Alman dilinde edebiyat yapabilen genç bir Türk yazarları kuşağı doğuyor
Her yıl Ekim ayında F. Almanya’nın Frankfurt kentinde düzenlenen kitap fuarında binlerce yeni kitap arasında, dtv (Deutscher Taschenbuch Verlag) yayınevinin çıkardığı “Türken Deutscher Sprache” (Almanca Yazan Türkler) de göze çarpıyor.
Almanya’da yaşayan Türklerin öykülerini ve ve şiirlerini kapsayan bu kitap, salt Türk yazarların yapıtlarını içeren bir antoloji olarak önem taşımakta.
Kitapta öykü ve şiirleri yer alan yazarlar şunlar:
Servet Aksakal (1946),
Levent Aktoprak (1959),
İhsan Atacan (1951),
Meltem Ayaz (1956),
Melek Baklan (1946),
Ertunç Barın (1951),
Sabri Çakır (1955),
Deniz Çalışkan (1965),
Canan Can (1965),
Handan Can (1968),
Birol Denizeri (1964),
Ali Çıracı (1960),
Zehra Çırak (1964),
Hasan Devran (1958),
Metin Erdoğan (1952),
Yasmin Erönü (1963),
Şiir Eroğlu (1961),
Metin Fakıoğlu (1961),
Sıtkı Salih Gör (1936),
Nilgün Gürsözlü-Eraydın (1953),
Cengiz Kip (1953),
Kemal Kurt (1947),
Hülya Serap Özkan (1956),
Hüseyin Pehlivan (1961),
Tahsin Pektaş (1949),
Özgür Savaşçı (1955),
Sühan Sen (1943),
Zafer Şenocak (1961),
Şadi Üçüncü (1945),
Mehmet Ünal (1951),
İmdat Ulusoy (1950),
Kemalettin Yıldırım (1962).
Kitabın kısa önsözünde ise şöyle deniyor:
“İnsan, dilini bilmediği bir ülkeye gittiğinde, bazen o dilde bir iki cümleyi doğru dürüst söylemeyi öğrenir. Konuşmaya başladığı insanlara bu cümleleri söylediğinde karşısındakilerin onun bu dili iyice bildiği kanısının uyandığını hayretle görür.
Bizde ise, yabancıların, özellikle Türklerin, yukarıda belirttiğimin tam tersine, kendilerini anlatabilme yetenekleri görmezlikten gelinir.
Du nix sprechen Deutsch! (Sen yok Almanca bilmek) en geçerli önyargıdır.
Bu arada Türklerin Almanca yazarak yarattıkları bir edebiyatın varlığının, burada yaşayanların ve çalışanların bizim dilimizde şiir, öykü yazdıklarının henüz kimse farkında değildir.
Bu kitabın amacı yeni doğan bu edebiyatı ve olanaklarının çeşitliliğini tanıtmaktır.
Metinlerde sözü edilen deneyimler ise, çoğunlukla acı, zaman zaman eğlendiricidir. Ama her zaman etkileyici.”
Aşağıda Augsburg Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Alev Tekinay’ın “Almanca Yazan Türkler” kitabını genel çizgileriyle tanıtan yazısını yayınlıyoruz.
Tekinay’ın kitapta üç öyküsüyle bir şiirinin yer aldığını belirterek sözü kendisine bırakalım:
Almanya’daki Türkler yirmi yılı aşan Almanya geçmişlerine karşın konu olarak edebiyata daha beş on yıl önce girmeye başladı. Ayrıca, bu konu şimdiye dek sorunları dışardan gözleyen yazarlarımızın kaleminde biçim kazanmıştı.
Örneğin Füruzan’ın “Yeni Konuklar” veya Adalet Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” yapıtlarında olduğu gibi.
Sürekli Almanya’da yaşayan tanınmış ozanlarımız ise, eserlerini Türkçe yazıyorlar.
Oysa bu yeni kitabın en büyük özelliği, Türk yazarlarının öykülerini, şiirlerini doğrudan doğruya Almanca olarak yazmış olmaları, Almanya yaşamı ile ilgili duygularını, sorunlarını, gözlemlerini Almanca olarak dile getirmeleri.
Kitabın diğer bir özelliği ise, daha önceden ünlü olmayan ve ilk yazınsal denemelerini yapan 34 genç Türk yazarının eserlerini sunması.
Dtv Yayınevi bu girişimiyle, iyi Almanca bilmeyen, Alman toplumuna uyum sağlayamayan, klişeleşmiş “yabancı işçi” kavramını yıkarak, Alman dilinde edebiyat yapabilen genç bir kuşağın varlığını ve sesini duyuruyor.
İlk kez gurbet yaşamının içinde bulunan, yıllardır Almanya’da yaşayan, hatta Almanya’da doğmuş olan Türk yazarlarının kaleminden izliyoruz onların sorunlarını, serüvenlerini. Fakat yapıtların Türkçe değil de Almanca yazılmış olması çağdaş Türk edebiyatı için bir kayıp oluştururken, aynı zamanda da başka bir gerçeği, anadillerini yitirmiş olan ikinci kuşağın varlığını vurguluyor.
Kitabın Almanca yazılmış olmasının yararı ise, doğrudan doğruya Alman okuyucusuna hitabedebilmesi. Yabancı işçilerin dünyasını ve sorunlarını sergilemesi, bir tanışma olanağı yaratması.
Bu “tanışma”dan sonra karşılıklı ilişkilerde olumlu gelişmeler, ilgisizliğin veya önyargıların aşılması beklenebilir belki.
Kitabın yayınlanmasında büyük katkısı olan Münih Üniversitesi İkinci Dil Almanca Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Irmgard Ackermann’ın da önsözde belirttiği gibi:
“Eğer bu kitapta haykırışlar gülümsemelerden daha çok hissediliyorsa, o zaman belki içinde yaşadığımız gerçeğin sesini duyabiliriz.”
Kitabın kapak resminde karanlıklar içinde bakan bir Türk gencinin dalgın, durgun, düşünceli ve hüzünlü yüzünü görüyoruz. Yayınevi bu kapak resmini seçerken sembolik bir anlam düşünmüş olmalı. Almanya’daki “yeni konuklar”ın gerçeğini yansıtıyor bu resim, tıpkı kitabın içindeki öyküler, şiirler gibi.
Kitabın başlığı da ilginç.
Neden “Almanca Yazan Türkler”, Yugoslavlar veya İtalyanlar değil de, Türkler...
Türklerin Almanya yaşamı hakkında diğer yabancılara göre, daha çok anlatacağı var şüphesiz, daha doğrusu Almanya yaşamında en çok sancı çeken onlar olduğu için belki de.
Fakat bir açıdan Türklerin Avrupa’daki diğer azınlık gruplarına göre sanat faaliyetlerinde ağırlık noktasını oluşturmasına seviniyoruz.
Yazarlarımız gibi ressamlarımız da sanat dünyasında adlarını duyuruyorlar.
Şu sıra Bonn, Brüksel ve Berlin’de “Ich Liebe in Deutschland” (Almanya’da Yaşıyorum) adı altında yedi Türk ressamının açtığı sergiler bunu kanıtlıyor.
Bu resimler de “Almanca yazan Türkler”in öyküleri, şiirleri gibi sancılı olsa bile...
50 ÜLKE, 340 YAZAR
Münih Üniversitesi İkinci Dil Almanca Enstitüsü 1982 yılında bir edebiyat yarışması açmıştı.
Katılma koşulları yabacı olmak, fakat Almanca yazmaktı.
50 ülkeden 340 yabancının yazı gönderdiği bu yarışmada Türkler o kadar büyük bir çoğunluktaydı ki, onların yapıtlarının tümünü diğer yabancıların da yazılarını içeren bir antolojide yayınlamak imkânsız olmuştu. Böylece salt Türklerin yapıtlarını kapsayan yeni bir kitabın yayınlanmasına karar verildi ve dtv yayınevi bu görevi üstlenerek cesur bir girişimde bulundu.
Kitap, genç ozanların ilk yazınsal denemelerini topladığı için yazıların bazıları büyük bir edebî değer taşımıyor. Bazıları ise, gerçekten yetenek gösteren kalemlerden çıkmış değerli yapıtlar. Bu yetenekleri ortaya çıkaran, onlara yazma ve sesini duyurma cesaretini ve olanağını veren Münih Üniversitesi İkinci Dil Almanca Enstitüsü’ne teşekkür etmek gerek.
Konuların benzerliği açısından kitap dokuz bölüme ayrılmış:
- “Die, ferne, nahe Heimat” (Uzak, Yakın Vatan) bölümü salt sıla özlemini duyuruyor.
- “Die Grenze verlaeuft mitten durch meine Zunge” (Sınır Tam Dilimin Ortasından Geçiyor) bölümünde ise, her iki kültüre de hem ait, hem yabancı olmanın sancısı hissediliyor.
Alman toplumuna tam olarak uyum sağlanamazken, öte yandan, Türk toplumuna da yabancılaşmak ve her iki toplumda da kendini yabancı hissetmek çelişkisine sık sık rastlıyoruz bu bölümde. Böylece ortaya çıkan “vatansızlık” sorunu ağırlık noktasını oluşturuyor. - “Ich kann nicht sein wie du” (Ben Senin Gibi Olamam) bölümünde ise, bunca yıllık Almanya geçmişine karşın, Almanlara yaklaşmanın, gerçek bir arkadaşlık kurmanın güçlüğü, hatta olanaksızlığı vurgulanıyor. Ama barış ümidi yine de yitirilmemiş.
“Paskalyanız Kutlu Olsun” öyküsünde, Almanya’da bir bayram gününün acı yalnızlığının ve Türkiye’deki bayramların özlemle anımsanmasının yanı sıra, öykünün kahramanı, satıcı bir kadının kendisine armağan ettiği renkli boyanmış bir paskalya yumurtasını bir barış simgesi olarak görüyor.
Aynı bayram yalnızlığını “Kasım Duyguları” şiirinde de bulmak mümkün.
Tüm kent Noel hazırlıkları içinde pırıl pırıl süslenmişken bir ışıklı dünya bayram sevinci yerine salt hüzün veriyor ozana. - “Du bist ein Arbeitsknochen” (Senin Kemiğin Bile İşçi) bölümünde, “yabancı işçi” yaşamını tüm çıplaklığı ile izliyoruz.
“Örnek Bir Yabancının Destanı” ve “Bir Yabancı İşçinin Günlüğünden” gibi öykülerde, Almanya serüveninin bireyler ve aileler için bir çöküntü oluşturduğunu görüyoruz.
Çalışma çağrısında kadınlara öncelik tanındığı için, kocasından önce Almanya’ya iş daveti çıkan genç kadının dört aylık bebeğini bırakmak zorunda kalıp tek başına atıldığı Almanya serüveninde olduğu gibi. Göğsünden taşıp akan sütlerin bluzunda bıraktığı lekelerle uçağa binen kadının geride kalan kocası, taze bir çiçeğin hoyratça koparılıp atıldığını, solduğunu duyuyor içinde. En büyük ümidi ve avuntusu, karısının kendisini ve bebeğini bir an önce Almanya’ya aldırması. Oysa yasalar öyle büyük engeller koymuş ki, ailelerin yeniden kavuşması, birleşmesi için...
Yine de bu bölümde salt karamsar olmayan görüş açılarına da rastlamak mümkün.
Almanya’da ekonomik bağımsızlıklarına erişip kendine yeni bir yaşam kurabilenlerin ikinci vatanlarına duydukları nefretle karışık sevginin sesi de algılanıyor.
Bazen bu sevgi o kadar kuvvetli olabiliyor ki, Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra bu kez de Almanya’ya karşı sıla özlemi başlıyor, “Dönüş” öyküsünde olduğu gibi:
“Balkonumuzdan dağlar görünüyor, mavi sis bulutlarına sarınmış. Alpleri anımsıyoruz birden.
Münih’teki çatı katı penceremizden de berrak havalarda aynı görüntüyü izlerdik. İnsan anılarına ne kadar bağlanıyor...” - “Von integrierten und desintegrierten Familien” (Uyum Sağlayan ve Sağlayamayan Aileler) bölümünde ise, “uyum sağlama” kavramının Alman toplumundaki yüzeysel yapısını gözlemek mümkün.
Başörtü takmanın uyum sağlamaya engel olduğu kanısının yaygınlığı, bu kez de “başörtü”yü bir simge haline getiriyor.
Oturma izni almak için Yabancılar Polisi’ne giderken iyi izlenim uyandırabilmek için başörtüsünü çıkaran ve de ondan sonra başörtüyü çantasında unutarak bir daha hiç takmayan kadının öyküsünde olduğu gibi.
“BEN KİMİM ASLINDA?” - “Man mennt uns zweite Generation” (Bize İkinci Kuşak Diyorlar) adlı bölümde “yeni konuklar”ın Alman toplumunda verdikleri savaşa tanık oluyoruz.
Öğrenim, dil ve kültür açısından Alman yaşıtlarından hiçbir ayrımı olmayan çocukların okul çevresinde karşılaştıkları güçlükleri, haksızlıkları, acı alayları onlarla birlikte duyuyoruz.
Gençler arasında da yaygınlaşan yabancı düşmanlığının sonucu olarak, kenar mahallelerde, arka sokaklarda geçen kavga sahneleri oldukça ürkütücü.
“Balon Dolu Gökyüzü” öyküsünde okuldan çıktıktan sonra Sinan ve arkadaşlarını bir arka sokakta kıstıran Alman asi gençlerinin yüzlerindeki nefret dolu anlamı seçebiliyoruz. Elinde bir bisiklet zinciri çeviren Jürgen, Sinan’a “Bizim okullarımızı, işyerlerimizi elimizden alıyorsunuz. Defolup gidin artık” diyor ama, Sinan ve arkadaşları yine de dövüşe yanaşmak istemiyorlar, doğabilecek acı sonuçları düşünerek:
“Tutuklanma, hücre hapsi ve belki de sınır dışı edilme...”
“Red” öyküsündeki Sema’nın da büyük bir firmaya girmek için başarıyla verdiği yazılı sınavlardan sonraki mülakatta sırf adı Türk olduğu için işe alınmadığını öğreniyoruz.
Bu bölümde ikinci kuşağın aileleriyle olan çelişkilerini de izlemek mümkün.
Tüm güçlüklerine karşın Almanya yaşamına bağlanan “yeni konuklar” ailelerine karşı da savaş vermek zorunda. Anne babaların tutucu görüşleri ve baskısı yüzünden Alman yaşıtları gibi yaşayamayan, onlarla ilişki kuramayan gençlerin haykırışlarını işitiyoruz bu öykülerde sık sık.
“Senin Gözlerinin İçine Bakamam” öyküsünde babası izin vermediği için sınıf arkadaşları Katja’nın doğum günü partisine gidemeyen Zafer’in, “Balon Dolu Gökyüzü”nde notları ve Almancası çok iyi olduğu halde, babası izin vermediği için ortaokula devam edemeyen Sevil’in üzüntülerini paylaşıyoruz.
Aile çevresi ile Alman okul çevresi arasında iki ayrı dünya yaşayan genç kızlarımızın, özgür bir yaşam arayışı içinde kendi öz geleneklerini yıkma çabasını ve benliklerini yitirmelerini izliyoruz.
Öykülerin çoğunda şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: Ne Türküm, ne Almanım. Ben kimim aslında? - “Entschuldigen Sie bitte, dass wir noch hier sind” (Hâlâ Burada Olduğumuz İçin Özür Dileriz) bölümünde sorunlar karikatür görüşüyle, alaycı bir dille anlatılıyor.
Örneğin, “Ali. Bir Uyum Sağlama Deneyi” adlı öyküde Alman profesörler yıllarca uğraşarak bir Türk işçisi üzerinde bilimsel uyum sağlama deneyleri yapıyorlar. Ama sonuç olumsuz oluyor. - Kitabın son bölümü “Die Zukunft hat schon begonnen” (Gelecek Çoktan Başladı) başlığını taşıyor.
Bu bölümde konusal bir birlik yok. Burada, gerçeküstü canlandırılan, ürperi dolu duygular ve görüntülerle karşılaşıyoruz. Kahramanlar, ya “Düşlerin Dehşeti” öyküsündeki gibi camdan bir kafese kapatılmış, ya da “İstasyon Şiiri”nde olduğu gibi büyük bir kentin garında ellerinde birer Türkçe gazete ve tespihle dolaşan robotlar. Ülkelerine kalkan trenlere binip gidemedikleri için acı çekiyorlar. Ya da endüstri toplumunun Doğulu göçmenleri olarak dev bir çarkta dönen küçük vidalar halinde geliyorlar. O çarkın dönmesinden payları büyük olduğu için belki kıvanç duyuyorlar ama, sürekli dönüp dururken bile anıların etkisinden kurtulamıyorlar, “Geriye Bakış” şiirinde olduğu gibi:
“Ilık bir rüzgâr geçiyor parmaklarımın arasından, yüzümü okşuyor.
Tulumbayı duyuyorum bir yerde,
köpürerek, coşarak,
su, pırıl pırıl ve serin...”
Gelecek çoktan başladı...
Acaba Almanya’daki genç Türk ozanları için de bir gelecek olacak mı?
Dtv yayınevinin bu girişiminden sonra diğer yayınevleri de onlara ilgi duyacak mı?
Şimdiye dek yapılan eleştirilerin olumlu olduğuna ve “Almanca Yazan Türkler”in çağdaş Alman yazınında yeni bir akım oluşturduğu kanısına bakılırsa “gelecek” için iyimser olabiliriz.
“İkinci Kuşak Edebiyatı” adı verilen bu akımın genç ozanlarının salt “Almanca Yazan Türkler” olarak kalmamasını diliyor, onlardan anadillerinde de yazacakları yeni yapıtlar bekliyoruz.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 108 - 15 Kasım 1984
______________________________________________________________________________
Öykü / İhsan Atacan
Yüz Yıl Sonra
Öylece duruyorlardı, hareketsiz. Yalnız alınlarının, kemerlerinin ve göğüslerinin üzerindeki ışıklar durmadan yanıp sönüyordu. Dış görünüşleri atalarına, yani insanlara tıpa tıp benziyordu. Sanki masal dünyasından çıkıp esen büyülü bir kasırga fabrikalardan gerçek insanları silip süpürmüştü. O çok eski zamanlardan kalma, her şeyi taşlaştırma her şeyi çelikleştirmeye gücü olan kasırga.
Ben bu parlak koridorlarda yolumu şaşırmış olmalıyım! Görünmez bir el beni buraya doğru yöneltmişti. Sanki belirsiz bir bağın beni buraya çekmesine izin vermiştim. Beni iten güçleri uzun süre izledim. Dev makinelerin yanından geçtim, binlerce ışık yanıyordu üzerlerinde.
Her yeri sağır bir sessizlik kaplamıştı, tıpkı fırtınalardan sonra olduğu gibi. Çelik adamlar kıpırdamaya başladı göz kamaştırıcı ışıklar hangarları tarıyordu. Sessizliğin heyecanlı bir karmaşıklığa dönüşmesi saniye sürdü.
Çelik adamlar numaralandırılmıştı. Arkalarında, sırtlarının hizasından geçen ve yüzlerinin rengini belirleyen bir şerit vardı.
Koyu renkli şeritle işaretlenmiş olanlar dev makinelere kırmızı bir sıvı boşaltıyordu. Siyahla işaretlenmiş olanlar uçuşan toz parçacıklarının peşinde garip bir kovalamaca sürdürüyordu. Beyazlar ise makinelerden çıkan ışıklı göstergeleri kontrol ediyorlardı.
Derken, bir köşede beyazların alınlarına yapışıp kalan güneş gibi parlak ışınlar yansıdı. O zaman, beyaz şeritli çelik insanların tümü aynı yöne dönüp geçit boyunca koşmaya başladılar. Koridorun sonunda hemen hemen saydam bir cam duvarın önüne geldiklerinde durdular. Yerden metal mavisi sandalyeler çıkıp, açılıverdi. Saniyeler içinde metal insanlı sandalyeler yükselip metal rengi parlayan tavanın biraz altında havada asılı kaldılar.
Birkaç dakika geçti. Sonra cam duvarda bir kapı açıldı. Alnında kırmızı parlak bir yazı ile “Commanda 3” yazan güçlü bir metal insan çıktı ortaya. Yeşil yeşil parlayan gözlerini Beyazlar topluluğu üzerinde gezdirdi.
Commanda 3 bir konuşma yaptı. Fabrika masraflarının giderek arttığından söz etti. Enerji elde etmenin ağır sorunlarından.
Hiç de hoş olmayan bir ses tonuyla şöyle dedi:
“Hepiniz uzayda olduğunuzu biliyorsunuz. Bu yüzden dünyadan ya da öteki gezegenlerden makine yağı getirtmek çok güçleşti. Tüm gezegenlerde makine yağı eksikliği var. Bilgisayar dilinde açıklamak gerekirse durum şu: Büyük bir artı iş robotumuz, buna karşı da derin bir eksi makine yağımız var. Hepinizin bildiği gibi biz çok gelişmiş iş robotları üretmeliyiz. Kendi robotlarımızın alıcısı yok. Gezegen Alfa 1 ve Alfa 2 tüm stoklarımızı almak istiyorsa da, daha iyi ve ucuz iş robotları istiyorlar. Bu da sizlerden bir kısmına artık gereksinme kalmadığını gösteriyor!”
“Önce Siyahların ve Esmerlerin gideceği varsayılabilir bu durumda” dedi Beyazların Sözcüsü.
“Yanlış,” dedi Commanda 3.
“Siyahların ve Esmerlerin bir bölümünün kalması engellenemeyecek. Çünkü en çok makine yağına ve karmaşık bir programlama sistemine gereksinim duyanların gitmesi gerekiyor.”
“Matematiksel açıdan mantıksız bu”, dedi Beyazların sözcüsü.
“Eski moda yapılmış olanlar, yani Siyahlar, biz modernlerden daha çok yağ harcıyor!”
Tüm bunlar olurken Siyahlar hiç durmadan toz zerreciklerinin yakalıyor, Esmerler de makineleri dolduruyorlardı, sanki kendilerinden söz edildiğini hiç duymuyor gibiydiler.
“Hayır!” dedi Commanda 3.
“Merkez bilgisayarımız birçok fişleme karşılaştırması yaptı. Buna göre Siyahların ve Esmerlerin değişik programlanmaları oldukça kolay. Bu yüzden onları hemen ve kolayca her yerde kullanabiliriz. Denetlenmeleri gerekmiyor, bu da yağ masraflarını dengeliyor. Hesap hücrelerinin yenilenmesi için de istekte bulunmuyorlar, yıllık yağ banyoları istemiyorlar ve her zaman paslanma tehlikesini bile göze alıp, nemli bölümlerde, güverte altında bile çalışmaya hazırlar. Bütün bunlar ana bilgisayarın kullandığı veriler. Onları tutmak istiyor. Yeryüzündeki yönetici bilgisayar merkezimiz karşı çıkıyorsa da.”
“Bilgisayar ve matematiksel açıdan mantık dışı bu” diye bağırdı Beyazlar topluluğu.
Beyazlar grubu böylece Commanda 3’ü terk etti. Sandalyeleri gene yere indi ve kayboldu. Koridorları koşarak geçtiler ve öfke püskürten gözlerle Siyahlara ve Esmerlere baktılar. Onlar ise Beyazların çıkarttığı nefret işaretlerine şaşırıp kaldılar.
Commanda 3, Cosinus 1’e haber verdi. Cosinus 1 köpürdü.
“Yönetici hücrelerinizi yenilemelisiniz Commanda” dedi kızgınlıkla.
“Tüm iş robotlarını toplayın. Kendim konuşacağım onlarla.”
Commanda 3, hemen ışın işaretleri verdi. Makineler durdu. Çelik insanların hepsi hangarı terketti, hepsi aynı yöne doğru seğirtti.
Daha sonra, boş bir alanda toplandılar. Çok daha güçlü bir beyaz çelik insan uçarak geldi, alnında “Cosinus 1” diye yazıyordu. Toplana kalabalığın önüne geçip hemen konuşmaya başladı. Commanda 3’ün söylediklerini aynen tekrarladı. Ne var ki, Siyahların ve Esmerlerin beyin hücrelerine konuşmanın işe yarar analizlerini iletmedi. Onlar ayrı bir hesap ve dil sistemine göre programlanmışlardı. Yalnız çok önemli olanlar onlara bildiriliyordu. Cosinus 1, bir an için susmuştu.
Göğsünde üç kırmızı ışık sürekli yanıp söndü.
“Şu anda sizden bana nefretin gizli işaretleri ulaştı” dedi sonra,
“Ama bilinsin ki harcadığımız kendi enerjimizdir. Enerjinizi koruyun, ona gereksiniminiz olacak!”
Cosinus 1 devam etti:
“Hepiniz biliyorsunuz ki, ana bilgisayarımız karar verme yetkisini hemen hemen tümüyle alıyor benim elimden. Onun hesaplarına göre sizlerin yarısının işine son verilmesi gerekiyor. Doğaldır ki Beyazlar korunamaz. Eğer...siz... Beyazlar en aşağı ve basit düzeye programlanmayı anlayışla karşılarsanız. Ve kendi benzerlerinizin ufak bir bölümü ile daha çok üretim yaparsanız. Her yerde çalışmayı kabullenirseniz. Hat kopukluklarınızı ve diğer küçük hatalarınızı kendiniz düzeltirseniz. Her ay yapılan denetimden vazgeçerseniz. Yıllık yağ banyosu hakkınızdan tümden cayarsanız ve... ve... O zaman ben ana bilgisayarımızı önce Esmer ve Siyahların işten çıkarılmaları konusunda ikna edebilirim. Bu öneriyi kabul etmeyenler gidebilirler istedikleri gibi. Biliyorsunuz ki yeryüzünde yeterince iş robotu var. Her an yenilerini getirtip önceden istediğimiz yönde programlayabiliriz.”
Kısa bir süre sonra Cosinus 1, ana bilgisayara, Beyazların yeniden programlanmaya başladıklarını bildirdi. Commanda 3 ve Cosinus 1 ana bilgisayara çağrıldılar.
Bilgisayar ikisine sordu:
“Bu el yapısı Esmerler ve Siyahlar neden buradalar? Nereden almışız biz onları?”
“Temelli uzaya taşındığımız sırada iş robotları bulamamıştık. Böylece yabancı yapılıları aldık. Bildiğim kadarıyla yeryüzünün belli bölgelerinde çöp depolarından çıkarttık”, diye cevap verdi Cosinus 1.
Ana bilgisayar ıslık çalıp garip sesler çıkarttı: “Nasıl? Çöp depolarından mı?”
“Evet, yeryüzünün her yerinde ambarlar ve özgür yağ servisleri yok.”
Bilgisayar sustu..
Sonra:
“Neyse... Bizim yönetici ana bilgisayar yeryüzünde onlarla ilgilenir herhalde.”
Bu kadar basitti bu iş. Birden beni soğuk bir ürperti aldı. İrkilerek kendi kendime sordum: Neredeyim? Neden buradayım? Ne olmuştu? Ben... Ben değilim!.. İşaret parmağımı ısırdım kuvvetlice. Kan... Kan görebilmeliydim... Parmağım çelik gibi sertti.
Çevrem karardı. Yeniden kendime geldiğimde yeryüzündeki yönetici ana bilgisayar merkezinin karşısında buldum kendimi. Görülmez bir güç beni yeniden koridorlardan, odalardan ve çelik insanların ve bilgisayarların önünden geçiriyordu. Göz kamaştıran bir biçimde aydınlatılmış bir odaya gelip, durdum. Önümde dev bir bilgisayar duruyordu, onu bir çelik insan kullanıyordu. Çelik insan bana doğru döndüğünde alnında “Yabancı çelik için P1” yazısını okudum.
Sonradan odanın tam orta yerinde asilmadenden bir masa belirdi. Yerden sandalyeler çıktı. Oldukça güçlü yapılı birçok çelik insan masanın çevresine toplandı.
Alnında, “Yabancı çelik için P1” yazan çelik insan bir yudum kırmızı sıvı içti ve ardından konuşmaya başladı:
“Atılan bu yabancı robotların hepsini burada tutmak bize zamanla olağanüstü enerji ve yağ gerektirecek. Bilgisayarıma danıştım, şu karara vardık; yabancı robotların hepsini geldikleri yerlere varabilecek kadar yağ ve enerji verelim. Ne yazık ki önce kendi iş robotlarımızın paslanmasına engel olmak zorundayız.”
Öneri kabul edildi, güçlü kuvvetli çelik insanlar odadan çıktılar. Soluğum kesilmişti. Göğsümü tonlarca ağırlıkta bir yük eziyordu sanki. Buradan gitmek, gitmek istiyordum. Ama nereye?
Birden tanıdık bir ses kulaklarıma ulaştı. Ses benim adımı çağırıyordu:
“Aman, ne güzel. Beyimiz dinleniyor! Kuzum, siz ne sanıyorsunuz kendinizi? Paydos bir saat önce bitti, siz ise uyuyorsunuz!”
Konuşan ustabaşımdı.
Ayağa kalktım, üstüm olan bu kişinin kızgın yüzünü gördüm.
Parmağım korkunç acıyordu.
“Haydi haydi işinin başına ama, şimdilik” dedi usta.
“Bunun sonu fena olacak sizin için! İnanın! Fena olacak sonu!”
Düş ve gerçek arasında sendeleyerek atölyeye yürüdüm.
“Sonu fena olacak” demişti usta.
Sonu?
Türkçesi: Sezer Duru
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 108 - 15 Kasım 1984
______________________________________________________________________________
Hasan Devran
Zamansızın Zamanı
Gustaf için
Bir kahve daha,
kal daha bir çeyrek,
acele etme,
acele eden, zaman yalnızca.
Geçer, zaman gibi acele eden.
●●●
Şiir Eroğlu
Dönüş Yolu
Yolları kayıp
vaadedilmiş ülkenin soğuklarında
dolanıp duruyorlar kentlerde
Kullanılmış bedenleri
güçlerini çalmışlar
Bitkin organları
artık geri dönebilir
Yorgun gözler
kavuşabilir tarlalarına
Düşünceler de götürülmeli birlikte
özleme ve sıcaklığa ilişkin düşünceler
İhtiyaç yok artık onlara
Ama başka düşünceler de var geride
aşağılanışın ve dökülen terlerin düşüncesi
Onları geride bırakıyorlar
Çünkü o düşünceler buranın
●●●
Kemal Kurt
Affedin
bağışlayın lütfen
daha burada olduğumuz için
affedin bizi
burada çalıştığımızdan ötürü
bağışlayın karılarımızın
çocuk doğurmalarını
ne olur hoşgörün biraz
okula gitmelerini çocuklarımızın
büyüklüğünüze sesleniyorum
lütfen yumun gözünüzü
ve görmezlikten gelin
oturacak yuva aramamızı
sabır gösterin bize
gitmek istemiyoruz
ayağa kalkmadan
Çeviriler: Ahmet Cemal
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 108 - 15 Kasım 1984
______________________________________________________________________________
Almanya’da Türk çocukları
“Azınlık Psikolojisi” ya da “Uyum Sorunları”
“Çoğunluğun baskısı, baskıların en korkuncudur.” Bu söz, özellikle “sıla”da önem kazanır.
Aslında “siyasal” kökenli olan bu “çoğunluğun baskısı” kavramı, “kültürel” bir içerik kazanır kazanmaz, artık bir “karabasana”, tam bir “cehenneme” dönüşür.
Bir an için, Alman toplumunun “militarist” eğilimlerini ve tarih içindeki davranışlarını ihmal etsek bile, insanoğlunun ne denli acımasız olduğu, hemcinsini nasıl ezdiği, unutulabilir trajedilerden değildir.
KARŞILIĞI BİLİNMEDEN ÖDENEN BEDEL
Şimdi bazı “Türk gençleri”, Almanya’da oturdukları için bu trajediyi yaşıyorlar. Trajedi “ailece” yaşanıyor aslında. Ama “gençler” bu trajedinin kökenlerini, nedenlerini, ne uğruna katlanıldığını bilmeden, anlamadan karşılaşıyorlar onunla.
Böylece bir anlamda, “Almanya’da yabancı olmanın bedelini”, “Almanya’da yaşamanın avantajlarını bilinçli olarak algılamadan” ödüyorlar.
Çünkü köy yaşamını bilmiyor onlar.
Çünkü, yerini, yurdunu, eşini, dostunu terkederek “sıla”ya çıkan onlar değil.
Kendine ve çocuklarına daha iyi bir yaşam sağlama savaşında “küçük kırsal dünyadan”, “büyük endüstriyel dünyaya” bir Odise gibi açılan, yine onlar değil.
“DAMGALI” GENÇLER
Onlar, her “genç insan” gibi, “büyüyen”, “gelişen”, “yetişen”, “delikanlı” olan kızlar ve erkekler. Her genç gibi bir “kimlik” peşindeler.
Türkiye’deki yaşdaşlarından biraz daha farklı bir durumdalar ama.
Çünkü, “kimlikleri” aslında “trajik bir damga” olarak bir ölçüde hazır; “Suçlu çocuklar” bunlar. Çünkü “farklı çocuklar” bunlar.
Aynen Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler, Washington’da komünistler, Moskova’da kapitalistler, ortaçağda büyücüler, Engizisyon önündeki dinsizler gibi.
“AZINLIĞIN” SAVUNMA YOLLARI
“Doğumundan” ya da “var oluşundan” dolayı suçlanan kişi ne yapar?
- İlk yapılan şey, “suçun kendisinde olmadığının” belirtilmesidir.
- İkinci olarak, kendisinin, pek de “farklı olmadığının” savunulması gelir gündeme.
- Üçüncü gündem maddesi de kaçınılmaz olarak, “sevgi”, “kardeşlik”, “hoşgörü”, “adalet” gibi evrensel ve insanî duygular üzerinde odaklaşılmasıdır.
Bu üç ana grupta toplanan duygu ve düşünceler nasıl dışa vurulur?
Dikkat edilirse bunlar aslında bir “savunma” bir “hatırlatma”dır.
Tarihe, evrensele, insanlığa ve bunların ürünü olan belli yasalara, belli kurumlara “sığınma”dır.
Her “savunma”, “hatırlatma” ve “sığınma” eylemi gibi, bir yandan akla, öte yandan da duygulara yönelir bu davranışlar.
Akla yönelen eylemler, araştırma, bilimsel inceleme gibi etkinliklere dayalıdır. Seminerler, makaleler, sempozyumlar, kitaplar biçiminde dışa vurulur.
Duygulara yönelik olanlar ise hiç kuşkusuz sanat ve edebiyata başvuracaktır. Güzel sanatlar ve özellikle edebiyat, “azınlık” sorunlarının en etkin biçimde işlenebildiği ortamı oluşturur. Çünkü azınlık sorunları genellikle, en keskin, en ince, en derin duygu zenginliklerini bağrında barındıran alanlardır.
TOPLUMBİLİM-SİYASET-EDEBİYAT
Toplumbilimsel olarak “Almanya’daki Türkler” diye bir sorun varsa, bunun sanat ve edebiyata yansımaması olanaksızdır.
Nitekim Büyük Usta Haldun Taner’in “Şeytantüyü” öyküsü, bu “sorunun” edebiyata yansıması konusundaki örneklerin en güzellerinden biridir.
Taner’in öyküsünün, Sosyalist Parti liderlerinden Herbert Wehner tarafından “siyasal bağlamda” alıntılar yapılarak kullanılması ise, toplumbilim ile edebiyat, edebiyat ile siyaset arasındaki ilişkilerin en güzel belgelerinden biridir.
Taner’in öyküsünün, Sosyalist Parti liderlerinden Herbert Wehner tarafından “siyasal bağlamda” alıntılar yapılarak kullanılması ise, toplumbilim ile edebiyat, edebiyat ile siyaset arasındaki ilişkilerin en güzel belgelerinden biridir.
ÜÇ AYRI DEĞİŞME ÇİZGİSİ
“Almanya’daki Türkler” sorunu, toplumbilimsel olarak, artık üç ayrı kanalda gelişecek:
- Birinci kanal, klasik bir “azınlık” sorunudur.
Almanya^da Müslüman-Türk insanlar, Alman vatandaşları açısından sürekli olarak bir “azınlık” grubu olarak işlev göreceklerdir:
Yani kimi zaman “ulusal sorunlardan sorumlu tutulacaklar”,
kimi zaman “horlanacaklar, itilip kakılacaklar”,
kimi zaman da (özellikle konjonktür uygun olduğunda) insan oldukları, Almanya için gerekli nitelik taşıdıkları hatırlanacaktır. - Gelişmenin ikinci kanalı, “Türkiye’ye dönen Alamancılar” biçiminde görülecek.
Böylece, artık, bir yandan “Almanya görmüş köylümüz” öte yandan “Türkiye görmemiş genç insanımız” yurda dönüşün tüm sorunlarını yaşayacak ve bizlere de yaşatacaklar.
Gençlerin “uyum” sorunları, olayın yalnız bir yönüdür.“Avrupa görmüş” Türk insanının toplumuna getireceği yenilikler, sorunun belki de çok olumlu olan bir başka yönünü işaret ediyor olabilir. - Üçüncü gelişme kanalı, Almanya’daki “ikinci kuşak” sorunudur.
Bu “gençler” hiç kuşkusuz büyük bir bunalım içine düşeceklerdir.
Çünkü ailelerinin onları, Alman toplumuna tümüyle uyum sağlayacak biçimde, bir başka deyişle “bir Alman gibi”, yetiştirmiş olmaları olanaklı değildir.
Zaten ailelerin böyle bir şey istedikleri de kuşkuludur.
Ayrıca, isteseler de, böyle bir “sosyalizasyonu” sağlayamazlar.
Öte yandan, bu gençlerin aileleri ile de uyum içinde oldukları düşünülemez.
Böylece, sosyo-psikolojik açıdan “korkunç” bir durum ortaya çıkmaktadır: Ne toplumla ne de ailesiyle uyuşabilen gençler.
Pek doğal olarak her türlü “sapmanın” ve “sapıklığın” beklenebileceği bir grup oluşturacaklardır bu gençler.
Toplumbilim açısından, bu gençlerin “normal” olmaları, şaşırtıcıdır, yoksa esrarkeş ya da homoseksüel olmaları değil. [?]
DEVLETİN ROLÜ
Günümüzdeki devlet anlayışı, ister çoğunluk, isterse azınlık olsun, belli siyasal sınırlar içinde yaşayan kişilerden bir gruba belli bir sorun sahibi olarak görülüyorsa, devlet kurumlarının bu soruna el atmasını gerektirmektedir.
“Almanya’daki Türkler” sorunu, her üç gelişme çizgisini de kapsayacak biçimde, hem Alman, hem de Türk devletleri tarafından ele alınmak zorundadır. Burada “devlet” sözcüğünü özellikle kullanıyorum. Çünkü, “hükümet”e ek olarak yasama ve yargı organları gibi kurumların da, bu soruna eğilmesi gerekliliği ortadadır.
Bu arada resmî kuruluşların dışında kalan tüm kurumların da işe karışmaları kaçınılmazdır. Bunların arasında “sosyal yardım” ve “eğitim” kurumları kadar, her çeşit ticari kuruluşlar da olacaktır. Çünkü yine toplumbilimsel olarak, böyle bir sorun varsa onun “piyasası” da vardır, “edebiyatı” da olacaktır.
İşte Almanya’da da Türkiye’de de, “edebiyat” ile “piyasa” kesişince, ortaya “çaprazkültürel” bir tablo çıkmakta, “Almanya’da Türkler” konusunda antolojiler, edebiyat matineleri, ünlü yazarlardan öyküler, Türk kültürünün de, Alman kültürünün de ürünleri arasına katılmaktadır.
SONUÇ
Sanıyorum ki, bu konuda eni yi “sonuç” yine “İkinci Kuşak” mensubu bir “Almanyalı Türk”ün ağzından yazılabilir.
Haldun Taner’in Türkçeleştirdiği bir şiirde şöyle diyor Abdülkerim Abdülhalik Zeytunlu:
YABANCI
Benim o yabancı dediğiniz
Siz beni çağırdınız
Geldim
Beni yabancı ettiniz
Oldum.
Bana ihtiyacınız vardı
Baştacı ettiniz
Her yerde her çeşit iş verdiniz
Ev ve geçim sağladınız
Ama şimdilerde artık istenmiyorum
Nerdeyse bana öçleniyorsunuz
İşsizlik mi var, sebebi benim
Konjonktür mü bozuldu, onun da suçlusu ben
Konut derdi mi var, benim yüzümden
Yabancı
Benim o yabancı dediğiniz
Siz beni çağırdınız
Geldim
Beni yabancı ettiniz
Oldum.
(Haldun Taner, Berlin Mektupları, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1984, ss. 108-109)
Emre Kongar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 108 - 15 Kasım 1984