Geçen ay Paris’te bir kişisel sergi açan Burhan Doğançay, artık A.B.D.’nin belli başlı çağdaş sanatçılarından biri sayılıyor.
Kendisine Von Braun’un da aralarında bulunduğu “olağanüstü önemli kişiler” kontenjanından Amerika’ya yerleşme izni verilmiş.
Şu anda birçok galeri ve özel koleksiyon dışında;
- A.B.D.’nin en önemli sanat müzelerinden New York Museum of Modern Art’ta Solomon R. Guggenheim müzesinde,
- Paris’te Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris’te,
- Viyana’da Modern Sanat Müzesi’nde,
- Brüksel’de Musée Royal des Beaux Art’da,
- Kudüs Bezaki Ulusal Sanat Müzesi’nde,
- İstanbul’da Resim ve Heykel Müzesi’nde sürekli koleksiyonlarda resimleri var.
Burhan Doğançay’ın sanat geçmişini şöyle özetleyebiliriz: 1929’da İstanbul’da doğdu. Babası tanınmış empresyonist ressamlarımızdan Adil Doğançay’dı. 1950-55 yılları arasında Paris’teki La Grande Chaumière’de çalıştı. Türkiye’ye dönünce, 1960’a kadar Ankara’da Sanatsevenler Derneği’nde çeşitli sergiler açtı. 1962 yılında Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın New York Temsilciliğine atandı.
- Amerika’da ilk kişisel sergisini, New York’taki Ward Eggleston Galerisi’nde açtı.
- Bunu New York, Washington D.C., Phoenix ve Rockford’da çeşitli galerilerdeki kişisel, New York, Monako, Chicago, Minneapolis’teki grup sergileri izledi.
- 1964 yılında Doğancay’a sanat çalışmaları nedeniyle New York kenti adına bir “sertifika” verildi.
- 1969 yılında Amerika’nın en önemli litograf atölyelerinden biri olan “Tamarind Litography Worksop”un bursu ile Los Angeles’te litografi çalışmalarını ilerleten Doğançay,
- 1976 ve 77’de İstanbul’da Galeri Baraz’da açılan sergisinde yağlıboya resimlerinin yanı sıra Tamarind atölyesindeki çalışmalarının ürünü olan litografileri de sergilendi.
- Daha sonra tabloları Stockholm’de Galleri Engström’de,
- Zurich’te Kunstsalon Wolfsberg’de,
- New York’ta Gimpel ve Weitzenhoffer galerilerinde de sergilendi.
Burhan Doğancay’ı daha çok “duvar resimleri” dizisi ile tanırız. Bu dizisinde üstüste yapıştırılmış afişlerin alttaki katlarını gösteren yırtıkların oluşturduğu estetik kompozisyonlar yer alır. Onun duvar resimlerini, bir anlamda şehir duvarlarından fışkıran afiş çiçekleri olarak görebiliriz. Bu çiçeklerin her bir yaprağında kentte yer almış eski bir konserin, eski bir tiyatro oyununun, bir serginin, bir olayın izleri vardır.
Doğançay bu noktaya nasıl vardığı sorusunu yanıtlarken şunları anlatıyor:
1964’ten önce daha çok New York görüntülerini resimlemiş. O yıllarda, yavaş yavaş, New York duvarlarında estetik bir bütün oluşturan öğeleri seçim resimlerinde kullanmış. Şu anda New York’ta oturduğu evin kapısından girer girmez bu evresinin bir örneğiyle karşılaşılıyor: Bu yağlıboya resimde afiş parçaları, duvar çatlakları ve bir berber dükkânı işareti ilginç bir kompozisyon oluşturuyor.
1964 yılından sonra Doğançay salt “duvarlar” konusunu işlemeye yönelir. Bu çizgideki ikinci evre, afişleri duvarın diğer öğelerinden soyutlamasıdır: Önce, bir yanı yırtık afişin tuvali iki boyutlu olarak kapladığı resimleri görüyoruz; bu resimlerde harfler de yer almaktadır. Bu noktaya kadar Doğançay, çağdaş Amerikan resim sanatının genel çizgisinden büyük ölçüde ayrılmaz. Onu ilginç ve farklı kılan, sanatının bundan sonraki gelişimidir: Afişin yırtıkları gösteren bölümünü soyutlamış, büyütmüş, abartmış ve üç boyutlu olarak resmetmeye başlamıştır. Renkler artık duvar afişlerinin değil, sanatçının kendi renkleridir. Esin kaynağı ise artık evinde renkli kâğıtlarla oluşturduğu maketlerdir.
Doğançay’ın en son resimlerinde önemli bir gelişme daha dikkati çekiyor:
İmajlarındaki renkli yırtıklar ve bu yırtıkların gölgeleri, Türk hat sanatının örneklerini -özellikle sülüs yazı harflerini- anımsatıyor. Uluslararası temsilcilerimizden olan Doğançay, bu tutumuyla şimdi de çağdaş sanatın gelişimine kendi kültürsel kökeninden aktarılan öğelerle katkıda bulunuyor.
İrem Erez | sanat olayı - Sayı: 9 - Eylül 1981
____________________________________________________________________________________
Burhan Doğançay adı çoğunuz için yabancı değil. Resimlerini Türkiye’de açtığı çeşitli sergilerde gördünüz, yurt dışında kazandığı başarıları basından izlediniz. Benim Burhan Doğançay’ı “keşfim” bundan bir süre önce New York sokaklarında rastladığım her büyük kitapçının camekânında yer alan bir kitapla oldu. Camekânlarda uzaktan yakından kendini gösterip beni çeken kitabı sayfa sayfa incelemekten, okşamaktan bitap düşünce, Burhan Doğançay’ı New York’taki evinde bulmak, kitabı dolduran eserlerin ipuçlarını o evde yakalamak kaçınılmaz olmuştu.
İstanbul’a döndüğümde Askeri Müze’de, Doğançay’ın eserleri tualin iki boyutuna hiç aldırış etmeden, bana uzanıyorlardı.
Nitekim bu sayımızın kapağı o sergideki “Mimar Sinan” tablosundan bir detay.
Şimdi, İstanbul’da odamda, “Doğançay” adlı dev kitabın sayfalarını çeviriyor ve içindekileri sizinle paylaşmak istiyorum. Amacım bu.
Resim eleştirmeni olmadığıma göre, yapabileceğim de bu.

Kitapta yer alan uzun bir özyaşam öyküsünü, Burhan Doğançay’ın babası ressam Adil Doğançay’dan ve Arif Kaptan’dan aldığı ilk resim tadlarını, Anadolu’yu içine sindire sindire gezip dolaşmasını, Paris yıllarını, hukuku bitirmesini, ekonomi doktorası yapmasını, Dışişleri’ne atanmasını, diplomatik görevlerini geçiyorum... 1963’te, diplomatlıktan ayrılıp, tümüyle kendini sanatına verdikten sonra başlıyor benim için serüvenin en coşku verici yanı.
O gün bugün, Burhan Doğançay, resimleriyle, fotoğraflarıyla, gravürleriyle, heykelleriyle, yeryüzündeki duvarların peşinde. (Belki de duvarlar onun peşinde, bilemiyorum). Resimlerindeki, heykellerindeki, gravürlerindeki konu duvarlar: Duvarlardaki aşk, sevgi, nefret, başkaldırı, bıkkınlık, çatışma, kısacası yaşam... Asya, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ülkelerindeki duvarlar.
1982 yılında Paris’deki Georges Pompidou Merkezi’nde, Burhan Doğançay’ın duvar fotoğraflarından oluşan bir sergisi açılmıştı.
Serginin adı: “Duvarlar fısıldıyor, haykırıyor, şarkı söylüyor...”
Sergi kataloğunda Thomas Messe şöyle diyordu:
“...Burada toplanmış fotoğraflar bize iki yönlü kazanç sağlıyor: Birincisi sanatçı duyarlılığının, sanatçı katılımının temelini bize sunmaları, yani sanatçının gözüyle, onları görmemizi, kavramamızı sağlamaları, ikincisi, bu fotoğrafların, Burhan Doğançay’ın resim sanatı için ipucu oluşturmaları. Yağlı boyalarında, guaşlarında ve baskılarında Doğançay, duvar diline bağımlı kalmıyorsa da, duvarlara bakışından güç alıyor ve yerel kollektif duyarlılığı, kendine özgün duyarlığıyla sanata dönüştürüyor.”
İşte şimdi, dev kitabın sayfalarını çevirirken Doğançay’ın duvar dilini çözmeye çalışıyorum. Duvarın yerini, tual, kâğıt almış ne çıkar... 60’lı yılların eserleri, bana daha çok grafitileri anımsatıyor. Aceleyle karalanmış yazıların, bir aşk sözcüğünün ya da politik sloganın arasına sıkışmış, üstüne çıkmış, altından uzanıvermiş bir imge, bir yüz, bir sayı, bir sözcük, bir harf, bir işaret, bir çizgi, bir renk... Yani bir düş, bir umut, bir öfke, bir gereksinim... Ama sanki konuşan Doğançay değil, konuşan duvar. Sanatçı, duvarın dilini dinleyen ve duyduğunu bize ileten bir haberci.
Sayfaları çeviriyorum. 60’lı yılların sonunda, 70’lerin başındayım. Şimdi gördüklerim, artık yalnız duvarların sesini duyurmuyor, duvarın gerisini merak ettiriyor, duvarın gerisinden esintiler fısıldıyor kulağıma. Hani neredeyse duvar ha patladı ha patlayacak, gerisini de bana göstermek için...
70’li yılların ikinci yarısındayım... Artık Doğançay’ın “duvar”ları (doğrusu duvar sözcüğünü hâlâ kullanmak yerinde mi değil mi onu da bilmiyorum. Ama yine de “duvarları”...) yalnızca bir renkten oluşuyor. Beyazdan, siyahtan, yani en çok aydınlıktan ve karanlıktan... Duvar dediğin, resmin zemininden başka bir şey değil. Ve sanki duvardan, yani resmin fonundan, çekilip koparılmış, yarı koparılmış, birazı koparılmış, çoğu koparılmış, hiç koparılmamış gibi, öteki renkler, öteki kâğıtlar, öteki gerçekler, öteki düşler, öteki umutlar, öteki sevinçler, öteki öfkeler... Hepsi sanki...
Elbette, kimsenin hiçbir yerden hiçbir şey sıyırıp kopardığı falan yok! Hem duvara üstüste yapıştırılmış afiş değil ki bunlar, yağmura, rüzgâra, hoyrat gençlere, yaramaz çocuklara, belediyeye, polise, askere dayanamayıp yırtılmış, kopmuş, ya da üstü örtülmüş olsun.
Hayır, bütün bunlar, yani Doğançay’ın resimlerine bakarken söylediklerim, “sanki”ler, “gibi”ler, olsa olsa benim “resim dili”ni kullanmaktaki acemiliğimden, duvarların dilini kendime daha yakın hissetmemden olsa gerek. Belki de Doğançay’ın resimlerini bunca sevmemin nedeni de bu.
Hayır, şu anda önümde duran resimlerde “sanki”ler, “gibi”ler yok... Önümde Doğançay’ın resimlerinde, geriye çekilen siyah bir zeminde, öne, bana doğru uzanan, fırlayan uzun şeritler, beyazlar ve birbirinden canlı öteki renkler var. Resim dilinde Roy Moyer’in dediği gibi “Doğançay gerçekçiliği hiç elden bırakmadı. Ama gerçekçiliği, duygularını ifade etmek için icat ettiği soyut bir biçime dönüştürdü.”
Bu soyut biçimlerin yazıyı, kaligrafiyi, ya da çözülmeyi bekleyen bir sırrı anımsatması, beni yine duvarlara döndürüyor.
Duvarlara ve duvarların sakladığı tüm sırlara.
“Bir ülkenin nabız atışlarını, duvarlarına bakarak ölçebiliriz” diyordu Burhan Doğançay.
Ya bizimki gibi, her on yılda bir duvarları silinen, kireçle sıvanan ülkelerin nabzı nasıl atar, nasıl ölçülür diye sormadım.
Çünkü kireçle sıvanmış duvarlar da bize çok şey söylüyor.
Yoksa bunu da mı “Doğançay” adlı, şu önümde duran dev kitapta gördüm?
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 184 - 15 Ocak 1988