Sürgünde Yazarlar


Abdullah Cevdet,
Agâh Efendi,
Menfa’yı yazan Ahmet Mithat Efendi,
A. Kadir,
Ali Suavi,
Bahai,
Sürgün Şiirleri’ni yazan Hasan İzzettin Dinamo,
Yeni Osmanlılar Tarihi’ni yazan Ebüzziya Tevfik,
Enderunlu Fazıl,
Mavi Sürgün’ü yazan Halikarnas Balıkçısı,
İsmail Safa,
Mihnetkeşan’ı yazan İzzet Molla,
Gurbet Hikâyeleri’yle Sürgün romanını yazan Refik Halit Karay,
Sürgün Alayı’nı yazan Mehmed Kemal,
Naili,
Namık Kemal,
Bir Sürgün’ün Anıları’nı yazan Aziz Nesin,
Niyazi-i Mısri,
Zekeriya Sertel,
Sinan Paşa,
Malta Geceleri’ni yazan Süleyman Nazif,
Şafak romanını yazan Sevgi Soysal,
Anılara Yolculuk’u yazan Kemal Sülker,
Hüseyin Cahit Yalçın,
Ahmet Emin Yalman,
Malta Mektupları’nı yazan Ziya Gökalp,
Ziya Paşa...

Bu yazarlar sürgüne gönderilmiş olanların yalnızca birkaçı.

Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nün sayfalarını çevirecek okur, her yüz yazardan beşinin yaşamöyküsünde sürgünün yer aldığını görecektir.

Uzun tarih dönemi içinde sürgün nedenleri, yasalar, uygulamalar farklı olmuştur.
Tarih olayları kadar kişilikler de sürgündeki davranış, eylem ve ortaya konan yapıtlara farklılıklar kazandırmıştır.


TANZİMATTAN ÖNCE

Kur’an’ın “Dirilten de Tanrı’dır, Öldüren de...” demesi ve ölüm cezasını yalnızca yol kesmeyle adam öldürme suçlarının karşılığı olarak öngörmesi, zamanla yaygın bir ceza biçimi olarak pek çok suç türüne uygulanmasını önleyememiştir.

Ancak, islam hukuku ile eski Türk hukukundan gelen uygulamaları birleştiren Tanzimat öncesi Osmanlı hukukunda özellikle ulema sınıfına idam cezası yerine sürgün cezası verilmiştir. Bu dönemde ulemanın dokunulmazlıkları bulunuyordu ve ceza hukuku bakımından ayrıcalıkları vardı. Şiir, tarih gibi dallarda ürün vermiş yazarlar da genellikle ulema mesleğindendi, bu nitelikleriyle benzer durumlarda verilebilecek olan idam cezası yerine sürgünle cezalandırılmış oluyorlardı.

İnançları, düşünceleri uğruna sürgüne gönderilenleri ise bu ceza çoğu kez yollarından döndürmüyordu.


KIRK YILLIK KÂNİ

Yergici kişiliğiyle tanınan Tokatlı Ebubekir Kâni (1712-1791), Yeğen Mehmet Paşa’nın divan kâtipliğini yapmıştı. Paşa sadrazam olunca o sırada Silistre’de bulunan Kâni’yi İstanbul’a çağırarak yeniden görev verdi. Ancak teşrifata yançizmesi, ileri geri sözler etmekten kaçınmayışı Kâni’yi idam cezasının eşiğine getirdi. Reisülküttap Hayri Efendi’nin arka çıkması sonucunda Limni adasına sürgün edilmesiyle yetinildi. Sürgün yaşamı yoksunluk içinde geçti. Bir mektubunda “Üç buçuk ay kadar tönbekiye hasret kaldığını ve nargilesinin gümüş başına sarılmış olan marpucuna baktıkça kıvrılmış yılan gibi büklüm büklüm kıvrandığını” (!) yazmıştır.

Yeğen Mehmet Paşa ona “Ne vakit aklın başına yar, ve kârın hemişe temkin ü karar olursa...” diye yazdığı zaman şu karşılığı alır:

A Paşam! insan önce kendisini bilmeli de sonra başkasına öğüt vermeli. Lakin sen üzerindeki rütbe ve şerefin kerametini özünden bildikçe buralarını düşünmeye lüzum görmezsin ve kendin tutman gereken öğütleri başkalarına vermekten geri durmazsın! Senin Kâni dediğin herif, kendini bilmezlerin öğütlerine muhtaç olacak kadar kısmetsiz yaratılmamıştır. Özellikle Tanrı Kâni’ye kendini bilmezlere kendini bildirecek kadar dil ve bilgi bağışlamıştır, ki didişmeden ayrılmaya yaradılışı elvermez.

Ben mektubumda ‘rintçe yaşam varlık ve yokluğu eşit tutanlarda görülen bilgelik dolu bir tutumdur.’ demiştim.
Onu senin gibi kavrayışı gevşek, gövdesi sanki dümbelek olanlar anlayıp kavrayamamakta özürlüdürler.

Ben sana meramımı açıkça söyleyeyim: Dünya dertlerinden yani o havayı, bu havayı çalmaktan uzak yaşamak için başkalarına benzemeyen bir edebiyat adamının muhtaç olduğu şeyler bir oda içinde beş on parça yaprakları dağınık kitap ve bir iki testi erguvan renkli şarap ve ara sıra birlikte içip söyleşecek ikiyüzlülükten uzak uygun arkadaşlar ve paşalarımız gibi büyüklere muhtaç olmayacak kadar gelirdir. Bunlar ise şimdiki halde mevcut. Sonrası için de nimetler bağışlayan Tanrı kefil ve kerimdir.


BİR PADİŞAH HOCASI

Sinan Paşa (1440-1486) Fatih Sultan Mehmet’in hocasıydı. Tazarruname adlı yapıtında dinsel inancı içtenlikli ve ustalıklı bir anlatımla dile getirmiştir. Toplum içindeki yeri, kişiliği Kâni’den çok farklı idi. Ancak o da ileri görüşlü ve özgür düşünceli bir insandı. Fatih tarafından sadrazamlığa getirildi. Ve çekemeyenlerin gözden düşürmeleri yüzünden bir yıl içinde azledilmişti. Bu azlin nedeni bilinmemektedir. Araştırmacılar “belki, felsefi veya dini bir meselede taassubun peşin fikrine şüphe ile karşı çıkmış, bu yüzden de ağır bir ithamın kurbanı olmuştur” diyorlar.

Azledilen Sinan Paşa hapsedilince, İstanbul’daki meslekdaşları bağışlanması için Fatih’e başvururlar. Bu yapılmazsa kendi yapıtlarını yakıp ülkeden gideceklerini bildirirler. Sinan Paşa Sivrihisar kadılığı ve müderrisliğiyle İstanbul’dan uzaklaştırılır. Ancak padişahın dinmeyen öfkesi, Paşanın ardından “Çıldıranlara uygun önlemleri” alması isteğiyle bir tabip göndermesine yol açar. Sivrihisar sürgünü İznik’te durdurularak yeniden hapsedilir, her gün 50 değnek vurularak tedavi görünümü altında cezalandırılır. Molla Hüsamettin’in Padişaha bir rica mektubuyla başvurması üzerine Paşa Sivrihisar’a gönderilir ve Fatih’in ölümüne kadar orada kalır.

II. Bayezit döneminde Osmanlı başkentine dönen ve eski saygınlığını kazanan bilgin,
bu yıllarda yazdığı Maarifname’sinde devleti yönetenin taşıması gereken nitelikleri şöyle anlatacaktır:

Padişaha gerektir ki hizmetinden kötüleri uzaklaştıra ve ahlaksızları kırıp geçire.
Bozguncu sözüne asla kulak verip aldırmamak gerek,
yalan söyleyip ara bozan veziri dahi olursa yanından gidermek gerek.
Düşmanlık güdenlerden kaçmak gerek düşmandan kaçar gibi,
sözlerini işitmemek gerek zehir içmekten kaçınır gibi.”

Tanrı’ya yakarış kitabı Tazarruname’de de padişahların yer yüzündeki saltanatlarının gelip geçiciliğini vurgularken sözü Fatih Sultan Mehmed’e getirmekten de çekinmez:

"Hani Cengiz ve çocukları onun, hani bunca soyu sopu onun?
Hani Selçuklu soyu ve hanları, hani Osmanlı soyu ve hakanları?
Hani Sultan Mehmet ve yüceliği, hani taşıdığı bunca değer ve ululuğu?
Hani gücü kuvveti, hani o atılıp saldırışları?
Hani yönetme gücü, sağlam kararları, hani gözüpekliği, yiğitlikleri?..”


PADİŞAHLARA LÂZIM OLAN ADALETTİR

Niyazi-i Mısri (1618-1694), ahreti dünyada bilen, ruhu cesetten ayrı saymayan maddeci bir tasavvuf ozanıdır. Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin’e bağlılığını, ünlü yapıtı Varidat’ı, “Ariflerin esrarı, Hakkın envarı, viran günlün mimarı” diye överek dile getirmiştir. Geniş bir kitle üzerinde etkili olduğu için zararlı görülerek bir kez Rodos’a, iki kez Limni’ye sürülmüş ve sürgünde ölmüştür. Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitmiş, Eski Cami’de vaazlar verirken “Fikir ve telkinleri sarayın siyasetine aykırı görüldüğü” için Rodos’a sürülmüştü. Şeyhi sürgün adasına götüren sadrıâli çavuşu Azmi ona biat ederek bağlandı. Adada bulunan Kırım Hanı Selim Giray şeyhe her gün 12 türlü yemek gönderiyordu. Niyazi, iki türlüsü yeter diye haber gönderdi. Bağışlanıp Bursa’ya döndükten sonra Avusturya’ya sefer ilan edilince müritleriyle birlikte Edirne’ye gitti. Selimiye Camisi’nde vaaz verdiği sırada “huruç ihtimali” düşünülerek gönderilen fermanla Limni’ye sürüldü. İki yıl sonra dönmesine izin verildi fakat o 14 yıl daha kendi isteğiyle burada kaldı. Son kez Bursa’dayken araları açık olan kadı efendinin Baltacı Mehmet Paşa’ya yaptığı şikayet üzerine Limni’ye sürülür ve orada ölür.

Niyazi’nin sürülmesine neden olan kadı, Bursa’da daha uzun süre kalabilmek için hazırlattığı bir dilekçeyi, imzalatmak için şeyhe de göndermiş,
o da “Gemisi olmayan kaptan, demirini koparıp yola çıkmak ister.” diye yazmıştı.

Ozan bu tür şeriat adamları içinZahidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi
Cür’a-i sâfi içip mestân olan anlar bizi.diye yazmıştı.

Vezirler, beyler, zalim yöneticiler için sözünü esirgemiyordu:
“Köstebektir köstebektir köstebek
Ol münafıklar vezir olsun ya bek",

“Yeter anı sen horladın, köpek gibi çok hırladın
 Çok çatıldın hem gürledin, gele zalim gele gele
 Gör kim senin halin n’ola!”

İnandığını söylemekten kaçınmayan bir savaşım adamı olduğunu da şöyle dile getiriyordu:

“Kasap elinde koyunum, ya sen beni ya ben seni
Cellat önünde boyunum, ya sen beni ya ben seni...

Vallahi senden korkmazam dava-yı bâtıl kılmazam
Haktır sözüm yorulmazam, ya sen beni ya ben seni!..”

"Padişahlara asıl lazım olan dindir, adalettir” diyen Niyazi,
Osmanlı sarayının bozuk yönetimi karşısında, Rodos’tan tanıdığı Kırım Hanı’na umut bağlamaya kadar gitmiştir:

Hele ölürüm, bari şu vasiyeti yine edeyim:
Taht Tatarındır, taht Tatarındır, taht Tatarındır;
bunlardan hayır kalmamıştır; taht Tatarındır, bilmiş olun.”


İKİ ŞEYHÜLİSLAM

Bahai Mehmet Efendi (1601-1654), Halep kadısıyken vali Ahmet Paşa ile araları açıldı, valinin “keyif verici maddelere düşkün olduğu, elinden tütün çubuğunu düşürmediği, adli ve idari görevlerini yerine getiremeyeceği” yolundaki şikâyeti üzerine Kıbrıs’a sürüldü. Kötü günler geçirdiği sürgün yerinden padişah IV. Murat’a “perişan halini” dile getiren “Niyazname” başlıklı bir mesnevi yazıp gönderdi.

Şöyle diyordu:
Bir iki adam aralarında anlaşıp padişahin kalbini benden saptırdılar...
Kulun eksiklik, kusur ve günahla dolu olması, olağan bir durum olarak karşılanabilir,
yeter ki içinde daima utanç ve pişmanlık duygusu bulunsun.
İşlemiş olduğu günahı devam ettirmesin; işlenmemiş günah için bile Tanrının bağışlayıcılığına sığınsın.
Ey padişah, senin kulun bu inleyen Bahai, eğer yanılarak günahlar işlemişse,
Tanrı’ya şükür ki işlemiş olduğu günahları tekrarlama alışkanlığı inadı yoktur:
yaptığı iş Tanrının yüce kapısına günahlarının bağışlanması için yalvarıp yakarmadır.
Ey padişahım, yüce Tanrı kabul ettikten sonra, günahlarımı sen de bağışlasan ne olur!

Bahai bağışlanarak başkente geldi. IV. Mehmet döneminde şeyhülislamlığa getirildi. Tütünün haram olmadığı konusunda verdiği fetvayı bağnaz din adamları bir koz olarak kullanacaklardı. Şeriat ve tasavvuf yandaşları arasında büyüyen çekişme sırasında tekke mensuplarını kafirlikle suçlayan, sövüp döven, baskı ve sindirme hareketlerine girişenlere şiddetle karşı çıktı. Öte yandan devlet işlerinin rüşvetle yürütüldüğünü sert bir dille eleştirmesi de kendisine pek çok düşman kazandırdı. Bu sırada bazı yabancı elçilerin baskısı sonucunda kaptanı deryanın görevinden alınmasına “Din ve devlet uğruna bütün gücüyle çalışıp gayret gösteren, bulunduğu yere buncalayın layık adamı görevden almak, din ve devlete ihanettir. Getirildiği görevi gerektiği gibi yaptı. Elçilerden rüşvet alıp haksız yere azil ne demektir.” diyerek engel oldu.

O sırada İzmir’de bir İngiliz, kendi konsolosları aleyhinde bir alacak davası açmak istemiş, konsolos ise kadı Haşimizade’ye, antlaşmalar dolayısıyla, kendisini yargılamaya hakkı olmadığını kaba ve sert bir biçimde bildirmişti. Kadı, konsolosun devlet aleyhine eylemleri olduğunu da saptayarak Şeyhülislam Bahai’ye başvurdu. O da durumu sadrazama bildirerek İngiliz elçisinin uyarılmasını, konsolosun da görevden alınmasını istedi. Sadrazam, ise, devletin diş ilişkileri yönünden nazik bir noktaya dayanan konuyu çözümlemeyi Bahai’ye bıraktığını bildirdi. Böylece bir tayin-terfi konusu yüzünden kırgın olduğu şeyhülislamı güç, duruma düşürecekti. Bahai İngiliz elçisini çağırttı ve konsolosu görevden almasını söyledi. Elçi, “Onu kralımız dikmiştir. Ben kaldırmaya kadir değilim.” deyince aralarında İngiltere’nin antlaşmalara karşı Osmanlı devleti aleyhindeki birtakım etkinlikleri konusunda ağır bir tartışma geçti. Bahai’nin hapsettirdiği elçi, yandaş saray ağalarının yardımıyla kurtulmak istedi. Şeyhülislam buna “Ağalar dediğin heriflerin bu musallat oluşu nedir, böyle kalır mı sanırlar... O İngiltere dedikleri lanetlinin barışa uyarlığı olsa din ve devlet düşmanlarına ya etmezdi...” diye karşı çıktı, ağaların din ve devlet işlerine nasıl karıştıklarını, işleri rüşvetle yürütmelerini şiddetle eleştirdi. Bunun üzerine azledildi. Kısa süre sonra da Midilli’ye sürgün edildi. Ancak, adaya giderken uğradığı Gelibolu’da kalmasına Saray tarafından göz yumuldu.

Bahai, sürgüne giderken bir arkadaşına şöyle demişti:
"Sadrazam gayretsiz ahmak, biz gayretli ahmaktık.
Onlar katıksız ahmaklıktan zahmet çekmedi,
gayret sahibi olma belası yüzünden biz zarara uğradık.”

Tarihçi Karaçelebizade Abdülaziz Efendi (1591-1658) Şeyhülislam Bahai’nin akrabası ve siyasal rakibiydi. Onun karşısındakilerle işbirliği yaptı ve onun yerine şeyhülislamlığa getirildi. Ancak dayandığı ağaların saltanatı yıkılınca ünlü tarihçi de şeyhülislamlıktan azledilerek Sakız’a sürüldü. Sonra sürgün yeri değiştirilerek Bursa’ya gönderildi ve orada öldü.

Sürgünde umut kırıklığı içinde yazdığı şiirlerinde, “Hırs, tamah ve kötü işler beni düşkün kıldı
Ey ululuk ve yücelik sahibi Tanrı, merhamet sendendir
Hiç kimseden umudum yok, her şey senin lütfuna kaldı
El, bağış eteğine değmezse iş çok güç...diyordu.


YAŞAM ÖYKÜSÜNÜN OLAĞAN PARÇASI

Eskilerin yaşam öyküsünde bir vezire kapılanmak kadar gazaba uğrayıp sürgüne gönderilmek de en sık görülen olaylardandır. Yaşadığı dönemin olumsuz yanları, yönetimin bozukluğu, yöneticilerin yeteneksizliği Naili’nin (öl. 1666) şiirine yansımamış değildir. Fakat bunlar kapalı imgeler arasındadır. Kasidelerinde övgülere boğduğu Sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın gazabına uğramaktan o da kurtulamamış ve yaşamının sonlarına doğru Edirne’ye sürülmüştür. Sadrazama gerek doğrudan doğruya, gerek kethüdası İbrahim Efendi aracılığıyla sunduğu kasidelerle gurbet yaşamının güçlüklerinden, yoksunluklarından yakınmış ama cezası sona erdirilmemiş ve gurbette ölmüştür.

Başkalarına sataşmaktan geri durmayan, sözünü esirgemeyen Nef’i yolunda ağır yergiler de yazan Enderunlu Fazıl (1759-1810), şikâyetler üzerine Rodos’a sürülmüştür. Padişah III. Selim’in veliahtlığından beri güvenilir adamı ve akıl hocası reisülküttap Ratip Efendi de orada sürgündeydi. Fazıl, adaya gittiği sıralarda sürgün reisülküttabın idam edilmesi ozanın büyük korkulara kapılmasına yol açtı. Bir süre sonra kör olması da buna bağlandı. Bağışlanarak başkentte döndükten sonra padişaha sunduğu “gözüm” redifli kasideyi sürgünde bulunduğu sırada yazmaya başlamıştı.

Bu kasidenin bazı dizeleri şunlardır:
Ah ol nur-i basar ruh-i revan iki gözüm
Dideden hayli zaman oldu nihan iki gözüm

Çeşm-i bimar-i ezel gamze-i cellad-ı ecel
Ol gözü kanlı güzel yosma civan iki gözüm

İki çeşmimde taalkül iki zanumda veca’
Kaldım ağmaz-ı tekaüdle aman iki gözüm

...

İllet ü kıllet-i devlet ile gurbet birden
Kangı derde mütehammil ola can iki gözüm

Mahasal merhamet-i şah-i cihana kalmış
Fazıl’ın gayet ile hali yaman iki gözüm

Sıdk ile böyle eder şah-ı cihandara dua
Giryeler eylemede vakt-i ezan iki gözüm

Saklasın zat-i hümayunu nazardan Allah
Ki odur barika-i çeşm-i zaman iki gözüm.

Galata Kadısı İzzet Molla (1785-1829). Halet Efendi’nin en yakınlarından biriydi. Kişiliği ve eylemi çok tartışılan, çok eleştirilen Halet Efendi sürgüne gönderilip daha sonra da öldürülünce başkaları gibi İzzet Molla’nın ona bağlılığı son bulmadı. Halet Efendi’yi öven ve düşmanlarını ağır biçimde yeren sözler söyledi.

"Halet’in canını hak, malını aldı miri
Kaldı ehl-i hasede hayeleriyle kiribeytini söylediği ve Sadrazam Abdullah Hamdullah Paşa’nın aleyhinde konuştuğu için Keşan’a sürüldü.
Keşan’a gidişi, oradaki yaşamı, bağışlanarak dönüşü Mihnetkeşan adlı yapıtında anlatılmıştır.
1828 Rusya seferinin aleyhinde bulunduğu için de Sivas’a sürülmüş ve orada ölmüştür.


Dönemin yenilikçi padişah II. Mahmut’tur. Onun başlattığı yenileşmeleri Tanzimat geniş bir çerçeveye oturtacaktır.
Yeni siyasa ve yeni hukuk ilkeleri benimsenecektir. Fakat sürgün cezaları ortadan kalkmayacaktır.

Gelecek yazıda Namık Kemal ve arkadaşlarının sürgün serüvenini konu edineceğiz.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 81 - 1 Ekim 1983
________________________________________________________________________________________________________________________


Siyasal egemenliği Padişahin elinden alarak halkın temsilcisi meclise vermeyi amaçlayan siyasal görüşü ve eylemi yüzünden Namık Kemal, devlet merkezinden uzaklaştırılarak, görevlerinden alınarak, sürgün edilerek birçok kez cezalandırıldı. Sürgün olaylarının birine, bir yazar topluluğunu da birlikte sürükledi.

İbret gazetesidevlet çıkarlarına ve genel ahlâka karşıt tutumunda direndiği” ileri sürülerek 4 aylığına kapatılmış (9 Temmuz 1872), başlarında Namık Kemal’in bulunduğu yazarları, yönetim görevleri verilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardı. Namık Kemal, sürgün Gelibolu mutasarrıfı olmuştu. 6 ay bile sürmeyen bu görevinden azledilerek (11 Aralık 1872) başkente dönünce, gazetedeki yazılarına yeniden başladı. O sırada Evrak-ı Perişan kitabı için basım yasağı konulması üzerine, yönetime çok şiddetli eleştiriler yöneltmeye koyuldu.

Şöyle diyordu:

İstanbul’da hamamların, Galata’da çalgılı kahvelerin sabahtan aksama, akşamdan sabaha kadar iki kapısı birden her türlü kötülüğe açık dururken matbaa kapanması ve zampara, kulampara destanları Ramazan-ı Şerif’te herkesin önünde cami kapılarında satılacak kadar yurdun her yanına ahlâk bozukluğu dağıtmakta iken yalnız kitap yayınının engele uğramasın yüce hükümetin uygarlık severliğinden asla umamayız.

Sadrazama gönderdiği yazıda da “Kitap yayını gibi yurdun mutluluk, kurtuluş, ilerleme ve uygarlıkça en ciddi ve en önemli bir işinde düzenlenmek istenen komedi”ye dikkat çekiliyor, “devletin gelişme dönemiyle İslâm büyüklerinden üçünün yaşamöyküsüne yer verenEvrak-ı Perişan yapıtı için, “Rum kitaplarından daha aşağı tutularak pusulalarla, polis müfettişleriyle matbaa matbaa dolaşılarak üstüste ve özellikle yasaklanması, yalnız kulunuzun değil yüce Saltanatın da namusuna uygun düşmez sanırım” deniyordu.

Bu konuyla ilgili olarak “Kalemini dilenci değneği etmek istemeyen kalem sahibi” imzasıyla basın yasasının hukuka aykırılığını ispatlayan bir yazı yayınladı. Arkasından bu yazı dolayısıyla gazetenin kapatılacağı, kendisinin cezalandırılacağı yolunda söylentiler bulunduğunu açıklayarak bundan çekinmediğini dile getirdi.

Meydan okuma niteliğindeki bu yazıda şunlar söyledi:

Yüce hükümet -adaletinden beklendiği üzere-
bizim haklı olduğumuzu kabul buyurursa, ülkede yazılan eserleri sansür altından kurtarmış oluruz.
Bize ceza ederse, -kıyamet kopmaz a- vatan için bir de hapsolalım...


KIYAMET Mİ KOPAR!

Bu yazı üzerine İbret gazetesi 1 aylığına kapatıldı. “Kıyamet kopmaz a / Kıyamet mi kopar” sözü, yazarın o sıralarda kaleme aldığı Vatan yahut Silistre oyununda Abdullah Çavuş’un konuşmalarında tekrarlanıyordu. Oyun Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki Osmanlı Tiyatrosu’nda sahneye konacaktı. Bu tiyatroyla onun ilişkisi, İbret gazetesi yazarlarından Ankara ili eski mektupçusu Menapirzade Mustafa Nuri’nin önayak olduğu bir “Tiyatro Komitesi”nin kuruluşuyla başlamıştı. Vatan yahut Silistre’nin oynanışını izleyen olaylar sonucu Namık Kemal’le birlikte sürgüne gönderilecek olan Nuri Bey, sürgün anılarına yer verdiği Akkaadlı kitabında, Osmanlı Tiyatrosu’nun bir oyununu izledikten sonra oyuncuların özellikle konuşma bozuklukları üzerinde söyleşirken, “Osmanlı tiyatrosunu ilerletmeye çalışacak bir komite” kurulmasını önerdiğini, o sırada Gelibolu’da bulunan Namık Kemal’in de komiteye alındığını anlatır. Gelibolu’dan geldikten sonra Namık Kemal, komitede etkin biçimde çalışmaya başladı.

Vatan oyunu bu tiyatroda oynanacağı sırada, İbret’te yayınlanan yazısında da konuyla ilgili olarak şunları söyledi:

Bir ulus tümüyle ahlâk kitabı yazsa bir adamı pek kolay terbiye edemez. Bir yazar birkaç güzel tiyatro oyunu düzenlerse bir ulusun tümünü terbiye edebilir. Ülkemizde en ciddi bildiğimiz kişiler için bile Ahlak-i Alâi’yi (Kınalızade Ali Çelebi’nin ünlü ahlâk kitabı) baştan aşağı okumak nefsi öldürürcesine zorlama altında tutmaya bağlı görünür; Paris Fukarası’nı (E. Nus ile E. Brisebarre tarafından yazılmış ve Osmanlı Tiyatrosu’nda oynanmış bir yapıt) en hafif beylerimiz bile lezzetle seyreder, hem eğlenir, hem yararlanır. Uygar uluslarda görülen bu kadar devrimlere, duygularda ortaya çıkan yüceliklere her şeyden çok tiyatrolar hizmet etmiştir. Batı ülkelerinde edebiyatın yarı hayatı, tiyatro sayesindedir...

Bu gelişmenin gönüllere verdiği istek eserlerindendir ki gerçek velinimet bildikleri millete her türlü hizmetten çekinmemek azminde bulunan birtakım kalem sahipleri, eğlence sağlamayı dahi üzerlerine aldılar; her biri bu tiyatro hakkında görüş ve duyuş serbestliğini korumakla birlikte, gelişimi uğruna çalışmakta birbiriyle birleşmekten yine ayrılmadılar.

Ehliyetim olmadığı halde benim de kurucularından bulunduğum, tiyatronun ilerlemesine hizmet için kurduğumuz Encümen’in ortaya çıkması daha iki ay olmadan, şimdiki halde işin en önemlisi olan telaffuz derslerindeki çalışmalar, hayli sonuçlar gösterdi. Gelecek yıl verilecek oyunlarda telaffuzun hiç bizim söyleşimizden fark olunamayacağını kuvvetle ümit ediyoruz.

Olgunlaşma gayretini tarife gerek görmediğim arkadaşlarımdan Ahmet Mithat Efendi Eyvah adında bir oyun yazdı, dün gece oynandı, hazır bulunanları memnun ettiğinden eminiz.


VATAN YAHUT SİLİSTRE

Aciz eserlerimden “Vatan Yahut Silistre’ adlı oyunun yazılma ve provaları son buldu, birinci defa olmak üzere önümüzdeki salı akşamı yani çarşamba gecesi oynanacaktır...

Aciz eserim hakkında okuyuculara bir iki özür sunmak isterim. Bunun birincisi ve en kuvvetlisi oyunun konusu olan vatan sevgisi kadar yüksek bir düşüncenin benim gibi bir âciz tarafından anlatılmasıdır. İkincisi amaç hep vatan ve hep aile gibi en çok bilinen en sade iki duygunun tasvirinden ibaret olduğu için oyunun hikâyesinin de çok sade olması yoluna gidildi, her şeyi güç beğenenlerin aradığı ansızın karşılaşmalar, umulmadık değişiklikler bu oyunda az bulunur, belki hiç bulunmaz.

Herhalde eksikliklerinin zaten ortada olan aczime ve bu sefer ona ek olarak ise yeni başlamış bulunmama bağışlanmasını, halkın hataları örten affından dilerim.

1 Nisan 1873 Çarşamba gecesi, Gedikpaşa’daki tiyatroda yapıtın oynanışı görkemli oldu. 1. perdenin ilk sahnelerinde vatanin kutsallığını dile getiren tiradı, izleyiciler “Eksik olma, Kemal!” diye alkışladılar. “Yaşasın vatan, yaşasın millet!” seslenişleri arasında son perde indi. Yazarın tiyatroda bulunmadığını öğrenen seyircilerden 50 kadar gece yarısı, Beyoğlu’nda Haçopulo hanındaki İbret idarehanesine gitti. Ancak, N. Kemal orada da değildi. Seyircilerin bıraktığı bir yazı ertesi günkü gazetede başyazı yerinde yayınlandı.

Şöyle deniyordu:

Var olsun millet’in Kemal’i!

Tiyatronun edebiyat içinde en parlak ve en yararlı bir dal olduğu gerek ünlü yazarın kitaplıklar dolusu eserlerindeki akıl yürütmelerin taşıdığı yüksek düşüncelerle ispatlanmış, gerek tiyatro sahnelerinde gördüğümüz eserlerle denenmiş ise de doğrusu bu gece Vatan, tiyatronun ne derece yüceliği, ne ölçüde ruhu etk eyici olduğunu gözümüzün önünde canlandırdı!

Yaşasın Vatan!
Gerçekten tiyatro edebiyatın ruhu imiş, edebiyatın en parlak bir kısmı imiş, gönüllerin tutkun olduğu bir eşsiz güzelmiş.
Tiyatro sahip olduğu ruhsal güçle insanı ağlatıyor, güldürüyor; vicdanı açıyor, aydınlatıyor.
Yaşasın Vatan!

Bizim, yazar hazretlerini ve cihan değerindeki eserini takdir edecek, kendisine teşekkür edecek halimiz ve dilimiz yoksa da milli egemenlik ve vatan sevgimizin coşkunluğu ile vicdani duygularımızı sunmaktan kendimizi alamadık. Bu konudaki cüretimizden dolayı bağışlanacağımıza inanıyoruz.

İki gün sonraki İbret’te Menapirzade Mustafa Nuri’nin oyunla ilgili bir yazısı çıktı.

Burada da şunlar söyleniyordu:

Garaz sahipleri ülkemizdeki kamuoyunun iyiye doğru gittiği şöyle dursun hattâ varlığını bile inkâr ediyorlardı. Halbuki vatan uğrunda canini feda etmeyi büyük bir nimet bilen yurtseverler topluluğu, vatanın hayatı için zorunlu olan kamuoyunu her şeyi görüp anlayacak yaşa gelmiş saydıkları için, geleceğimiz güvendedir feryadıyla müjdelemişlerdi ve bu davalarını her gün, her saat, her dakika bin türlü kanıtla ispat edebilir durumdaydılar. Yalnızca vatan sevgisi ve değeri dolayısıyla bazı çıkarcıların nefret ettikleri, yurtseverler tarafındansa varlığı öğünç sebebi sayılan başyazarımız Kemal Beyefendi’nin yayınladıkları eserlerle kamuoyunun övgüsünü kazanması, kamuoyunun yetişkin duruma geldiğinin bir büyük kanıtıdır...

Kemal Beyin amacı vatanın gelecekteki yükselmesi sebeplerini sağlama konusunda vatandaşlarını uyarı hizmetinde bulunmaktır;
bu hizmetinin dahi nefsinden aziz bildiği vatandaşları katında kabul edilmesi elbette amacıdır...

Bizim şimdiye kadar beklediğimiz armağan ancak halkın teveccühü idi; çok şükür onu sağlamayı başardık.
İnşallah asıl amacımız olan Osmanlı ün ve gücünü çağın gelişmelerine uygun bir biçimde görmeyi de başarırız.


SÜRGÜNÜN YOLU

Bu yazının çıktığı günün akşamı, İbret kapatıldı. Vatan oyunu için yapılan gösteriler, bu gösterilerde “Var olsun millet, yaşasın vatan!..” sözleri arasında Padişah Abdülaziz’in yerine tahta geçmesi istenen Şehzade Murad’ın adı anılarak “Allah, Murad’ımızı versin!” diye bağırılması, gazetenin kapatılma nedenlerinden biri oldu.

İbret’i “külliyen ilga” eden resmi yazıda şunlar söyleniyordu:

Gazetelerce ilk görev kamuya yararlı haber ve konularla uğraşmak iken ibret gazetesinin tuttuğu yol kişiliklerle uğraşmak, devlet yönetimine dikbaşlı yorumlarla sataşma ve hükümetin anayasalarına karşı görüşler yayarak halkın düşüncesini yanıltmaktan ibaret olduğundan...

Kapatma kararını son sayi ile okurlarına duyuran Namık Kemal, şöyle meydan okumaktan da çekinmiyordu:

İşte İbret, vatanseverlik yolunda, yok oluncaya kadar direndi. Sonunda bir sessizlik köşesine çekildi.
Zarar yok. Dünyada kim kalmış! Ne, sürekli olmuş! Yaşasın vatan...

Gazetenin kapatılmasını Namık Kemal ve onunla, gazetesiyle ilişkili bir yazar topluluğunun sürgüne gönderilmesi izledi.

Namık Kemal Magosa’ya,
Ahmet Mithat Efendi ile Ebüzziya Tevfik Rodos’a,
Menapirzade Mustafa Nuri ile Bereketzade İsmail Hakkı Akkâ’ya sürüldüler.

Abdülaziz’in ölümüne değin 38 ay süren bu ceza ile ilgili Padişah buyruğunda, Namık Kemal için, “İbret gazetesinin yazarı Kemal Bey’in bazı zararlı yayınlara girişmesi yüzünden yola getirilmesi gerekmiş olduğundan kendisinin uslandırılmak üzere Magosa kalesine kalebent olmak üzere Kıbrıs’a sürülmesine emir ve yüce buyruğum ilişkin olmuş olmakla... Oraya vardığında adı geçeni kalebent olarak tutup barındırarak başka yere hareketine izin verilmeyip her halde kaçmasının önlenmesine çok özen ve dikkat...

Sürgüne gönderilenlerden örneğin Ahmet Mithat Efendi suçsuz olduğunu ileri sürer,
Ebuzziya Tevfik siyasal görüş yönünden Namık Kemal’den farklı düşündüğünü dile getirir.
Bereketzade İsmail Hakkı gerçekten yüklenen suçlarla ilişkili değildir.

Namık Kemal ise gür bir sesle konuşur:

On yıldır hürriyet bayrağı altında, ibret alanında, zulüm önünde pala çalıyoruz... Sürgün veya uzak yerlerde memurluk adıyla dışarıya gönderilen dört sadrazam ve iki müşir ve birkaç devlet büyüğüne bedel beş delikanlı veya başka deyişle Yeni Osmanlı bir süre zindanda kalmakla kıyamet mi kopar!..

Namık Kemal sürgün yolculuğunu anlatırken, “Zevkimiz, safamız, sevincimiz, neşemiz o derecedeydi ki o kadar kalp huzuruyla geçirdiğim günleri ömrümde pek az biliyorum. Hatta, bizi götürmekle görevli olanlardan biri bir gün beni yalnız bularak ‘Halinize baktıkça sürgüne adam götürmüyorum, sürgünden vatana adam getiriyorum sanısına düşeceğim’ demiş ve bizim tarafımızdan ‘Vatan için her ne çekersek vatanimiz kadar severiz’ cevabını almış idi.

Sürgün adasına çıktığı zaman atıldığı zindan odasını şöyle anlatır:

Sanki yeryüzünde yapılmış bir mezar içindeydim. Bu halde zihnimden ne geçse beğenirsin? Vapurda iken Akif Bey oyununun düzenlenmesini tasarlamıştım. Fakat düşüncemde Dirüba’y kah Akif’e, kâh Perteve idam ettirmek ister ve bu biçimlerin hiçbirini beğenmezdim. yabanlık yerde oyunumun kafamda olsun tamamlanmasına çare düşünmeye başladım. Süleyman Kaptan tipini o sırada buldum...

Ertesi gün daha iyi bir odaya çıkarılır.
Davranışı hiçbir koşulda değişmeyecektir.

Niçin ağlayacağım? Niçin ailemi filan hatırlayarak üzüntüye kapılacağım ki,
ben zaten girdiğim yola her sakıncasını düşünerek, her belâsını göze alarak girmiş idim” der.


YAZI HAYATI

Sürgünde günlerini mektuplarında “ ‘Neyle uğraşıyorsun?’ diye sorarsanız, önce, 38 dereceye yakın sıcak, ikincisi her biri ari kadar milyon sivrisinek; üçüncüsü, derimdeki her gözenekte bir isilik veya eski Türkçe’ye göre isilik olduğundan su içmek, çamaşır değiştirmek, aralıksız kaşınmak, nişadirruhu koklamak, uyuyacak zaman ve yer aramak...” diye anlatır.

Ama küçük kızı Feride’ye yazdıkları daha farklı olacaktır:
Ben burada o kadar rahattayım ki tarif edemem. Her akşam denize giriyorum. Magosa’da bir liman var, beyaz kum içinde... İnsan Unkapanı’ndan Galata kadar yer gidiyor, yine deniz boğazına çıkmıyor. Hele bilsen o beyaz kum, suyun içinde ne güzel görünüyor: Tıpkı sizin istanbul hanımefendilerinin yaşmak altında parlayan yüzler gibi...

Geride bıraktıklarını üzmemek için süsleyerek anlattığı yaşamı coşkulu ve verimli bir yazma eylemiyle doludur.

Kızına bunu da anlatır:
Her gece rüyama giriyorsun Beybaba, ne vakit geleceksin? Niçin gazete yazdın? Niçin tiyatro yazdın? Bir daha elime geçersen kalemlerini kırarım, yazdığın kâğıtların hepsini yırtarım’ diye ağzına gelen zevzekliği ediyorsun. Seni geveze seni, ben burada birbirinden âlâ üç oyun yazdım. Kâğıtlarımın ucunu bile yırttırmam.

Gerçekten de Namık Kemal 38 aylık sürgünlüğü boyunca yakınlarına gönderdiği yaşamından,
sorunlarından çizgilerle yüklü ya da uyarıcı, öğretici, eğitici birkaç cilt dolduracak oylumundaki mektuplar yanında 12 yapıt kaleme almıştır.

Zavallı Çocuk,
Âkif Bey,
Gülnihal,
Kara Belâ,
Bahar-ı Daniş,
İntibah,
Kanije,
Tercüme-i Hâl-i Emir Nevruz,
“Mes Prisons” Muahezenamesi,
Tahrib-i Harabat,
Takip,
İrfan Paşa’ya Mektup.

Yazdıklarından ve daha eski yapıtlarından bir bölümü o sürgündeyken gizli açık yollarla bastırılır. Vatan Yahut Silistre oyunu da bunlar arasındadır.
Ülkesinin, dünyanın ve kaldığı adanın sorunlarıyla yakından ilgilenir. Bozukluklara çözüm yolları araştırır.

Bendenize şimdilik layık olan susma ise de, ne çare, vatan, sevgili gibi her türlü cevir ve cefasıyla birlikte sevilegeldiğinden buraya gelişimden beri adanın ve buralarca az çok hükümet işine karışanların durumlarını öğrenmeye çalıştım. Ve aklımın erdiği kadar birtakım ıslah yolları dahi düşündüm.

Yazarak olduğu gibi konuşarak, ders vererek de eğitip öğretmeye çalışır.
Süleyman Paşa’nın Mebani-yül-İnşa adlı edebiyat bilgileri kitabını getirip dağıtarak edebiyat dersleri verir.

Rodos’a sürülmüş olan Ahmet Mithat Efendi de yazarak, ders vererek halkına yararlı olma eylemini sürgünde de en yoğum biçimde sürdürmüştür.
Yeğeni Mehmet Cevdet’in adıyla 15 günlük Kırkambarı sürgünden hazırlayıp İstanbul’a göndermiş ve yayınlatmıştır.

Menfa adını taşıyan sürgün anılarında şöyle anlatır:

Ben zaten zengin bir adam olmayıp kalem çalışmasıyla yaşadığım için sürgünde çalışarak yazdığım yazıları İstanbul’a yollayarak hem burada 15 kişi kadar ailem halkını ve hem de sürgünde kendimi besleyebileceğimi daha yoldayken hesap etmiştim. Dolayısıyla evimize biraz yerleşir yerleşmez âdeta ciddî bir özenle yazıya koyuldum. Birkaç parça şey başladım ki onların birisi de Ölüm Allahın Emri başlıklı bir küçük hikâye olup Letaif-i Rivayat kitapçıkları arasında basılmıştır... Her tarafı felaket kuşatmış olduğu perisan bir dönemimde kalan aklımla Dünyaya İkinci Geliş ve Açık Baş ve Ahz-i Sâr gibi birkaç parça eserden ayrı Kırkambar’ın da ilk 10 kitapçığını yazdım ve Hasan Mellah adıyla tasarladığım büyük romanın ilk planını da düzenlemeye başladım...”


OKUL...

Eğitip öğretmeyi yazılarında temel bir eğilim olarak benimsemiş bulunan Ahmet Mithat Efendi bu eylemini sürgünde kendisine her yaştan öğrenciler bularak, okul açarak da sürdürdü. Sürgün arkadaşı Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi adını taşıyan anılarında “Masanın başında ufak defterler haline getirmiş olduğu kağıtlara Elifba’dan başlayarak coğrafyaya kadar ilköğrenimle ilgili bilgileri toplayıp yazmakla uğraştığını, masanın üzerinde bulunan “Conversation” ciltlerine başvurduğum sırada görüyordum...

Mithat Efendi bir ilköğretim yöntemi oluşturur.

Gözetimlerine bakan yüzbaşının 12-13 yaşındaki yeğenine ders vermeye başlar:

Üç ay süren özel bir çalışma sayesinde, eline verilen her kitabı okutmayı ve söyleyerek her istediğini yazdırmayı başardı.

Bu dersler başka öğrenciler de bulur ve bir okul meydana getirilir. İbrahimpaşa Camii içinde bir ilkokul yapılır.
Bunu gene Mithat Efendi’nin öncülüğüyle kurulan lise düzeyinde Süleymaniye Medresesi izler.
Ahmet Mithat’ın sürgün arkadaşı Ebüzziya Tevfik de takma adla yazı yaşamını sürdürürken adada bir sanat okulu kurar.
Mahkûmlara el sanatları öğretir.

Akkâ’ya sürülen Menapirzade NuriMuhlis” takma adıyla,
Bereketzade İsmail Hakkı “Muhsin” takma adıyla yazılar yazarlar.
İlki Akkâ, ikincisi Yad-ı Mazi adını taşıyan yapıtlarında sürgün anılarını dile getirirler.

38 aylık sürgün Abdülaziz’in ölümü ve V. Murat’ın tahta çıkışıyla son bulur.

Kendisine ümit bağlanmış olan yeni padişaha sunulan arz tezkeresi şöyledir:

Geçen dönemde her ne suçlamadan dolayı ise Kıbrıs ve Rodos’ta kale hapsine konulmuş olan Kemal ve Tevfik Beylerle Mithat Efendi dört yıla yakın süreden beri ceza çekmekte olduklarından büyük bir uğurla meydana gelen yüce sultanlığınızın sadakası olmak üzere kendilerinin af ve serbest bırakılmalarının zaman geldiği...

Sürgünler, V. Murat’ın çok kısa sürecek saltanatının ardından uzun ve karanlık II. Abdülhamit yönetimi içindeki tarihsel yerlerini almak üzere İstanbul’a geri dönerler.

Namık Kemal ve arkadaşlarının oluşturduğu siyasal yenilikçi hareket Yeni Osmanlılar diye adlandırılıyordu.
Daha sonra onlar ve izleyicileri Jön Türkler diye anıldılar.
Jön Türklerle savaşımları, siyasal tarihimiz ve edebiyatımızın yarım yüzyılını doldurdu.
Gelecek yazıda bu konuyu ele alacağız.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 82 - 15 Ekim 1983
________________________________________________________________________________________________________________________


Padişah Abdülaziz döneminde (1861-1876) Osmanlı aydınları arasında özgürlükçü bir “Yeni Osmanlılar” hareketi doğup gelişti. Daha sonra “Jöntürkler” adını alacak olan bu savaşımcılar, II. Abdülhamid’in (1876-1909) baskı yönetimine karşı çıktılar; anayasanın yürürlüğe konması, meşrutiyet yönetimin benimsenmesi yolunda çalıştılar. İçlerinde yazarların geniş yer tuttuğu aydınlardan, politikacılardan oluşan Jöntürkler topluluğunun üyeleri arasında sürgün cezası yiyen pek çok kişi bulunuyordu. Sürgün yerlerinden yurt dışına kaçarak Paris, Londra, Kahire, Cenevre gibi merkezlerde Jöntürk topluluklarına katılanlar oluyordu. Yazarlar, memurlar, öğrencilerden de Jöntürk merkezlerine akın edenler vardı. Bunlar arasında zaman zaman bağışlanarak, ödün verilerek, siyasal ereklerinin gerçekleştirileceğine inandırılarak yurda dönenler oluyordu. II. Meşrutiyet’e (1908) kadar gelen bu geniş çaplı eylemin temsilcilerinin siyasal sürgün sayıldıkları görülmektedir. Hareketin başlangıcı gerçekten bir sürgün cezasına dayanır. Edebiyata da Jöntürklerin yurt dışındaki serüvenleri “sürgün” diye anılarak geçmiştir.


YURTTAN SÜRÜLEN İLK DEVLET ADAMI

Ebüzziya Tevfik,Yeni Osmanlıların Tarihi” adındaki anı-inceleme kitabında,
Mustafa Fazıl Paşa’nın Meclis-i Âli-i Hazain (Maliye İşleri Yüksek Kurulu) başkanlığından azlini anlatarak söze girer.

Şöyle der:

Bir söylenti daha dolaşmaya başladı: Mustafa Fazıl Paşa, Osmanlı devleti sınırları dışına çıkarılmıştı! -Bu, halkın alışık olduğu cezalandırma biçimlerine uymadığından- Buna bir anlam verilemiyordu. Çünkü bir paşa, bir bey, bir efendi bulunduğu yerden uzaklaştırılır, sürgün edilir. Edilir ama mutlaka Osmanlı memleketlerinden birine, yani yaşadığı yerden uzak düşmek doğal bir ceza olduğundan, İstanbullu ise taşraya ve taşralı ise memleketinden başka bir yere gurbete sürülür.

O güne kadar “memleketten kovulma” adıyla bir ceza görülmemişti. Fransızca bilenler buna “expatrier” (vatan dışına gönderme) diyorlardı.

İşitenlerin çoğu bu cezaya gülüyor, Paşa zenginliği ve malı mülküyle ün kazandığından, ‘O, nereye gitse padişah gibi yaşar!’ diyordu.”

Mustafa Fazıl Paşa, Hidiv İsmail Paşa’nın kardeşiydi. Mısır’da geniş toprakları, şeker fabrikaları vardı. Osmanlı devleti hizmetine girmiş, eğitim ve maliye bakanlıklarında bulunmuştu. Sürgüne gönderilmesinin  ardından Mısır’da veraset yönteminin değiştirilmesi onun çıkarlarını çok daha ağır biçimde baltalamış oluyordu. Abdülaziz’in çıkardığı yeni yasaya göre hidivlik İsmail Paşa’nın oğluna kalacak, Mustafa Fazıl Paşa o güne değin sahip olduğu bu haktan yoksun düşecekti. Abdülaziz bununla Osmanlı tahtı için de bir değişikliği başlatmak ve Abdülmecid’in çocukları Murat ile Abdülhamid’in yerine kendi oğlu Yusuf İzzettin’i veliaht yapma yolunda bir adım atmak istemişti.

1866 yılı başlarında Mısır’da yapılan bu değişiklikle Mustafa Fazıl Paşa’ya Mısır hazinesinden ödenen 4.5 milyon İngiliz lirası tutarındaki tazminat,
Osmanlı devleti üzerinde etkili olacak bir muhalefet hareketini Yeni Osmanlıların (Jöntürklerin) eylemini besleyecekti.

Sürgün Mustafa Fazıl Paşa, Abdülaziz’e Osmanlı yönetiminin bozukluklarını anlatan ve öneriler sıralayan Fransızca bir mektup yayınladı.
Gizlice Türkçeye çevrilen mektuptan “Beyoğlu’nda Cayol adındaki bir Fransız’ın litografya matbaasında” 50 bin tane basıldı.

Ebüzziya dağıtımın nasıl yapıldığını şöyle anlatıyor:

Broşürleri biner biner evlerimize taşıyarak her birimizin itimat ve emniyeti olan ahbaplarımız ile birlikte, sabahları sabah namazını eda için Ayasofya, Sultanahmet, Beyazıt, Şehzadebaşı, Fatih camilerine devam eder, paket paket kayyumlara verir; ve bu yolla Müslüman cemaate dağıttırırdık.

Bundan başka her gün cebimize birkaç nüsha büküp kor ve uyarılması gereken ahbaplarımıza verirdik.

Mustafa Fazıl Paşa’nın mektubu despotizmin ve keyfi yönetimin ortadan kaldırılmasını, sanatın, ticaretin ve tarımın geliştirilmesini, ülkenin mali durumunun güçlendirilmesini ve devletin içişlerine yabancıların karışmasının engellenmesini isteyen bir programı kapsıyordu. “Türkiye’nin ihtiyaçlarına, ahlâk ve adetlerine uygun, serbest bir düzen” getirilmesi için koşullar araştırılıyordu. Meşrutiyetten ve parlamentodan söz edilmemekle birlikte eyaletlerde serbest seçimle kurulacak meclisler ve bunların başkente gönderilerek “halkın ihtiyaçlarını, durumun gerçek görünümünü” doğrudan doğruya padişaha anlatacak temsilcilerden yararlanılması isteniyordu. Fransız Devrimi örnek gösterildikten sonra, “Yönetim biçimini değiştirerek devleti kurtarınız! Hür nizamlara kavuşturarak sunu kurtarınız!” deniyor, “mülki idare usulünün yolsuzluğu", “zulüm ve haksızlık” eleştiriliyordu. Mektup sahibinin bu düşüncelerini dile getirmeyi “vatandaşlık görevi” saydığını bildirmesi ve “Türkiye’de kamuoyunun güçlü olmadığına” değinmesi onu, Şinasi’den başlayarak Tanzimat yazarlarının savunduğu ilkelere bağlamış oluyordu.


BİR DERNEĞİN ÜYELERİ

Yeni Osmanlılar Cemiyeti” 1865 yılının 6 Haziran akşamı, aziz’in sadrazamlarından Mahmut Nedim Paşa’nın kardeşi Sağır Ahmet Paşa’nın yalısında ilk toplantısını yaptı. Düşünce önderleri Şinasi, fiilî önderleri ise Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey’di. Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Ali Suavi, Ziya Paşa, Tercüman-ı Ahval gazetesinin sahibi Agâh Efendi, derneğin üyeleri arasındaydı. Yeniköy’deki toplantının ertesi günü Belgrat ormanında düzenlenen kir gezintisinde Carbonari derneğiyle Lehistan gizli örgütü hakkindaki kitaplardan yararlanarak bir tüzük oluşturmaya koyuldular. Bu tarihten 13 ay sonra “vezirlerden, ulemadan, yüksek rütbeli askerlerden, mülki memurlardan, halktan” 345 üye sağlanmıştı. 15 Muharrem töreninde Padişah, Babiâli’ye geldiği sırada üyelerden 7’si, yanına giderek mutlakiyet yönetimini meşrutiyete çevirmek üzere hazırlanan anayasayı bütün ulusun isteği olmak üzere bir dilekçe halinde sunacaklardı.

Sarayda, orduda görevli üyelerin işe el koymalarıyla Padişah, Hırka-i Şerif’e götürülerek yemin ettirilecek böylece meşrutiyete geçişi sağlayan kansız devrim başarılmış olacaktı. Ancak bu tasarı gerçekleştirilemeden derneğin ileri gelenleri tutuklanarak Mahmudiye gemisine kapatıldı.

O sıralarda Ali Suavi, “Muhbir” gazetesinde, Ziya Paşa aynı gazetede, Namık KemalTasvir"de Girit ayaklanmasıyla ilgili olarak halkı heyecana veren ve hükümeti eleştiren yazılar yayınlamışlardı. Tasvir’de Mısır Valisi İsmail Paşa aleyhindeki yazıyla Namık Kemal’in Doğu sorunuyla ilgili yazısı bütün gazetelerin kapatılmasına ve basını kısıtlayan “Kararname-i Ali"nin yayınlanmasına yol açmıştı. Bu olaydan az sonra Ali Suavi Kastamonu’ya sürüldü. Namık Kemal Erzurum vali muavinliğine, Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıflığına tayin edildi. Bu görevler de başkentten uzaklaştırılma, cezalandırılıp suskunluğa ve etkisizliğe itilme anlamıyla birer sürgün niteliğindeydi. Fakat Yeni Osmanlıların önünde daha uzak çetin bir sürgün yolu daha açıldı:

Namık Kemal ile Ziya Paşa bir cumartesi günü, İstanbul’da çıkan “Courrier d’Orient” sahibi Jan Pietri tarafından gazetenin yönetimevine çağrıldılar. Burada Mustafa Fazıl Paşa’nın adamı Sakakini, kendilerini prens adına Paris’e davet etti. Prens Mustafa Fazıl Paşa, amaçları gerçekleşinceye kadar birlikte götürmeyi uygun gördükleri kalem ve ulusal onur sahiplerinin de geçimini sağlayacak kadar parası olup bunun emirlerine sunulmuş bulunduğunu bildiriyordu. Namık Kemal’e 10 bin, Ziya Paşa’ya da 30 bin frank göndermişti. İki savaşımcı, Agah Efendi ile Ali Suavi’yi de birlikte götürmeye karar verdiler. 17 Mayıs 1867 tarihinde Bosfor vapuruyla İstanbul’dan ayrıldılar. Fransız sefareti bu kaçışa yardımcı olmuştu. Dernek üyeleri Kayazade Reşat, Menapirizade Nuri, Sağır Ahmet, Paşazade Mehmet beyler onları izledi. Paris’te Osmanlı sefaretinde kâtip Kani Paşazade Rifat da görevinden ayrılarak onlara katıldı.

Ali Suavi, “Muhbir” gazetesini Londra’da yeniden çıkarmaya başladı. Ziya Paşa ile Namık Kemal, derneğin resmi organı “Hürriyet’i yayınladılar.
Savunulan görüşler anayasa, demokrasi, millet meclisi noktalarında birleşiyordu. Ziya Paşa’nın Cumhuriyet yönetimini savunan yazıları çıkıyordu.

Ancak Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı gezi, Mustafa Fazıl Paşa ile görüşüp onu İstanbul’a çağırması Yeni Osmanlıların çalışmalarını derinden etkiledi. Paşa başkente geri dönerken yayınların sürdürülmesi için sürgün yazarlara 250.000 frank sermaye bıraktı. Bu paradan eksilen miktarı temsilcisi Sakakini daima tamamlayacaktı. Ziya Paşa 3 bin, Namık Kemal 2 bin, Agâh Efendi bin frank aylık alacaktı. Ali Suavi ile Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey, prensten para almayı reddettiler.

Ali Suavi, gazetesinin basına, “Muhbir, doğru söylemek yasak olmayan bir millet bulur, yine çıkar” yazmıştı.


MUHBİR’İN YAZARI

Ali Suavi, medreseden yetişmişti.
Namık Kemal onu “Doğu bilimi ile Batı düşüncesini birleştirdiğini” belirterek övmüştü.

Suavi, İstanbul’da Muhbir gazetesindeki yayını dolayısıyla Kastamonu’ya sürüldükten sonra bu sürgün yerinden ikincisine nasıl gittiğini şöyle anlatır:

Bir akşam ezan vakti Ethem Efendi adında bir polis memuru gelip ‘Seni Zaptiye Müşiri Muavini Mustafa Paşa bekliyor’ dedi. O akşam da Mustafa Paşa ile birlikte Cemil Paşa’ya gidecektim. Derhal kalktım, adı geçenle gittim. Beni Zaptiye’ye kadar getirdi ve bir güzel odaya oturttu. Hemen iki polis memuru gelip yanıma oturdular. O vakit anladım ki ben tevkif olundum. O gece orada yattım. Sabahısı Zaptiye Müşiri Hekim İsmail Paşa yanına çağırıp Zaptiye Müsteşarı ve Muavini Mustafa Paşa dahi hazır oldukları halde kahve içtik. Ruh bahsi açıldı.

Sonunda Müşir Paşa dedi ki: ’Sizi geçici olarak seyahate gönderecekler. Bu, durumun gerektirdiği bir şeydir. Sakın ilişik etmeyiniz.’

’Kim gönderiyor? Nereye gideceğim? Sebep nedir?’ sordumsa da ‘Durumun gerektirdiği’nden başka bir açık cevap vermedi. O gece orada kaldık. O gece polis ‘...’ aracılığıyla bana bir haber geldi ki, memurlardan ve halktan yüz elli kadar kişi birikip Zaptiye kapısına gelerek beni hükümetten isteyeceklermiş. Hükümet vermezse zorla istemekte görüş birliğine varmışlar. Ben, bu haberi getiren kişiye böyle bir harekette bulunulmamasını tembihledim. Gerçekte tembihe de gerek kalmadı. Sabah oluverdi. Beni bir alay zaptiye debdebesiyle İzmit vapuruna getirdiler. Daha önce ‘...’ aracılığıyla talebemden Hasan Efendiyi ve bazı eşya ve kitap istemiştim. Hasan Efendi geldi ve eşyayı da iki sandıkla vapurun kamarasında buldum. İşte biz, ‘durumun gereği’  yanımıza katılan memur Mülazim Hüseyin Ağa ile izmit’e çıktık. Durumun gereği karadan ta Kastamonu’ya gittik. Oraya vardığımızda adı geçen memur daha önce bana da göstermiş olduğu zaptiye Müşirinin açık mektubunu Vali Hamdi Paşa’ya verdi. Bu mektup, Ali Suavi Efendi, bu kere durumun gereği Kastamonu yöresine gönderildi’den ibaretti. İstanbul’daki dostların yazışmalarıyla ve Vali Hamdi Paşa’nın gösterdiği yakınlıkla hiç sıkılmadım. Politika olmasın da hukuk, fıkıh konuları olsun dedim. Oranın talebesine ‘Mirat’ okutmaya başladım.

Kastamonu sürgününden Ali Suavi’nin yolu 9 yıl sürecek Avrupa’da siyasal savaşım serüvenine doğru uzanacaktır.

Bu yolculuğun nasıl başladığını şöyle anlatır:

Hükümetten bana aylık bağlanışı ve mayıs başlarında İstanbul’a döneceğim konusu bazı resmi kişilerce bildirildi. Durum böyleyken Mustafa Fazıl’dan, 17 Mayıs 1867 Perşembe günüydü, ikinci defa olmak üzere bir adam çıkageldi ve beni alıp gizlice İstanbul’a götürmek hizmetine memur olduğunu ve oradan adı geçen kimsenin temsilcilerinin Paris’e ulaştıracaklarını bildirdi. Elime de bir mektup verdi.

Mektup ‘...’nin elyazısıyladır, içinde der ki:

Geçende size 90 lirayı Mustafa Fazıl Paşa gönderdi. Paris’te sizin gelmenizi beklemektedir. Dileği, size Avrupa’da bir gazete yazdıracaktır. İstanbul’da basım harflerini de satın aldı. Harfler sizden önce Paris’e varır. Geldiğinizde size gereken saygı gösterileceği gibi rahatınızı ve geçiminizi de taahhüt etmektedir. Avrupa gibi özgür bir yerde, şimdi yapılmakta olan zulümler aleyhine şiddetli eserler yazmak millete büyük hizmettir. Fazilet sahibi kişiliğinizden beklediğimiz de budur. Sizi bulacak adam ile birlikle vakit kaybetmeden gelmeniz beklenir. Zahmetiniz, İstanbul’da Beyoğlu’na kadar gelmektir. oraya geldiğinizde sizi biri görecektir. Ona teslim olunuz. İstenen yere ulaştırır.’

Bu mektubu okuyunca yazıyı getirene:

’Haydi sen bir handa otur. Yarın saat dörtte şu hamama gel, soyun. konuşuruz’ dedim. Gitsem mi, gitmesem mi diye düşünmeye başladım. Gitmesini gönlüm hiç istemezdi.

(...)

Herifi tembih ettiğim hamamda gördüm. Gitmeye karar verdiğimden, akşam hava kararınca eve gelmesini söyledim. Geldi.

‘İki beygir bul. İnebolu caddesi üzerindeki mezarlıkta seni beklerim’ dedim. Onu gönderdim. Bazı evrakımı yaktım, bazısını aldım. Arkama bir aba giydim. Sarığı belime sardım. Fesle karanlıkta sokağa çıkıp dediğim mezarlığa gittim. Herif geldi. Bir beygire de ben bindim. Cumartesi gecesiydi. Yola düştük. Sabahısı İnebolu’ya eriştik. Yani pek hızlı gittik. Halbuki vapur günü değil. Lakin garip tesadüf Trabzon vapuru fırtınaya tutulup gecikmiş olduğundan, bizim İnebolu’ya varmamızla o da geldi, erişti. Hemen acentanın sandalına atlayıp vapura ve kamaraya girdim. Ertesi gün İstanbul Boğazı’na vapur vakitsiz girmesiyle Büyükdere’de demir attı. Ben de güverteye çıkıp gezinmek istedim. Meğer Kastamonu valisinin ve muhasebecisinin haremlerini, uşaklarını İstanbul’a götürüyorlarmış. Beni tanıdılar. Aşinalık etmek istediler. Tanımazlıktan gelip kamaraya döndüm.

Kamara hizmetçisi gelip: ‘Ah! yakayı ele verdin!’ deyip yıkıldı.
’Ne oldu?’ dedim.

’Ne olacak! Niçin dışarı çıktın? Şurda bir iki herif var. Hoca kaçmış diye söyleniyorlar! dedi. Ya! Fakat dünyada iş parayla beceriliverdiğini bildiğimden kamarotun eline bir altın sıkıştırdım.

’Beni şimdi karaya çıkar’ dedim.
’Nasıl yapayım?’ filan diye yukarı çıktı. Tesadüf bu ya! Meğer karadan vapura bir sandal, ekmek getirmiş imiş. Kamarot bu sandalı işaretle, dümen altına saklar. Ve bizi alıp, kıç üzerinde dolaştırırken göz uğurlar.

’İniniz.’ der. Biz, hemen iplere tutunup sandala iner ve karaya çeker, çıkarız. Ama Beyoğlu’na bizi o gece götürecek bir araç bulamayız. Sonunda yürüyerek Tarabya’ya geliriz. Ve iki çifte bir kayıkla Beşiktaş iskelesine kol eder, çekeriz. Mayıs’ın 21. gecesi. Hava ışık. Ayışığı Boğaz’i gümüş gibi yapmış. Kürekten su fışıltısı kulağıma hazin hazin dokunmaya başladı. Düşünmeye başladım ki benim bu yerde toprağım olsun, ben bu yerin en namusluları olmak iddiasında olayım. Ya ben, neden bu yerden göçe zorlanıyorum? Acaba ömrüm vefa edip de bir daha görebilecek miyim?


“BİR PRENSİN İHTİLALCİ OLDUĞU GÖRÜLMEMİŞTİR”

Paris ve daha sonra Londra ve Cenevre’de yayın yoluyla kendi ülkelerindeki yönetimi değiştirme yolunda savaşım veren yeni Osmanlılar, darbeyi, Abdülaziz’den değil kendilerini besleyen Mısırlı Prensten yediler. Abdülaziz’e anlaşarak İstanbul’a dönen ve kabinede görev alan Mustafa Fazıl Paşa, ihtilalci arkadaşlarının aylıklarını vermeyi de sürdürdü. Ancak Ali Suavi ile Sağır Ahmet Paşazade Mehmet Bey bu parayı almayı reddettiler. Suavi Muhbir gazetesini tek başına çıkardı. Gözüpek bir serüvenci olan ve Yeni Osmanlıların başkan olduğu için İstanbul’da ölüme mahkûm edilen Mehmet Bey, Paris’te ittihat, daha sonra Cenevre’de Hüseyin Vasfi Paşa’yla İnkılap gazetesini yayınladı. 1871 savaşında III. Napoleon’dan kurtulan Fransa’da kurulan Ulusal Savunma Hükümeti’nin ordusunda ülkü arkadaşları Reşat ve Nuri beylerle birlikte gönüllü olarak görev aldı.

Namık Kemal’in Londra’da Ziya Paşa ile birlikte yayınladığı Hürriyet gazetesinde Fazıl Mustafa Paşa’nın ağabeyi Mısır Valisi ismail Paşa aleyhine yapılan yayın iki ihtilalci sürgünün aralarının açılmasının başlangıcı oldu. İsmail Paşa, Hürriyet’in Mısır sorununu kendi çıkarına uygun biçimde konu edinecek yayınına karşılık maddi yardımda bulunacağını bildirdi. Namık Kemal buna karşı çıkarak öneriyi gazetesinde yayınladı. Ziya Paşa yardımı kabul ederek Hürriyet’i İsviçre’de yayınlamayı sürdürdü. İsmail Paşa’nın lehine, Fazıl Paşa’nın ve Osmanlı Hükümetinin aleyhine yayınını sürdürdü. Sadrazam Ali Paşa Namık Kemal’i geri çağırarak “İstanbul’a dönüşünde özgür olacağı, hiçbir biçimde daha önce yaptıklarından dolayı suçlanmayacağı” konusunda güvence verdi. Namık Kemal bu çağrıya uyarak geri döndü. Ancak ilerde kendisini daha başka koşullarla başka bir sürgün cezası, Magosa serüveni bekleyecekti!

Ziya Paşa Cenevre’de Ali Paşa’nın ölümünden sonra ilân edilecek genel affa kadar kaldı.
Gazetesinde Osmanlı yönetimini eleştiren yayını sürdürdü.

Örneğin “Cumhuriyet Yönetimiyle Kişisel Hükümetin Farkı” yazısında şunlar söylüyordu:

Geçen gün İsviçre Cumhurbaşkanıyla görüşüldü. odasının süsü dört beş adet meşin kaplı hasır sandalye ile bir tahta trapeze ile bir yazıhaneden ve elbisesi tozlu bir ceket ve adi bir pantolon ve yelek ile bir hasır şapkadan ibaretti. Kapısının önünde perdeci, uşak, çavuş gibi kimse olmadığından herkes yanına gelip korkusuz işin söylediği ve her gelenin sanki eski dostu imiş gibi el uzatıp hal ve hatırını ve işini uzun uzun sorduktan sonra, söylenen iş olacak şey ise derhal gereğini söyleyip, olmayacak ise kanunun hükmünü ayrıntısıyla bildirerek nazikçe özür dilediği hayretle görülerek ve bir de o sırada bizim Sadrazam hazretlerinin Babıali’de azametli davranışları hatıra gelerek aradaki çok büyük fark şaşkınlığa sebeb oldu. Bir yönetim ki ahaliye şefkatli baba gibi davranır ve kanun karşısında büyük küçük, yerli yabancı fark olunmaz, herkes görevinin çerçevesini tanır, her mazlum zalimden hakkını alabilir, hiçbir zalim cezasını görmeyeceği biçimde zulm edemez, gönül, rütbe memuriyet için adalet ve haktanırlık görevi ayaklar altında çiğnenemez, elbette orada fakirlik ve karşılanamamış ihtiyaç barınamaz...

Avrupa’daki Yeni Osmanlılardan Agah Efendi, Mustafa Fazıl Paşa Abdülaziz’le uyuştuğu vakit, “Ben bunu çoktan bekliyordum. Çünkü dünyanın hiçbir tarafında bir prensin ihtilâlci olduğu görülmemiştir. Olsa olsa ihtilalciler topluluğunu kendi amacı yolunda çalıştırır", demişti. Mısırlı Prens de böyle yaptı. En sonuncular Ali Suavi olmak üzere ülkelerinin sorununu çözümleyemeden ihtilalciler geri döndüler...


TARİH TEKRARLANIR

Ali Suavi İstanbul’a döndükten sonra Sultan Murad, tahta geçirmek için giriştiği Çırağan Sarayı olayında kanlı bir biçimde yaşamını yitirdi. Abdülaziz’in intiharından sonra tahta geçen II. Abdülhamit uzun ve karanlık bir baskı yönetimi başlattı. Yeni Osmanlılar düşünce ve eylem olarak siyaset ve düşünce alanından artık çekilmişlerdi. Abdülhamid’e karşı Avrupa’ya, Mısır’a kaçışlar, kacamayanların hapis ve sürgünle cezalandırılışları yeni bir örgütlenmeye yol açtı. 1889’da, ilk adı İttihad-i Osmani olan İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. 1895’te Paris’te Ahmet Rıza Bey orada toplanmış olan Jöntürklerin başına geçerek Meşveret gazetesini yayınlamaya başladı. Kahire’de de Kanun-i Esasi, Hak, Şark, Sancak, Osmanlı, İçtihat gibi gazeteler yayınlanıyordu. Son iki gazete daha sonra Cenevre’de çıkarılmaya başladı. 1896’da Ahmet Rıza Bey’in yerine Paris’teki Jöntürklerin başkanlığına Mizancı Murat Bey getirildi. Ahmet Rıza Bey’in çevresinde hareketin tutucu bir kanadı yer aldı. Ancak Abdülhamid’in politikası ihtilalcileri daha küçük parçalara da böldü. Bir bölümüne Avrupa’da türlü memurluklar verildi. Bir bölümünün affıyla geri dönmeleri sağlandı. Topluluğun başında bulunan Mizancı Murat, Padişah adına verilen vaatlerle geri dönenler arasında yer aldı.

Şunların gerçekleştirileceğine inandırılmıştı:

Genel af ilan edilecek, bütün siyasal sürgün, kovuşturma ve tutuklamalar durdurulacak, gerekli yönetim ve hukuk reformlar yapılacak,
basın üzerindeki sansür kaldırılacak, hattâ Mebuslar Meclisi’nin yerini tutmak üzere bir “kontrol meclisi’ kurulacaktı!

Bu vaatlerin hiçbiri yerine gelmedi. Buna karşılık yurt dışında kalan Jöntürkler arasındaki bölünmeler daha da çoğaldı. Ancak Jöntürk’lük genişleyen, yandaş toplayan, katılanların sayısı gittikçe artan bir özgürlük hareketi olmayı sürdürdü.

  • 1903’te onların arasına karışan Yahya Kemal onların yaşamlarını “Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Ebedi
    Hatıralarım” kitabında türlü yönleriyle anlatmıştır.
  • Yakup Kadri’nin “Bir Sürgün” romanı bu yaşamdan bazı görüntüleri dile getirir.
  • Bekir Fahri’nin “Jönler” romanında hareketin Mısır’daki temsilcilerinin yaşamları yansıtılır.
  • Ahmet Mithat Efendi’nin “Jöntürk” romanının kahramanı sürgünden, gerçek yaşamdaki benzerleri gibi 1908’de Meşrutiyet ilan edilince dönecektir.

Abdülhamid’in yönetimi Samipaşazade Sezai’den Abdullah Cevdet’e,
Ali Kemal’den Süleyman Nazife kadar pek çok edebiyat adamını sürgünle cezalandırmıştır.

Sürgünde ölen İsmail Safa bunlardan biridir.

Onun Abdülhamid’e seslenen bir yergisi şöyledir:
“Mürtekip, cahil, hamiyetsizler ikdar eyledin
Millete casusluğu sermaye-i kâr eyledin
En büyük âdemleri menfâda gamhân eyledin
En büyük bir zatın idamında ısrar eyledin
Ey Halife söyle farkın var mıdır celladdan

Taşra memurini vahşilerle hemhalet bugün
Kaldı birkaç hırsıza sermaye-i devlet bugün
Adeta etti taammüm fakr ile zillet bugün
Memleket viraneler halinde aç millet bugün
Fazladır hâlâ sarayın masrafı iraddan...”

Bu şiirin bir dizesinde de “Devleti yıktın behey Allahtan korkmaz yıkıl” denir.
Abdülhamit yıkılmış, onun yönettiği de yıkılmış fakat sürgünlerin çilesi sona ermemiştir.

Gelecek yazıda Osmanlı devletinin yıkılışı ve yeni devletin kuruluşu döneminde sürgün yazarların serüvenini konu edineceğiz.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 84 - 15 Kasım 1983
________________________________________________________________________________________________________________________


Paris’te Mizancı Murat’in çevresinde bulunanlardan iki kişi, Abdülhamit’in verdiği söze kanarak genel affın ilan edileceği, siyasal sürgün, izleme ve tutuklamaların duracağı, yönetim ve hukuk reformu yapılacağı umuduyla ülkesine dönen, bunlar gerçekleşmeyince de eski ülkü arkadaşlarının gözünde saygınlığını yitiren Jön Türk önderine bağlılıklarını sürdürmüşlerdi:

Ali Kemal ve Süleyman Nazif, Mizancı Murat’a yazdığı bir mektupta Ali Kemal kendi kişiliğini ve gençlik yıllarındaki eylemini şöyle özetler:

Ben ki her türlü yükselişi kalemimde arayarak, o geveze takimi kahvelerde, kumarlarda dolaşır çürürken, bir yandan üniversitelere devam eyledim, öte yandan cilt cilt yapıtlar ortaya çıkardım. Ben ki art arda hapis, sürgün, gurbet görerek özellikle vatan derdiyle dertli oldum.

20 yıl sonra Damat Ferit Paşa hükümetlerinde eğitim ve içişleri bakanlıkları yapacak olan Ali Kemal, işgal İstanbul’unda, Anadolu’nun Mustafa Kemal yönetimindeki kurtuluş hareketine karşı en ağır yazıları da kaleme alacaktır.

Peyamısabah’taki yazılarında örneğin şunlar söyler:
Mustafa Kemal ve ayaktaşlarının Anadolu’daki en son ve en delice hareketleri, özellikle İzmit’e saldırıları ve o saldırı sırasındaki cinayetleri...

Zaferden sonra Ali Kemal, İstanbul’dan kaçırılarak yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken İzmit’te meydana gelen olay,
barış antlaşması için Ankara’dan gelip Lozan’a gitmekte olan kuruldaki Yahya Kemal, Nurettin Paşa’nın kendilerine şöyle anlattığını yazar:

Motorla İzmit’e çıkarıldıktan biraz sonra sarayda karşıma getirttim. Saygılı bir biçimde duruyordu. Sizin bu vatani kurtaranlarla ne alıp veremeyeceğiniz var?’ dedim. ‘Benim siyasal bir inancım vardı, yanılmışım, lakin orduya, komutanlara saygım ve güvenim vardır, onların adaletine güveniyorum.’ dedi. Size ihanetinizi iyi gerçekleştirebilmek için, Tanrı bilim ve kültür de vermiş.’ dedim. Baktım ki maşallah, epeyce de gözüpekliği var, bunun üzerine sözün aksini değiştirdim: Artin Kemal’i tanır mısınız?’ dedim. Birdenbire sarardı, boğuk bir sesle: “Hayır!” dedi. Artin Kemal’i bütün islâm âlemi tanır! Sizin hakkınızda Büyük Millet Meclisi’nin gıyabi bir hükmü vardı. Bu hükmü sizin yüzünüze bildirmeleri için karşıdaki mahkemeye gidiniz!’ dedim. Karşımdan çıktı. Kapıdan çıkarken halk hücum etmiş, taşla tepelemiş, cezasını vermiş. Pencereden baktım, ayağına bir ip takmış sürüyorlar...


KARA BİR GÜN”ÜN YAZARI

Süleyman Nazif de Padişah hazretlerinin baş hafiyeleri Ferik Ahmet Celalettin Paşa’nın aracı olduğu vaatlere kanarak istanbul’a döndüğü için ülkü arkadaşlarının gözünden düşen Mizancı Murat Bey’e bağlılığını sürdürmüş ve onu yayımladığı bir kitapçıkla Paris’ten savunmuştu. 15 yıl sonra bu kez İttihatçıların Rodos ve ardından Midilli’ye sürdüğü, orada “Tarih-i Ebü’l-Faruk” adlı 7 ciltlik yapıtını kaleme alan Murat Bey’in İstanbul’a dönebilmesi için İçişleri Bakanı Talat Paşa’yla aralarını bulmaya çalıştı. Midilli’ye yazdığı mektupta Mizan yazarından “onu vaktinden önce ihtiyarlatan siyasal mücadelelerden” vazgeçtiğini Talat Paşa’ya kesin olarak bildirmesini istiyordu. Mektubunda “Muhterem pederim” diye seslendiği yaşlı yazardan beklediği sakınganlığı Süleyman Nazif kendisi için göstermeyecekti. Mütareke’de Fransız komutanının İstanbul’a girişiyle ilgili “Kara Bir Gün” başlıklı yazısı ve Üniversite’de Pierre Loti’yi anma gününde yaptığı konuşma onun Malta’ya sürülmesine yol açacaktı.

8 Şubat 1919 günü Osmanlı başkentine gelen Fransız işgal orduları komutanı General Franchet d’Esperey kır bir ata binerek yerli Rumlarla, Ermenilerin taşkınlıkları arasında Sirkeci’den Beyoğlu’na kadar gösterili bir yürüyüş yaptı. Ertesi gün Süleyman Nazif’in ünlü “Kara Bir Gün” yazısı, kara çerçeveyle yayınlandı. Bu yazıda Alman ordusunun 1871’de Paris’e girişi hatırlatılıyor, ancak o gün Hıristiyan ve Musevi Fransızlarla, Paris’teki bütün Cezayirli Müslümanların ulusal bir yas içinde aynı üzüntü ve utancı paylaştıklarına değiniliyordu.

Yazı şöyle sürüyordu:

Biz ise ulusal varlıklarını ve dillerinin yaşamasını bizim yüce gönüllülüğümüze borçlu olan bir bölük halkın gürültü patırtısı ile büyük yaşımıza en acı hakaretlerin bir tokat şeklinde atıldığını gördük. Biz buna müstahak değildik.’ diyemeyiz. Müstahak olmasayak bu felakete uğramazdık. Her kavmin hayat sayfalarında birçok yükselme ve düşüş vardır.

Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in hapsinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ulusun kader defterinde böyle üzüntülü bir satır da yazılıymış. Her durum değişicidir.

Arapların güzel bir sözü var. ‘Sen sabret, çünkü nasıl olsa zaman sabretmez.’ derler.

Bu yazı Fransız generalini büyük kızgınlığa sürükledi. Kendisiyle görüştüğü zaman yazar ona şunları da söylemekten çekinmedi:

Yazımdan dolayı sizden bağışlanma istemiyorum. Çünkü görevimi yaptım.
Fakat siz bir Fransız generali sıfatıyla görevinizi yapmadınız. Fransa’nın ve tarihin sizi bağışlamasını dilerim.”

Süleyman Nazif 23 Ocak 1920’de, İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen ve dinleyiciler arasında İngiliz Generali Harington, Fransız Komutanı Charpy, İtalyan Generali Mombelli’nin bulunduğu Pierre Loti’yi anma gününde Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’nda taşıdığı sorumluluğu, savaştan sonra uğradığı uluslararası haksizliği dile getiren coşkulu bir konuşma yaptı.

Bütün bunlar onun İngilizler tarafından “arzulanmayan milliyetçiler” grubu içinde Malta’ya sürülmesine yol açtı.


ŞOVENİST

Süleyman Nazif, II. Meşrutiyet’ten sonra gelişen Türkçülük akımına, Ziya Gökalp’e ve onun ilkelerine karşı çıkmıştı. Malta’ya ise Milliyetçilerle birlikte sürülüyordu. Abdülhamit’in Halep sürgünü, Jön Türklerin ülkü arkadaşı Ali Kemal, Damat Ferit Paşa hükümetinin içişleri bakanı olduğu zaman, İngiliz Generali Deedse Mustafa Kemal’in yandaşlarının “şovenist” olduğunu bildirecek, ya bunlara meydanı boş bırakmak, ya da onları temizlemek durumunda olduklarını hatırlatacaktı. Ulusal ordu kurulmasının, ulusal örgüt oluşturulmasının “felaket olduğunu” ilan eden Ali Kemal’in genelgesi, ordu komutanları, politikacı ve kalem sahiplerini Malta’ya süren İngiliz eylemine yol göstermişti.


MALTA GECELERİ

Süleyman Nazif, Malta’da “Kara Bir Gün” makalesinin dile getirdiği görüşten farksız dilekçelerle hakkını aramaktan çekinmedi.

Malta Valisi Lord Pulmer’a bir dilekçede, “Burada öyle bir durumdayım ki, ölüm benim için bir kurtuluş olur. Burada ölmek mutluluğuna erersem, bu olay sizin hayatınızda gereksiz yere bir leke olarak kalacaktır. Bir gün gelecek ki, İngiliz ulusu, kendisi adına yapılan bu gereksiz kabalıktan, keyfilikten vicdan azabi çekecektir.” diyordu.

Sürgünde, “Malta Geceleri” kitabını kaleme aldı.
Bu kitapta yer alan heyecanlı şiirleri bugün ağdalı dilleri yüzünden okunmuyorsa da zamanında büyük ün kazanmıştı.

"Son Nefesimle Hasbihal” şiirinin “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber,
Üç yüz sene... dört yüz sene... beş yüz sene bekler.”
ve
“Daüssila (özlem)” şiirinin “Garibiyim bu yerin şevki yok, harareti yok;
Doğan batan güneşin günlerimle nisbeti yok.” gibi dizeleri dillerde dolaşmıştı.


KÜTAHYA’DAN MALTA’YA

Damat Ferit Paşa hükümeti, İngilizlerin İstanbul’u işgalinden 6 gün önce 20 kişiyi tutuklattı. Bunlar arasında Ahmet Emin Yalman’la Celâl Nuri İleri de vardı.
Bu tutukluluk üç gün sürdü, ancak bir ay sonra taşraya sürüldüler. Ahmet Emin Yalman gönderildiği Kütahya’da üç ay kaldı.

Yalman, Kütahya’ya daha önceki yıllarda gelmiş sürgünlerle ilgili şu bilgiyi, bu kentte yaşayan İstepan Efendi’den aktarmıştır:

Buraya senden evvel bir hayli sürgün gelmiştir. Bunları daima aradım, buldum, kendileriyle ahbaplık ettim. Sürgünlerin arasında bilhassa sözlük sahibi Şemsettin Sami Bey’le sıkı surette dost oldum Arnavut aslından yaman bir adamdı. Bilgisi derin, görüşleri genişti. Buraya gelen sürgünlerin hepsi iyi adam oldukları ve kötü gidişe ayak uyduramadıkları için sürülmüşlerdi.

Ahmet Emin Yalman, İstanbul’a döndükten sonra Malta’ya sürüldü. Buradaki serüveni, sürgün arkadaşlarının yaşamını, “Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim” adını taşıyan anılarında geniş biçimde dile getirmiştir. Yalman’ın Lozan antlaşmasına göre kurulmuş Türk-İngiliz hakem mahkemesinde Cumhuriyet döneminde açtığı dava Malta serüveninin başka bir aşamasıdır. Vatan başyazarı bu davada İngiliz hükümetinden 5400 TL. tazminat istemiş, ancak mahkeme yetkisizlik kararı vermişti.


MALTA SÜRGÜNLERİ

Malta sürgünlerinin serüveni 1919 Mart’ında başlamış, 1920 Kasımına dek sürmüştü. 20 ay içinde 144 kişi İngilizler tarafından adaya gönderildi. Aralarında sadrazamlık, şeyhülislamlık, bakanlık, meclis başkanlığı yapmış devlet adamları, valiler, genel kurmay başkanı, harbiye bakanı, ordu komutanı, profesörler, düşünürler, gazeteciler vardı. Sürgünün bir amacı, İngilizlerin saptadığı savaş suçlularının ilerde İngiliz organlarınca yargılanıp cezalandırılmalarıydı.

İstanbul’da Bekirağa Bölüğü adı verilen Harbiye Bakanlığı cezaevindeki tutukluları Malta’ya sürmeleri ve isterlerse yargılamaları için İngilizlere ricada bulunan, Damat Ferit Paşa olmuştu. Malta sürgünlerine karşılık olmak üzere yapılan tutuklamalar için emri ise İngilizlerin kara listesinde yer alan ve Samsun’a çıkmasaydı Malta sürgünleri arasına katılacak olan Mustafa Kemal vermişti. Sürgünlerin hiçbir ödün verilmeden serbest bırakılmaları konusunda yapılan görüşmeler de onun denetiminde yürütülmüştü.

Hükümlerinin çiğnenişini İngilizlerin sürgün gerekçeleri arasında gösterdikleri Mondros silah bırakışmasını imzalayan Rauf Orbay da Malta’ya sürülmüştü. Orbay İstanbul’un işgal edildiği gün Padişah Vahdettin’in kendisine “Rauf Bey! Bir millet var, koyun sürüsü. Buna bir çoban lâzım... O da benim” dediğini anlatır.

Türk ulusuna bir koyun sürüsü olmadığını, bir toplumun üyeleri olduklarını öğreten toplumbilimci Ziya Gökalp de sürgünler arasındadır.

İttihatçıların kuramcısı sayılan Ziya Gökalp, “asayişi bozmak”, “Ermenilere uygulanan zorbalık” gibi suçlardan da yargılanmak istenmiştir. Malta’ya gönderilmeden önce Aşçıyan adlı bir Ermeni’nin sorgu yargıcı olarak görevlendirildiği sıkıyönetim mahkemesinde ifade veren Ziya Gökalp, “Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk.” diye konuşur. Bu savunma büyük yankı yaratır. İngilizler, Bekirağa Bölüğü’ndeki tutukluları ancak kendi mahkemelerinde yargılayabilecekleri düşüncesiyle Malta’ya sürmeyi uygun bulurlar...

Ahmet Emin Yalman, Ziya Gökalp’in Polverista zindanını “bir nevi üniversite haline” getirdiğini anlatır.

Gökalp adadan eşine gönderdiği mektuplarda şefkatli, teselli ve umut vericidir:

Şimdi Diyarbakır’da bulunsaydınız sıkıntı çekmezdiniz. İnşallah baba yurdumuza beraber gideriz, eski münzeviyane hayatımız daha tatlı değil miydi? Ben o günleri mütehassirane düşünerek vakit geçiriyorum. Bir gün gene o sükunetli hayata avdet ederiz. Yeşil bir köyde, bir ırmak kenarında koyun ve inek sürüleri arasında mesut bir köylü hayatı yaşarız. Arasıra böyle hülyalara dalmasam duramam.”

Kızı Seniha’ya yazdığı mektuplarda ise bu düşü geleceğe yönelik toplumsal ütopyasıyla birleştirmiştir:

Böyle bunalımlı zamanlar büyük ülkülerin büyüyüp yayılacağı bir zamandır. İnsanlığı kurtaracak ülkülerdir. Ülkü her ülkeyi bir cennet yapacak. Her ulus kendi cennetinde hür ve mutlu yaşayacaktır. Gelecekte artık halsizlik, adaletsizlik, hürriyetsizlik yoktur. Kin, düşmanlık, açgözlülük, kıskançlık yoktur. Fertler birbirini sevecek, uluslar birbirini sevecek, dinler birbirini sevecek, uluslar birbirini sevecek. Bugün insanlık köprü üzerinde bulunuyor. Cehennemle cennet arasında bir köprü. Eski hayatta her fert, her ulus insanların sırtından geçiniyordu. Yeni hayatta her fert, her ulus tabiatın gizli hazinelerini çalışma anahtarıyla açarak oradan geçinecek. ovalarımız, derelerimiz, tepelerimiz şimdiki gibi boş kalmayacak, tepeler An ormanlarla, dereler yemiş ağaçlarıyla, ovalar yeşil ekinlerle bürünecek, her tarafta fabrikaların, maden ocaklarının bacaları, göğe duman sütunları savuracak, çocuklar oynarken derslerini öğrenmiş olacak, büyükler eğlenirken işlerini yapmış bulunacak. Fenalık kalmayacağı için, polis, jandarma, mahkeme bulunmayacak, kimse inancından dolayı suçlu tutulmayacak, kimse ulusunu sevdiği için cani sayılmayacak, en iyi adamlar değil hattâ iyi olmayanlar bile, hapishanelerde, sürgünlerde çürütülmeyecek, o zamanın yasalar yalan, ahlakları sahte, bilimleri, felsefeleri hileli olmayacak...

Malta’da zindan arkadaşlarına toplumbilim dersleri veren, eşiyle çocuklarına mektuplarıyla içini döken Gökalp, şiirler de yazmıştır.
Bunlardan biri Malta zindanının sahiplerini siyaset senesinde yargılamaktadır. Şiir “İngiliz’den Sakın!” başlığını taşır.

Bir bölümü şudur:
Kardeş, dalgın çıkma yola;
Bir yol tut ki emin ola...
Önde varsa bir İngiliz,
Gitme sakın, fena bu iz:
Çalmaz yalnız o keseni,
Soymaz yalnız elbiseni,
Ruhunu da bütün soyar,
Sende ne his ne din koyar...
Önce çalar vicdanını,
Sonra alır vatanını.
Vatanları odur yıkan;
Yüz devlete vâris çıkan.
Odur boğan hürriyeti,
Esir eden bu milleti...
Hind’i, Mısır’ı odur yutan,
Denizleri elde tutan...
Boğazlardan kaçmış iken,
İstanbul’a girdi sulhen:
Dağıtarak ordumuzu,
Parçaladı yurdumuzu.
Tepemize astı balta:
Korkmayana hazır Malta!..


SERGİLENEN KİŞİLİKLER

Malta zindanının bir araya getirdiği sürgünler aynı toplumdan ama apayrı yaşam öyküleriyle gelmişlerdir.
Birbirinden ayrı görüşlere bağlıdırlar, ayrı tutum ve davranışlar gösterirler...

Yazar sürgünler arasındaki Hüseyin Cahit Yalçın’a, Malta’da ayrıcalıklar tanınmıştır. Bir otelde kalır, ailesini de yanına getirtmiştir. Sürgünden dönerken Mısırlı prenslerle birlikte yol parasını kendisi ödeyerek italya’ya gider. Onun sürgün günlerini boş geçirmediği, hattâ yurda dönüşünden sonraki “olumsuz ruhlu, yıkıcı sözlü,, içi kin ve garaz dolu"(!) kişiliğinden uzakta bulunduğu yolundaki yargı o dönemdeki yaşamına tanıklık eden Ahmet Emin Yalman’a aittir:

Günün birkaç saatini oyun kâğıtlarıyla öldürmek hemen herkesin yaptığı bir şey olduğu halde Cahit Bey bu ihtiyacı da duymazdı. Biraz tenis oynar, sonra odasına kapanır küçük bir tahta masa başında, dar sıkıntılı bir yerde geceli gündüzlü çalışırdı. Az zamanda İngilizce ve İtalyanca öğrenmişti. Üç dilden bir düziye ‘faydalı ve değerli eserleri’ dilimize çeviriyordu. Günün birinde bu eserler oğlumun Kütüphanesi adıyla yayınlanmaya başlanınca cidden bir kütüphane dolduracak kadar çok olduğu görüldü...”

Alay Dergisi Başyazarı Aka Gündüz, “arzulanmayan milliyetçiler” grubu içinde tutuklanarak sürülmüştür. Sürgünde yazılar yazar, karikatürler, portreler yapar. Bir ara mutfağın yönetimini üstlenir. Günlük olayları konu edinerek Karagöz oyunları yazarı, sürgünlerin akşam eğlencelerinde bu oyunlar Celâl Nuri Bey’in taklitli gösterileriyle birlikte sahnelenir.

Celâl Nuri, İleri gazetesinin başyazarıdır. Bu gazete eğitim bakanlığı sırasında, saray hafiyeliğini açığa vuran yayında bulunmuştur.

Ahmet Emin, ondan şöyle söz eder:

Celâl Nuri Bey’de doymak bilmez bir öğrenme arzusu vardı. Malta’da bulunduğu yıllarda bir düziye okudu, kafasına yeni yeni bilgi hazineleri yükledi. Umumi bilgisini tazelemek için birçok mektep kitab getirterek gözden geçirdi. Türk gramerini yeni tarza sokmak için Latinceden başlayarak çeşitli milletlerin gramer ve sentaks hakkında uzun boylu araştırmalarda bulundu.

Başka bir gazeteci, Abdülaziz’in Ahmet Mithat’la birlikte Rodos’a sürdüğü Ebüzziya Tevfik’in oğlu gazeteci Velit Bey, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Tasviriefkâr gazetesinin sahibiydi. Mustafa Kemal Paşa ile ilişki kurmuş ve röportaj yapmak üzere Ruşen Eşref Unaydın’ı Anadolu’ya yollamıştı. Adaya getirttiği 15 sandık kitabın içine gömülmüştü. Bir yandan da İngilizce öğreniyordu.

Ağaoğlu Ahmet, Paris Barış Konferansı’nda ülkesi Azerbaycan’ı temsil etmek üzere Paris’e giderken tutuklanmış ve sürülmüştür. Gözüpek bir savaşım adamıdır.

Hakkını aramak için başvurduğu makamlara karşı sözünü esirgemez:

İngilizler adına özgürlükten de yoksun bırakıldığından adalet ve şeref bayraktarlığını hiç elden bırakmayan aynı İngiltere adına adalet istemek için” dilekçeler kaleme alır. “Bunları sizin acıma duygularınızı kamçılamak için söylemiyorum. Hayır! Acınmayı da bağışlanmayı da asla kabul edemem. Ben, adalet istiyorum” diye haykırır.


150’LİKLER

Lozan Antlaşması’nda Kurtuluş Savaşı’nı baltalayan 150 kişi için özel bir hükme yer verilmişti.
Bunlar bir protokolda genel af dışında tutulmuşlar, yurt dışına çıkarılmışlar, o sırada yurt dışında bulunanların da Türkiye’ye girişi yasaklanmıştı.
150’liklerin yurda dönmelerine 29.6.1938 günlü yasayla izin verildi.

150’likler listesinde “Gazeteciler” grubu içinde şu adlar yer alıyordu:

  • İstanbul gazetesi sahibi Sait Molla,
  • Serbesti gazetesi sahibi, Hürriyet ve İtilaf üyelerinden Mevlanzade Rifat
  • İzmir’de Müsavat gazetesi sahibi ve Darühikmet üyelerinden İzmirli Hafız İsmail,
  • Aydede gazetesi sahibi, Posta ve Telgraf Genel Müdürü Refik Halit Karay,
  • Bandırma’da Adalet gazetesi sahibi Bahriyeli Ali Sami,
  • Edirne’de Temin, (halen) Selanik’te Hakikat gazeteleri sahibi Nir Mustafa,
  • Eski Köylü gazetesi başyazarı Ferit,
  • Alemdar gazetesi başyazarı Refi Cevat (Ulunay),
  • Alemdar gazetesinden Pehlivan Kadri,
  • Adana’da Ferda gazetesi sahibi Fanizade Ali İlmi,
  • Balıkesir’de İrşat gazetesi sahibi Trabzonlu Ömer Fevzi,
  • Halep’te Doğru yol gazetesi sahibi Hasan Sadık,
  • Köylü gazetesi sahibi İzmirli Rifat.”

Refik Halit Karay örneğin Erzurum ve Sivas kongrelerinin ilkelerini saptadığı,
İstanbul’da Mebusan Meclisi’nin Mustafa Kemal’in verdiği direktife uygun olarak onayladığı “Mili Misak” (Ulusal And) için şunları yazabilmişti:

Bereketi bol olsun, başımıza bir millî daha çıktı, geceler bir millî daha doğurdu. Millet anamız yine varlığını gösterdi. Ortaya bir millî yavru daha attı. Misak’ın elifini hafifçe çektik mi Mîsâk gibi bir şey oluyor. Osmanlılık devrinden kalma baba yadigarı ahbap Mınakyan kumpanyasında bir aktör vardı, Hacı Misak. Bu terkip bana onu hatırlatıyor. Mim’in yâ’sını çekerek sat’ın elifini yukarı uzatarak tecvit üzre okumak da alışkanlık ve idmana muhtaç bir iş, hepimiz yapamayız.

Millî Kongre’nin ne fırıldak olduğunu seçimlerde öğrendik. Milli blok da bir nevi dalavere idi. Milli hareket değişti kaşkariko oldu. Millî talim ve terbiye başka tür bir yaldızlı haptı yutmadık, Millî ahrar korsan gemisi idi karaya vurdu... Hülasa bu Millîlerin ne biçim marifetler olduğunu cümle âlem anladı. Acaba Milli Misak nedir?..

Kirpinin Dedikleri yazarının bundan çok daha ağır yazıları vardı. Posta ve Telgraf Bakanı olarak eylemi ise Kurtuluş Savaşı’na daha büyük zararlar da vermişti. Bütün bunlar onun 150’liklerle ilgili yasadan çok önce, yurdunu terketmesine yol açtı. Sürgüne ilk kez gitmiyordu. 1913’te İttihat ve Terakki tarafından Sinop’a, oradan da Çorum, Ankara, Bilecik’e nakledilmişti. Bu dönemdeki gözlemleri ona Anadolu yaşamını ve insanini gerçekçi gözle yansıtan “Memleket Hikâyeleri” yapıtı için esin kaynağı olmuştu. 150’likler arasındaki 15 yıllık Beyrut ve Halep’te geçen sürgünlüğü de Gurbet Hikâyeleri, Sürgün gibi yapıtlarının oluşmasına olanak verdi.

150’likler sürgündeyken Atatürk döneminin düşünceye saygılı, hoşgörülü, uygar tutumu, Refik Halit’in Türk dilini en güzel biçimde kullanan, Türk insanının kişiliğine tanıklık eden kalem ürünlerine okul kitaplarında da yer verebilmişti.

Bu hoşgörü başka bir sürgünün şiirlerine de gösterilmişti. 150’likler listesinde ‘Sevr Antlaşması’nı imzalayan kurul üyeleri’ başlığı altında adı anılan Rıza Tevfik Bölükbaşı yaşamının 20 yılını Ürdün ve Lübnan’da geçirdi.

Gelibolu’da Hamzabey Sahili ve Ayazma Sahili İçin” şiirini yazan fakat Sevr Antlaşması’nı imzalayan,
üstelik o antlaşmaya imza koyduğu kalemi Robert Kolej’e armağan eden Rıza Tevfik adını andığımız şiirinden 36 yıl sonra yurt özlemiyle şunlar yazdı:

Benim öksüz ruhum yasa bürünür,
Hamzabey koyunda gezen sürünür,
Safvetinde ancak vatan görünür
Gözümde titreyen bir damla yaşın.

Kendi yazgısını konu edindiği bir şiirinde de,
“Uzak düştün, yazık, Darüsaadet âsitanından.
Uyup şeytana îraz eyledin Misak-ı Milli’den,
İnat ettin, cüda düştün vatan bağ-ı cinanından.
Delil olmaktı sanin halka irfanınla, ilminle;
Zelil oldun gururundan, kovuldun hanümanından...” diye özeleştirisini yaptı.

Türk ülkesinin bunalımlı batış ve yeniden doğuş döneminin kalemleri,
savundukları, karşı çıktıkları eylemler ve düşünceler üzerindeki değerlendirmelerini tarihin yargısına bıraktılar...


Sürgünde Yazarlar dizisinin 5. yazısı, bu incelemeye esin veren Halikarnas Balıkçısı’nın serüvenini ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalışacak.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 85 - 1 Aralık 1983
________________________________________________________________________________________________________________________


Cumhuriyet kurulmuş, devrimler gerçekleşmeye başlamıştır. Ancak Meclis’te “İkinci Grup", basında Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf gibi gazeteler bu hareketlere karşı çıkmaktadır. Atatürk Büyük Söylev’de “Ulusal Savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına değin uzayan gelişmelerinde kendi düşünce ve ruh yapılarının kavrama siniri bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.” diye anlatacaktır. Söylev’de birkaç kez Tanin başyazar Hüseyin Cahit Yalçın’ın karşıdevrimci tutumundan söz edilir.

Başyazar halifelik konusunda şunları söyleyebilmiştir:

Halifelik bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye devletinin Müslümanlık dünyası içinde hiç önemi kalmayacağını, Avrupa siyasası karşısında da küçücük ve değersiz bir hükümet durumuna düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir yetenek gerekmez, Ulusseverlik bu mudur? Gönlünde gerçek ulusçuluk duygusu olan her Türk, halifeliğe dört elle sarılmak zorundadır.”

Gene Söylev’de, aynı zamanda milletvekili de olan komutanların birliklerini bırakıp Meclis’te muhalefet hareketi oluşturmalarından doğan bunalım anlatılırken de Yalçın’ın tutumuna şöyle değinilir:

Siyasal tutku ve öç alma duygusu bir adamın kafasını ve gönlünü kararttığı zaman, o adam nasıl konuşur, buna bir örnek ister misiniz?

İşte buyurunuz, yine bu yazarın şu sözlerini dinleyiniz:

‘Halk Partisinin ve İsmet Paşa Hükümetinin ülkeye gösterdiği çirkin yüz! Kişisel tutkularına bu denli kapılmış olan önderler, ulusu temsil etmek savında bulunamazlar!


ŞEYH SAİT AYAKLANMASI

1925 yılının 13 Şubat’ında Bingöl’ün Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının Pirah köyünde patlayan silahlarla, genç Cumhuriyetin karşılaştığı önemli tehlikelerden birini oluşturan Şeyh Sait ayaklanması başlamıştı.

Şeyh Sait “1300 yıldan beri Cenab-ı Hakkın Peygamber Efendimizi göndermekle neşir ve tebliğ ettiği dinimizi imhaya çalışanlara karşı savaş ilan ettim.” diyordu. Ayaklanma, 14 Nisan’da Şeyh Said’in yakalanmasıyla sona erdi. Olayın gelişimi sırasında ise ılımlı Fethi Okyar Hükümeti yönetimden uzaklaştırıldı.

İsmet İnönü, “Biz hem olayları hızla bastıracağız, hem de benzeri olayların tekrarlanmasını önleyecek etkili önlemler alacağız.” diyerek başbakanlık görevine başladı.

Yeni hükümet ilk iş olarak Takrir-i Sükun Kanunu’nu (Huzur ve Asayişi Sağlama Yasası) çıkardı. Yasada “Gericiliğe ve ayaklanmaya memleketin sosyal düzeninin ve huzurunun ve sükununun ve güvenliğinin ve asayişinin bozulmasına sebep olabilecek bütün kuruluşlar, kışkırtmaları ve yayımları, hükümet Cumhurbaşkanının onayı ile, kendi başına ve idari olarak yasaklayabilir.” deniyordu.

Olağanüstü durumdan ötürü ilan olunan seferberliğin sağlanması, milletin ve Cumhuriyetin güvenliğini bozucu propagandalarla teşebbüslerin ve davranışların yasaklanması ve cezalandırılabilmesi için” biri askeri harekat bölgesinde, öteki başkentte çalışacak iki İstiklal Mahkemesi kuruldu.

Başlangıçta, sıkıyönetim ilan edilirken Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na eklenen bir madde ile de “dini ve dinin kutsal kavramlarını siyasal amaçlara esas ya da alet etmek”, de vatan ihaneti sayılmıştı.

Bu yasalar ve organlar Meclis’teki ve basındaki muhalefetin eylemi üzerinde etkinlik gösterdi. Kazım Karabekir’in yönetimindeki tutucu nitelikli muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kapatıldı. Partiye ait İstanbul’daki binalarda aramalar yapılmasını “baskın” diye nitelediği için Tanin gazetesi kapatıldı, H.C. Yalçın tutuklanarak Ankara’da İstiklal Mahkemesine çıkarıldı.


ÇORUM SÜRGÜNÜ

Takrir-i Sükun Kanunu çıkınca Tanin başyazarı, “Okurlarıma Kısa Bir Söyleşi” başlıklı yazısında, bir süre başyazılarına ara vererek anılarını yayınlamakla yetineceğini, bunun nedeninin de yeni yasa olduğunu bildirmişti. Cebeci hapisanesine götürülen Yalçın, İstiklal Mahkemesinde yargılanırken “mesleğe ve düşünceye ceza verilemeyeceğini"
savundu.

Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya sanığa, “Lozan Konferansından sonra izlediğiniz hareket, hiçbir zaman hükümetin lehinde olmamıştır.” dedi. Yalçın, bunun hesabını Ağa Han’ın İsmet Paşa’ya mektubunu gazetesinde yayınladığı için İhsan Eryavuz başkanlığındaki ilk İstiklal Mahkemesinde yargılanırken 1923’ün Aralık ayında verdiğini anlattı. Ancak savunmaları “mugalata” sayıldı ve süresiz sürgün cezasıyla Çorum’a gönderildi.

Çorum’da bir süre Mahmut Ağa’nin hanında kaldığını anlatmaktadır anılarında. Akın akın ziyaretçiler gelir.

Evlerden siniler dolusu yemek gönderirler:

Rejimin sevmediği, en yüksek cezalardan birine hükümlü kıldığı bir kimse idim. Buna karşın, ziyaretime geliyorlar ve akşam yemeğimi düşünüyorlardı. Gelen yemekler yalnız başıma kesinlikle on gün yetiştirdi. Biraz sonra, Mahmut Ağayı çağırarak kalan yemekleri gösterdim: ‘Mahmut Ağa, bunlar durursa bozulacak. Ya fakirlere dağıt, ya hapishaneye yolla!’

Bir süre sonra altı samanlık, iki odalı bir ev bulunur, bir aşçı kadın tutulur, “Çorumlu konukseverler” evlerinden getirdikleri eşyalarla burayı dayar, döşerler. Eşiyle çocuklar da İstanbul’dan gelir. Samanlıkta inek, bahçede tavuklarla rahat bir yaşam başlar. Çevrede, eski sürgünlerden yalnız Refik Halit’in iyi bir ad bırakmış olduğunu anlatır. Şapka devrimi sırasında kentin tutucu eğilimine karşin getirttiği şapkayı giyerek gezer. Yerel gazetede “şapka türleri, giyip çıkarma usulleri” ile ilgili bir makale yazar.

Bu sırada Atatürk’e İzmir’de suikast düzenleyen eski İttihatçılar ele geçer ve kovuşturma başlar. Yalçın’ın yakın arkadaşları tutuklanır. O günlerde ceza yasasında bazı değişiklikler yapılır. Hükümlü bulunanların cezaları yeni yasaya göre ayarlanmaktadır. Sürekli sürgün (nefy-i ebed) cezası kaldırılmıştır. Ancak suikast olayı yüzünden tutuklanma emrinin gelmesi gecikmez. Hükümet konağının alt katında bir odaya kapatılır. Daha sonra Ankara’ya götürülerek Çakırhan’daki bir odada İstiklal Mahkemesine çıkmayı bekler. Tutuklu olduğu odada bir masa sağlanınca çeviri çalışmalarına başlamıştır. Yargılamada aklanır. Fakat serbest bırakılmaz. Çorum’a gönderilecektir. Sürekli sürgün cezası üç yıla indirildiği, tutuklu bulunduğu her günün yedi gün sayılması gerektiği için yeni yasaya göre serbest bırakılmasını ister. Çorum’dayken, cezasının bittiğini bildiren telgraf alınca Ankara’ya uğrar. İsmet Paşa’yı ziyaret eder.

Başbakan bu ziyarette şunlar söyler:

Güçlü bir kalem, ateş püskürerek yazıyordu. Öyle bir sırada nereye doğru bizi götürdüğünü bilemediğimiz bu güçlü kalemi özgür bırakamazdık.
Ama artık geçmiş silinmiştir. İstediğiniz gibi çalışabilirsiniz. Hiçbir düşmanlıkla karşı karşıya değilsiniz.”

İki yıllık serüven sona ermiştir. Ancak gazetesini çıkarmasına izin yoktur.
Cumhuriyet’te Stendhal’in Parma Manastırı’nı çevirip yayınlatmaya koyulur. İlk tefrikadan sonra gelen bir emirle yayın kesilir.
Çileli yeni bir dönem başlamıştır.


“HAPİSHANEDE NELER GÖRDÜM?”

Şeyh Sait ayaklanması sırasında, ayaklanmayı kışkırttıkları savıyla Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, Vatan gazetelerinin başyazarlarıyla bazı yazarları tutuklanarak İstiklal Mahkemesine götürülür. Yargılamada suçsuz bulunarak bırakılırlar. Ancak gazetelerinin yeniden yayınlanmasına izin verilmez. Bu günlerde Cumhuriyet’in eski Basın Yayın Genel Müdürü Zekeriya Sertel de çıkarmakta olduğu Resimli Hafta dergisinde yayınlanan bir yazı dolayısıyla İstiklal Mahkemesince mahkûm edilerek Sinop’a sürgün gönderilir. Dergideki yazı Cevat Şakir’in “Hapishanede Neler Gördüm?” adlı dizisinin “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl giderler?” başlıklı dördüncü yazısıdır.

Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan takma adıyla yayınladığı yazı dizisi, yazarın yedi yıl içinde yaşadığı çevrenin gözlemlerini gerçekçi biçimde dile getiriyordu.

Yazarın çizdiği resimlerle yayınlanan ilk üç yazının başlıkları şunlardı:
"
  • Hapishanede ölenleri nasıl gömerler; Hapishanede deli bir mahpus, yanında yatan bir genci gece uykusunda karyola demiriyle nasıl öldürmüştü?
  • Hastanede üç hastayı bir yatağa yatırmışlar, birisinin ayağına muazzam bir taş asmışlardı.
  • Mahpuslar hapishaneden nasıl kaçtıklarını anlatıyorlar.

Kovuşturmaya uğrayan yazısı da kapatılan derginin son sayısında çıkan
  • "Masum ve günahsız düştüğü hapishanede katil ve cani olan Anadolu köylüsü derdini anlatıyor.”

Cevat Şakir’in kovuşturulan yazısı Şeyh Sait’in yakalanışından bir gün önce çıkmıştı. İstiklal Mahkemesi başlattığı şiddet hareketi içinde Resimli Hafta’nın “müdür ve başyazarıZekeriya Sertel’le yazı sahibini “Takrir-i Sükûn” yasasına uyarak yargıladı. Mahkemenin kararında “hikâyenin genel anlamı, şu sırada halkı askerlikten soğutmaya yönelik bir nitelikte ve seferberlik aleyhine bir özel kasıtla ustaca düzenlenmiş olması, kamuoyunu karıştırmak amacı güttüğü"
ileri sürülmüştü.

Oysa yazı “Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru” meydana gelmiş bir olayı dile getirmekteydi: Bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. Bunlar için ikide birde şiddetli önlemler alınır. Ötekilere etkili ibret olsun diye birçok kaçaklar asılır. Bunlar kendilerinden önce muhakeme edilmeden serbest bırakılan kaçaklardan daha suçlu değildir. Neden, “baştakilerin kızacakları tuttuğu zaman, tesadüfen tutuklu bulunmuş olmalarıydı.” Kaçaklar görünüşte yargılanırlardı fakat harp divanlarının hükmü bildirilmez, bu zavallılar gelecek oturumu beklerken asılmaya götürülürlerdi...

  • Kaçak Kunduzlu Mehmet,
  • Karacaörenli Koca Yunus,
  • Balta Mahmut,
  • Işıklarlı Ümmet üç-dört aydır yattıkları hapishanede serbest bırakılmalarını beklerken kendileri için darağaçlarının dikildiğini öğrendiler.

İşte önemli cinayetler işlemiş canileri salıverdikleri ve kendilerinin durumunda olanları serbest bıraktıkları halde pek genç yaşlarında çirkin, soğuk ve şanssız bir ölümle öldürüleceklerdi.”

Bu zavallı dörtler yıkandıktan sonra bütün eşyalarını sattılar, hatta başlarındaki fesi, sırtlarındaki camadanı, ayaklarındaki kalçınları bile! Buna karşılık aldıkları paraları da tutukluların en yoksullarına dağıttılar.”

Dört idam mahkumunun serüvenleri birbirinin benzeriydi:

Mehmet seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. Savaş sırasında Çanakkale’de defalarca yaralanmıştı. Uzun yıllar içinde kendisi gerçekte ancak iki kere köye gitmek için izin almıştı. Oysaki çocuklarını çok özledi. Bir defa uzak serhatlere doğru şimendiferle götürülürken köylerinin ta yanıbaşından geçmişti. İşte yüz adım ötede köyünün evlerini ve hatta kendi çatısını görüyordu. Uzun zamandan beri görmediği çocukları ta şuracıkta, o çatının altında yaşıyordu. Ama gidip değeri dönmemek vardı. Çocuklar bir defa daha göreyim dedi.”

Ölüme gidişleri korkusuzca oldu:

Bismillah diyerek kalktılar. Sonra bu dört kahraman, koğuştaki diğer mahpuslarla kucaklaşarak helallaştılar. Gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktılar. Dik dik ve güvenli adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar. Onlar ölüme değil, sanki düğüne gidiyorlardı. O kadar metin, o kadar vakur yürüyorlardı. Karakuşi bir emrin kurbanı olarak öldürülecek olan bu dört Anadolu çocuğunun ölümle eğlenen vakur hareketleri bana hapishanede yaşayanların yeni bir köşesini gösteriyordu. Burada ne bahadırlar, ne değerli insanlar da vardı.

Onlar ölüme değil, gürültüye gittiklerine yanıyorlardı. Hapishanede gerçek katiller keyif sürerken, onların öldürülmesi... İşte zavallıları öldüren manevi azap asil burada idi. Fakat gittiler ve bir daha gelmediler. O gece bütün hapishane onların matemini tuttu.”


MEÇHUL ASKER

İstiklal Mahkemesinde Zekeriya Sertel, Başkan Ali Çetinkaya tarafından sorguya çekildi.

Başkan, “Tabiidir ki doğu bölgesine isyan çıktığından haberiniz var. Ve memleketin bir kısmında da seferberlik ilan edilmiş ve birçok vatan evladı işini, ticaretini bırakarak isyanı bastırmak için vatan görevlerini yapmak üzere davet edilmişlerdir... Bunlara karşı gazetenizin su hikâyesi nasıl tesir eder? Millete adeta firar teşvikinde bulunuyorsunuz...” dedi. Sonunda Z. Sertel Sinop’ta üç yıl sürgün cezasına çarpıldı. Ancak bu cezalandırma Resimli Hafta’daki yayını aşan nedenlere de dayanıyordu. Mahkeme üyelerinden Kılıç Ali ile yazarın bir kalem tartışması vardı. Z. Sertel, Ulusal Kurtuluş zaferinin halka maledilmesi için “Meçhul Asker” anıtı dikilmesi yolunda bir girişimi başlatmıştı. Zaferi kadın-erkek bütün halkın elele gerçekleştirdiğini vurguluyordu. Akşam gazetesinde Kılıç Ali bir yazı yayınlayarak ordunun ve halkın savaşabilmesinin ancak güçlü ve yetenekli komutana sahip olmasıyla sağlanabileceğini ileri sürdü. Bu yazıyı ise ona Atatürk’ün kendisi yazdırmıştı!

Zekeriya Sertel Sinop’ta 1.5 yıl kaldı. Genel aftan yararlanarak İstanbul’a döndü. Sinop’ta ileri gelen kişilerin hatırlı bir konuğu olarak yaşamıştı.
Poker masasının dördüncü oyuncusu olmak üzere valinin evine çağırıldığı oluyordu!


BALIKÇI’NIN SERÜVENİ

Resimli Hafta’daki yazıyı kaleme alan Cevat Şakir, Bodrum’da üç yıl sürgün cezası çekmeye mahkum edildi. Sorgusunda babasının Şakir Paşa olduğunu söyleyince mahkeme başkanı Ali Çetinkaya, “Karahisar vakasında bulunan siz misiniz?” diye sordu. Ve hatırlattı: “O vakit mahkûm oldunuz. Pederinizin katili olarak değil mi?” Başkan, sözünü ettiği bu olay sırasında Afyonkarahisar’da jandarma komutanıydı. 15 yıla mahkûm olan Cevat Şakir 7 yıl yattıktan sonra ciğerlerinden rahatsızlandığı için serbest bırakılmıştı. Zekeriya Sertel, İstiklal Mahkemesi başkanının geçmişteki bu olayın tanıklarından olmasının Cevat Şakir’le ilgili cezalandırma üzerinde etkisi bulunduğunu anlatır. Kimlik saptamasında başkan onu tanıyınca sinirlenerek Z. Sertel’i “Beraber çalışacak başka arkadaş bulamadın mı?” diye paylar. Cevat Şakir, “Bu herif, Afyon’da beni öldüremedi. Şimdi eline düştüm, mutlaka beni asar.” diye korkuya kapılır.

Afyon’daki olay Cevat Şakir’in yaşamını etkilemiş, kişiliğine derin izler kazımıştır.

Olayın geçtiği geceyi “fatal gece” diye adlandıracak ve şöyle anlatacaktır:

Tartışma pek karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında birçok tabancalar ve silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Tartışma öyle bir dereceye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rasgele oradaki bir tabancayı alarak -ama onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum- ona doğru nişan almadan ateş ettim. Il y a eu deux coups. İlkin onunki -hemen sonra- benimki. Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü! Ben de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Ama vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güveni kaybettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.”

Cevat Şakir Bodrum’a sürüldükten sonra yeni bir kimlik kazanacak, Halikarnas Balıkçısı olacaktır!

Sürgün yerinin doğasını, insanını tanıyıp kavramaya koyulur. O doğaya kendisi de katkıda bulunmaya çalışır. Tohumlar getirtir, ağaçlar diker. Gönüllü bahçıvan olur. Bodrum sokaklarını bugenvillerle donatır. Turunçgillerin yörede yaygınlaşmasını sağlar. Ekim, dikim işleriyle ilgili bilgileri, deneylerinin sonuçlarını derleyen 300 sayfalık elyazması bir defterdi, elden ele, ilden ile dolaşır.

Arkadaşı Haluk Elbe, “Halikarnas Bahçevanı” adlı yazısında anlatır:

Bana çektiği bir telgrafta, ‘Duydum ki, hamamın önündeki ağaçları kesmişler. Sen onun tohumlarını toplamış mıydın? Merhaba!..’ diyordu. Yine soğuk bir kış gecesi telefon ederek Radyo don olacağını söylüyor. Ektiğin tohumları örttün mü? Onlar böyle havalarda örtü ister.’ demiş beni uyarmıştı.”

Toprağın yanında denize gönül vermiş, onun gerçeklerini, gizlerini kavramaya çalışmış, yapıtlarında dile getirmiştir.
Sürgün yaşadığı yörenin insanlarını, yaşamını yansıtan ürünler vermiştir.


O toprağın geçmişinde yer alan tarih ve uygarlık olgusunu yakından tanımaya girişmiştir.
Bu geniş izlence onun yaşamını doldurmuş, yapıtlarını beslemiş, okurlarına yeni ufuklar açmıştır.

O toprağın bir kızıyla da yaşamını birleştiren, sürgün cezası bittikten sonra orada uzun yıllar geçiren Halikarnas Balıkçısı’nın acıyı bal eyleyen serüveni, sevgi ve bilgiyle temellenmiş bir sanat yapıtı gibi coşku vericidir. Öğreten, düşündüren, insancıl değerler kazandıran bir derstir.


Gelecek sayıda sürgün çilesini kalemleriyle yansıtmış günümüz yazarlarından söz ederek diziyi noktalayacağım.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 86 - 15 Aralık 1983
________________________________________________________________________________________________________________________


Sürgün cezası yazarları sindirmek, susturmak için, çoğu kez de yasal dayanaktan yoksun olarak verilmiştir. İkinci Dünya Savaşı içinde ilerici yazarların pek çoğu yasal gerekçe gösterilmeden İstanbul dışında “ikamete memur” edilmişlerdir. Bu haksız cezayı çekenlerden biri olan Kemal Sülker “Anılara Yolculuk” kitabında, 1943 yılında Tan gazetesinde çalıştığı sırada 1. şubeye götürülüp “tabutluk” denilen hücreye kapatıldığını anlatır. Savaşı müttefiklerin kazanacağını ileri sürmüş olan yazardan, tarihin doğrulayacağı bu bilgiyi “nereden öğrendiği” sorulmaktadır! Hazırladığı grevle ilgili anketi yapmasını kimin istediği öğrenilmeye çalışılır. Polisin aradığı gazeteci Naci Sadullah’ın saklandığı yer sorulur.. Sonunda takipsizlik kararı verilir. Ancak, Emniyet Müdürü, İstanbul’da kalmasını sakıncalı bulduğunu ileri sürer. Sıkıyönetim Komutanlığı da ikamete memur olarak Konya’ya sürgüne gönderir.

Konya’da Emniyet Müdürü siyaset yapmasının, hükümetin politikasına aykırı yolda konuşmasının yasak olduğunu bildirir, “Rüya görsen bile ben onu öğrenirim. Kiminle konuşsan haber alırım. Günü, ayini, hatta yıllarını burada rahatça geçirebilirsin. Efendi efendi yaşarsın. Yok, bu nasihatima uymazsan yandığın gündür. Artık sen kendi yolunu seç. Ya biz sana yardımcı olacağız, ya da sana dünyanın kaç bucak olduğunu öğreteceğiz” der. Karakola sabah akşam imza vermeye gitmeyeceğini ama sivil memurların ardından eksik olmayacağını anlatır. Bir süre sonra yazar İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği dilekyle doğup büyüdüğü, ailesinin yasadigi Antakya’ya nakledilir. Ancak gene içişleri Bakanlığa kısa süre sonra, kendi doğum yerinde kalmasında sakıncalar bulunduğu gerekçesiyle Tokat’a gönderir. Valinin aracıligyla Tekel Başmüdürlüğü’nde kendisine bir iş bulunur. 1947’de Sıkıyönetim sona erinceye kadar orada kalır.

Savaş sırasında ve onu izleyen 2 yıl boyunca her 6 ayda bir uzatılarak sürdürülen sıkıyönetim,
haklarında hiçbir mahkeme kararı bulunmadan, yargılanmadan ve mahkum edilmeden birçok yazarı İstanbul dışına göndermişti.

Bu dönemde ozan A. Kadir’in sürgünlüğü de 5 yıl buldu.
1943’te Bir Sürgün şiiri yayınlandığı zaman Çınaraltı dergisinde Orhan Seyfi OrhonAllah Cümlemize Rahatlık Versin” başlıklı bir yazı yazmış
ve “bu şiir menfi bir kahraman yoldaşın destanıdır” diye ihbarda bulunmuştu.


Savaş yıllarının yaygın temasını işleyen şiir şöyledir:
"Seni bir gün
çekip aldılar topraktan
benzedin köksüz bir ağaca
Önce öğrettiler sana uygun adımı,
sonra büyük şehirlerini gösterdiler Avrupa’nın.
En muazzam saraylar karşısında bile sen evini unutmadın.
Varşova’da kaputun kaldı,
Dunkerk’de arka çantan.
Düştü bütün fotoğrafların Sivastopol’da.
Bir şafak vakti Pris’te bıraktın zavallı yüreğini,
kurşuna dizilenler karşısında.
Lânet okusunlar sana bırak,
iyi bir asker olamadın diye,
ölmesini bildin ya sen arkadaş kurşunuyla,
iki çürük patatesi
ekmek torbanda unutarak!”.

Şiirin yer aldığı Tebliğ kitabı yayınlandıktan 15 gün sonra toplatıldı. Ozan tutuklandı.

Başına gelenleri şöyle anlatmaktadır:

“Kitap yayınlandıktan birkaç gün sonra, Sıkıyönetim’de çalışan yargıç yedek subay olan bir dostum zaten bana, ‘senin dosyanı Sıkıyönetim Emniyet’ten istedi’ demişti. On yedi gün hücrede kaldım. Dört gün dört gece ne yemek, ne de su verdiler. Kapıda nöbet tutan iki polis uyumama ve oturmama engel oldular. Hücreye korlarken kravatımı, ceketimi, bel kayışımı, cigara, kibrit, kalem filan gibi her şeyimi almışlardı bir de.

Bütün sordukları da ‘Sen bildiğini anlat’dı. ‘Şunu, şunu söyle’ demiyorlardı. Belli ki kendilerinin de bildikleri bir şey yoktu ortada. Bu dört günlük hücrenin sonunda yatak getirildi, yemek de verdiler. Arasıra ifade alıyorlardı. Bu kez “Neden açlıktan ve sefaletten söz ediyorsun?’ ve “Neden savaş aleyhtarısın?’ diye soruyorlardı. Özellikle Bir İnsan’ şiiri üzerinde durdular. Ne var ki, benim için verecekleri kararı çok önceden almışlardı. Daha yeni getirdiklerinde masada kâğıtların arasında benimle ilgili bir emrin baş ve son bölümünü görebilmiştim. Orada sürüleceğimden söz ediliyordu. Ama önce bu işkenceyi yaptılar gene de. Sonra da sürgün ettiler. Beş yıl sürdü bu sürgün. Başlangıçta belirli kentler dışında istediğim yere gidebiliyordum. 1945’de de Adana’daydım. Orada Orhan Kemal’le birlikteydim. Biz, bazı fabrikalara filan gidince beni mevcutlu olarak Kırşehir’e yolladılar. Sıkıyönetim kalkıncaya değin orada kalmaya mecbur edildim.

Aziz Nesin 1946 yılında “Nereye Gidiyoruz?” başlığını taşıyan ve Amerikan yardımının siyasal ve ekonomik bağımlılığa yol açacağını savunan bir broşürü dolayısıyla “yayın yoluyla milli menfaatlere aykırı eylemde bulunmak” suçundan on ay ağır hapis ve dört ay on gün de Bursa’dan ‘emniyet-i umumiye nezareti’ altında bulundurulma cezası aldı. Ancak polis, yalnız bir yüzü basılmış formalar basımevinden alıp götürmüş, böylece de basın suçunun “maddi unsuru"nu oluşturacak basılı eser varolmamıştı. O zamanki Basın Yasası’na göre suçun söz konusu olabilmesi için en az iki kişinin yazıyi okuması zorunluydu. Böyle iki kişi de bulunamadı. Yayınlanmayan yazıyı okumuş oldukları varsayılan mürettip ile makinist de tanık olarak getirilince yazıyı okumadıklarını söylediler. Aziz Nesin’le Markopaşa’yı çıkarmakta olan Sabahattin Ali ve derginin İdare Müdürü Haluk Yetiş’in müsveddeyi okumuş olmaları propaganda suçunun oluşması için yeterli sayıldı. Yazar hapis cezasını çektikten sonra Bursa’ya gönderildi. Burada geçirdiği yaşamı “Bir Sürgünün Anıları” kitabında dile getirdi.

Bu yapıtta yazar geçmişin ve kendi döneminin sürgün cezasıyla ilgili olarak şu karşılaştırmayı yapar:

Abdülhamit, kolay kolay adam sürmezmiş. Kendine az çok başkaldıranları önce nişanla, parayla uyutmaya çalışıyor. Olmazsa mutasarrıf,vali, kaymakam mektupçu filan gibi yüksek işlerde taşra illerine yolluyor. Yine olmadı, o zaman sürüyor. Sürgün işi, İttihatçıların zamanına kadar böyleymiş. Sürgünlere ayrıca hükümet aylık bağlarmış. O zaman bir sürgünün eline geçen parayla neler alabileceğini hesaplamıştım. Şimdi tastamam aklımda kalmadı ama, bir sürgün, hükümetten aldığı parayla, günde aşağı yukarı, o zaman, iki kilo et, bir kilo pirinç, bir kilo şeker, iki kilo ekmek alabiliyor; cebinde de cigara parası kalıyor. zaman bir sürgünün sürgün olduğu için aldığı paranın satınalma gücü, bizim sürgün değilken çalışıp kazandığımız paranın satınalma gücünden de çoktu. O zamanlar sürgünler, hükümetten aldıkları paranın meteliğine el sürmeden rahatça yaşayabildiklerinden sürgünde para da biriktirirlermiş. Sürüldükleri yerin eşrafı sürgünleri ağırlar, evlerinde aylarca misafir eder, onlara saygı gösterirlermiş. Eşraf takimi, sürgünün neden sürgün edildiğini bile bilmiyor. Ama, ağaya yakışanı, düşmüşe yardim etmek, onu korumak. Hele sürgün okumuş yazmış adamsa başlarına taç ediyorlar.

Zamanımızda sürgünlük rezillikti. İş arasan iş vermezler; insanlar konuşmaktan bile korkarlar.


SÜRGÜN BİTMEZ

Düzene karşı çıkanlar, ilericiler, aydınlar, onların savunduğu görüşleri yapıtlarında dile getiren yazarlar sık sık sürgüne gönderilerek cezalandırılmak istenmişlerdir.

Bu konuda “niyet” halinde kalmiş bir girişimden A. Kadir şöyle söz eder:

(1960’ın) Mayıs ayında Ankara ve İstanbul sıkıyönetim komutanlıkları sürülecek kişilere ilişkin listeler hazırlamıştı. Bunlar solcuydu doğal olarak. Herkese ‘Nereyi istersin?’ diye soruyorlardı. Sürülecek olanlarımız bavullarını hazırlamıştı bile. İstanbul’daki sıkıyönetim komutanı işi gevşek tuttuğu için biz gönderilmeden 27 Mayıs olay olayı oldu.

1960’ın gerçekleşmeyen hareketi, on yıl sonra çok daha şiddetli bir kırım halinde uygulamaya konur. Sevgi Soysal’in Şafak romanında yazarın bu dönemde Adana’da geçirdiği sürgün yaşamından izlenimler yeralmaktadır. Romanın kahramanı Oya Ertem de yazarın kendisi gibi, 12 Mart döneminde Ankara’da Yıldırım Tutukevi’nde ve Merkez Cezaevi’nde kaldıktan sonra Adana’ya sürgüne gönderilmiştir. Burada cezasının bitmesine bir hafta kala, konuk bulunduğu bir evden “gizli örgüt kurma” ihbarıyla alınarak, sorguya götürülür.

Görevli onunla şöyle konuşur:

Ulan, sen kim! Özgürlük kim! Sen burada sürgünsün, sürgün. Bize her adımının hesabini vermek zorundasın. Görüyorum bu kadarı aklini başına devşirmeye yetmemiş. Ama dur, biz seni adam etmesini biliriz. Kimleri adam etmedik biz, değil senin gibi oruspu parçasını...”

Ertesi sabah, şafak sökerken serbest bırakılır.

Oya özgürlük sorunu üzerinde düşünür:

Hapislik bitti. Sürgün bitiyor. Emniyetten serbest bırakıldı. Ama özgür değil, olamaz. Merkez Cezaevi’ndeki Kürt Firdevs’in, anasıyla birlikte hapsedilmiş Cevdeti gibi, (yahut Adana’da karşılaştığı) Siverek kamyonunu bekleyen (ırgat) Cevdet gibi tutuklanmalı. Onlarla birlikte tahliye olmadıkça, tutuklu. Yoksa, şu aldatıcı göz kırpışına kanıp tahliye ederse kendisini, bir süre sonra yeniden tutuklanacak, Cevdet’in biri ya da bütün Cevdet’ler tarafından.”


ÖĞRETMEN KIYIMININ SÜRGÜNLERİ

Eskiden “nefy diye adlandırılan “emniyet-i umumiye nezareti altında bulundurulma”, “mecburi ikamete memur kılınma” gibi cezaların yazarlara düşünce ve yapıtları dolayısıyla geçmişte ve günümüzde de sik sik verildiğini görmüş olduk. Bu cezalar yasal dayanağı olsa da olmasa da, adalete uygun bulunsa da bulunmasa da yargı organıyla ilgilidir. Ancak, yargı organıyla ilgisiz sürgün cezalari da vardır. Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin görev aldığı dönemden başlayarak, ilerici öğretmenlere görüş, eylem ve yapıtlarından ötürü ceza niteliğinde uygulanan haksız atama işlemleri edebiyatımızda sürgün adıyla anılmaktadır. Başaran’ın Sürgünler adlı öykü kitabında güç koşullar içinde görev yapan, siyasal yönetimin çıkarına uymayan çalışmaları yüzünden cezalandırma amacıyla bir yerden ötekine sürülen öğretmenlerin serüvenleri yansıtılır. Sürgün adlı öyküde ağa ve muhtarın işbirliğiyle devrimci öğretmen Mahmut, başka bir köye sürülür. Köylüler ise, sürgünlüğü “Fakir fukarayı ezdirmemek, onlardan yana olmak” diye tanımlamakta, “Sürgün öğretmen gerek bize...” demektedirler.

Behzat Ay’ın meslek yaşamında sürgün eylemlerinin derin izi vardır, şöyle anlatır:

İlerici tutumumdan ve bu doğrultudaki yazılarımdan ötürü, Milli Eğitim Bakanlığı’nin hışmına uğradım. Kıyıldım. Müfettişlik görevi üzerimden kaldırıldı ve kış ortasında Erzincan’da yerel yöneticilerin ve bakanlığın baskılar yüzünden çileli, bunalımlı bir yaşam sürdüm. Mesleğimden soğutmak, bezdirmek, verimsiz kılmak; kısacası istifa etmem için her türlü baskıyı yaptılar. Direndim. Ama, madden ve manen de az zarar görmedim... Çoluk çocuğumun ve kendimin çektiği çileyi unutamıyorum. Erzincan’da Vali’nin, M.E. Müdürü’nün ve gerici takiminin baskısı yüzünden barınma olanağım kalmadığı için öğretmen olan eşimle birlikte istanbul’u istedik. Bu kez eşimi İstanbul’a, beni Van’a verdiler. Eş durumundan da beni istanbul’a vermiyorlar, yönetmeliğin kapsamına sokmuyorlardı. Öğretmen kıyımıyla ün yapmış olan zamanın genel müdürü istifa etmemi, işçi olarak Almanya’ya gitmemi söylüyordu. Diretince de, “Senin tayinini ben yapamam. bakana git” diyordu. Bakan da genel müdüre gönderiyordu. En sonunda genel müdüre, kendisiyle ilgili bir belgeyi yayımlayacağımı bildirince, hemen İstanbul’a tayinimi yaptığı gibi, belgeyi verirsem daha ileri kademelerde de görev vereceğini vaat etti. Ne ki, kendisi de gitti...

Behzat Ay’ın yaşamöyküsünden gelen çizgiler, bir öğretmen Basri Altınay’ın serüveni biçiminde sürgün adlı romana konu edinilmiştir.


GÖREV VE CEZA

Yurttaşın hakları yanında yerine getirilmesi zorunlu olağan görevlerine,
örneğin “vatan borcu”na kimi yönetimlerce bir sürgün cezası niteliği kazandırıldığı uygulamalar da görülmüştür.

Sürgün Şiirleri” kitabının yazarı Hasan İzzettin Dinamo, bu yapıtının esin kaynağını açıklarken şöyle demiştir:

“Benim sürgüne gönderilişim, 1939-42 arası çok sert şiirler yazdığımdan dolayıdır. Toplumcu şiiri bu yıllarda, bütün yeryüzünü kasıp kavuran faşizmi aşağılamak üzere kullanıyorduk. Hitler faşizminin etkileri çoktan Türkiye’ye girmiş, yerli faşistlerle birlikte, faşizan bürokrat gruplarını düşmanlar olarak karşımıza dikmişti. Bütün bürokratlar kendilerini Gobbels’in birer memuru sanacak kerte yanılgı içindeydiler. Avrupa faşizmi, Türkiye’de kendilerine karşı dikilen toplumcu şair, yazar ve düşünürlere daha fazla katlanamazlardı: Gobbels’in Türkiye’deki etkilileri bizleri Türkiye’nin yasanması, giderek soluk alınması en güç yerlerine sürdüler.

Dinamo’yu Pülümür’e süren anlayış, Mehmed Kemal’i Zara Alayı’na sürükleyecektir. Yazarın yaşam öyküsünden derin izlerle kurulmuş Sürgün Alayı romanının kahramanı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğrenciliği sırasında ilerici Türkiye Gençleri Derneği’nin kurucuları arasında kovuşturmaya uğrar. Gazeteci, ozan kişiliği, siyasal poliste kendisi için bir dosya oluşmasına yol açar. Yedek subay okulunda çavuş çıkarılarak, Zara Alayı’na gönderilir. Er elektrikçi RemziBura sürgün alayı” diyecektir. “Siyasal düşüncelerinden ve eylemlerinden ötürü kuşkulanılan kimselerin toplandığı yerdir.Barzani’nin adamlarından Neco, Turancı Halit ile Şevket, Ticani Hasan, Almanya’ya casusluk suçundan hükümlü radyocu Nuri, “faşistler de, faşizme karşı olanlar da getirilip bir araya tıkılmışlardır.”

Siyasal yönetimin yurttaşlık görevini sürgün cezası niteliğine sokuşunun örneklerinden birini de Başaran anlatır:

Enstitülerde görevli tüm yüksek kısım çıkışlılar toptan askere çağırıldı Milli Eğitim Bakanlığı telgraflarıyla. Şubeler “Bize Savunma Bakanlığı karışır.” deyip geri çevirdiler. Birkaç kez yinelendi bu. Sonunda Savunma Bakanı Cemil Cahit anlaşmaya varılarak, ertelemelilerimiz dahil, yedek subayda toplandık. Donem sonunda 22 yüksek kısım çıkışlı, hapishane arabasına doldurularak memleketimizde pek az kişinin yaşadığı bir yolculuğa çıkarıldı. Aralarında ben de vardım.

Başaran serüvenini “Mehmetçik Mehmet” romanında dile getirmiştir.

Sol düşünceleri yüzünden sürgünde kalan” Hukuk Fakültesi eski asistanı,
öykücü, avukat Demir Özlü’nün serüveninden kimi görünümler ise, “Bir Uzun Sonbahar” romanındadır.

Romanın kahramanı anlatır:

Sürgüne, ceza çekmeye gidecektim. On yedi ay, ya da on sekiz ay sürgün! Bir yandan da, “Hiçbir şey bu’ diye düşünüyordum. Yaptıklarımın, düşündüklerimin gizli cezasıysa, hiçbir şey. Çantamı alıp, evi bırakarak, sürgünümü çekmeye gelirken, ışıl ışıldı düşüncem; yüksekti, içim yükseliyor, bilincim ışıldıyordu ‘Ummadığın yerde vururlar sana, yıkmak için seni, ama işte o anda yüceleşiverir düşüncen, ışıldar, asar gövdenin bütün güçlerini’ diye düşünüyordum.

Hukuk Fakültesi asistanı, yazar Uğur Mumcu, 12 Mart döneminde yazıları için açılan kovuşturmalar sırasında cezaevine alınmış, çıkıp Yedek Subay Okulu’na girmiş, yeniden tutuklanmış, daha sonra “muvazzaflık hizmetini -çavuş da değil- er olarak tamamlaması” uygun görülmüştür. Yürütmenin durdurulması için açtığı davayı kaybetmiş, askerlik görevini er olarak tamamladıktan bir yıl sonra ise, aynı mahkemede işlem iptal edilmiştir! Mumcu’nun serüveni de, “Sakıncalı Piyade” adlı yapıtına konu olmuştu.


İŞ SÜRGÜNLERİ

Geçimlerini doğup büyüdükleri, ailelerinin yaşadığı yerin dışında arayan emekçilerin, gurbetçilerin serüveni elbette “sürgün” konusuna uzaktır.
Ancak 1960’tan sonra yurt dışına işçi göçüyle ilgili olarak bu terimin kullanıldığı da görülmektedir.

Örneğin Almanya’da işçi olarak çalışan Güney Dal’ın konuyla ilgili romanı İş Sürgünleri adını taşımaktadır.

  • Bekir Yıldız,
  • Fethi Savaşçı,
  • Fakir Baykurt,
  • Yüksel Pazarkaya,
  • Adalet Ağaoğlu,
  • Necati Tosuner,
  • Aysel Özakın,
  • Füruzan gibi yazarların dile getirdiği gerçeklerden bir bölümü, Güney Dal’ın yapıtında da yer almaktadır.

İş Sürgünleri, anayurtta 12 Mart olgusunun yaşandığı dönemde Köln’de Ford fabrikasında Türk işçilerinin yasal olmayan bir greve girişmelerini konu edinmiştir. İzinden dönüşlerini geciktirdikleri gerekçesiyle 500 Türk işçisi fabrikadan çıkarılır, bu eksikliği geride kalanların gidermesi için daha yüksek verimde çalışmaları istenir. Grev, şiddet önlemleri ve sudan vaatlerle sona erer.

Yazar, “sürgün” diye nitelediği kahramanlarından birinin bu yabancı ortamdaki konumunu şöyle dile getirmiştir:

Kendisiyle hiç ilgili olmayan bir uygarlığın, bir kültürün kafesine yeniden tutsak ediliyordu. Bir yabani hayvan gibi, yasama ancak sezgileriyle çakışacaktı. Ve sezgilerinin yöresini kavramaya yetmediği her durumda hırçınlaşacak, bir yabaninin canını korumak için yaptığı hareketleri yapacaktı. Bu yabancı kültürün insanları da ona, anlayamadıkları bu yaratığa, bir yabanıla, bir ilkele yaklaşacaklardı. Yani bazen yapmacık bir sevecenlik ve içtenlikle, bazen de bir sömürgecinin acımasız hayvan yüreğiyle.”

Grev olayını değerlendiren bir Alman sendikacının getirdiği tanı da şöyledir:

"Hepimiz bu insanlara bir zenci gibi, bir sömürge halkı gibi bakıyoruz.
Ne insanca güvenliklerini, ne toplumumuz içindeki bir yığın sorunlarını düşünenimiz var.
Söz konusu olan yalnızca fabrikalarımızın üretim politikası.”

Yurt dışındaki işçilerin ve onlar arasında yaşayan, onların sorunlarını dile getiren,
hatta Almanca ürün veren Türk yazarlarının “sürgün” diye adlandırıldığı görülürken, buna kesin biçimde karşı çıkanlar da olmaktadır.

Örneğin, “Almanya Gurbeti”, “İş Arkadaşları” gibi yapıtların sahibi Fethi Savaşçı’nın yargısı şudur:

Bir sürgün edebiyatı sözü aldı yürüdü birkaç yıldır. Biz Türk yazarları bir kez Almanya’da ya da başka ülkelerde sürgünde değiliz. Kimse bizi buralara sürmedi. Burası ne Fizan, ne de Yemen! Ne de Magosa zindanı! Taif zindanı hiç değil. Biz Jön Türkler de değiliz. Kendi isteğimizle geldik buralara. Ekonomik güçsüzlüğümüz bizi buralara sürükledi.”


SON BİR ÇİZGİ

Sürgün tablosunun tamamlanması için eklenebilecek çizgilerden biri, sürgünde yetişen çocuklar olabilir.
Böyle bir tanıklığı ancak Orhan Kemal’in yaşam serüveninde bulabiliyoruz.

Orhan Kemal, ilk Büyük Millet Meclisi’nde Kastamonu milletvekili olarak görev almış avukat, gazeteci Abdülkadir Kemali Öğütçü’nün oğludur. Abdülkadir Kemali, Serbest Fırka - Halk Fırkası çekişmeleri sırasında Adana’da Ahali Fırkası’nı kurmuş, siyasal çekişmeler yüzünden Suriye’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Orhan Kemal’in babasıyla birlikte Beyrut’ta sürdürdüğü ilk gençlik yaşamı, “Baba Evi” ve “Avare Yıllar” kitaplarındadır. Bu iki romanda siyasal sürgünün yaşamı arasında Orhan Kemal’in 17-18 yaş serüveni yer alır. Abdülkadir Kemali, Beyrut’a eşini ve 5 çocuğunu getirtmiştir. Ancak Lübnan uyruğunda olmadığı için avukatlık yapamaz, bir lokanta açar, yürütemez. Genç Orhan Kemal öğrenimini sürdüremez. Bir ara basımevi çıraklığı yapar. Okumak üzere Adana’ya anneannesinin yanına döner, fakat okulda başarılı olamaz. Bu arada babası Kudüs’e geçer. Adana’daki toprakları hükümetçe “idari haciz” altına alınır ve komşu toprak sahiplerince “fuzulen” işgal edilir. Okulu bırakan O. Kemal, babasının bıraktığı korkulu ad yüzünden uzun süre iş bulma olanağından da yoksun kalır...


Sürgün, uzun bir çile olmuştur.
Bu dizide sürgünde yaşamış, bu serüveni yapıtlarına yansıtmış yazarları kısaca konu edindik.
Acılarına, direnme güçlerine tanık olduk. Sorunlarını tanıdık.

Sürgün çilesinin gelecek kuşakların yaşama gündeminden tümüyle kalkmasını,
yazarların düşünceleri, inançları yüzünden bu cezaya da, başka cezalara da, artık hiç çarpılmamaları dileğiyle sözümüzü noktalayalım.



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 87 - 1 Ocak 1984