Andrzej Wajda


1981 Aralık'ında Polonya'da sıkı yönetim ilan edildiğinde ünlü yönetmen Wajda, Yönetmenler Birliği Başkanı'yı ve Dayanışma'dan yana açık tavır almıştı. Bu yüzden tutuklandı. Serbest bırakıldığında ise önceden tasarladığı gibi Danton'u çekmek için Fransa'ya gitti ve karşılaştığı ilk soru, ülkesine dönüp dönmeyeceği oldu.

Kaleminizi kanıma batırıp yazın dedi Wajda, “Polonya'yı terketmeyeceğim...

Bu, Wajda'nın sinemasının ulusçu temelidir. 300 yıldır ardarda işgallere ve bölünmelere uğramış Polonya'da, bir ulusun umutsuz ama destansı direnişini ve bıkıp usanmadan kimliğini arayışını perdeye aktarır Wajda. Kimi zaman bugünkü Polonya'nın köklerinin yattığı İkinci Dünya Savaşı'na ve Stalinist döneme, kimi zaman da çok gerilere giderek...

Danton'u bitirdikten sonra ise şöyle diyordu Wajda: “Bizim için Fransız Devrimi, her türlü isyancı hareketin, mevcut olanı reddetme anlayışının kaynağı durumundadır. Bu anlamda biz Polonyalılar kendimizi Fransız Devrimi'nin çocukları sayarız. Ben de filmlerimde mutlaka tarafsız değilim. Geleneksel olarak zayıfları korurum. Bu 19. yüzyıl Polonya romantizminin bir devamıdır...

Wajda'nın sinemasının romantik temelidir bu. Onun filmlerinin, sıradan, zayıf, ikircikli anti-kahramanları, bir yandan yaşam ve ölümle ödeşirken bir yandan varoluşlarını sorgular ve kendilerinden umulmayan bir ruh derinliği, zengin duygu dünyası gösterirler.

Politikanın sloganlaştırılıp baskı aracına dönüştürüldüğü bir sistemde Wajda bir yere bağımlı olmamaya özen göstermiş ve Polonya sinemasındaki yaratıcılığın belki de en temel kaynağı olan özerk sinema birimleri için mücadele etmiştir. Ama Dayanışma hareketini tarihsel sürekliliği içinde anlattığı Demir Adam'dan sonra kendisine sinemasının toplumsal işlevi sorulduğunda şöyle konuşmaktan geri durmaz:

Toplumu değiştirmek sinemanın değildir. Ama sinema toplumsal bilincin oluşmasına katkıda bulunabilir, gerçeklerin peşine düşebilir, bir tür toplum vicdani işlevi görebilir.

Bu da Wajda'nin sinemasının, kelimenin yozlaşmamış anlamında devrimci emelidir.
Şematizme, slogancılığa düşmeden o, hem birey hem de toplum için daha iyi, daha anlamlı ve daha insanca bir yaşam arar.

Wajda sinemasının bu temelleri üzerinde tarihin, bireyin ve çağdaş toplumun derinliklerine dalan yapıtları yükselir. Ayrıca, her şeyden önce ve başlı başına birer sinemasal üründür bu filmler. İnce işli görüntüleriyle, akan, dönüp kıvrılan alıcısı ve kurgusuyla, resim plastikliğinde karelerden belgesel haber filmlerine uzanan çeşitliliğiyle, 40'lı yıllarda ABD'de Welles'le, İtalya'da Yeni Gerçekçilik'le ve sonra Wisconti'yle boy atıp gelişen Barok sinemanın üst düzeyde bir bileşimini yaratmıştır Wajda.

Muhalifleri tarafından bile “tarihin ve günümüzün tarafsız yargıcı” olduğu teslim edilen bu çağdaş usta şu sıralarda ülkesinde, 1939'da Nazi işgalciler Yahudi halkı Varşova gettosuna toplayıp yoketme harekâtına giriştiğinde teslim olmayı reddedip öğrencileriyle birlikte ölmeyi yeğleyen öğretmen Korczak'ın öyküsünü perdeye aktarıyor. Böylece Polonya halkının direniş ruhuna anlamlı bir dönüş yapıyor. Halktan gördüğü ilgiye ve uluslararası ününe dayanarak Wajda, rejimin Polonya'nın yaratıcı damarlarını tıkamaya çalıştığı bu dönemde, kendi deyimiyle “izin verilebilirle verilemezin bıçak sırtı sınırında sinema serüvenini sürdürüyor. Sonra Fransa'da Dostoyevski'nin Ecinniler'ini Gerard da Depardieu'yle çekecek.

Sinema Günleri'ne de, en önemli filmleri olmasa da, Wajda'nın üç filmini izledik.

Bunlardan Almanya'da Bir Aşk'ın New York Film Şenliği’nde gösterimi sırasında film Comment dergisinden Dan Yakir Wajda'yla konuştu:



Almanya'da Bir Aşk”ta (Eine Liebe in Deutschland, 1983) öteki filmlerinizin aksine faşizmin öbür yanını ele alıyorsunuz? Faşizmin bir sistem olarak ifade ve niteliklerini değil, sıradan insanların yaşamları içindeki gelişimini belirlemeye çalışıyorsunuz?

Evet. Totaliter bir devlet, varlığını sürdürebilmek için tümüyle birleşik ve uyumlu olmalıdır. Her öge, her birey bu devlete uymalıdır. Etkili olabilmek için sistem, bireyin mutfağına, yatak odasına girebilmelidir. Halka hedef gösterilecek bir düşman olmadan sistem birlik oluşturamaz. Bunun için de düşman yaratır. Filmde de, kuşkusuz sistemi hiçbir biçimde tehdit etmeyen ve sadece bir Alman kadınla yatan Polonyalı savaş esiri, bu amaç için uygun bulunur ve hedef gösterilir.

Totaliterliğin doğuşunu önceleri yalnızca kurbanları üzerinde inceleyebiliyordum. Şimdi ise, oldukça ilginç bulduğum Alman tarafını da göstermek istedim. Bu sorunu çok önemli ve her zamankinden daha fazla günümüzle ilintili buluyorum. Çünkü, totaliterlik, değişik biçimlerde yeniden canlanıp duruyor.

Demir Adam”da (Iron Man, 1981), gösterdiğiniz Polonya biçimi de dahil?

Evet. Özellikle Stalinist dönem. Bence, insan nerede olursa olsun her türlü baskıya ve zorlamaya karşı mücadele etmeli. Devlet her yerde bireyin üzerinde mutlak egemenliğini kurmaya çalışıyor.

Danton” ve “Almanya'da Bir Aşk” gibi yapıtların edebi değerlerini görsel seçimlerinizle nasıl bağdaştırıyorsunuz?

Malzemeyi, söylenecekler ve gösterilecekler olarak ikiye ayırmaya çalışıyorum. Ayrıca, bulabildiğim kadar çok belgesel malzemeyi, fotoğrafları, yazışmaları, vb., gözden geçiriyor ve öykümün gerçekliğini bunlardan yola çıkarak kurmaya başlıyorum. Bunun ne kadar önemli olduğunu anlatamam. Hanna Schygulla'nın, boynunda “Polonyalı Aşk Kuşu” yazılı bir levha taşımaya zorlandığı sahne gerçek bir fotoğraftan alınmadır. Bir çocuğun gamalı haçlı bir lolipop yaladığı sahne de öyle... Stalin'nin celladının da bir Polonyalı yapması da gerçek hayattandır. Bir sürü belge buldum. Çoğu SS emirleriydi. Ve hepsi Hochhuth'un yazdıklarını doğruluyordu.

Almanya'da Bir Aşk'ı gerçek öykünün geçtiği yerde çekmeye karar vermiştim. Oraya yalnız başıma gittiğimde, filmin dramatik içeriğine tümüyle zıt, son derece güzel, sakin ve huzurlu bir yer buldum. Bu zıtlığın filme yansımasını istedim.

Kendi geçmişinize bakarsak, filmlerinizin, halkı siyasal bakımdan gerçekten etkilediğini ve böylece özgürlükleri biraz olsun genişlettiğini söyleyebilir misiniz?

Evet demeliyim. Eğer böyle olduğuna inanmasaydım, o filmleri yapacak gücü ve cesareti bulamazdım. Sanırım en büyük ve açık etkiyi Demir Adam, yaptı. Bir siyasal filmin özü, konuşulamayan şeyleri söylemesi, gizlenen şeyleri açığa çıkarması ve olayların ardındaki gerçekleri ortaya sermesidir.
“Demir Adam”ın oldukça açık sözlü olmasına karşın Polonya gibi bir ülkede sinemacılar kendilerini anlatmak için imalı ve dolaylı bir dil bulmak zorundalar. Bu sizi yaratıcılığa zorlayan bir etken mi?

Evet ama, bu, sanatçının işini iyice zorlaştırıyor ve sanatı da kapalı ve anlaşılmaz yapıyor. Birbirimizle, yalnız kendimizin anladığı bir dille iletişim kurabiliyoruz. Oysa sanat evrensel bir dil. Bu yüzden bu dolaylı anlatım oldukça sağlıksız bir şey. Ama böyle bir zorlama olmasa bile kendimizi tam sağlıklı koşullarda bulmayacağız. Biz Polonyalı sinemacıların işi, bizim için kimsenin yapamayacağı filmleri yapmak. Bunları gösterecek bir yer bulmak daha sonra geliyor.

Nasıl çalışırsınız? Size ne esin verir?

Bir yönetmenin iki seçeneği vardır: Çevresinde gördüğü şeyler hakkında filmler yapmak ya da kendi yaratıcılığı üzerinde yoğunlaşarak hiç duraklamadan kendisiyle uğraşmak. Ben bir amaç için film yapıyorum. İnsanların kafalarını meşgul eden şeyler üzerine, önemli görülen şeyler üzerine filmler yapıyorum. Söyleyecek bir şeyim olduğu zaman bunu değişik malzemelerle söylemeye çalışıyorum.

İzleyiciye nasıl ayak uydurabiliyorsunuz?

İzleyiciyi kendim gibi düşünüyorum. İzleyici benden ne daha fazla ne de daha az akıllı. Ne daha iyi, ne daha kötü... Böylece kendimi de kamuoyunun bir üyesi olarak görebiliyorum.

Kuşkusuz, şanslı ve şanssız bir sürü rastlantı da meydana geldi. Danton'u yıllardır hazırlıyordum. Filmi beş altı yıl önce yapmış olsaydım Fransızlardan hiç kabul görmeyecekti. Şansım varmış, Fransa'da sosyalistlerin iktidara geldiği ve Fransız kamuoyunun sosyalizmin hayata geçirilişi konusunda ikiye bölündüğü bir dönemde gösterildi film. Böylece Fransız Devrimi üzerine bir film olarak tartışmaları körükledi, alevlendirdi. Ateşli eleştirilere yol açtı.

İlk filmleriniz Polonya Okulu'nun yaratılmasına yardımcı olmuştu. Bu okul nasıl doğdu, filmlerde nasıl belirdi?

İki nedenle normal bir doğum oldu. Birincisi yönetmenler, tek deneyimleri olan savaş dışında başka bir şey anlatacak durumda değillerdi. İkincisi, yine savaş üzerinde yoğunlaşan ve böylece bizim müttefikimiz haline gelen Polonya edebiyatı zengin bir birikime sahipti. Yalnızca ben ve Andrzej Munk gibi insanların değil, Jerzy Andrzejewski (Küller ve Elmas) ve Borowski gibi yazarların yaşamındaki en önemli olay savaştı. Tümüyle ona yaslanmadık ama Polonya edebiyatı bizim için yararlı bir alan oluşturdu.

Savaş o kadar berbat bir şeydi ki, en iyi belgesel filmlerle anlatılabileceğini düşünüyordum. Savaşa ilişkin gerçekler o kadar korkunçtu ki, onları hikâye etmek çok zordu. Yine de sanatsal ve yazınsal geleneğimiz romantik olduğu için, filmlerimizdeki belgesel ögeler giderek yapıntı ögelerle harmanlanmaya başladı. Barok görüntüler, acı ironi, filmlerimin romantizmi, bunların tümü Polonya Okulu'nun yarattığı şeylerdi.

Ama Polonya Okulu ömrünü doldurdu. Çünkü gelişecek ve kendini dönüştürebilecek yeni bir konu bulamadı. Polonya sineması için sonraki konu Stalinizm'di.

Stalinizmden sonra Polonya Sineması'na ne geldi?

Dayanışma. Kuşkusuz çok kısa sürdü ve Dayanışma üzerine fazla film yapılamadı ama bize esin vermeye devam edecek. Krzystof Kieslowski'nin daha gösterime çıkarılmamış olan yeni filmi Mutlu Son (Happy End) Dayanışma üzerine bir film.

Gerard Depardieu ve Hanna Schygulla gibi oyuncularla çalışmak nasıl bir şey?

Kolay. ikisi de müthiş oyuncular. Sadece kabul edilmek istiyorlar. Tartışarak ve dostluğu geliştirerek çalışmaktan daha iyi bir yol yok onlarla. Kendilerini kabul eden biri için oynamayı istiyorlar. Ben onların yeteneğini kabul ediyorum. Akıl almaz bir canlılıkları var, en küçük ayrıntıları bile yeniden yaratarak tüm güçlerini ortaya koyuyorlar. Senaryo hiçbir zaman tamamlanmış olmadığından bazı sahneler ve diyaloglar her zaman değiştirildiğinden, malzemeyle sürekli mücadele etmek gerekiyor biz de bunu birlikte yapıyoruz.

Yönetmen olmak istediğinizi ne zaman fark ettiniz? Ve neden film?

Kişilik eksikliği belki. Ressam olmayı çok istiyordum. Ama bu sizi büyük bir yalnızlığa itiyor ve kendinize müthiş inanmanızı gerektiriyor... Son derece sabırlı olmanız ve hiç yılmamanız gerek. Ben o kadar güçlü değildim. O zaman yönetmen oldum. Yine görüntülerle uğraşabiliyorum ve böylesi daha kolay. Ve çevremde insanlar var. Bir sürü zorluk çıkıyor tabii. Bir şeyin taşınması gereken anlamı bulmak ve bu anlamı o şeye yüklemek acılı bir çalışma gerektiriyor yine. Ama bu, ozanın, yazarın ya da ressamın yalnızlığıyla karşılaştırılamaz bile.

Sinemanız üzerinde kimlerin etkisi oldu? Bir keresinde Elia Kazan'dan Orson Welles'den ve hatta François Truffaut'dan söz etmiştiniz.

Çok... İlk başlarda İtalyan Yeni Gerçekçilik'inden, De Sica, Guiseppe De Santis gibi yönetmenlerden etkilenmiştim. Sanırım Küller ve Elmas en çok kara filmlerinin etkisini taşır; Yaralı Yüz (Scarface) Elmas Hırsızları (The Asphalt Jungle) gibi... Çok güzel filmlerdi onlar. Ayrıca Mermer Adam da Amerikan sinemasının etkisini taşır.

İyimser biri misiniz? Ya da belki hem Polonyalı hem de iyimser olmak olanaksız?

İki yıl önce Polonya'da meydana gelen değişiklikler temelinde iyimser olduğumu kabul etmeliyim. Yılların durgunluğundan sonra Dayanışma, Polonya hakkında öyle bir uyanışın işareti oldu ki... Bu harika insanların yeni bilinç ve öz güvenleriyle birlikte varlığını sürdüreceğine inanıyorum.

Polonya edebiyatının romantik, heroik geleneğinin yankılarını mı duyuyorum sözlerinizde?

Sanırım. Bu gelenek hâlâ canlı. Ülkemizin gerçekliğinin yanı sıra, sahip olmak istediğimiz ülke görüntüsünü de taze tutuyoruz. Daha iyi bir sistem, daha iyi bir ülke özlemini koruyoruz.



İbrahim Altınsaray | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 119 - 1 Mayıs 1985