25 Kasım Cuma: Bugün, TÜYAP Kitap Fuarı açıldı. Yüze yakın yayınevinin binlerce kitabı yakılmak, toplatılmak, yasaklanmak, sansür edilmek için değil, sergilenmek, okurla buluşmak, birlikte olabilmek, okunmak, bilinmek için bir araya geldi. Sanki tüm Türkiye’nin kalbi bu fuarda atıyor gibi... Açılışta, tüm yazarlar arasında Aziz Nesin’i görüyorum. Bir standtan ötekine dolaşırken “ne müthiş olay!” diye tekrarlayıp duruyor. Her karşılaştığıyla, olayın “müthişliği” üzerine tartışılıyor. Bu müthişliği onaylıyor.
Açılıştan sonra, fuarı gerçekleştirenlerin verdiği yemekte, Aziz Nesin’in yanında oturuyorum.
Garaudy de aynı masada. Aziz Nesin, Garaudy’den en uzak köşeyi seçti kendine. “Hayır, adam, ‘âşık oldum, sevdiğim kadın Müslüman olmamı istedi, ben de oldum’ dese anlayacağım. O zaman haklı. Ama böylesini hiç anlayamıyorum.” ...Bütün gece Aziz Nesin anlattı, ben dinledim. Yazarlar Sendikası’nın duruşmasını anlatıyor. Daha yapacak öyle işi var ki, neme lâzım, duruşma sonuçlanmadan yapılacak işlerini bir bitirsin de o... Sonra Nesin Vakfı’nı, Vakfa aldığı altı çocuğu anlatıyor. Yetişmeleri, öğrenimleri, giyim kuşamları, her şeyleri Vakfın sorumluluğunda “Onları öyle seviyorum ki, anlatamam” diyor. Ve yalnız onları anlatıyor... Sonra yarını anlatıyor. Yarın Cumartesi. Çocuklar Çatalca’dan İstanbul’a gelecekler. Önce hep birlikte Kitap Fuarı’nı gezecekler. Aziz Nesin kitaplarını imzalayacak. Sonra hep birlikte tiyatroya gidecekler. Yerlerini çoktan ayırttı bile. “Düşün hayatlarında ilk kez tiyatroya gidecek bu çocuklar! İçlerinden birinin elbisesi yok, elbise alınacak. Cumartesi akşamı İstanbul’da yatacaklar. Çünkü Pazar günü yeniden Kitap Fuarı gezilecek.” Altı çocuk için dev bir serüven. Yemek bitti, gece bitti, Aziz Nesin’in altı çocukla ilgili sevinci, gözlerindeki parıltı bitmedi.
26 Kasım Cumartesi: Çocuklar İstanbul’a geldi. Sevinç, keyif Nişantaşı’nda bir evdeler. Saat onbire geliyor. Serüvene çıkmadan önce yemek yemeli. Aziz Nesin mutfakta yemek hazırladı. Tam sira salataya gelmişti ki... Sağ tarafı, sağ bacağı... Sağ ayağı gidiyor, sağ ayak yok gibi... sağ kolu da... hani vapur demir alırken bir büyük gürültüyle boşalır ya, işte öyle... Sağ tarafından ağır mı ağır bir zincir boşalıyor ama sessiz, ama gürültüsüz... Bir şeyler yapmalıydı, hareket etmeliydi, durmamalıydı, hiç durmamalı, banyoya duşa gitse, soğuk su... hayır yatağa... tutunmalı, nereye, nasıl, sağ tarafı... İçeri seslendi... İçerden koşan arkadaşı kucaklamak istedi... Sağ tarafı tonlar ağrlığındaydı. “Bırak, inme bu” diyebildi ve yığıldı... Çocuklar ağlıyordu.
Üst kattaki doktor.... taksi. Okmeydanı Sosyal Sigortalar Hastanesi. Doktorlar. Profesörler. Konsultasyon. Beyin kanaması. Kısmi felç. Aziz Nesin’in ilk tepkisi: “Okurlara çok ayıp oldu. Bugün kitap imzalayacaktım.”
Evde çocuklar ağlıyordu. En büyük çocuk Aziz Nesin su koyvermişti.
Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece: Aziz Nesin kanayan beyniyle düşünüyor. Doktorları duydu, her şeyi duydu. Her şeyin farkında. Düşündü, düşündü... ağlamaya başladı. Ölüm kararını vermişti. Ondan ağlıyordu. Hayır, böyle yarım insan, yatalak, inmeli yaşayamazdı. Öyleyse ölmeliydi. Bir hap... hepsi bu... Ölüm kararı alan Aziz Nesin ağlıyordu.
27 Kasım Pazar: Beyin elektroları, Çapa Tıp Fakültesi. Nöroloji Kliniği. Aziz Nesin uyuyor. Yüreği uyumuyor. Bedeninin yarısı uyuyor, yarısı uyumuyor. Beyni: On milimetrekarelik bir alan dışında o da uyumuyor... Öyleyse... acaba... belki... bir umut...
Bu arada bir haber geldi: Hani ne zamandır Aziz Nesin’e pasaport verilmiyor ya. Neme lâzım, “tehlikelidir” falan diye...
Haber geldi: Tamam pasaport işi oldu, izin verdiler diye. Aziz Nesin’in tepkisi: “Artık pasaport istemem. Alsınlar...”
Haber geldi: Tamam pasaport işi oldu, izin verdiler diye. Aziz Nesin’in tepkisi: “Artık pasaport istemem. Alsınlar...”
28 Kasım Pazartesi: Aziz Nesin’in belki de beyninden çok kanayan yüreğini dinliyorum. İçeri ziyaretçi alınmıyor. Ondan,yalnız birkaç dakikacık. Gözyaşlarının yeri değil, sıkı durmalı. Hem kimin bu gözyaşları, onun mu, benim mi, milyonlarca okurun mu? Yaşamayan sağ yanının üzerine yatmış, “Bak gördün mü, bir saat içinde ne hale geldim” diyor. “Kendime hiç yakıştıramıyorum... Öyle ağrıma gidiyor ki...” diyor. (Ah bir de benim ağrıma gidenleri bir bilseniz! Bir duruşmadan ötekine! Bir savcıdan ötekine! Bir soruşturmadan ötekine! 72 kitap, milyonla okur, yaş 69! Yüzün üstüne yargılamadan çoğundan beraat. Ancak duruşmalar sonuçlanıncaya dek, beklerken fazladan yatılmış toplam beş buçuk yıllık hapis!) “Yapmam gereken daha öyle çok iş var ki... Kitaplar, Vakıf... Elim ayağım tutmazsa...”
Tutacak! Mutlak tutması gerek! Yoksa içinde yaşadığımız her olaya kim sahip çıkacak! Kim tepki gösterecek! İnsan onurunu, aydın kişi onurunu kim koruyacak! Ağlamak yok! Aziz Nesin’in eli ayağı tutacak.
Akşam üzeri Aziz Nesin ayağını çok hafif oynatabiliyor. Doktorlar şaşkınlık içinde.
29 Kasım Salı: Yok, bu iş olacak gibi. Aziz Nesin hiç yazmadan durabilir mi! En iyisi sol elle yazmayı öğrenmek. Çalışıyor, çalışıyor. Eski Türkçe yazmak daha kolay sol elle. Ama yeni Türkçeyi de çalışmalı, çalışmalı, çalışmalı... Sol eliyle şiir yazıyor Aziz Nesin. Sevda şiirleri. Demedim mi yüreği “tutuyor” diye...
Bir dergiye verilmiş sözü var. Kimi bulursa, beyin kanaması geçiren kafasındaki yazıyı dikte ettiriyor.
Gizliden gizliye, kimselere belli etmeden çalışmayı sürdürüyor:
Şu sağ eli biraz daha kaldırabilsem. Şu sağ bacağı... biraz daha... biraz daha.
30 Kasım Çarşamba: Sabah hastane odasına giriyorum ki camlar açık, yatakta sabah jimnastiği yapıyor. Başında fizikoterapist Dalca Güngör. Şimdi ayak parmakları, şimdi ayak bileği, yine kol.. Her milimlik harekette sarfettiği gücü yüzünde izliyorum... “Yoruldunuz artık”... “Hayır, bir daha deneyeyim...” “En zoru baş parmakla küçük parmağı birbirine değdirmek” “Yapmalıyım. Yapacağım!”...Şakaklar zonkluyor, yüzünden ter boşanıyor, zorlanıyor, zorlanıyor... Bir de ayakta durmayı denesek mi? Sanki tonlarla yük aşağı çekiyor. Ama beyni, yüreği ve o müthiş azmi var ya! İşte ayakta durdu! Bir adım, bir adım daha! Heeyt! İki adım... İki adım atabilmenin bunca büyük bir nimet olduğunu, kim bilebilirdi Aziz Nesin kadar şu anda!
Artık keyifliyiz ya, mutluyuz ya, o şiirlerini okuyor, ben dinliyorum.
31 Kasım Perşembe: Aziz Nesin basın toplantısı yaptı. “Kefeni bu kez de yırttık. Bu kaçıncı, zaten bana kefen dayanmıyor” diyen Aziz Nesin bundan böyle “sağlı sollu yazacağını” açıkladı. Yalnız tedavisini yürüten değil, dostluğuyla, sohbetiyle de güç veren Prof. Coşkun Özdemir, “iyileşecek” diyor.
1 Aralık Cuma: Hastane odası artık ziyaretçilere açıldı. Zaten dostları, yazar arkadaşları günlerdir, odasında, oda kapısının dışında, hastane kapısında onu bir an bırakmadılar ki... Odası çiçek bahçesinden farksız. Her gün gelen telgraftardan, mektuplardan geçilmiyor. Gelmiş geçmiş devlet adamlarından, ünlü sanatçılardan, yazarlardan, sokaktaki adamdan, okurlarından, 50 yıldır görmediği Darüşşafaka ilkokulu arkadaşlarından... Her birini okşuyor, her birine ayrı ayrı seviniyor... “Galiba beni seviyor bu insanlar...”
Mektuplar, telgraflar kucağımda, hepsini tek tek açıp okuyoruz. Tümünde geçmiş olsun dileklerinin yanı sıra, yıllardır Aziz Nesin’i Aziz Nesin yapan özellikler vurgulanmış... Tümü umutlu, kimse inanmıyor Aziz Nesin’in yarım insan olabileceğine. Beyni bile kanasa, o hep Aziz Nesin olarak sürdürecek yaşamı... Mektupları, telgrafları okuyoruz: “Özverili çabanız...” diyen “Devlete yük olmadınız, insana zarar vermediniz, öyleyse şimdi...” diyen ama en çok, en çok “bunu da yeneceksiniz”, “tüm yaşamınız zorlukları yenmekle geçti, bunu da yeneceksiniz...” diyen...
2-3 Aralık Cumartesi-Pazar: Yaşasın! Çatalca’dan çocuklar geldi. Altısı birden.
Artık ağlamıyoruz. Oda cıvıl cıvıl, karşısında gülüp duruyor altı çocuk...
“Bak biliyor musun, ben çocuklara öyle sevgimi, duygularımı pek gösteremiyorum. İstesem de gösteremem... Ne bileyim, kucağıma alıp oturtmam, ha bire sarılıp okşamam, okşayamam... Bir bakıma mesafeliyimdir... Ama yine de onlar öyle iyi biliyorlar ki, onları ne çok sevdiğimi. Hiç kuşkum yok, biliyorlar.”
İçimden söylüyorum: Bilirler Aziz Bey, bilirler... Doğrusu Aziz Nesin sokakta yürürken, ya da ne bileyim, herhangi bir yerde okurlarıyla karşılaştığında onları kucakladığını, kucağında oturttuğunu, sarılıp öptüğünü, okşadığını sanmıyorum. Ama yine de okurları öyle iyi bilir ki Aziz Nesin’in okurlarını, halkını, insanlarını sevdiğini...
Aziz Nesin, en sonunda çocukları tiyatroya da yolladı, Kitap Fuarı’nı da gezdirtti ya şu hafta sonu, artık içi rahat.
4 Aralık Pazartesi: Sabah egzersizleri devam ediyor. Hem de artık sağ bacağa ve kola ağırlık konarak...
Azar azar da olsa yürümeyi sürdürüyor: “Hani kabadayılar vardır, şöyle yampiri yampiri, bir cakalı yürürler. Ben de önce yengeç gibi yürüyordum, şimdi kabadayı gibi yürüyorum... Görüntüsü çok mu çirkin? Ne dersin, acaba bundan sonra kabadayılığa mı heves edeceğim...”
Çalışmayı, yazmayı sürdürüyor: Üstelik bugün hastane odasına bir de çalışma masası geldi.
Artık yattığı yerden değil, oturduğu yerden yazıyor. En çok da sevda şiirleri...
Aldığı mektupları okumayı sürdürüyor:
İşte yine bir okurundan, belki de ilke ulu bitirmemiş ama duygularını şiirle dile getiren bir okurdan:
”...Bize kim olduğumuzu
Düşündürensin
Bizi kendi hatalarımıza güldürensin
Büyüklüğün bundan
Ve sevgiyin çokluğundan” diyen bir mektup.
Ansızın mektupları bir yana bırakıyor. Yerinden ha fırladı, ha fırlayacak: “Olacak şey değil! Filmi yaktılar ha! Bir bu kalmıştı, demek bunu da yaptılar!” Öfke, kızgınlık Ardından, “Nee! Şehir Tiyatroları...” diye başlıyor ve sürdürüyor... Tamam, anlaşıldı Aziz Nesin iyileşti demektir. Bu odadan da tepki göstermeye başladığına göre! Dışarda olsaydı, şimdi ne yazılar, ne telgraflar döşenmişti!
5 Aralık Salı: Bugün keyfimiz yok. Öyle yorgunuz ki... “Ben bittim artık. Neden bunca yorgun hissediyorum kendimi... Bu yorgunlukla çalışamam ki...” Konuşacak hali bile yok. Sanki her bir yandan tuttuğu ve kaldırmaya çalıştığı halterler, ağırlaştıkça ağırlaştı... “Ben tez canlıydım. Yerimde duramazdım. Oysa şimdi öyle yorgunum, öyle ağırlaştım ki... N’oldu bana böyle!”
Beyin kanaması geçirdiniz, felç geçirdiniz, daha 10 gün bile olmadı, demedim elbette. Hazır o “unutmuşken”...
6 Aralık Çarşamba: “Keşfettim! Buldum! Müthiş bir keşifte bulundum!” Nerdeyse yerinde zıp zıp zıplayacak. Böyle karşıladı beni.
“Hayrola Aziz Bey, ne buldunuz? Yeni bir dize mi?”
“Yok, yok, dizeler bol! Asil dünkü yorgunluğumun nedenini keşfettim! Oh, bir rahatladım, bir rahatladım. Bak anlatayım. Ben yüksek tansiyonlu bir insanım. Bunca yıl yüksek tansiyonla yaşamışım. Yerimde duramamam tezcanlılığım,hop oturup kalkmam, konuşurken bile heyecanlanıp bağırıp çağırmam hep bundan. Bütün bu heyecan, bu telâş, bu canlılık yüksek tansiyondan! Şimdi burda tuttular, bana habire tansiyon düşürücü veriyorlar. İlaçları aldıkça tansiyon düşüyor ama ben de sakinleşiyorum, tembelleşiyorum, pelteleşiyorum, yayılıp kalıveriyorum. İşte bütün mesele bu! Bunu keşfettim ya, şimdi rahatladım!”
Sonra... hiç abartmıyorum, bugüne dek gördüğüm en yaramaz çocuk tavrıyla, gömleğinin cebinden bir şeyler aldı ve avucunu açıp bana uzattı: “Bak, bugün verdikleri tansiyon ilaçlarını yutmadım, şimdi turp gibiyim!” Olamaz. İnanamıyorum. Ama avucunun içinde iki küçük hapı da görüyorum. “Doktor size almanız için bu hapları veriyor, siz de almayıp cebinizde saklıyorsunuz, öyle mi?” Kıs kıs gülüyor, başıyla evet diye işaret ederken. Benim bildiğim beş yaşındaki çocuklar böyle yapar, 69 yaşındakiler değil! Peki şimdi ben ne yapmalıyım. Gerçeği doktorlara söylersem mi, yoksa söylemezsem mi, Aziz Bey’e “ihanet” etmiş olurum?
Neyse, ertesi sabah kendisi söyledi de mesele halledildi.
7 Aralık Perşembe: Hastaneye yattığından beri her gün yanından ayrılmayan, her fırsatta onu yoklayan hastabakıcılar, hemşireler, doktorlar, öğretim üyeleri, asistanlar, öğrenciler, stajyerler ziyaretlerini sürdürüyorlar. Onları gördükçe Aziz Nesin’in içi açılıyor, keyifleniyor. Gözlerinden okuyorum bunu.
Ziyaretlerden fırsat bulduk, konuşuyoruz. 12 gün öncesini. Yine o anlatıyor, ben dinliyorum: “İnme indiğini anladığım an çok düşündüm. Kararımı verdim. Eğer umut yoksa, kesin öldürecektim kendimi... ilaçla... İnsanın kendine egemen olma özgürlüğü olmalı. Bak, kâğıt üzerinde insana her hakkı vermişler de, bu hakki, kendine, kendi bedenine egemen olma hakkını ve özgürlüğünü vermemişler... Onun için ağladım. Ölüm kararı aldığım için. Hayatı Öyle seviyorum ki, ondan ağladım. Ama hayatı çok seviyorum diye de köpek gibi yaşanmaz... İnsan hayata küçük parmağıyla, serce parmağının ucuyla, tırnağıyla dokundu mu, tutmalı yakalamalı. Bir kez yakaladı mı bırakmamalı hayatı. Sımsıkı sarılmalı... Ama dokunamazsan, sülük gibiysen o zaman bırak, yaşama daha iyi...”
Biliyordum. Aziz Nesin’in beyninden çok yüreğinin kanadığını...
8 Aralık Cuma: Bugün yine telaşlı bir günümüz. “Ayın 26’sına kadar mutlak toparlanmalıyım. Yazarlar Sendikası’nın duruşması var. Orda hazır olmalıyım.” Ne? 15 gün sonra yatağından kalkıp duruşmaya mı gidecek? “Elbette. Orada olmalıyım. Orada olacağım.”
Sonra: “Nesin Yıllığı’nı ihmal etmemeli. Yıl sonuna dek mutlak bitmeli, aksamamalı.”
Sonra: “Böyle Gelmiş’i öne aldım. Önce onu bitirmeli...”
9 Aralık Cumartesi: “O ilk gün inme indiği an, hani pantolona bacağını geçiremezsin öyle boş boş sarkar ya, kolunu geçiremezsin ceket kolu sarkar ya, işte kolum bacağım öyle bomboş sarkıyordu... İnme olduğunu anladığım an hareket etmeye çabaladım, bir dursam, her şey bitecek gibiydi... Bak bu arada neyi farkettim. Biz organlarımızı sevmiyoruz. Oysa organları sevmek gerek. İnsan, kolunu, ayağını, gözünü sevmeli. Herbirinin bir işlevi var... Çok umutsuzdum ama şimdi umutluyum. Tek umutsuzluğum, çalışma gücümün azalması... Daha evde 500 hikâye var. Notları alınmış. 60 oyun var, bitmemiş. Daha bunlar yazılacak...”
10 Aralık Pazar: “‘Neden yazmam gerek’ Çünkü kendimi borçlu hissediyorum... Bunca insan bedava sevmiyor beni... Borcum var insanlara, ondan yazmalıyım.”
11 Aralık Pazartesi: Bugün dergi baskıya giriyor. Şimdilik hoşçakalın Aziz Bey. Beyninize karışmam ama, yüreğiniz hep böyle kalsın e mi?
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 86 - 15 Aralık 1983
Aziz Nesin 70 [100] yaşında
70 yıla sığdırılan zorlu 7 uğraş
Aziz Nesin'in 70. yaş günü 3 Aralık Pazartesi akşamı Şan Sineması'nda düzenlenecek bir programla kutlanacak.
Tüm geliri Nesin Vakfı'na verilecek olan şölende;
- Melih Cevdet Anday,
- Çetin Altan,
- İlhan Selçuk,
- Haldun Taner,
- Cevat Çapan ve
- Onat Kutlar konuşmalar yapacak.
Ahmet Gülhan ile Müjdat Gezen'in takdimcilik görevini üstleneceği programda:
- Metin Akpınar, Zeki Alasya, Genco Erkal, Ahmet Gülhan'ın birleşik ve ayrı skeçleri,
- Yıldız Kenter, Müşfik Kenter ve Şükran Güngör'ün Aziz Nesin'den derledikleri şiir demeti,
- Muammer Sun'un besteleyip piyanist Seher Tanrıyar'la soprano Yekta Kara'nın sunacağı “Sol El Konçertosu”,
- Fevzi Tuna'nın gerçekleştirdiği “Çağımızın Nasrettin Hocası” adındaki yirmi dakikalık film,
- Hümeyra, Zülfü Livaneli, Timur Selçuk ve Rahmi Saltuk'un ilginç bir biçimde verecekleri konser yer alacak.
- Ayrıca Müjdat Gezen, Aziz Nesin ve Vakıf'ta yaşayan sekiz çocukla sahnede bir röportaj yapacak.
1 - Öykücü Aziz Nesin | Atilla Özkırımlı
Milliyet Sanat'ın 2 Ocak 1976 tarihli 165. sayısında, dergi okurlarınca 1975 yılının sanatçıları arasında yer almaya değer görülen Aziz Nesin için bir altmış yıl yazısı yazmışım. Bu kez, 1984'ün Aralığında yetmişine giren Aziz Nesin'in öykücülüğü üzerine kısa bir değerlendirme istendi benden. Dileğim on yıl sonra seksenine girecek Aziz Nesin için yazabilmek yine.
Ve yine yazıma 1976'da yazdığım şu satırlarla girmek:
“Sözün gerçek anlamıyla bir sanatçıdır o, hikâyelerinin en belirgin özelliği mizah olan bir hikâyeci. Mizah onda düzene yöneltilmiş bir eleştiridir, toplumsal bozuklukların en açık, en vurucu biçimde sergilenmesidir; okurla bağlantı kurmanın ve etkileyici olmanın en kestirme yoludur. Siyasal bir tavrı olan, yazdıklarıyla siyasal bir kavgayı sürdüren yazarın, kuruluğa, belli bir düzeyin altına düşmemesi, aslında idealizmin başka bir çeşidi olan slogan edebiyatına kapılmayışı, mizah bilinçli olarak kullanmasının sonucudur. Aziz Nesin'i büyük, erişilmez yapan da budur.”
Onun ustalığı, kendinden önce taklide, gülünçleştirilmiş tiplere, gülünç olaylara dayanan ve salt güldürmeyi amaçlayan mizah öyküsü anlayışını değiştirme çabasında yatar. Mizahin değişmez aracı abartma, onda, hiciv çizgisini aşarak humorla beslenir ve uyaran, düşündüren bir mizahın aracı olarak kullanılır. Her şey bir öyküdür onun için. En basit olaylardan bile öykü çıkarabilen yaman bir gözlemcidir çünkü. Toplumsal düzendeki çarpıklıkların, kurumların işleyişindeki aksaklıkların günlük yaşayışa, insanların dünyasına yansıma biçimlerini yalın bir anlatımla sergilerken görünenin ardındaki görünmeyeni neşterler.
Bununla da yetinmez Aziz Nesin. İnsanları belirli alışkanlıkları, duyuş, düşünüş ve davranış biçimleri çevresinde tipleştirir. Kişilerinin toplumsal konumunu, bu konumun yol açtığı çatışmaları, uyumsuzlukları anlatırken de sevecenliği elden bırakmaz. Onun öykülerinde son elli yılın sosyo-ekonomik, siyasal, kültürel değişme ve gelişmelerini, halkın bu gelişme sürecindeki tavrını buluruz. Bu anlamda Aziz Nesin, her sınıftan insanın, değişik çevrelerin konu edinildiği öyküleriyle, kendi deyimiyle söylersek çağdaş Türkiye'nin toplumsal topoğrafyasını verir.
Ama tek bir biçime de saplanıp kalmaz öykülerinde. Masalı, halk hikâyesini de dener. Soyutlamalara girmekten çekinmez. Onun için anlatacağı şey önemlidir ve sanki hangi biçimde olursa olsun söylemek istediğimi söylerim der gibidir. Söyler de. Böylece özden biçime Türk mizah öykücülüğüne Aziz Nesin çizgisini çeker.
2- Romancı Aziz Nesin | Vedat Günyol
Büyük gülmece ustası Aziz Nesin'in bugünlerde yetmişinci yaş gününü kutlayacağız. Benden onun romanları üstüne kısa bir yazı istendi. İsteği geri çeviremedim, bana ters düşmeyen hiçbir isteği geri çevirme gücüm olmadığı için. Ama, sonra düşündüm. Güç bir işti bu benim için. Ben, Aziz Nesin'i gülmece öyküleriyle kafama, yüreğime konuk etmiştim, “Kazan Töreni”, başlıklı o olağanüstü öyküsünü okuduktan sonra. Gel zaman git zaman, “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”de yakaladım içindeki o insan cevherini, “tek paslanıp pislenmeyen insan özünü”
Aziz Nesin'in romanları!
Evet, romanları!
Hepsi de toplumsal birer yergi olan bu romanlar içinde beni en çok ilgilendiren üçü oldu:
“Zübük”,
“Tatlı Betüş” ve
“Surname.”
“Zübük” bir taşlama romanı. Bir doğu ilçesinde geçer olay. Romanın başkişisi Zübükzade İbraam Bey, çevresinin saflığından yararlanıp önce belediye başkanı, sonra da milletvekili olan dolandırıcı bir tiptir, demokrasi deneyimciliğimizde yüzlerce örneğini gördüğümüz kurnaz, anasının gözü, yırtık tiplerden sadece biri. Zübük adı, bu romanla artık bir simge niteliği kazanmıştır, tıpkı Gonçarov'un Oblomov'u gibi. Demokrasi yaşamımız, belediye başkanından milletvekiline uzanan bir çizgide yerli yerini bulmuş, zübüklerle dolup taşmıştır.
“Tatlı Betüş”, köy kökenli bir kızın, sömürüle, satıla aldatıla girdiği bir aşağılık çevrede, alçak sosyete kişilerin arasında geçen serüvenini dile getiriyor. Güzelliği ve zekâsıyla girdiği sosyeteden yıprana yıprana, kişiliğini yitirip “yampiri karı” olarak yaşamına son veren bir kadının romanı bu. Aslında, sosyete denilen, bugün hâlâ, boyalı basında, içki masalarında boy boy resimleri çıkan sırıtkan, yıyışık bakışlı, iğrenç, beş para etmez kadınlı erkekli bir özel topluluğun içyüzünü sergiliyor bu roman. Bir gülmece romanı değil, bir ağlamaca romanı.
“Surnâme”ye gelince, onun bir ayrıcalığı olmalı Aziz Nesin'in yüreğinde. Surname, biliyorsunuz, Osmanlı döneminde padişah çocuklarının sünnet düğünleri ile kızlarının evlenme törenlerinde düzenlenen şenliklerin minyatürlü, düz yazılı, uyaklı anlatılarıdır. Aziz Nesin, “Surnâme”sinde bir sünnet ve düğün şenliğini değil, bir idam şenliğini dile getiriyor, yürekler acısı bir şenliği: idam denilen yürekler acısı bir gerçeğin öyküsüdür, ciddinin ciddisi bir öykü.
“Surnâme”nin basarisi son bölümünde, idam şenliğine gelen bilinçsiz insan topluluğunun eşine az rastlanır bir anlatımla dile getirilmesidir. Bilinçsiz, ilkel bir kalabalığın, ipe çekilen bir insanı seyretmek için Türkiye'nin dört bir bucağından gelip, çoluk çocuk, satıcı, şarkıcı, üçkâğıtçı karman çormanlığı içinde nasıl davrandığını ustaca dile getiriyor Aziz Nesin. O Aziz Nesin ki, sergilediği, yerdiği, kolundan paçasından tutup yere çaldığı, ama yine de insan sıcaklığından ayrılmayıp bağrına bastığı insan panayırının, nerde olursa olsun, her bireyini, güle eğlene gözlerimiz önüne seriyor.
“Böyle gelmiş böyle gitmez” diyor Aziz Nesin.
Bütün ürünleri, gülmece olsun, ciddi olsun, bütün ürünleri aynı şeyi söylüyor, yüksekten ve yücelerden:
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez.
Gitmeyecektir diyorum ben de.
3 - Oyun yazarı Aziz Nesin | Cevat Çapan
Aziz Nesin gene sahnede. Onu Marko Paşa yıllarından bu yana, kırk yılı aşkın bir süredir yazdığı mizah öykülerinden, gazetelerdeki köşe yazılarından ve oyunlarından tanıyıp izleyen okurları ve hayranları, “O ne zaman sahneden uzaklaştı ki, şimdi yeniden sahnede olduğu söyleniyor?” diye yazımın bu ilk cümlesine karşı çıkabilirler. Karşı çıkmakta haklıdırlar da. Ama bu kez Aziz Nesin yetmiş yaşında bir delikanlı olarak sahneye çıkıyor. Bu yazı da onun yetmişinci yaşını kutlamak, özellikle de onun oyun yazarlığını alkışlamak amacıyla yazılıyor. Evet, Aziz Nesin kırk yılı aşkın bir süredir sahne ışıklarının altında. Herkesin gözü önünde durup dinlenmeden öyküler, romanlar, köşe yazıları, oyunlar, şiirler yazıyor. Yazdıkları durmadan yeni baskılar yapıyor, yabancı dillere çevriliyor, oyunları yabancı ülkelerde oynanıyor. Yazarlık ve yurttaşlık sorumluluğunu her zaman coşkuyla yüklenen bu çalışkan sanatçı bununla da yetinmeyip vakıf kuruyor, Türkiye Yazarlar Sendikası'nın başkanlık görevini onurla sürdürüyor. Zaman zaman birtakım yönetmenler onu kendi seçmediği rollere de çıkarıyorlar. Ama o, bu kendi seçmediği rolleri de alnının akıyla başarıyor.
Yıllarca önce, bir derginin soruşturmasında Aziz Nesin'in o yıl okuduğu kitaplar içinde en çok Eric Bentley'nin “Düşünür Olarak Oyun Yazarı”nı beğendiğini okumuştum. Onun oyun yazarlığını düşündüğüm zaman bunun ne kadar yerinde bir seçim olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten de düşünce öğesi Aziz Nesin'in oyunlarında önemli bir yer tutuyor. Gerek “Biraz Gelir misiniz“den “Tut Elimden Rovni”ye kadar soyutlamanın ağır bastığı oyunlarında olsun, gerekse daha somut yaşantı örnekleri verdiği Karagöz uyarlamalarında ve “Toros Canavarı” gibi oyunlarında olsun yerel ve evrensel gerçekler insanın insan gibi yaşaması gerektiğini vurgularken Aziz Nesin düşüncenin ne denli heyecan verici bir oyun öğesi olabileceğini de açıkça ortaya koyar. Soyutlama konusunda Beckett'in, Ionesco'nun, Genet'nin oyunlarında yararlandıkları yöntemi yadırgamayan kimi eleştirmenlerimiz ve seyircilerimiz, aynı yöntemi Aziz Nesin kullandığı zaman, nedense onu yalnızca başarılı bir mizah öykücüsü olarak görmekte direnirler ve onun bu alandaki başarısını görmezlikten gelirler.
Oysa Aziz Nesin'in oyunları:
- bireyin toplum içindeki sorumluluğunu,
- gerçek özgürlüğe bir şey yapmadan kavuşamayacağımızı,
- gerçek insan gücünün birbirlerimizin elinden tutarak sağlanabileceğini,
- bastırılmış isteklerimizin bizi ürkütücü bir saldırganlığa yönelteceğini,
- yapay çözümlerle insanın yalnızlıktan kurtulamayacağını, nesnel dramatik karşılıklarını sergileyerek bize iletir.
Gündelik yaşayışımızdaki saçmalıkları en gülünç yanlarıyla yansıtan öyküleri gibi, Aziz Nesin'in oyunları da bu saçmalıkların nasıl daha korkunç boyutlara ulaşabileceğini ve bu korkunç durumdan el ele vererek, sorumluluklarımızı anlayarak, kendi mutluluğumuzun ancak hepimizin mutluluğu için çalışarak sağlanabileceğini bize gösterir. Tabii, benim burada kabaca özetlediğimden çok daha ustalıkla, çok daha büyük bir incelikle.
Ben Aziz Nesin'in oyunlarını daha mutlu bir dünyanın kurulması için inandığı insanlara yönelttiği bir çağrı olarak görüyorum. Onun yetmişinci yaş gününü ve bunca onurlu başarısını yürekten kutlarken, ülkemizdeki tiyatroların da onun oyunlarını sahneleyerek bu güzel şenliğe katılmalarını diliyorum.
4 - Şair Aziz Nesin | Onat Kutlar
Sevdiğimiz sarkıcılardan birinin güzel bir “chanson”unu dinlerken, sözleri Aragon'un, Prevert'in ya da Eluard'ın olsa bile, onu bir şiir gibi değerlendirmeyiz. Çünkü o şarkıdan, bize ulaşan şey, bir “duygu“dur. O yalın, içimize neşe ya da acıyla işleyen duyguyu severiz. Aziz Nesin Usta'nın “Sondan Başa” adıyla yayınladığı en eskisi elli yıllık, ama çoğu pek yeni şiirlerini okurken, tıpkı güzel bir chansondaki gibi içten, yalın duygularla sarsılmamak olanaksız.
Dünya ve Türk şiirini iyi tanıyanlar bilirler ki “şiir duygularla değil, sözcüklerle yazılır”. Ama Aziz Nesin'in şiirlerini, bu türden bir şiirsel deneyimin sonuçları ile değerlendirirsek, korkarım ki önemli bir tadı, bir yaşam alanını gözden kaçırmış oluruz.
Bu şiirlerde bana tad veren şeyin ne olduğunu uzun uzun düşündüm. Yunus'tan, Nazım'dan günümüzün en gençlerine kadar büyük bir şiir geleneğine sahip ülkemizde, zordur bu şiirleri bir yere yerleştirmek. Ama sonradan bunun yararsız bir çaba olduğunu düşündüm. Çünkü ne olurlarsa olsunlar bu şiirleri seviyordum. Belki büyük bir yazarımızın elinden çıktıkları için, belki onun özyaşam öyküsünün en içten ayrıntılarını verdikleri için, belki de yalnızca aşk, ölüm gibi temel insancıl olgular bir şarkı duyarlığı ile ilettikleri için.
Bunları önemsiz sayabilir miyiz?
“Sondan başa”daki şiirler, Aziz Nesin'in insan olarak kişiliğindeki iki büyük özelliği olağanüstü bir “dolaysızlık“la yansıtıyor: Sınırsız bir yaşam gücü ve gözüpeklik. Gerçekten yalnızca, ciddi bir hastalık sonucu ölümün eşiğinden kıl payı döndüğü sırada, hastanede sol eliyle yazdığı “Sol El Konçertosu” bile ondaki yaşam gücünü, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmeyen yenilmeyen, yenilmez yaşam inatçılığının ne olduğunu anlatmaya yeter. Kaldı ki o kitapta birçok şiir var bu kanıyı destekleyen. Yaşam ve sevgiye bu derin inancı, isteseniz de istemeseniz de duygulanarak izliyorsunuz bu şiirlerde.
Gözüpekliğe gelince, büyük yazarımızın, inandığı doğrular konusunda yarım yüzyılı aşan bir sürede sayısız fırsatlarla kanıtladığı o aydın gözüpekliliğini kastetmiyorum. O, ayrı bir destandır hiç kuşkusuz. Bu kitapta dikkatimi çeken Aziz Nesin'in en özel sayılabilecek duygularını, gözünü kırpmadan anlatmaktaki gözüpekliliği oldu. Bir insan babayiğit değilse, böylesine bir içtenlik de onun harcı değildir.
Başka ne diyebilirim?
Aşkolsun Aziz Bey.
5 - Fıkra yazarı Aziz Nesin | İlhan Selçuk
Aziz Nesin adı ilk kez 1944'te Tan gazetesindeki köşe yazılarıyla ilgi çekti. “Tan gazetesinin yıkılması”ndan sonra Marko Paşa dergisinde mizah dünyasına yeni bir soluk getiren yazar, hem toplumsal düzeni yeriyor, hem siyasal iktidarın kodamanlarını taşlıyordu. Sonuçta olacaklar oldu; Nesin mahpushaneyi boyladı: egemen çevrelerce aforoz edildi, Babıâli'de dışlandı. O dönemde sosyalist dünya görüşüne açık kişilere “Bizim Yokuş”un kapıları kapanırdı.
Yıllar boyu dışında kaldığı Babiâli'ye Aziz Nesin 1950'lerde dönebildi, ama, mizah dergilerine imzasız yazılar yazarak... Aziz'in yeniden “meşrulaşması” İtalya'da Bordhigera'da yapılan 1956 Uluslararası Mizah Yarışması'nda birincilik ödülünü aldıktan sonradır. dönemde Türkiye, dünyaya çok kapalıydı: bir yazarın dışarda ödül alması düşlemdi, Aziz'in başarısı, herkesi şaşırttı. Hiç unutmam, müjdeyi Aziz Nesin'e sabahın köründe ben ulaştırmıştım. Harbiye'den Dolapdere'ye inen yokuşların birindeki apartımanın en alt katında oturan Aziz Nesin'le önce kucaklaştık, sonra biraz el ele oynadık.
Haber ertesi günü önemli gazetelerin birinci sayfalarında yayınlanınca Aziz Nesin'i Babıâli “kabul etti.”
Acıdır, ama gerçek budur.
Akşam gazetesi, 1957'de bir atihma hazırlanıyordu. Aziz Nesin mizah dergilerindeki yazılarıyla yeniden ünlenmişti, Yeni Gazete'de köşeyazarliği yapıyordu. Akşam'ın Genel Yayın Müdürü Osman N. Karaca, Aziz Nesin'i köşeyazarlığına çağırdı. İstanbul'un bütün duvarları Aziz Nesin'in afişleriyle donanmıştı, bir olay yaşanıyordu.
27 Mayıs devrimine değin, Aziz Nesin, köşe yazarlığının altın çağını Akşam'ın üçüncü sayfasında yaşamıştır.
27 Mayıs devriminden sonra, Türkiye'de yeni bir ortam oluşur. Bu dönemde, çeşitli gazetelerde (Tanin, Öncü) köşeyazarlığı yapan Aziz Nesin'in son denemesi Günaydın'da olmuştur. Ben, 1960'larda Cumhuriyet'te köşe yazarlığımı sürdürürken Aziz Nesin'in söylediklerini unutmadım.
“İlhan, bu nankör bir iştir. Eski başyazarlardan Mahmut Sadık'ın parmağı kalemi gibi olmuştu.
Mahmut Sadık ünlüydü, binlerce yazı yazdı, şimdi adını kim anıyor?”
Köşeyazarlığı Aziz Nesin'in yazarlık serüveninde bir bölümdür. Güçlü kalemini bu alanda kullandığında yetkin oldu, ünü büyüdü, ama o dönem geride kaldı, Nesin'in kimi köşeyazıları da zamanı ötesine taşan bir değer ve içerik taşıdığından, kitaplara geçti.
Bir yazarın yaşam boyunca başvurduğu yazı türleri, değişik olabilir. Aziz Nesin, köşeyazılarını çoktan bıraktı; şiiri deniyor, anılarını yazıyor, romanlarını yayınlıyor; 70 yaşına ulaşınca da “dilekçe” türünü yeğledi.
Seksenine vardığında bakalım neler yapacak?
6 - Yayıncı Aziz Nesin | Demirtaş Ceyhun
Yazarlarımızın ilk kitaplarını gençliklerinde cep harçlıklarını biriktirerek yayımlamaları oldukça eski bir geleneğimiz olsa gerek.
Hüseyin Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları”nda, Servet-i Fünun dergisinde çıkan şiirlerini, öykülerini, romanlarını kitap halinde de yayımlayabilmek için “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi” adı altında bir yayınevi kurmalarını arkadaşlarına önerdiği zaman, bu buluşunu Tevfik Fikret ve Mehmet Rauf'un coşkuyla karşıladıklarını yazar. Hüseyin Cahit'in de, arkadaşlarının da asıl amaçları bir yayınevi kurmak değildir, kitaplarını yayımlamaktır. Yazarlarımızın dergi çıkarmaları da gene oldukça eski bir geleneğimizdir.
Ama, Aziz Nesin'den önce, sadece ilk kitabın yayımlamak için değil, para kazanmak amacıyla hem kendi kitaplarını, hem de başkasının kitaplarını yayımlamak üzere bir yayınevi kuran bir başka yazarımız daha var mı, bilmiyorum. Bunca yıldır karıştırdığım nice kitapta da rastlamadım böyle bir olaya.
Örneğin, Yaşar Nabi, kitap çıkarmak için bir yayınevi kurmamıştır, önce, bir dergi çıkarmıştır.
Dergi ünlenip, yeni yazarlar yetiştirdikten sonra kitap da yayımlamıştır.
Bildiğim kadarıyla kitabevlerini (yayınevlerini) genellikle öğretmenler (muallimler) kurmuşlardır. Aldıkları küçük telif ücretleriyle geçinemeyen yazarlarımız ise, ya gazetecilik yaparak geçimlerini sağlamışlardır, ya da CHP tek parti hükümetiyle iyi geçinerek milletvekili seçilmişlerdir, yurt dışına milli eğitim müfettişi olarak atanmışlardır, ortaelçi olmuşlardır, büyükelçi olmuşlardır.
Ne kitaplarının yayımlanması konusunda bir sıkıntıları vardır, ne de geçim konusunda.
Yahya Kemal öyle.
Reşat Nuri öyle.
Yakup Kadri öyle.
Hüseyin Rahmi bile 7 yıl Kütahya milletvekili olmuştur.
Sadri Ertem,
Halide Edip,
Aka Gündüz,
Memduh Şevket,
Faruk Nafiz,
Orhan Seyfi,
Yusuf Ziya,
Ahmet Kutsi,
Kemalettin Kamu,
İbrahim Alaattin,
Samet Ağaoğlu..
Daha niceleri hep böyle..
Ama 1940'lardan sonra durum değişmeye başlamıştır. Hele 1950'lerde... İlerici yazarların, değil kitaplarının yayınevlerince basılmasına izin verilmesi, onların dergi çıkarmaları na bile olanak tanınmamaktadır. Aziz Nesin'in ünlü Marko Paşa'sı Meclis kürsülerinden lanetlenir. 1953 yılında kendi parasıyla bastırdığı ilk kitabı “Geriye Kalan"ın ilanlarını bile basmaz gazetelerimiz. Akbaba'da yayımladığı yazılarına imzasını bile atamaz. Müstear ad kullanır.
Kemal Tahir de aynı durumdadır.
Aziz Nesin'in 1955 yılında ikinci kitabı Akbaba Yayınları arasında çıkmıştır: “İt Kuyruğu”.
Gene aynı yıl Akbaba Yayınları arasında, sonradan “Fil Hamdi” adıyla yayımlanan “Yepetaş”,
"Yedek Parça”,
"Kadın Olan Erkeğin Hatıraları"
1956 yılı başlarında da “Damda Deli Var” adlı kitapları çıkmıştır.
Yani, Aziz Nesin, kendisine, bir anlamda gene kendisinin kurup yönettiği bir yayınevi bulmuş gibidir.
Fakat kendisine ödenen telif ücretinden mi memnun değildir? Yoksa, bu derme çatma yayınevinin olanaklarını mı yetersiz bulmaktadır? Çünki, yayımlanan kitapları okurların
büyük ilgisiyle karşılaşmış, hemen hepsi kısa sürede tükenmiştir. Ya da, Yusuf Ziya kitaplar konusunda bir öndenetim mi uygulamaktadır? Bilemiyoruz.
büyük ilgisiyle karşılaşmış, hemen hepsi kısa sürede tükenmiştir. Ya da, Yusuf Ziya kitaplar konusunda bir öndenetim mi uygulamaktadır? Bilemiyoruz.
İlginçtir, Aziz Nesin, kitaplarını yayımlanmaya başladığı yıl, yani 1956'da Kemal Tahir'le birlikte bir yayınevi kurar: DÜŞÜN yayınevi. Ve 1957'de, bir yıl içinde tam 14 kitabı yayımlanır Aziz Nesin'in, Düşün Yayınevi'nin Mizah serisinde. Düşün Yayınevi'nin Düşün serisinde ise önce Kemal Tahir'in “Rahmet Yolları Kesti” adlı romanı çıkar. Ardından Orhan Kemal'in, Cevdet Kudret'in romanları basılır. 1958'e gelindiğinde Aziz Nesin'in çıkan kitaplarının sayısı 26'yı bulmuştur. Artık her ne hikmetse, ortaklık bozulur o yıl.
Aziz Nesin, bu tarihten sonra İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk'la ortak olup, yayınevini gene sürdürmektedir. Kitaplarının yeni baskılarını yapmaktadır, yeni yeni kitapları çıkmaktadır. 1963 yılı şubatında bir pazar günü bilinmeyen bir nedenle çıkan yangın sonucu 110 bin cilt kitabının yanmasına kadar sürer Aziz Nesin'in yayımcılığı.
7 - Vakıf yöneticisi Aziz Nesin | Şahap Balcıoğlu
Din, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin, kimsesiz kalan ya da bakım ve öğrenim olanağı bulunmayan yoksul çocukları barındırmak amacıyla Nesin Vakfı'nı kurmayı tasarlayan Aziz Nesin, 27 Nisan 1972 günü, avukatı Orhan Apaydın'la birlikte Bahçekapı'daki İstanbul İkinci Noterliği'ne başvurarak gerekli işlemi yaptırttı. Peşinden de, 2 Mayıs 1972 günü Kadıköy Birinci Hukuk Hâkimliği'nde vakfın senedini tescil ettirdi. Böylesine soylu ve o denli de zor bir işe giriştiğinde Aziz Nesin'in, Vakfı yaşatmak için ortaya koyduğu varlıkları şunlardı: Öykü, roman, anı, masal, fıkra, taşlama ve oyun türlerinde 55 kitabın yurt içi ve yurt dışından sağlanan çeşitli gelirleri; dördü Çatalca'da, biri Ömerli'de, biri de Yalova'da toplam 6 arsa. Dostumuz o.topraklarda herhangi bir işletmecilik yapmadığına göre oralardan şimdilik gelir sağlanması sözkonusu değil. Paranın tek kaynağı Aziz Nesin'in beynidir, kalemidir. Aradan geçen on iki yıl içinde kitap sayısı 78'e yükseldi ama Aziz de yetmiş yaşına ulaştı. Ömrü uzun, bedeni dinç, kendisi mutlu olsun.
Bu süre boyunca boş durmadı. Çatalca ovasında, bir yani anayola, ardı akarsuya bakan 17 dönümlük arsada o saray yavrusunun temelini attı, karşısında bir de yönetimevi yapıverdi. İsimsiz, tarafsız gerçek dostların proje yapımından tutun da, ucuz demir ya da kereste sağlamak, gönülbirliği etmek gibi, görünmeyen, konuşulmayan ama bilinen katkıları, yüreklendirmeleriyle o kısa boylu dev hiç yılmadan bugünlere ulaştı.
Çatalca ovasında geçen çevresiz, susuz, elektriksiz, yokluk, zorluk ve yalnızlık dolu on iki yıl sonunda Aziz Nesin'in yarattığı bu görkemli yapıda (yakında kalorifer de işlemeye başlayacak) şimdilik sekiz çocuk barınıyor. Hepsi de, Vakfın günlük işlerine el atmanın yani sıra öğrenimlerini sürdürüyor.
Kimi ilkde, kimi ortada, biri de lise sonda. Onlara her yıl yeni gençler eklenecek. Bunlar yarının büyükleri, Nesin Vakfı'nın umutlarıdır. Aziz Nesin, küçükken ve de büyükken çektiği yoksulluğu unutmadı. Kendi dölünden olan çocuklara bu yenilerini, bu gelişenleri eklerken o sıkıntıyla kara günlerden öç alıyor olmalı. Keşke her yoksulluk çekenin öç alışı böylesine kutsal olsa.
Aziz Nesin'in aydın kişiliği üstüne | Refik Erduran
Sımsıkı kapalı bir kutunun içinde yanan bir ampul düşünün. Dışa ışık vermedikten sonra, kaç mumluk olduğu ne farkeder?
Aydının tanımını yapmaya çalışırken, hep kişinin kendi içinde hangi birikimleri gerçekleştirerek o rütbeye erişebileceğini tartışırız.
Çok okuması mı gereklidir?
Çok düşünmesi mi?
Ne yapması?
Yanıt ne olursa olsun, iş orada bitmez. Asıl önemli ölçü, o kişinin kendi içine doldurduğu aydınlığı ölçüde çevreye yayabildiğidir.
Aziz Nesin, o anlamdaki aydın insanlarımızın başında gelir. ömrü boyunca yaratıcılığından kaynaklanan ya da yeteneğine yansıyan her ışığı hemen dışa vermiş, tüm olanakları zorlayıp tüm yolları deneyerek toplumla paylaşmıştır birikimlerini.
Yaratma ve aydınlatma uğraşının hız koşusu değil, maraton olduğu söylenir. İnanılmaz dayanma gücüyle Aziz Usta o açıdan da şampiyondur.
Yalnız kovuşturmalar ve kodesler gibi “olağan” engellerden söz etmiyorum.
Türkiye'de pekçok aydına yarış bıraktırtan etken, başka aydınların vefasızlıkları ve çelmeleridir.
Aziz Nesin yumuşak başlı, sinirsiz, “aziz” kişilikli bir sanatçı değildir. Kendi kavgacılığının da etkisiyle binbir tartışma içinde yaşamış, sırasında korkunç nankörlüklerle karşılaşmış, ancak o çapta bir toplum savaşçısının kırılabileceği gibi kırılmıştır.
(Daha birkaç yıl önce ona, “Aziz Nesin, sen nesin?” diye bağırabilenler çıkmıştı.)
Ama kırılmak başkadır, yılıp küsmek ve “Ne haliniz varsa görün” diyerek kabuğuna çekilmek başka.
Aziz Nesin onu hiç yapmadı. Doğru bildiği yolda olanca gücüyle en çetin atılımlara lokomotiflik etmek için didinmeyi sürdürdü.
Sürdürüyor.
Sürdürecek.
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 109 - 1 Aralık 1984