların da paylaşmasına izin vermesi, başka bir deyişle, yalnız bilgiyi değil, entelektüellik niteliğini paylaşması demektir. Bu bakımdan, bugünkü aydınların yarın açısından tarihi misyonları, “aydınlığı paylaşmak” olabilir. Bu anlamda bütün toplumun “aydın” olması, insanı insan yapan temel yetinin, yani aklın, toplumun ortak malı ve aracı olmasıdır. Kendi toplumlarının demokratik ve ilerici kültürünün oluşmasında başrolü oynamaya aday olan Türkiyeli yeni aydın kuşakları, aynı zamanda bu dünya çapındaki çağrıyla da karşı karşıyadırlar.
Murat Belge | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 157 - 1 Aralık 1986
_______________________________________________________________________________________
Osmanlı Aydını: Münevverden Aydına Popülist Özlemler
Meşrutiyet yıllarının Osmanlı yazınına kazandırdığı sözcükler arasında “münevver” ve “halk”ın ayrı konumları vardır. Bugünkü aydının karşılığı olan münevver, meşrutiyet popülizminin dinamik bir öğesidir ve Cumhuriyet Tek-Parti dönemi çağdaşlaşma söyleminin odağıdır. Halk ile oluşmakta olan ulus-devletin insan dokusudur. Öte yandan sola yatkın siyasal retoriğin anahtar sözcüğüdür.
Bilindiği gibi, klasik Osmanlı toplumsal yapısı “askeri” ve “reaya” biçiminde ayrışır.
- Askeri yöneten katmanlara verilen addır. Seyfiye, kalemiye ve ilmiyeyi kapsar.
- Reaya ise yönetilendir. Sürü anlamına gelir.
Osmanlı toplumunun patrimonial-despotik yapısı çözülene değin vergi verir, savaşır; padişahın teba’sıdır.
Tanzimat’la birlikte reaya kentlerde ahaliye dönüşür.
Ahali ehlin çoğuludur. Ehl ise Arapçadır; ve sahip, malik, mutasarrıf anlamına gelir. Ahali teba’dan farklıdır. Vatandaş ya da yurttaşa açılır. Kâğıt üzerinde de olsa hak ve özgürlükleri vardır. Toplumda edilgen olmaktan etken olmaya doğru yol alır. Basın, özellikle gazete ahaliye seslenir. Kamuoyu giderek siyasal yaşamın bir boyutu olur.
“AHALİ”DEN “HALK”A...
Çoğulcu bir siyasal yaşamın oluştuğu, hak ve özgürlüklerin billurlaştığı meşrutiyet yıllarında ise ahaliden halka doğru geçilir.
Ulusçuluk, o günkü adıyla Türkçülük, halkı yüceltir.
- Türk Yurdu Cemiyeti,
- Türk Ocağı,
- Halka Doğru Cemiyeti halka seslenirler.
Meşrutiyet döneminde halk, ahalide olduğu gibi kente özgü değildir. Halk çok daha kapsayıcıdır.
Anadolu’da da halk vardır. Ona ulaşmak, ona gitmek gündemdeki “içtimai inkılab”ın gereğidir.
Münevver sözcüğü işte böyle bir ortamda gündeme gelir. Halktan soyutlanmış bir münevver düşünülemez.
Meşrutiyet aydını halka sahip çıkacak, onu eğitecek, ona yol gösterecektir. Bundan böyle “halka doğru” gidilecektir.
Tüm kırsal boyutlu popülist hareketlerde olduğu gibi, halk baştacı edilecektir.
Meşrutiyet aydını misyonerdir. Uyaracak, yol gösterecektir.
Meşrutiyet aydını halkçıdır. Halka özdeşleşecek, halkla kaynaşacaktır.
Meşrutiyet aydını popülisttir. Gelişmeden yana olacak, ancak Batı’daki kendince yoz düzene gönül vermeyecektir.
Öte yandan, Meşrutiyet yıllarında aydın belirli bir gelişme stratejisinin parçasıdır. Eğitim ağırlıklı gelişme modellerinde aydını zor günler bekler.
Tüm umutlar aydındadır. Aydın eğitecek, öğretecek, uyaracak, toplumsal çarkın devinim gücü olacaktır.
Toplumsal işlevi üstlenen aydını üretecek olan eğitimdir. Gelişmek için, çağdaşlaşmak için eğitim ön koşuldur.
Uygarlık eğitimle özdeştir. Tanzimat’ın ve onu izleyen dönemlerin eğitim seferberlikleri bunun en somut kanıtlarıdır.
Eğitim, meşrutiyetle birlikte daha geniş bir tabana yayılır. Bundan böyle, kent ağırlıklı eğitim süreci, nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı kıra kaydırılacaktır. Anadolu, Osmanlı’nın bağrıdır. O güne değin hakir görülen Anadolu toprakları ayrı bir önem kazanır. Osmanlı yazını Anadolu’ya ilgi duyar. Anadolu’ya yönelik öyküler, romanlar, Cumhuriyet dönemi köy yazınına yol açar.
Çorak Anadolu topraklarına ilim irfanı aydın misyonerler götürecektir.
Osmanlı’nın önünde somut örnekler vardır:
- Rusya göçmenlerinden narodnikleri öğrenirler;
- Balkanlar’da Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar milliyetçiliklerini halkla bütünlemiş, halka gitmişlerdir.
Bu yörelerin aydınları dört bir yana dağılarak ulus duygusunu körüklemiş, siyasal-toplumsal dönüşüm için ortam yaratmışlardır. Bu ülkelerde popülizm köycülükle kaynaşmış, Balkan aydınları köylü partilerinde etkin bir rol oynamışlardır. Kır kökenli bir gelişme stratejisi Balkan popülizminin temel yörüngesini oluşturmuştur.
KÖYDEN YANA, KENTE KARŞI
Osmanlı’da da okumuş insanları benzer görevler bekler. Kırsal kesimde karşılaşılan sorunlar aydın kesimin önderliğiyle çözüm bulabilir. Bu nedenle Osmanlı aydını halka yönelmeli, halkı anlamalı, onun düzeyine inerek onunla bütünleşmelidir.
Popülist gelenek doğrultusunda, Osmanlı aydını da köyden yanadır.
Köye arka çıkar, köylüyü savunur. Ulusal değerleri köyde arar. Folklor temel uğraşıdır.
Popülist aydın için kent yoz bir ortamdır. Kent kozmopolittir; ulusal değerlerin sulandırıldığı, değişik etnik öğelerin yapay bir biçimde kaynaştığı bir ortamdır. Oysa Anadolu’nun bağrında kültürel birikim her türlü dış etkenlerden uzak durmuştur. Gerçek ulusal değerler köydedir, köylüdedir. Aydının temel işlevi bu cevheri işlemektir.
Kent karşıtı aydın tavrı popülist söylemle uyum içerisindedir. Batı’da kentleşme, yoksulluğu, sefaleti, salgın hastalıkları davet etmiştir. Sanayi toplumunun kenti, Osmanlı geleneksel kentinden farklıdır. Provizyonist Osmanlı politikaları ayırım gözetmeksizin kentliyi beslemiştir. Oysa sanayi devriminin neden olduğu kentleşme sefaleti de bağrında yeşertmiştir.
Meşrutiyet aydınının kent karşıtı tavrı Cumhuriyet’e dek uzanır.
Öte yandan 1. Dünya Savaşı ve onu izleyen dünya buhranı kent konusunda kaygıları dünya ölçeğinde gündeme getirir.
Türkiye’de Tek-Parti yönetimi de kentleşmeye kaygıyla bakar.
- Halkevleri ve halk odaları,
- Türk Ocakları izinde köycülüğü temel şiar edinirler.
Cumhuriyet ulusal değerleri kırda arar. Türk ulusçuluğu kırda temellendirilir.
Tek-Parti aydını kenti Osmanlı hanedanıyla, sarayla özdeşleştirir. Kozmopolit İstanbul, yozluğun tipik örneğidir.
İstanbul’dan Ankara’ya göç de bu söylemin bir parçasıdır. Yirmi bin nüfuslu Ankara, Türkiye’nin kalbidir.
II. Dünya Savaşı yeni bir dönemin başlangıcıdır. Savaş sonrası eskisinden farklı siyasal beklentiler gündeme gelir.
- Bu doğrultuda Türk aydını da kırdan kente kayar. Popülist köy aydını giderek gücünü yitirir.
- Köy Enstitüleri kapatılır. Köy sorunsalı ancak yazında yankı uyandırır.
- Aynı zamanda kentleşme hızlanır, kent saygınlık kazanır. İstanbul 1910’lu yıllardaki bir milyonluk nüfusa tekrar 1950’ler kavuşur.
Savaş sonrası aydını, savaş öncesinin bütünleyici, toparlayıcı, dayanışmacı kaygılarını bundan böyle paylaşmaz.
Toplumsal gerçekler vurguyu kent sorunsalına kaydırır.
Aydının gündeminde de ayrışmalar ve karşıtlıklar belirginleşir.
Zafer Toprak | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 157 - 1 Aralık 1986
_______________________________________________________________________________________
Tanzimat Aydını: Peygamber mi, Hain mi?
Hiçbir ülkenin halkı, kendi aydınını, Türklerin eleştirdiği hınçla, kesinlikle ve acımasızca eleştirmemiştir.
Örneğin, Osmanlı döneminde ortaya çıkan “Tanzimat Aydını” “aşırı Batılılaşma”nın bir simgesi olarak ele alınmış ve kıyasıya eleştirilmiştir.
EDEBİYATIN KESKİN KILICI
Recaizade Mahmut Ekrem, Türk romanının ilk başarılı örneklerinde sayılan Araba Sevdası’nda bir “aşırı Batılılaşmış” tipi, Bihruz Bey’i tanıtır bize.
- Şerif Mardin’in “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” adlı makalesinde
Bihruz Bey’in kardeşliklerini yakıştırdığı Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’i,
- Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık romanındaki Şatıroğlu Şöhret’i,
- Nabizâde Nazım’ın Zehra’sındaki Suphi’si ve
- Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’i hep bu “aşırı Batılılaşmış” tiplere örnektir.
Örneğin, Ömer Seyfettin’in ünlü Efruz Bey’i ile “Tıfıl Kovuğu” Mektebi Müdürü Müfat Bey arasında şöyle bir konuşma geçer:
Efruz Bey, Müfat Bey’e akıl danışmaktadır:
- “Bendeniz Avrupa’ya tahsile gidiyorum. Ne okuyayım?”
- “Ne okumak istiyorsunuz?”
- “Daha bir şey tasarlamadım. Yaşım otuza yakın. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet kolay olsun, kısa olsun. Hattâ...”
- “Hatta?”
- “Kitap bile olmasın. Şöyle şifahi bir ilim! Zira gözlerim artık yoruldu!”
Bu konuşmanın simgelediği “sığlık”, “özentilik” ve “kafasızlık”,
aslında, Ömer Seyfettin’in daha önce belirttiği “ahlaksızlık”, “döneklik” ve “soytarılık” yanında hiç kalır:
Efruz Bey, Müfat Bey’le şöyle tanışmaktadır:
- “Siz Türkçü müsünüz?”
- “Efruz Bey hemen protestoyu bastı:”
- “Asla! Bunu kabul etmem efendim. Bendeniz de zatıâliniz gibi Türk milliyetperverliğinin aleyhindeyim.”
- “Fakat Ocakta konferanslar verdiğinizi işitiyordum.”
- “Veriyordum, fakat samimi değil.”
- “?”
- “Orada da iktidarımı göstermek için.”
Evet. Türk edebiyatı, yargısını vermişti: “Aşırı Batılılaşmış Tanzimat aydını haindi.”
RESMİ TARİH GÖRÜŞÜ
Her Cumhuriyet genci, kulaklarında Namık Kemal’in, Tevfik Fikret’in şiirleri ile büyür.
Ünlü şair Namık Kemal, “vatan” kavramını Türk kültürüne sokan bir düşünürdür.
Tanzimat Dönemi’nin son düşünür-şair temsilcisi Ziya Gökalp’tır.
Ünlü Türk düşünürü ve Türk milliyetçisi olan Gökalp, yalnız Türk milliyetçiliğinin temsilcisi olarak değil,
Tanzimat ile Cumhuriyet arasındaki düşünce ve eylem zincirinin en sağlam halkalarından biri olarak da önem taşır.
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan bu zincirin en sağlam ve belirleyici halkası ise Mustafa Kemal Atatürk’tür:
Vatan kurtarma ateşini yüreğinde, Tevfik Fikret’in şiirleri ile hissetmiş ve bu gerçeği defalarca vurgulamış olan Mustafa Kemal Atatürk.
Bu görüş, yalnız resmi tarih görüşü olarak değil, gerçeğe uygun olmak bakımından da önem ve anlam taşır.
TANZİMAT AYDINI KİMDİR
Kimdir Tanzimat aydını?
Recaizade Mahmut Ekrem’in alaya aldığı Bihruz Bey mi?
Yoksa Ömer Seyfettin’in üzerine tüm bir eleştiri yapısı inşa ettiği Efruz Bey mi?
Özenti, boş, köksüz, zavallı, sığ ve hatta ülkesine, ulusuna, kültürüne ihanet etmiş bir aydın mıdır Tanzimat aydını?
Yoksa Tanzimat aydını Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp mıdır?
Kararlı, özgürlükçü, çağdaş gelişmekten yana, ulusalcı, yani emperyalizmin boyunduruğuna karşı ayaklanmış bir milliyetçi,
acı çekmiş, sürülmüş, öldürülmüş, ne yaptığını bilen bir vatan kurtarıcısı mıdır Tanzimat aydını?
Soruyu başka türlü soralım:
Gerçek Tazimat aydını, Recaizade Mahmut Ekrem’in kendisi midir, yoksa yarattığı Bihruz Bey tipi mi?
Ömer Seyfettin’in kendisi midir bu aydın, yoksa, yarattığı Efruz Bey mi?
Bihruz ve Efruz beylerin yozluğuna karşı, Namık Kemal, Avrupa’ya kaçınca Tasvir-i Efkâr’ı yöneten,
Fikret’e destek veren Recaizade Mahmut Ekrem’in pırıl pırıl mücadelesi asıl Tazimat aydınını temsil etmez mi?
Ya Ömer Seyfettin?
Türk kültürü ve Türk dili açısından “yenilikçiliği” ve hatta toplumbilimsel anlamdaki “devrimciliği”,
Tanzimat aydınını anlamamız açısından yardımcı değil midir?
Acaba, Bihruz ve Efruz beyler, gerçek Tanzimat aydını olan yazarlarının geneldeki yönelimlerini,
sağlıklı mücadelelerini yansıtan ve zaten bu amaçla üretilmiş bulunan “sapık örnekler”i oluşturmazlar mı?
Turancılıktan hareket ettiği halde, sonunda Misak-ı Milli hudutları içindeki çağdaş; ve ayrılıkçı değil,
birleştirici Türk milliyetçiliğinin temellerini atan Ziya Gökalp, Tanzimat aydınının son ve en güzel temsilcisi değil midir?
Kimdir Tanzimat aydını?
İlk Türk gazetecilerinden Şinasi Efendi mi, yoksa, onu sakalını kestiği gerekçesi ile görevden alan Âli Paşa mı?
O Âli Paşa ki , Tanzimat’ı bizzat oluşturan Mustafa Reşit Paşa’nın yetiştirmesidir.
Tanzimat aydınının geçiş dönemi, (Cumhuriyet’e geçiş dönemi) temsilcisi kimdir?
Linç edilen Ali Kemal mi, yurt dışına sürülen Refik Halit mi, İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy mi, yoksa “Şair-i Âzam” Abdülhak Hamid mi?
Ya Necip Fazıl ile Nazım Hikmet?
Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi yapısından dolayı hep “yönetim gücünü” paylaşmış olan “aydınlar”, sürekli olarak “siyasal değerlendirmelere” konu edilmişlerdir. Çünkü ülkenin yazgısı açısından, aydınların hep söyleyecekleri sözleri olmuş, sürekli olarak, siyasal arenada olup bitenleri etkilemişlerdir.
İşte bu hem “etkin” hem “etkili” rol, aydınların, tarafları tarafından övülmelerine, karşıtları tarafından da yerilmelerine yol açmıştır.
Siyasal eylemin sıcaklığı içinde, aydınlar en büyük yaraları, düşünce birliği içinde olmadıkları öteki aydınların saldırılarından almışlardır. Çünkü, “bir aydının etkililiğini ancak başka bir aydının gücü engeller” diye düşünmüşlerdir. Bu nedenle de aydınların en büyük düşmanı yine aydınlar olmuştur.
Türkiye’de kökleşmiş bir “aydınlar hegemonyası” olduğu ve bu aydınlar sürekli olarak birbirlerinden farklı görüşleri birbirlerine saldırarak savundukları için, bir “aydın düşmanlığı” kurumunun oluşmasına en büyük katkıyı yine aydınlar yapmışlardır.
Halk da, pek çok aydının, kendisi gibi düşünmeyen aydını hainlikle suçlamasına bakarak, aydın katliamına, kimi zaman 31 Mart Vakası’nda olduğu gibi fiilen bile katılmıştır. Böylece, aydın düşmanlığı körüklemek öncülüğü de yine aydınlara ve yöneticilere nasip olmuştur.
Hem başarıların hem başarısızlıkların sorumlusu artık bellidir:
“Yaşasın kahraman aydınlar, kahrolsun alçak aydınlar.
Yaşasın benim gibi düşünen kahramanlar, kahrolsun benim gibi düşünmeyen alçaklar..!”
Oysa aydın olmanın birinci koşulu hoşgörü değil midir?
Yazımı noktalarken kendi görüşlerim ve düşüncelerimle, toplumun benimkilere tümüyle ters düşen inanç ve uygulamalarını,
“yalnız” sözcüğünü, farklı vurgulama ile kullanarak, tek tümcede toplamak istiyorum:
Tanzimattan günümüze aydın, ne peygamberdir ne hain, yalnız aydındır; hem peygamberdir hem hain, çünkü “yalnız” aydındır.
Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 157 - 1 Aralık 1986
_______________________________________________________________________________________
Ülkemizde Aydın İmajı
Bergman’ın o olağanüstü filmi “Yaban Çilekleri”ni görenler ya da öyküsünü okuyanlar çok iyi hatırlayacaklar.
Her izleyici için unutulmaz bir yaşam dersi niteliği taşıyan bir sahne vardı:
Dr. Borg’la gelininin yolda bir karı-koca’yla karşılaştıkları sahne.
Çok yaşlı ve saygın bilim adamı Dr. Borg, kendisi için düzenlenen jübileye katılmak üzere arabayla Lund’a gitmektedir. Arabayı kullanan genç gelinidir (Ingrid Thulin). Sekiz kişilik büyük arabanın arkasında üç otostopçu genç öğrenci oturmaktadır: Sara, Anders ve Viktor. Pırıl pırıl, neşeli ve heyecanlı iki delikanlı ve bir genç kız. Bir dağ başında arabaları bozulmuş orta yaşlı bir çiftle karşılaşır ve onları da en yakın kente kadar alırlar. Çift daha arabaya binerken dışardaki ağız dalaşını sürdürerek Dr. Borg’u rahatsız ederler. Erkek ve kadın durmadan birbirlerini suçlamaktadırlar. Arkadaki gençlerin neşeli gülüşleri kesilir. Öndekiler gittikçe daha tedirgin olurlar. Ama karı-koca hiçbir şeyin farkında değildir. Kavganın dozu artar, tokatlaşmaya kadar varır. Birden gelin, frene basar, arabayı durdurur ve son derece sert ve kararlı bir sesle “İnin aşağı” der orta yaşlı çifte. Henüz kentten çok uzakta, ıssız bir yerdedirler. Çift şaşkın, itiraz edecek gibi olur. Ama sürücünün kararlılığı karşısında çaresiz inerler. İnerken de birbirlerini yeniden suçlamaya başladıkları görülür.
Araba yeniden hareket ettiğinde Dr. Borg, gelinine, “O zavallıları dağbaşında indirmeseydin” der, “biraz daha dayanırdık...”
Gelin gülümseyerek döner yaşlı bilgine.
“Bizim için önemli değildi” der, “Ben arkadaki gençleri düşündüm. Onlar için çok kötü bir örnek oluşturuyorlardı...”
O kadınla o erkekten hangisinin haklı olduğunu hiç mi hiç düşünmedim.
Düşündüğüm tek şey görüntünün çirkinliği idi.
Hepimiz biliyoruz:
Gençlerin karakterleri öğütler, öğretilerle değil, somut örneklerle oluşur. On binlerce genç insanımızın birer Tanrı gibi gördükleri, hayranlık duydukları ünlü aydınlarımızın yayın organlarındaki kavgalarına baktıkça, kimin haklı olduğu değil, Bergman’ın o filmini düşünüyorum.
Hiç kimsenin bilmediği şey değil. Yüz yıldan bu yana bu ülkenin aydınları daha dürüst, daha ileri, daha aydınlık bir Türkiye ve yeryüzü için bitmez tükenmez acılar çekti. Baskılar, engellerle karşılaştı. Darağaçlarına gitti, hapislerde yattı. Yazdıkları, çizdikleri, söyledikleri yasaklandı, yok edildi. Bütün bu engellere karşın onlar, kavgalarını yiğitçe sürdürdüler. Bugün de sürdürüyorlar. Aydınlarımızın serüveni, çok genel çizgileriyle, çağına tanıklığın, sorumluluk bilincinin, özgürlük tutkusunun destanıdır.
Ama gene hepimiz biliyoruz:
Aydınlarımıza reva görülen en ağır şeyler bile, onların birbirlerine reva gördüklerinin yanında hafif kalır.
Bunu nasıl açıklayalım?
Bernard Shaw’a yakıştırılan çok ünlü bir fıkra var:
Londra’da tanınmış sanat koruyucusu leydilerinden biri, iki ünlü tenor’u evine çağırdığı sanat toplantılarından birine Shaw’u da davet etmiş.
İki tenor en sevilen aryalarını söylemişler ve alkışlanmışlar. Sonra Leydi, Shaw’a yaklaşarak tenorlar hakkındaki düşüncesini sormuş.
“İkisi de danalar gibi böğürdüler” demiş kısaca Shaw.
Ev sahibesinin büyük şaşkınlığı karşısında da bir açıklama yapmış:
“Benim değil, onların düşüncesi bu” demiş,
“Her birine giderek öbürü hakkındaki yargısını sordum. Onlar da aynen böyle dediler...”
Dünya edebiyatıyla yakından ilgilenenler bilirler. Türkiye’den en az on yıl önce Avrupada büyük bir Güney Amerika Edebiyatı dalgası başladı. Be elbette bir rastlantı değildi. Bu büyük edebiyat birikiminin, geleneğinin tanınması, değerlendirilmesi uzun bir sürecin sonucudur. Bu sürecin hızlanmasında en önemli rollerden birini de Güney Amerikalı edebiyatçıların kendileri oynadı. Dünyaca tanınan her Güney Amerikalı ozanın, romancının, deneme yazarının ağızlarını her açışlarında, kendi kıtalarından bir başka sanatçıdan büyük övgülerle söz ettiklerini duyduk.
- Marquez’e göre yeryüzünün en büyük ozanı Ruben Dario’dur.
- Asturias’a göre en büyük romancı Amado.
- Paz, Fuentes’ten övgüyle söz eder.
- Neruda ise Guillen’den.
Bu, sinemacılar, ressamlar, bilim adamları, tiyatrocular, müzisyenler hatta politikacılar için de böyledir.
Şimdi bir de kendi ülkemize bakalım. Bırakalım bir tana dünya çapındaki olayları.
Aydınlarımız, kendi sınırlarımız içinde nasıl değerlendiriyorlar birbirlerini?
Gönül rahatlığıyla sevebileceğimiz, övebileceğimiz, genç kuşaklara tanıtacağımız, sevdireceğimiz aydınımız gerçekten o kadar az mı?
Nasıl açıklayalım bu garip olguyu şimdi?
Aydınlarımız ihanet içindedirler, korkak ve ödlektirler, geri zekalı, yeteneksiz, azgelişmiş ve cahildirler. Ya sekter ve dogmatiktirler ya da yozlaşmış, züppe ve belkemiğinden yoksun. Aralarında çok sayıda dönek vardır, çok sayıda kültür emperyalizminin ajanı. İçkiden gözleri kan çanağına dönmüştür, yoz çevrelerde sürter dururlar. Halktan kopukturlar, büyük ve zengin kültürel geleneğimizden haberleri yoktur. Sayısız karmaşa içinde kıvranır dururlar. Aşağılık duygusu, büyüklük kompleksi vs. vs. Kısaca bir işe yaramaz, “muzır” yaratıklardır.
Ne benim düşüncelerim bunlar, ne de yüz yıldır aydınları baskı altında tutan egemen ve tutucu çevrelerin.
Bu aşağılayıcı yargılar, bizzat aydınlar tarafından birbirleri için verilmiştir. Shaw’un tenorları gibi.
Oysa ben, kişisel olarak aralarından çoğunu tanımak mutluluğunu elde ettiğim aydınlarımızın bütün bu aşağılayıcı sıfatlara layık olduklarına hiçbir zaman inanmadım. Onurlu, ödünsüz, yiğit, bilgili, üretken sayısız aydın tanıdım. Onların, her biri bir destan kadar heyecan verici yaşam öykülerini okudum. Ürettiklerine sık sık beğeniyle başvurdum, yararlandım.
Şu karmakarışık günlerde,
düşünme ve üretme özgürlüğünün sayısız parmaklıklarla örülü olduğu geçiş dönemlerinde hiç olmazsa sado-mazoşist davranışlardan kaçınmasını bilelim.
Gençleri ve çocukları güzel örneklerle geleceğe hazırlayalım derim.
Bilmem yanılıyor muyum?
Onat Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 157 - 1 Aralık 1986
_______________________________________________________________________________________
SORUŞTURMA
Aydın kimdir, kime aydın denir?
Türk aydını, toplumun kendisinden beklediğini yerine getiriyor mu?
Yalçın Küçük:
Aklı ile, inatla, mücadele edene aydın denir.
Türk aydınları toplumun kendilerinden beklediklerini yerine getiriyorlar mı?
Bu sorunuzu tane tane cevaplandırmak istiyorum:
a) Akılcı, coşkulu, cennet bir toplum kurulmadan önce toplumun hiçbir sınıf ya da katmanı kendisinden bekleneni mutlak olarak yerine getirmiş olmaz.
Türk aydınının, toplumsal beklemelere cevap verme kesiminde, diğer sınıf ve katmanlardan ayrı bir yeri yok.
Sorunuzun cevabı ancak göreceli olabilir.
b) Akılcı, coşkulu, cennet bir toplumun kurulması, bir yeni düzen olduğu kadar bir yeni aydındır; yeni aydının yaratılmasını gerektiriyor.
Yeni aydının ortaya çıkması eski aydının ölmesi demektir.
c) Her savaş aynı zamanda bir iç savaştır.
Akılcı, coşkulu, cennet bir toplumun kurulması aynı zamanda bir aydınlar arası savaştır;
yeni aydının eski aydınla savaşı olarak ortaya çıkıyor.
d) Bir insandır; kol, bacak, ayak sahibidir. Bundan öte bir düşünce demeti oluyor;
- kolunun yerinde Tanzimat konusunda,
- ayağı yerinde Sabahattin Ali ile ilgili,
- bacağı olarak Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak veya üs istediği düşünceleri var.
Geçmiş, bir toplumda, en çok aydın olarak yaşıyor.
Aydın kendisine sahip çıkarken büyük ölçüde geçmişi sıkı sıkıya savunuyor.
Her yenilik, bir aydın bolluğuna değil bir aydın kıtlığına denk düşüyor.
Cumhuriyet, bir aydın bolluğundan değil, bir aydın kırımına denk düştü.
- Meşrutiyet,
- Birinci Savaş,
- Bağımsızlık Savaşı,
- daha önce Çanakkale ve bir yedek subay savaşı olarak bilinen Sakarya,
- daha sonra İstiklal Mahkemeleri kararları, uzun bir aydın kırımını sahneledi.
Aydın ile birlikte eski düzen düşünü kırıldı.
e) Önemli olan kütledir ve aydın dinamiğidir.
Toplumun aydından beklediği, yeni bir düzen için, eski aydınla mücadele etmesidir.
İçimizdeki hastalık, karşımızdaki tehlikenin içimize yansımasıdır.
Yeni aydının eski aydınla mücadelesi, karşısındaki ile mücadelesi demektir.
Bu anlamda Türk aydını, toplumun kendisinden beklediğini yerine getiriyor.
f) Aklı ile, inatla yeni bir düzen için mücadele ederek bekleneni yerine getiriyor.
Artık eski olan düşüncelerini yeni aydın karşısında savunurken, kırılarak üzerine düşeni yapıyor.
Kırılmalara ve geri dönmelere bakarak ürkmemek gerektiğini düşünüyorum.
Mümtaz Soysal:
“Aydın” sözünün evrensel anlamı ile azgelişmiş toplumlarda edindiği anlamı birbirinden iyi ayırmak gerek.
Bu kelimeyi Batı dillerindeki “entelektüel” karşılığında kullanıyoruz. Entelektüel, “Zihniyle davranan, davranışlarını zihnine göre ayarlayan, olup bitenleri zihniyle değerlendiren, zihin dünyasında yaşayan” demek. Dolayısıyla, entelektüel olmak, duygusallıktan ve hele yüzeysellikten uzaklaşmayı, konuları derinliğine düşünebilmeyi gerektiriyor. Bu ise, hayli güçlü bir bilgi donanımı istiyor. Bu anlamda entelektüelliğin ilericilik, gericilik, solculuk-sağcılık gibi kavramlarla ilgisi yok. Bir insan son derece muhafazakâr, ama entelektüel olabilir.
Azgelişmiş bir toplumda ise, “aydın” kelimesinin biraz daha pekiştirdiği bir ucuzlama var:
Aydın, toplumun büyük çoğunluğunun erişemediği bir duruma erişen, yani okuma-yazması olup da olup bitenleri az çok izleyebilen insandır. Bu durumun kendisine ayrıcalıklı bir yer edinme hakkı verdiğine ve dolayısıyla topluma öncülük edebileceğine inanır. Donanım pek önemli değildir. İlericilik de, bu ayrıcalıklı durumun ister istemez getirdiği bir nitelik sayılır.
Aydın, bazı tutumları arada sırada bir çeşit gericilik anlamına da gelse, kendi ilericiliğine inanmış kişidir.
Türkiye, azgelişmişliği geride bıraktıkça, bu çeşit aydın tipini de geride bırakıp, evrensel tanımlamaya doğru yönelen, yönelmesi gereken bir ülke.
Haluk Şahin:
Aydın konusundaki tartışmaların birçoğu tanım üzerindeki anlaşılmazlıklardan doğuyor.
Ben dar bir tanımdan yanayım.
Kimdir aydın?
Bu konudaki en eski girişim hâlâ geçerli bence: Pisarev, aydını, “eleştirel olarak düşünen kimse” olarak tanımlıyordu.
Aydın, hayatının temel etkinliği zihinsel üretim olan, ancak bu üretimi başkaları adına değil, kendisi -ve insanlık- adına yapan kimsedir. Bu açıdan aydın “üzerine vazife olmayan” şeylere karışan, tutum takınan, kendi günlük çıkarının ötesindeki alanlarda fikir mücadelelerine giren kimsedir diyebiliriz. Aydının biraz “ukala” görünmesi, birtakım çevrelere batması işlevinin doğal bir soncudur.
Böyle bir yaklaşım, “okumuşluk”la “aydın olmak” arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor.
Yani, her çok okula gitmiş, iyi öğrenim görmüş insan aydın olmadığı gibi, her aydın da çok okula gitmiş değildir.
Aydın olmak bir etkinliktir, bir yaşam tarzıdır, hayata karşı bir tutumdur.
Günümüzde aydının konumu konusunda birbiriyle çelişen iki temel eğilim gözleniyor:
Ekonomiter imalata dayanan sanayi döneminden, zihinsel üretime dayanan bilgi dönemine geçtikçe, aydınvari etkinliğin kapsamı da genişliyor. Ancak, bu üretimin gittikçe uzmanlaşan kurumlar ve örgütler adına yapılması sürecin eleştirel boyutunu törpülüyor. Kafasını çalıştıran insanların sayısı aynı hızla artmıyor, belki de azalıyor.
Bu geçiş döneminde aydınlar farklı çevrelerin sert eleştirilerine maruz kalıyorlar. Soldan gelen eleştiri, onları kurulu düzenin bir cıvatası haline geilmekle suçlarken, sağdan gelen eleştiri, onları sorumsuzlukla damgalıyor. Batı’da “noe-conservative” ya da “yeni-muhafazakâr” düşünürlerin aydın eleştirilerinin dozu, son on yıl içinde iyice arttı. Fransa’da, İngiltere’de ve Amerika’da temel mesajı aydın eleştirisi olan aydınlar ve ekoller türedi. “Sol aydın” imgesine ağır darbeler indirildi.
Bu türden eleştirilerin uzantılarını Türkiye’de de görmekteyiz.
Yukarıda verdiğim aydın tanımı Türkiye’de aydınların çok ufak bir topluluk olduğunu ortaya koyuyor sanırım. Bu nedenle bence önemli olan o sayıları zaten çok az aydınların görevlerini yerine getirip getirmedikleri değil, Türkiye’de aydınların niye bu kadar zayıf kaldıklarıdır. Fikir dünyamız ne yazı ki cılız, özgünlükten yoksun ve parçalanmış...
Eğitim politikamız, toplumsal ödül-ceza sistemlerimiz ve kültürel geleneklerimiz aydın yetişmesine pek imkan tanımıyor. Maddi zenginlik peşinde koşarken, fikri zenginliğin önemini kavrayamıyoruz. Birtakım ekonomik göstergelere dayanarak Türkiye’nin 2000’li yıllarda “güçlü” bir devlet olacağından söz ediyoruz. Fikri zenginlik olmadan ulaşılmış bir maddi zenginlik, ülkeleri güçlü kılmaz. Ya da, en fazla, kaba kuvvet anlamında güçlü kılar.
Gerçekten güçlü olabilmemiz için artık mühendislerden çok, aydınlara ihtiyacımız var.
Mete Tunçay:
Bundan on yıl önce (26 Şubat 1976’da) Milliyet Sanat Dergisi’nde çıkan “Aydının Sorumluluğu” başlıklı yazımda neler söylediğime baktım. Aydın, topluma borçludur, demişim. İki aydın türü üstünde durmuşum. Biri, halka karşı ödevlerini yerine getirirken onlara tepeden bakan; öteki ise, kendilerini yalnızca uğraşılarına karşı ödevli sayarken, yerleşik düzeni destekleyen aydınlar. Sonra, yansızlığın olamazlığını vurgulamışım. Yazıyı, aydının gerektiğinde kedi çıkarlarını da aşarak, doğru düşünmek ve demokrat olmak yükümlülüğüne işaret ederek bitirmişim.
O zaman söylediklerim, aradan on yıl geçtiği halde, bana hâlâ geçerli görünüyor.
Aydının toplumsal işleviyle tanımlanması doğru olmalı.
(Rivayet bu ya, Gauthama Buddha uzun riyazet ve nefsine eziyet çabalarından sonra gerçeğe erer. O ünlü ağacın dibinde derin bir düşünceye dalar. Erdiği gerçeği başkalarıyla paylaşmalı mı, paylaşmamalı mı? Paylaşmaya karar verir, sekizli yol öğretisini yayar. Öbür türlü karar verseydi, doğrunun bilgisini kendine saklasaydı, bu aydın tanımının dışında kalırdı - Buddha adının Sanskritçe’de “aydınlanmış” anlamına gelmesine karşın. Ama o zaman da, adına Buddha demezlerdi herhalde.)
En bireyci insan bile, kendini topluma örnek diye sunarsa, pekâlâ aydındır.
Ama bugün aydının kendi işini iyi yapmasını daha önemli sayıyorum.
Galiba, aydın önce bir şeyci olmalı:
Fizikçi, tarihçi, tıpçı, felsefeci, mühendis, hukukçu, hatta sanatçı...
Ama her neciyse onda iyi olmalı. Korkarım, profesyonel aydınlar da vardır; yani mesleği aydınlık etmek olanlar. Bunlardan korkuyorum. Son yıllarda “entel” diye dalga geçilen tip, bence budur. Onların herhangi bir işe sıkı bir yöntemle başarma disiplinine sahip olmadıkları için kendi kurgusal bulutlarında kaybolma tehlikesiyle yüzyüze bulunduklarını düşünüyorum. Ama hiçbir şeyi, çok kesin söylememeli. İşinin ehli biri topluma yol göstermeye çalıştığında saçmalayabilir de, bakarsınız böyle bulutlarda gezen birinden değerli katkılar gelir. Yine de, ben toplumsal konularda, herhangi bir işin uzmanına daha çok güveniyorum.
Sanırım, toplum aydın diye baktığı insanların keyfi hareketlerinden olduğu kadar, beceriksizliğinden de çok şeyler çekmiştir. Aydınlara gösterdiğim güvensizlik bu nedenlerden kaynaklanıyor olsa gerektir. Aydınlar, o istemese bile, topluma bir şeyler vermek, öncülük etmek zorundadır. Kendilerinin eriştikleri değerleri topluma benimsetmeye çalışmaları, boyunlarına borçtur. Fakat haklı olsalar bile, bunu başaramazlarsa kızmadan.
Necdet Uğur:
Ülkemizde aydın kimdir?
Bu sorudan önce kısaca “Aydın kimdir?” sorusuna yanıt aramakta yarar var.
Genel olarak alırsak, “Aydın, evren, doğa, toplum ve insan üzerine soru soran, düşünce üreten, çözüm öneren kişidir” diyebiliriz.
Bu anlamda “aydın”ın oluşabilmesi için birçok koşulun bir araya gelmesi, yeni bir ortamın doğması gerekmiştir. Laikliği bir yaşam biçimi olarak kabul eden, ulusal dil ve kültürü benimseyip yücelten bu ortam ilk kez 18. ve 19. yüzyıl Batı dünyasında ortaya çıkmıştır. Bu ortamın kimi insanları çevrelerini, içinde yaşadıkları toplumsal düzeni, yönetimlerini eleştirel bir gözle sorgulamaya; yeni düşünceler, öneriler getirmeye başlamışlardır. Bu ülkelerde, kendilerine eşit haklar ve özgür bir gelişme olanağı verilmediği için, kurulu düzeni değiştirmek isteyen toplum kesimleri, yönetime karşı savaşım verirken bu insanları yanlarında bulmuşlardır. Onlarla birlikte düşünmüşler, birlikte hareket etmişlerdir. Batı’da aydın geleneğini başlatan bu insanlardır.
Bu nedenle çağdaş aydın geleneğini başlıca iki özelliğin belirlediğini söyleyebiliriz:
Bunlardan
- birincisi kurulu düzenin dışladığı toplum kesimleriyle özdeşleşmek;
- ikincisi o kesimlerin sorunlarını çözecek, beklentilerini gerçekleştirecek önerileri onlarla birlikte oluşturmaktadır.
Bir başka deyimle bu geleneğin özü toplumun geleceğinin belirlenmesine katkıda bulunmaktır.
Bizde aydın geleneğinin kaynağı değişiktir. Osmanlı İmparatorluğu, dünya görüşünü İslamlığın oluşturduğu, çokuluslu bir devletti. Bu nedenle, bizde, ulusal kültürün ağır bastığı laik ortam 20. yüzyıla kadar oluşamamıştır. Bizde aydın, Batı’dakinin tersine, devletin bir ürünü olmuştur. Devlet tarafından yetiştirilmiş, yaşam boyu devlet için çalışmış, tarihten görev almış gibi devletin geleceğinden kendini sorumlu saymıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu durum yavaş yavaş değişmiştir. O yıllar toplumsal yapıdaki değişikliklerin belirginleştiği yıllardır. Bu değişiklikler aydının niteliğine de yansımıştır. Bu yıllarda, devletin dışında yetişmiş serbest meslek sahipleri arasından, devletle özdeşleşmemiş aydınlar sahneye çıkmıştır; devlete karşı halkın sözcülüğünü yapmak istemişlerdir.
1970’li yıllardan sonra durum daha açıklık kazanmıştır. Artık devletle özdeşleşmiş aydınlar geleneğini sürdürme olanağı kalmamıştır. Bu geleneği sürdürmüş olanlar, bir süreden beri, kesin seçimlerini yapmaktadırlar. Bir kesimi, kurulu düzeni savunanlar yanında; bir kesimi de kurulu düzeni değiştirmek isteyenler yanına geçiyorlar. Günümüzde, artık, toplumun kurulu düzenden yana olan kesimleriyle, kurlu düzeni değiştirmek isteyen kesimleri arasında açık çekişme başlamıştır. Ne var ki, henüz kimse nerede, kimleri, niçin temsil ettiğini bilmiyor. Aydınlarımız sanki bir kimlik bunalımı içindeler. Bunda toplumumuzun geçirmekte olduğu hızlı değişimin etkisi olduğu kadar, aydınlarımızın toplum kesimleriyle bütünleşerek sorunları çözmede deneyim eksikliğinin de payı vardır.
Türk aydını toplumun kendisinden beklediklerine cevap verebilmiş midir?
Türk aydını, bir yandan, Batı dünyasının yüzlerce yıldır yaptığı birikimleri, geçirdiği deneyimleri kısa sürede edinmek; bir yandan da hızla değişmekte olan topluma ayak uydurabilmek için kendini sürekli yenilemek zorunda kalmıştır. Batı dünyasının hiçbir toplumunda aydın, kendisini harcama pahasına, böylesine ağır bir sorumluluk taşımamıştır. Bu bakımdan onlar, bugüne kadar ne yapıp ne yapmadıklarını değil, bundan sonra ne yapacaklarıyla değerlendirilmelidirler.
Çağdaş uygarlığın nasıl oluştuğunu bilen, çağdaş birikimi yeterince özümlemiş olan aydınlarımız artık deneyimsiz sayılmazlar:
Başka ülkelerde oluşmuş bir modeli, o modelin dayandığı toplumsal, ekonomik ve kurumsal ilişkiler örgüsüne sahip olmadan, alıp uygulamanın sonuç vermediğini görmüşlerdir. Tıpkı bunun gibi, yapısı, ekonomisi, bilinçlenmesi belli bir düzeye erişmiş bir toplumun doğal gelişmesinin, yukardan zorlamalar ve yapay düzenlemelerle engellenemeyeceğini yaşayarak öğrenmişlerdir.
Aydınlarımızı şimdi değişik bir görev beklemektedir:
Kentlileşen, sanayileşen, çağdaşlık hırsıyla sabırsızlanan, çoğulcu demokrasiye yönelmiş genç bir toplumumuz var.
İnsanlarımız kendi geleceklerini, kendi elleriyle belirleme yolundalar.
Aydınlarımıza düşen görev,
- bu olağanüstü dönüşümü yaşayan insanlarımızın sorunlarına onların gözüyle de bakabilmek;
- onların sağduyularını, sezgilerini, beklentilerini ciddiye almak;
- onların sorunlarına onlarla birlikte çözüm aramaktır.
O zaman aydınlarımızın tarihsel görev duygusu gerçek yerine oturmuş olacaktır.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 157 - 1 Aralık 1986