80’li yılların kendine özgü koşulları öykücülüğümüzü de etkiledi
80’li yıllar, bütün olumsuzlamalara, dönüp bakılmamalara karşın, öykücülüğümüze belli bir birikimi getirdi.
Buna, var olanı aşan, yeni yeni yönsemelerle öykü coğrafyamızı genişleten bir olgu olarak bakmak için de biraz erken davranıldığı söylenemez.
Oluşan bu birikimin ‘gençler’den, ‘yeni’lerden yana oldukça atak bir düzeye eriştiğini de gözleriz.
Bir yandan öyküye başka uğraklardan gelmiş veya bu evre öncesi başlamış öykücüler, kitaplaşan ilk ürünlerini verirken (
Vecihi Timuroğlu (1927), “Minnacık Kadın” 1984,
Ayla Kutlu (1938), “Hüsnüyusuf Güzellemesi” 1984,
Afşar Timuçin (1939), “Denizli Pencere”, 1981,
Pınar Kür (1943), “Bir Deli Ağaç” 1981,
Işıl Özgentürk (1948), “Yokuşu Tırmanır Hayat” 1980,
Sulhi Dölek (1948), “Vidalar”, 1983,
Cihat Burak, “Cardonlar”, 1982,
H. Vasfi Uçkan, “Ölümün Yüzü”, 1985,
Mahmut Alptekin, “Bir Denizin İki Kıyısı”, 1985,
Orhan Çubukçu (1928), “Yılan Islığı”, 1981,
Nadir Gezer (1930), “Hanife Nine’den Öyküler”, 1981,
İsmail Gümüş (1938), “Boşnak Türküsü”, (1984),
Duran Yılmaz (1942), “Yörük Hikayeleri” 1983,
Ali İhsan Mıhçı (1945), “İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar”, 1982,
İnci Aral (1944), “Ağda Zamanı”, 1979,
Gülseli İnal, “Gelincikler Sürgünde”, 1981,
Esma Ocak, “Berdel”, 1981,
Engin Karadeniz, “Mersinaki Kuşçusu” (uö), 1981,
Kandemir Konduk, “Sayenizde Efendim” 1982,
Füruzan Toprak, “Dövme”, 1986) diğer yandan da yeni adlar, yeni yapıtlarla gelir.
Sürekli bir “geçiş türü” olarak nitelenen ‘öykü’, en çok bu evrede kendi kimliğini savunmuştur da diyebiliriz!
‘Yeni öykücüler’in öncelikle beliren önemli yanlarından biridir bu.
Kendi açılımlarını, dönüşümlerini, yansıttıkları gerçekliklerle var kılmaya çalıştıklarını bu süzgeçten geçirerek ele almak gerekmektedir.
Ayrıca, gözden kaçırılmaması gereken bir başka yanın da altını burada çizmeliyiz:
Öykünün ne salt bir ‘anlatı’, ne de salt ‘anlatılan’ şey olduğu, ancak bunların kendine özgü bir yapı içinde birleştirilerek verilmesi gerçeği,
dönem öykücülerinin birçoğunun bilinçle üzerinde durdukları özellik olmuştur.
80’li yılların kendine özgü koşulları ister istemez öykücüleri de etkiledi.
Onların yaratı alanlarında odaklaşan öğeler, bu etkilerden ağıp gelenlerdi.
Giderek, bir kuşağın, bir dönemin, bir ‘geçiş’in ‘ses’i olabilecek öykücüler sürgüne durdu.
Toplum yapımızın ‘80 sonrası geldiği aşama, dönem öykücülerinin kimliğinde, bir arayıştan öte yer edinebilme sunulanların yeterince değerlendirilebilememesi sorunsalını doğurdu. Sanırım bu ilgisizlik, diğer ilgi odaklarının daha yoğun, daha gelişkin olmasından da kaynaklanmıyordu. Altını çizdiğimiz gibi, dönemin kendine özgü biçimleyişinin geniş kesimlere yansıyan ilgisizliğinin bir yansımasıydı bu da.
Var olan, artık belli bir birikime ulaşan,
giderek bir ‘kuşak’ kavramından söz edilebilerek anılacak bu ‘yeni öykücüler’in önemsenecek düzeyde ürünler verdiklerini görmekteyiz.
Öykücülüğümüzü bu evrede durağanlıkla nitelemek, süregelen, gittikçe de gelişebilecek bir öykücü katarını görmemekle eştir kanımızca.
Bu birikime yönelmekteki amacımız da, bu kaygıların, görememezliklerin aşılmasından yanadır ilkten.
80 sonrası öykücülüğümüzdeki ‘yeni adlar’ı, ‘yeni yapıtlar’ı bu bağlamda ele alarak değerlendirmeye çalıştık.
Evet, dönem öykücülerinin yeni adlarına baktığımızda, daha ilk kitaplarıyla belirli bir düzeyin ürünlerini verenlerin çoğunlukta olduğunu görüyoruz. Ayrıca bunlardan, ikinci, üçüncü kitaplarıyla öykü çizgilerini iyice belirginleştirenlerin de varlığını söylemek gerekiyor. Yayım sırasına göre bu ilk kitaplara vd. değinirken öykücülerin özelliklerine de kısaca göz atalım.
Cafer Hergünsel (1956), “Kalfa”da (1980), “köy-site öyküleri” diye ayırdığı yedi öyküsüyle farklı yaşam
kesitlerinden gerçeklikler sunuyor. Köylü aydın ilişkisine aydının aymazlığına, eğitimin çıkmazdaki haline, köylünün saflığı ve inanmışlığına değiniyor. Marjinal kesim insanının çalışma, yaşama koşulları; özlem ve duyguları, çırak işçiler, onların dünyaları gözlemci gerçekçi bir bakışla öykülerinde yer ediyor. Özellikle “site öyküleri“nde dile getirdikleriyle dikkati çekiyor Hergünsel.
FEYZA HEPÇİLİNGİRLER
Feyza Hepçilingirler’in (1948), ardı ardına aldığı ödüllerle, okura ulaşmada yakın bir bağ kurduğunu söylemeliyiz.
- “Yanlışlıklar” oyunuyla 1979 Kültür Bakanlığı Çocuk Yapıtları Yarışması’nda başarı,
- “Uçtu Uçtu Pelin Uçtu” adlı kitabıyla da 1985 Sıtkı Dost Çocuk Romanı Yarışması’nda üçüncülük ödüllerini aldığını burada belirtelim.
- “Sabah Yolcuları” (1981, 2.b, 1987), ince duyarlıklar, geniş gözlem gücü ve yetkin bir dil işçiliğiyle örülmüş öyküleri getiriyordu. Hepçilingirler, bu yapıtında, özellikle ‘kadın’ gerçeğini, onun toplum yapımızdaki konumunu belirtip, sorunlarını irdelediği; çocuğun dünyasına yöneldiği öyküleriyle başarılı bir anlatım düzeyi tutturuyor. Bu yaşamların trajik yanlarını göstermesi, ‘an’lık ‘durum’/’olay’lar ardındaki gerçekliklerin özünü sezdirmesi bakımından önem kazanıyor öyküsü.
Kadın duyarlığını, onun yaşamsal sorunlarını yansıttığı;
- “Sızı, Sancı Her Gece”,
- “Yaşamdır Yenilenen”,
- “Dikenli Terlikler“;
çocukların gerçekliklerine yöneldiği;
- “Hoş Geldiniz Çocuklar”,
- “Ben Yalancı mıyım?”,
- “Piçali Yazanağı” öykülerinde toplumsal yaşamdaki çelişkilerin bu insanların yaşamlarındaki varoluşunu, onları etkileyişini, biçimlendirişini ustalıkla sergiliyor. Giderek ironi, eleştirel bir bakış öyküsünde belirgin bir yan kazanıyor.
- “Eski Bir Balerin” (1985), onun, anlatım ve öykü kurgusunda daha özenli bir çabaya yönelişini örnekleyen on dört öyküden oluşuyor. Bunlarla duyarlılığının sınırlarını genişlettiği gibi; anlatım örgüsündeki kendine özgülülüğü yakalayabiliyor Hepçilingirler.
Andığımız öykülerin her birine sinen bu özellikleri, ona, öyküdeki yeni açılımlara yelken açabilecek bir öykücü kimliğini kazandırdığını da hemen belirtmeliyim. Yine, yansıtılan gerçeklikleriyle öncelikli kılınan “kadın’lardır. Yasamdaki ezinçleri, sorunları, bungunluklar, dünle bugünün sarkacında yaşamaları... Onların içsel gerçeklikleriyle sunuluyor. Ayrıntılara özeni, gözlem gücündeki duyarlılıktan kaynaklanıyor, yazarın. Çoğu şeyi yerli yerince söyleyebilme de, ‘dil’e anlamsal olduğu kadar, yoğunsa bir işlev yüklüyor, öyküsünü lirik söyleme yakınlaştırıyor. Bu da, onun öyküsünün başarılı yanlarından birisidir bence.
Özellikle ‘80 sonrası’ dönemin toplumsal yaşamdaki etkilerini ‘an’sal görünümlerini,
Özellikle ‘80 sonrası’ dönemin toplumsal yaşamdaki etkilerini ‘an’sal görünümlerini,
bireye ve onun yaşantısına yansıyan biçimleriyle, bu öykülerinde bulabiliriz.
- “Çiçekli Dallar Kıyımı”nı,
- alegorik yapısıyla “Adı Masal”ı burada anmalıyız.
İZZET YASAR
Şair kimliği ile tanıdığımız İzzet Yasar (1951), “Dönüşü Olmayan Hikayeler”le (1981) hem kendi yazarlığına, hem de öykücülüğümüze değişik bir ses getiriyordu. Bunu da, öncelikle, anlatım ve öykü kurgusundaki uygulayımıyla gerçekleştirdiğini belirtmeliyim. Yasar, alışılmışın dışında bir uygulayımla etkin kılmak istiyor öyküsünü. Bu anlamda humour, ya da ‘kara mizah’ demeli ve onunla boy veren eleştiri hemence okura gülümsüyor! Ama zor bir dönemeçte öyküsüne soluk aldırmaya çalışan öykücü kimliğinde bu kez İzzet Yasar. Kendi deyimiyle, toplumsal ve psişik gerçekliğin “ortak yanı” olan “yanılsamacı/özdeşleyici gerçeklik ideolojisi”nin “kırılma noktaları”nda var ediyor öyküsünü.
- “Sevgi Ötesi Hikâyeler” (1974),
- “Herşey Umutsuzca Yeniden Başlar Gibi” (1975),
- “Trajik ‘İdeolojik’ Hikâyeler” (1975-1979) ve Ek:
- “Hasanbasan” ön başlıklı bölümlerden oluşan kitaptaki öyküleriyle, Fatih Özgüven’in yerinde tanımlamasıyla,
“İzzet Yasar, nesne-insan arasındaki ilişkinin tarihinden bir çeşit yeni anlatıcı sesi, yeni bir üslup üretiyor.
Kesinlikle geleneği olmayan, yepyeni bir ses ve üslup” geliştiriyor.
FATMA ÜLKE AREN
YAZKO Özendirme Ödülü ile okur karşısına, toplu ürünleriyle çıkan Fatma Ülke Aren’in (1941), ilk öykülerini Türkiye Defteri’nde okumuştuk
(“Altılı”, Nisan 1975. s.18).
- “Hanya Konya”,
- “Ermenonville korusu”,
- “Dönemeç”,
- “Alabora”,
- “Halönü Arbedesi”) ”kara mizah” türünün örneklerini veriyor.
Toplumsal yaşamımızdaki çelişki ve çatışkılara, değişim ve farklılaşmaya bu açıdan bakıyor. Neredeyse, İzzet Yasar öyküsüne yakın bir uygulayımı öyküsünde var kılıyor diyebileceğimiz bir kurgusallıktan da söz edilebilinir. “Halönü Arbedesi” öyküsünde, bunu farklı bir bakışla, ama benzer bir yöntemle kurar! Yaşanılan çevrenin uyumsuzluğu/dengesizliği kadar, kent insanının bu çevre içindeki konumu, yaşadığı içsel ve dışsal çatışkılar gerçeküstücü, yer yer, fantastik öğeleri öne çıkararak, işliyor. “Hanya Konya”, “Ermenonville Korusu” ve ”Halönü Arbedesi”ne kurmaca ya da bilim kurgusal öyküler demek daha yerinde sanırım. Aren, kent ve insan gerçeğinde, bir toplumsal dönüşümün tipografyasını çıkarıyor diyebiliriz de, bu öyküleriyle.
NURSEL DURUEL
“Geyikler, Annem ve Almanya” (1982) kitabıyla 1980 Akademi Kitabevi, 1983 Sait Faik öykü ödüllerini alan Nursel Duruel’in (1941) öykülerinde ilk ilgili çeken yan, anlatımdaki yetkinliği ile öykü kurgusundaki başarısıdır. Duyarlı bir öykü evreni kuruyor Duruel. Daha, kitaba adını veren, ilk öyküsünde bunu görebiliyoruz. ‘Ben-anlatıcı’nın dünyasında çizilen bir ayrılık ‘an’ından yola çıkışla, yaşanmış, bu yaşanmışlıkla gelen burukluğun izlerini yalın bir anlatışla sergiliyor. Öne çıkarılan bu gerçekliğin ardında bir başka toplumsal gerçekliği de yansıtıyor. Ayrılığı yudum yudum yaşayan bir çocuğun düşle gerçek arasındaki dünyasının sergilenişindeki o duyarlılık hali anılmaya değer. Düş ve gerçek, öyküsüyle yaşanır kıldığı kişilerin dünyasını sarmalayan temel öğe. Dün-bugün-yarın üçleminde yerini alır bunlar da. Yazarın sağlam, yerinde kullandığı imge ve motiflerle, yansıtmaya çalıştığı (atmosferin) gerçekliğin boyutlarını örüştürmesi, bunu da, hiç abartmadan, süslemeden yalın bir söyleyişle yapması... Doğrusu, öykünün övülesi yanları olarak öne çıkıyor. Toplumsalla bireyseli birbirine öylesine sindirerek verir ki, birinin diğerinden ayrılamayacağını iyice kavrar ama öyküde hangisinin daha öncelikli kılındığını hiç mi hiç düşünmezsiniz bile. Bu da, onun, kişilerin ruhsal durumlarını, yaşadıkları toplumsal ortamın gerçekliğiyle iç içe yansıtmasından kaynaklanıyor. Birey-toplum ilişkisine ayrı ayrı uçlarda gösterip, öyküsüne ağdırmaz.
Eleştiriye yönelirken (
- “03 Nöbeti”,
- “Nereye”,
- “Minareden At Beni in Aşağı Tut Beni”)
ya da onların dünyasından yaşamından kesitler sunarken (
- “Fırıncı Şükriye”,
- “Nereye”) o dengeyi korur hep.
Damıtılmış bir yaşamdan süzülüp gelen, duyarlıklı, sağlam öykülerdir Duruel’in öyküleri.
SEVDA KAYNAR
“Ağrı” (1981) Gösteri dergisinin “genç yazarlar” yarışmasıyla yazın dünyamıza katılan Sevda Kaynar’ın (1951) umut verici öyküler birikimini getiriyor. Yoğun bir anlatım yeğliyor Kaynar. Rahat söyleşisi, ayrıntılara özenlice bakışı, bir ‘durum’, bir ‘an’dan hareketle kurduğu öyküsünü önemsetiyor.
- “Kiralık Katil”,
- “Bir Yaz Günüydü”,
- “Gece Yarısı”,
- “Şair”,
- “Altın Arayıcıları”,
- “Reklam Yazarı Aranıyor”
Yaşama kişinin gözetimiyle bakar, onunla gezinir, içe ve dışa yönelişte, yansıttığı gerçekliklerde bu bakışı etkin kılar. Kitaba adını veren “Ağrı” ile, “Altın Arayıcıları” humour ve eleştiri yüklü “Reklam Yazarı Aranıyor” öykülerindeki düzeyliliğini burada anmalıyız. Bence, öyküdeki yönelimin izlerini en iyi veren öykülerdir bunlar.
İSMET TOKGÖZ
Özellikle kısa öyküleriyle ilgiyi çeken İsmet Tokgöz (1948), “Bir Kadırga İçin Yaz Resmi“nde (1982) bir araya getirdiği öykülerini iki öbekte topluyor. Değişik bir duyarlık ve anlatıma, bireyin içsel serüvenine yöneliyor. Bu yola çıkışla, onun kendisiyle ve çevresiyle çatışkısına, ezinçlerine, umut ve umutsuzluklarına uzanıyor. Girdiği yeni ortamlardaki yalnızlığının, bungunluğunun tanıklığını yaparken, yoğun bir anlatımı yeğliyor.
Anlatımında kurduğu bütünlük, dili özenlice kullanımı, öykülerindeki duygusal yoğunluğun dışlanışında, önemli bir öğe olarak beliriyor.
- “Meşe Dallarından Sonra”,
- ”Bir Kuru Akşam”,
- “Bir Kadırga İçin Yaz Resmi” öykülerini buna örnek olarak gösterebiliriz.
Bu bağlamda, yaşanmışlık, yaşanmışlığın bireydeki izleri/anlamları öykücülüğünü canlı kılan bir başka öğedir. İlk öbekteki altı öykünün yoğunluğu, ikinci öbek öykülerinde yalın, anlaşılır bir anlatıma bırakıyor kendini. Yazarın iki yarı yöneliminin/bakışının örnekleri olarak nitelendirebiliriz de bunları.
MUZAFFER ABAYHAN

- Çıkışının ilk kitabı “Biz Bize Benzeriz”i (1983) izleyen
- “Başkanın Demokrasisi” (1986), onun daha da gelişip serpilen ama çoğaltmacılığa düşmeyen bir öyküye yönelişini muştuluyor.
HÜSEYİN AKYÜZ
Hüseyin Akyüz (1950),
- ilk başarı ödülünü, “Sevgiyle Anımsamak” adlı yapıtıyla, 1979 Kültür Bakanlığı Çocuk Yapıtları Yarışması’nda alır.
- Ama, onu asıl yazınımıza tanıtansa, ikinci ödülüdür. “Beyaz Güvercin” (1983), bu ödülün armağanıdır okura. Kitabın bütünlüğünü oluşturan sekiz öyküde, Orhan Kemal çizgisinde yakın bir öykücüyü buluyoruz. Yazarın yakından tanıdığı, gözlediği, içinden geldiği bir kesimin, işçiler, çalışanlar dünyasının gerçeklikleridir yansıtılanlar. Yaşanılan ekonomik ve toplumsal dengesizlikler ortamındaki çalışma ve yaşama koşulları, bu koşullar içindeki insanin açmazları, acıları, sevinçleri, korku ve yalnızlıkları... Akyüz’ün öyküsünün başlıca tema ve konularını oluşturuyor. Bu insanların sürüklendikleri yaşam, içinde bulundukları ortam, onların işçileşme yolundaki çabalarının doğurduğu sonuçlar ve bunlarla biçimlenen dünyalar gözlemci gerçekçi bakışla sergileniyor. Toplumsal gerçekliklerini yansıttığı bu kişilerin bireysel yanlarını da gözardı etmez Akyüz. Umudu, geleceğe olan inancı, doğruya, güzele olan bağlılığı da elden bırakmıyor. Gösterdiği yaşamlar, sergilediği ‘olay’ ve ‘durum’lar okuru bu yönde etkiliyor, ‘son’a/’çözüm’e varmasa da, sorgulayıcı bir yana götürüyor okuyanı.
Toplumsal gerçekçi yönetimin daha nitelikli ürünler verebilecek bir öykücüsü kimliğiyle karşımıza çıkıyor o.
ERENDİZ ATASÜ
Akyüz’le aynı ödülü paylaşan Erendiz Atasü (1947), ilk kitabı “Kadınlar da Vardır”ı (1983) “Lanetliler”le (1985) bütünleştirdi.
O da, anlatısını uzun öyküde başarılı kılıyor diyebiliriz. Hepçilingirler gibi, kadın onun da öyküsünün başat kişisi, öncelikle sorunları dile getirilenidir. Ekonomik ve toplumsal koşulların kadını yükümlü kıldığı, iteklediği ‘durum’lardan hareketle kuruyor öyküsünü. Kadın-erkek ilişkisinin var olan çatışması, bunun da, belli bir yapılanmanın sonucu oluştuğu gerçeği dile getiriliyor “Kadınlar da vardır“ın sekiz öyküsünde. Evdeki ve çalışma yaşamındaki kadının bağımlılıklarından, ters yüz olmuş değerlerin aşılmaz engelleriyle kurulan birlikteliklerin duyusuzluğa sürüklenen durumlarından söz ederken; nesnelliği de elden bırakmıyor Atasü. “Lanetliler” ise, onun bu çizgideki farklı bir bakışın, yaklaşımın ürünlerini getiriyor. Kadının içsel gerçekliğine, ‘ben’lik arayışlarına yöneliyor bu kez de. Bunlara, psikolojik derinliği olan öyküler de diyebiliriz. Onların, duygu evrenindeki özne oluşları, bu oluşun ikincil kişisi ile yaşanılan çatışmalar uyumsuzluklar, yine bu süzgeçten geçirilerek, okura iletiliyor. Bu kez daha belirgince işlediği, üstelik önemli bir işlev yüklediği, toplumsal eleştiri, öykülerin okurla buluşan iletisinde etkileyici olabiliyor. Salt “kadın’a, onun sorunlarına yönelmekle birlikte; diğer sorunları da hiçlemediğini belirtelim. Üstelik, bu eleştirel bakışını orada yansıttıklarında da önceliyor. Sorunlara sağlıklı, yerinde yaklaşımı, onları saptayıp çözümlemedeki nesnelliği, yansıttığı gerçeklikleri daha bir anlamlı/etkileyici düzeye eriştiriyor. Kısa öykünün sınırlarını aşan öykülerini kolayca okunur kılan öğenin, anlatımındaki yalınlığının yanı sıra, öyküleme tekniğindeki başarısıdır da diyebiliriz.
Ahmet Çakır (1952), aynı ödülün başarıyla değerlendirilen bir başka yazarı, “Dostun Ölümü” (1983) ise onun, yaşamın tanıklığından öykünün tanıklığına evrilen sürecin, gözlemlerinin öykülerini getiriyor. Olay örgüsü çevresinde kuruyor öyküsünü. Olayı ve olayın oluşum sürecinde yaşanılanları, Çehovvari bir anlatımla veriyor. Olay aktarımında, tümden, onunla benzer bir yan kuramayız. Ama, öyküsünü o çizginin süreğinde geliştirdiğini söyleyebiliriz.
Humour, onun öyküsünde, yaşama eleştirel bakışını pekiştiren bir öğe olarak beliriyor.
- “7. Dereceden Devlet Memuru Hasan Yanık’ın Usunu Yitirişinin Öyküsüdür”,
- “Orman Yangını”,
- “Hocaların Hocası” öykülerinde bu bileşimi ve az çok, o yakınlığı görebiliyoruz.
Çağa, yaşanan toplumsal ve bireysel olaylara dönük bu bakışıyla,
‘kara mizah’ öyküsüne açık bir öykücü olduğunu bize imliyor Ahmet Çakır.
ZEYNEP AVCI
Zeynep Avcı (Karabey) (1947) 1977-83 yılları arası yazılan on üç kısa öyküden oluşan, “Kötü Bir Yaratık”ta (1983); anlık, basit, sıradan denilebilecek olay’ ve ‘durum’ları konu ediniyor. Toplumsal yapıdaki karmaşanın bireye yansıyan yanların, ondaki etkisini, bir köşeye bungunca sıkışıp kalışını, açmazlara düşen halini sergiliyor. Bu arada sarsılan, sarsıldıkça var olmaya, ayakta durmaya çabalayan insanların dünyasına giriyor. Yer yer eleştirel, yer yer de humorist bir bakışla veriyor bunların gerçekliklerini. Onların çelişkiler ve çatışkılar yumağı içindeki yaşamlarına gözlemci bir bakışla yaklaşıyor Avcı. Masal öğelerine başvuruyor, anısal birikimlere uzanıyor.
Öyküsünde beliren bir başka yanın da ironi olduğunu söyleyelim.
- “Lütfen Bir Ceza”,
- “Aklı Karalı Masal”,
- “Kadın ve Koç” bu bağlamda anabileceğimiz ilk öyküleridir.
Cemil Kavukçu (1951), daha ilk kitabı “Pazar Güneşi” (1983) ile, kozasını sessizce, ama ustaca ören bir öykücü kimliğiyle yazınımızda boy veriyor. Öykülerinde ilk dikkatimizi çeken yan ise, anlatım ve kurgulamadaki düzeyliliği. Onu bir solukta okunur kılan bu akıcılığı, etkileyiciliği yansıttığı gerçeklikler, uzandığı “dünyalar’da da var. Öykünün etkileyiciliğinin salt anlatılanla değil, onu anlatma biçemiyle de sağlanabileceğinin ayrımında, özellikle bireyin iç dünyasına yöneldiği öykülerinde şiirsel bir söyleşiyle etkileyici bir anlatım örgüsü kuruyor. Betimlemeyi başat kılışı ise, anlatısına başka bir boyutta güzellik sağlıyor.
ÜLKÜ AYVAZ
Kara mizah, neredeyse, bu dönem öykücülerinin önemli bir bölüğünün ortak yanı! İşte Ülkü Ayvaz da (1955) bu bağlamda kuruyor öyküsünü “İşlerin Yolunda Gitmesine Engel olan Kim?”i (1984) izleyen “Gri Oğullar”da da (1985) bu çizgisini geliştirerek sürdürüyor. Öyküleri, ilkten, ‘Gogol-Çehovvari’ bir eda ile karşılasa da okuru; giderek onlardan ayrı bir seste belirginleştiriyor anlatısını. Ortak bir öğe olan gülmece, daha özel anlamıyla kara mizah; değişik bir boyutla, ironik söylem, simgesel anlatımla öyküsüne iniyor. Daha ilk kitapta, zor olanın üstesinden geliyor Ayvaz Kendine özgü bir öykü evreni çizerek başarıyor bunu da. Yeni kuşak için de, öykücülüğümüz adına önemli bir kazanç.
Bir başka uğraşı alanı olan tiyatro (özellikle oyun yazarlığı), onun öykücülüğündeki kurguya, derinliği vareden anlatıma ve gözlemevine girenlerin hiçbir yapaylığa kaçmadan, yerli yerince, fantezi simgelerle de olsa, işlenmesine olanaklar sağlar. Öyküde ustaca bir denge kurar. En silik görülebilen “şey’den bile, gerçeğin sahici yüzünü gösterebilmeyi başarır. Buruk bir gülümseyiş, bıyıkaltı ‘tebessüm’e dönüşür birden. Yüzümüze yansıyan, bir yayılıp bir kaybolan, kahkaha sevinci arasında gider geliriz. Yine de bir burukluk yaşarız bu öykülerle. Sıradan insanların yaşamlarına yönelişi, ayrıntılarda bulguladıklarıyla onların gerçekliklerine varışı, kişi-mekân ilişkisi ve olay-durum-an kurgulayışıyla sağladığı bütünlüğü pekiştiriyor. Oldukça soyut bir evren, silik kişiler çiziyor, öne çıkansa; yazarın kendi deyimiyle “insanın gerçek yaşamı ile tasarım dünyası arasındaki çatışma”dır. Öykülerinde olay da siliktir. Ama, öne çıkan ‘durum’ ve ‘an’lar bu öğeye işlerlik kazandırıyor. Evet, fantezi onun öyküsünün başat öğelerinden biri. Ama buna, hiç de, artistik bir söylem olsun diye başvurmuyor Ayvaz.
Onun ironisinde etkin bir yeri var; dipten dibe, ona, önemlice bir işlev yüklüyor.
İlk kitabına adını veren öykü bunun güzel örneği.
Yine,
- “Angola Acıları”,
- “Adıgüzel”,
- “Kulak”,
- “Sandık”,
- “Anafor” öyküleri de bu bağlamda anılmalı.
“Gri Oğullar”, onun bu çıkışını daha atak, daha oturmuş ve yetkin bir düzeye eriştiren öyküler demeti getiriyor. İlk öykülerinde başat kıldığı öğeleri yine önceliyor. Ama bunlarda simgeselliğin daha ağır bastığını da söylemek gerekiyor. Silüetler arasından okuru tetikte bekleyen algı ivdirmeleridir onlar. Bunlar giderek yerini sezgiye, okurun düşlem ve soyutlama yetisine bırakır.
Okur, onun simge ve fantezilerinden değişik anlam ve yorumlar çıkararak, öyküye çeşni kazandırabilir!
Bu anlamda;
- “Çadır”,
- “Gri Oğullar”,
- “Dört Duvar Günlüğü”,
- “Kendini Anlatan Öykü”,
- “Yumuşak ‘G’” anmamız gereken başarılı öyküler olarak belleğimize kazınıyor.
ŞÜKRAN FARIMAZ
Şükran Farımaz (1952) “Çiçeklerle” (1984) geldi. Bir dolu duyarlık kıpırtıları, acılar, sevinçler, özlemler, burukluklar taşıyan öyküler getirdi bize. Kitabın on bir öyküsünün herbirine sinen ayrı bir ses, bir bütün olur; benleşir okur katında bunlar.
Onun etkisi, o duyarlıklı öykü evrenini kurması, tanığı olduğu gerçekliklere bakışından, en küçük ayrıntıda bile onları var ederek öyküye ağdırmasından kaynaklanıyor. Daha ilk öyküde (“Çiçeklerle”) bu kıpırtıyı duyarsınız. Açılır, açıldıkça da buruk, ezinçli özleyişlere kanat açan bir seyre kaptırırsınız kendinizi. işte, kuşağının ‘ses’i diyebileceğimiz biri. Onu bir başkasıyla, Gülderen Bilgili ile, burada anmak isterim. Öylesine yakın düşen bir duyarlık evrenleri var ki... Ayrı uğraklardan da geçseler, aynı çağlayana su veriyorlar. Öyküleriyle okuru, bence, aynı düzeyde sarsalayabiliyorlar.
Son on yıllık dönemde yaşadığımız sanrıların, imbikten geçirilmişçesine, işlenişidir bu öyküler. Toplumsal karmaşa ortamındaki ‘kadın’ın konumunu, ilişkilerini, yalnızlığını, itilmişliğini, bağlanışlarını önceleyerek; kadın-erkek birlikteliğinde yaşanılan açmazlar, mutsuzluklar, uyum ve uyumsuzluklara, onların çevreleriyle ilişkilerine yöneliyor. Anlatımda değişik uygulamalar deniyor Farımaz. Klasik öykü kurgusuna hepten bağlı kalmıyor. Öyküsünü etkileyici kılan bir başka yan da, betimlemelerde dil’ine kazandırdığı işlev. Yaşamı bütüncül yanlarıyla vermeyi amaçlıyor. Burada doğa, en belirgin motif olarak, yansıtılan gerçekliklerin yanı başında yer alıyor. Bir bağ kurduruyor, sezgilettikleri ve çağrıştırdıklarıyla okurda bir etki yaratmaya çalışıyor.
İyi bir öykücünün sahip olması gereken gözlem gücü, ayrıntılara yönelik kavrama/seziş yetisinin güzel örneğini buluyoruz Farımaz’da.
- “Çiçeklerle”,
- “Çocuk, Camgüzeli, Kadın”,
- “Ne Desem Laf Değil”,
- “Birgün Baharda...”,
- “Sen Anlat”,
- “Gece Uyumaz” bu anlatımını başarılı kıldığı öykülerdir.
Yer yer, öyküsünü tehlikeli yerde dolaştırdığı gözlense de “Çemberimde Gül Oya” (bkz., Sanat Olayı, Ocak 1986, s. 44), onun bu düzeyini geliştirerek sürdüreceğini bize muştuluyor...
Bu sayımızda bir bölüğünü anabildiğimiz dönem öykücülerimizin ”yeni adları”na ve “yeni yapıtları“na gelecek sayımızda devam edeceğiz.
Bu sayımızda bir bölüğünü anabildiğimiz dönem öykücülerimizin ”yeni adları”na ve “yeni yapıtları“na gelecek sayımızda devam edeceğiz.
Feridun Andaç | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 176 - 15 Eylül 1987
_____________________________________________________________________________________________________
Özgün bir ses olabilme yolunda başarılı adımlar
Toplum yapımızın son yıllardaki trajik yapılanışı ister istemez dönem öykücülerinin ürünlerine de yansıdı.
Yansıyışın boyutlarına baktığımızda da bu öykücülüğün neredeyse ortak diyebileceğimiz yanlarının öne çıktığını görmekteyiz:
Humour, kara mizah, toplumsal eleştiri, hüzün...
Öncelikli kılınanlar ise toplumsal yapıdaki değişim, bu değişim hızı ile farklılaşan ortamdaki “insan” ve onu kuşatan sorunlardır.
Bir sürükleniş içindeki yapılanmayla beliriverenlerin, değişme/değişememe sancısı çeken insanımızı biçimden biçime sokuşu, açmazlara sürükleyişi... Ve bunların “kaçınılmaz son”ları, yaşattığı “an”lar, “durum”lar... Giderek suskun bir toplum kimliğine bürünüşün yansılarını getirmektedir her biri...
Toplumun kimlik arayışının sanata, sanatçıya yansıması kadar doğal bir şey olamaz. ‘80 sonrasına dönüp baktığımızda bunun en çok öyküde yer ettiğini görmekteyiz. Bu birikimin oluşma düzeyi ise öyküyü yazınımızda diğer türlerden ayıran bir yere getirmektedir. ‘80 sonrası evrede “eski”lerle birlikte “yeni”ler “öyküye” soluk aldırdıkları gibi, onu diğer türler yanında atak düzeye getirmişlerdir. Her şeyiyle suskun bir toplumda susmayan bir ses olabilmiştir öykü.
Bu içedönüklüğün yazma edimine, bir şeyler anlatabilme uğraşısına yansılarını ayrıca ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Ama şu da var ki; öykünün de diğer anlatı sanatlarında olduğu gibi, her şeyden önce insani insana anlatmak gibi bir işlevi öncelediği gerçeği öne çıkmış, bu her dönem ve her kuşak yazarının birincil ilkesi olmuştur. O biçim alış nasıl olursa olsun, hangi yönde anlatılırsa anlatılsın, sonuçta varılan yer “insan”dır. Dönem öykücülerinin ayrı düşmedikleri bir başka ortak yan da bu.
Öykücülüğümüzün yenileşme dönemi sonrası sürgüne duran bu kuşağın diğer bir ortak yani da değişik biçim denemelerine yönelişleri, birçoğu nun da fanteziyi yer yer belirgin bir öğe olarak öykülerinde kullanışlarıdır. Öykü geleneğimizden kopmadıkları gibi, yeni yeni denemelere yöneldiklerini de görmekteyiz. Öykünün her türlü biçim denemeleriyle anlatılabilecek bir tür olduğunu örnekler birçoğu da. Yenilikçi bir anlayıştan özgün bir söyleşiye uzanan çizgide başat kılınansa düzeyliliktir diyebiliriz. Bunu bu öykücülerin birçoğu başarabilmiş, özgün bir ses olabilme yolunu tutabilmişlerdir.
Evet, kendi sesi olabilme sancılarıyla varolabilen daha atak bir kuşağın “dipden gelen dalga”sını görmekteyiz! Bunca suskunun sürgünüdür her biri. Gittikçe çoğalan bir ses. Daha da sorumluluk isteyen bir türdür artık öykü. “Yeni öykücüler”, “yeni yapıtlar“ıyla bunu bugün bize bir kez daha duyumsatmışlardır.
Çok yazmanın “iyi” için bir ölçü olmadığı doğrusunu düz yazıda da paydalarken,
olagelen çabaya dönüp bakmak, onlara omuz verebilmek, geleceğe daha iyi, daha güzel ürünler verebilmeleri için onları yüreklendirmekten yanayız.
Dönüp baktığımızda bu öykücülerin önemli bir bölüğünün az ve öz yazarak, kendi yataklarında ilerlediklerini görürüz. Yukarıda da değindiğimiz gibi; öykü, onlar için bir “geçiş türü” değil, başlı başına bir anlatıdır. ‘80 sonrasının “yeni adlar” bunda kararlı biçimde ilerlemektedirler. Birçoğunun özgünlüğü de buradan gelmektedir demeliyim hemen!
Burada ilkten anacaklarımız da; bu çabada geleceğe umut veren, bunun ötesinde bu düzeyi de aşan,
hatta diyebiliriz ki; artık bu alanda belli bir düzeye erişerek yol katedebilenlerdir.
Şimdi dönemin andığımız bu diğer öykücülerine bakabiliriz:
AHMET ÖNEL

- “Hezarfen’in İbret Dolu Serüveni”,
- “Matinede Mükremin”,
- “Bu Dünya Bu Kulisler” öykülerini onun gülmecedeki ereğine, ayrıca özgün biçim denemelerine örnek olarak gösterebiliriz.
O da, Ülkü Ayvaz gibi, tiyatroyla içli dişli birisi. Bu, onun öyküsünün ne çok uzağına düşüyor, ne de tümden onu sarmalıyor. Ama şunun da altını çizmek gerekiyor burada, anlatısındaki akıcılık, kolay okunabilirliğindeki sürükleyicilik, yansıttığı olay/durum/an’ı canlandırmadaki abartısız söylemi; bence, tiyatro/sinema uygulayımının getirdiği olanaklardan bilinçli bir işçilikle yararlanma(sı)nın sonucudur.
Buna örnek olarak da, yukarıda andığımız öykülerle birlikte, şunları verebiliriz:
- “Kayıp Şair”,
- “Ceymis’in Gözleri”,
- “Dağlar Bulutlu Jesse”,
- “Dondurma Ömrü”
Burada, kısaca, onun öykü anlayışını kendi sözleriyle anarsak, sanırım, söylediklerimizi fazlaca açımlamaya da gerek kalmayacak:
“...ben öykünün, insanin gelişim sürecini yakından izleyen sadık bir yazın türü olduğu kadar, bu ‘izleyiş hakkından kaynaklanan ‘kendine hak karakteristikleri’ sonuna dek kullanabileceği görüşündeyim. Unutmadan, bu hak sıralaması arasında ‘humour’a da yer vermek gerektiğini belirtmeliyim. Tabii bu bir gereklilik değil, doğallıkla kendini atan bir olgu. Yaşamın bir boyutu, üstelik önemli bir boyutu olan mizahi yaşama bakış ya da değerlendiriş tarzımız olan’ ürünlere yansıtmamayı unutkanlık, yansıtamamayı ise noksanlık olarak görüyorum ben.”
Dileğimiz; umutlu bekleyiş sürecini hızlandırıp, okura daha güzel öyküleri sunabilmesidir.
MEHMET GÜREL
Mehmet Gürel (1950), “Sıcak Bir Göz”le (1985), yenilikçi anlayışın “kısa öyküler”/“düzyazı metinler” arası denemelerini getiriyor. Metninde, okuru, düş-gerçek arası bir evrende buluşturuyor. Yazarın sinemaya yatkınlığı, ilk anda “Öyküler”de öne çıkan bir öğe olarak beliriyor. Bu denemeleriyle okurunu, metni kavrama ve okumada, aşılması güç labirentlerde dolaştırdığını belirtelim. Değişik bir ‘ses’, farklı bir çıkış’ demeliyiz yine de. Bu açıdan, “öykü”sünün ve yazma ediminin ipuçlarını “Sıcak Bir Gözle” ve “Balkan” adlı öykülerinde okura verir yazar. Güncele örtük biçimde yaklaşıyor. Soyutlamaya yönelerek, imgesel bir evren çiziyor. Bu bağlamda, kara mizahın, yer yer onun öyküsünde de okura el ettiğini söylemeliyiz. Toplum’a ‘insan’a, olay’a bakışındaki bu humouru fantezi üzerine kuruyor.
“Az sözcükle dünyalar yaratmak ve her şeyi gördüğüne inanan insanlara, görmediklerini, göremediklerini, göstermek istiyorum” derken de,
öyküde yapmak/varmak istediğini kısaca dile getirmeye çalışıyor.
MURATHAN MUNGAN
Şiir, tiyatro ve öykü... Murathan Mungan’ın (1955) yazınsal dağarcığının ayrılmaz üçlüsü olarak karşımıza çıkıyor.
Kuşkusuz ödüllerin de, onun bu ürünlerinin okura sunulmasında önemli bir işlevi var.
- “Son İstanbul” (1985) ve
- “Cenk Hikâyeleri” (1986) izleyen
- (1987 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan “Hedda Gabler Diye Bir Kadın”la gelen) “Kırk Oda“daki (1987) yeni öyküleriyle,
okura oldukça yüklü bir birikimi sunması,
onun diğer iki yanını gölgeleyebilecek düzeyde ürünleri getiriyor, bence.
Mungan, “Cenk Hikâyeleri”yle, gelenekten değişik bir biçimde yararlanıyor. Buna, yeniden yaratım da diyebiliriz. Bilge Karasu’nun, Tomris Uyar’ın yöneliş ve denemelerine yatkın bir çizgide. Ama uygulayımı ve söylemiyle, özellikle kullandığı dille, bu geleneğe daha yatkın bir öykü evreni kuruyor. Burada, onun, o kültürel birikime yatkınlığının, kullandığı dilde önemlice bir payı olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Yazarın şu sözleri, “Yazarlığımı belirleyen bütün temalar, büyüdüğüm şehrin izlerini taşıyor.” bu yönelişinin ipuçlarını veriyor bize.
Yine bu öykülerindeki seçimini, çıkışını pekiştirmesi bakımından, o sözlerinin devamını da buraya aktarmak istiyorum:
“Ben öykü, roman, şiir olarak çalıştığım bütün sanat türlerinde bir tek şeyi, eskinin soylu, güçlü tutku şiddetini yazıyorum. Şiddet beni çok ilgilendiriyor. Çünkü ben böyle insanların arasından geldim. Düşmanlığında bile böyle soylu olan insanları seviyorum. Onları anlıyorum ve yazıyorum.”
Oldukça genel temaları işliyor. Dünü, dünden kalanı anlatırken, bugünle, yaşadıklarımızla bağ kurduruyor okura. İnsani olan öğeyi elden bırakmıyor. Zaten, yeniden yaratımla öykülerin özüne yüklediği işlev de bu, bence! Usta/çırak ilişkisinden yola çıktığı “Şahmeran’ın Bacakları”nda, ustanın anlatımıyla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bugün bile söylenegelen mitolojik halk masalı Şahmeran’ın yeniden yazımına yöneliyor. Masalın otantik öğelerine bağlı kalmıyor. Bir simyacı işçiliğiyle yeniden kuruyor onu.
Diğer beş öyküde de (
- “Ökkeş ile Cengaver”,
- “Kasım ile Nasır”,
- “Binali ile Temir”,
- “Ensar ile Civan”,
- “Yılan ve Geyiğe Dair”) benzer bir yöntemi deniyor.
Yani bir söylemle var ediyor “cenk hikâyesi”ni. Öykülerde okura, “hisse kapma”sı istenilen birçok ileti var. Mungan, bunu, anlatının akış içinde, uyumlu bir biçemde veriyor. Öykülerinin özelliklerini burada sıralamanın olanağı yok. Öyküye geniş olanaklar sağlayan, gerçekten bu anlatının bizde köklü bir geleneği olduğunu somutlayan, zengin birikime el atıyor Mungan. Bunun üstesinden de geliyor. Diyebilirim ki, üzerinde epeyce söz edilecek, genç kuşak öykücülüğümüz adına, birikime sahip çıkışın gündemde kalabilecek öykülerini, öykücüsünü getiriyor bize “Cenk Hikâyeleri” “Kırk Oda”da daha çağdaş bir söyleme başvuruyor. İletilenlerden öte, kurgu ve söylemindeki düzeyliliğiyle dikkati çekiyor.
Füsun Akatlı’nın deyimiyle:
“İroni ile lirizm. Hüzün ile yabancılaştırmanın içiçe dokunduğu bu öyküler, Mungan’ın duyarlılıkları damıttığı ve yazınsal yeteneğinin bir yönünü -bir edebiyat adamının kullanılmış malzemelerden, yepyeni, taptaze bir malzeme üretmedeki başarısını” sergiliyor.
AHMET YURDAKUL
Yaşamın öyküde de soluk alabileceğine bir kez daha tanık oluyoruz! Ahmet Yurdakul’un (1954) öykülerinde...
“Körfez Üstü Yıldız Gezer” (1985), böylesi bir birikimi, hem de öyküde bir yerlere ulaşabilecek ‘ses’i, getirip sunuyor okura.
Tematik olarak iki öbekte toplayabileceğimiz öykülerinde, yaşamın, zamanın nabzını duyarız.
Yakın tarihimizin gerçeklerine yöneldiği öykülerinde (
- “Telgrafın Telleri”,
- “Körfez Üstü Yıldız Gezer”,
- “Yanlış Hesap”) o döneme tanıklık etmiş kişilerin dünyalarından yola çıkarak, dönemin gerçekliğini değişik boyutlarıyla yansıtmaya çalışıyor.
Konulan ‘geçmiş’ten alması, tarihsel olanı öykülemenin tehlikeli uğraklarına götürmüyor onu.
Bilinçli bir seçim, olaylara bakış açısındaki “net’lik, başarılı bir öykülemeyle birleşince, oldukça özgün öyküler çıkıyor ortaya.
Diğer öykülerinde ise, değişik kesimlerdeki insanların güncel yaşamlarından kesitlerle sorunları, birbirleriyle yakınlıkları (
- “Yalnız Zamanlar”
- “Kiraz Zamanı”,
- “Vurguna İnmek”):
kent karmaşasında, iş yaşamının sığ dönen çarkı içindeki ilişkiler, birey’in durumu (
- Ölmek için Beş Dakika”) yansıtılırken:
kitabın son öyküsünde de (
- “Hayvanlar Bildirisi”), yakın dönemin baskılarına hedef olan “aydın“ın konumunu durumunu fantezi ve humour yüklü bir anlatımla sergiliyor.
Birey-toplum çatışkısını, bu çatışkıdan doğan sonuçları; yiten değerler, güzellikler karşısındaki yıkılışı/ayakta durabilmeyi: geçmişin özlemiyle bugünü kavramaya çalışan: çalışmakla yaşamda can bulan, tutkularıyla var olabilen insanı anlatıyor Yurdakul. Öyküsünde dile getirdiği gerçeklikleri salt göstermek yansıtmakla kalmaz, okur katında sorgular da!
Diyaloglara, konuşma dilinin söyleyişine özen gösteriyor.
Gerçekliklerini verdiği kişilere eş düşen, hiçbir yapaylığa, zorlamaya kaçmayan bir söyleyiş birliği kuruyor bununla da.
Onun bu yalın söyleyişinin insanı saran sıcaklığını;
- “Yalnız zamanlar”,
- “Körfez Üstü Yıldız Gezer”,
- “Kiraz Zamanı”,
- “Vurguna İnmek”, öykülerinde buluyoruz.
Yurdakul, klasik öykünün sınırlarını zorlayan bir anlatımı yeğliyor. Kopmuyor da ondan. Ama, onu aşınca da, güzel şeyler yapabileceğini “Hayvanlar Bildirisi” ile örnekliyor. Üstelik bu öykü onun öyküsünde de, okuru bıyık altı gülümseten bir humourun ve düşünmeye yönelten bir eleştirelliğin varlığını gösteriyor bize.
SEMRA ÖZDAMAR
Daha önceleri sinema sanatçısı olarak tanıdığımız Semra Özdamar (Arın) (1956); öyküyü uğraş edinerek, bu yönde başarılı bir düzeyin ürünlerini sergiliyor.
- 1985 Akademi Kitabevi Ödülü yanı sıra,
- 1979’da Bedia Muvahhit üzerine yazdığı senaryosuyla Kültür Bakanlığı Senaryo Ödülü’nü,
- “Küçük Çocuk ve Yaşlı Sıvacı” ile de 1984 De Yayınevi’nin Masal Yarışması’nda mansiyon kazandığını;
- ayrıca 1985 TOBAV Oyun Yarışması’nda da “Yalnız Kadın” oyunuyla üçüncülük aldığını belirtelim.
“Sessiz Çığlıklar” (1986), onun, yarışmayla gelen ürünlerini içeriyor. Kitabın ilk sekiz öyküsünde kadının sorunlarına yönelerek, toplumsal yaşamdaki konumunu irdeliyor. Onların yaşantılarının, trajik diyebileceğimiz yanlarını sergiliyor. Özdamar, anlık görünümler, duyuş ve sezgileyişlerle günlük yaşamdan edinilen gözlemler üzerine kuruyor öyküsünü. Durum’ ve ‘an’ saptamasından yola çıkarken; toplumsal çelişkilerin bu yaşantılarda biçimlenen/öne çıkan yanlarını göstermeyi de gözardı etmez. Yansıttığı sorun, dışladığı gerçeğin ardında, bir başkasının da oluşumunu ya da, bu oluşumu hazırlayan nedenleri, vermeye çalışıyor. Gelinen durum, sürüklenilen ortam, böylece okur bilincinde daha netleşir, gerçekliğin özü daha da belirginleşir.
- “Yetmişlik Saadet”,
- “Hacer ile Aslı”,
- “Uyumsuzlar”,
- “Sessiz Çığlıklar” öykülerini burada hemen anabiliriz.
- Kadının bugünkü konumda, dünle, pek değişen bir yanının olmayışı (“Likyalı Gülpembe”);
- sürüklendiği ortamdaki yalnızlığı, çevrenin ‘yaban’lığı/duyarsızlığı karşısında, çıkmazdaki hali (“Hacer ile Aslı”);
- onca görev bilinci taşımasına rağmen, taşranın sağırlığına kapılanlarca, sesinin, “sessiz çığlık“a dönüştürülüşü (“Sessiz Çığlıklar”);
- geçim zorluklarının sürüklediği durumlarla yaşanılan burukluklar (“Yukarıdaki Çocuk”);
- dışarıdaki yabancı işçi çocuklarına yönelik eğitim olayının görünmeyen yüzü (“Uyumsuzlar”);
- bohem sanatçı duyarlığı (!) yalnızlığına yansıyanlarla, sanatçıya, sanat dünyasına/alıcısına yönelik eleştiriler (“Son Tablo”)...
Yazarın yansıttığı toplumsal gerçekliklerin başında gelmektedirler.
Özdamar, bu öyküleriyle, ezik buruk yaşamların çığlığını duyuruyor bize. Anlatım(ın)daki görselliğinin okura sağladığı görüngü perspektifi onun, öykünün atmosferine girebilmesini, kendince de bir canlandırma yapabilmesini sağlıyor. Sinemanın bu öğelerinden özenlice yararlanmasını biliyor Özdamar.
Bu yanın şu öykülerinde görebiliyoruz:
- “Yetmişlik Saadet”,
- “Yukarıdaki Çocuk”,
- “Uyumsuzlar”,
- “Son Tablo”,
- “Sessiz Çığlıklar“
Anlatımının ritmikliği öyküsüne hareket öğesi sağlıyor ama, okuru yoran bir olumsuzluğu da getiriyor.
Bu, her ne kadar, onun sinema diline yakınlığından kaynaklanıyorsa da; anlatıda, bu açıdan, bir denge kurulması gerekiyor.
“Kadırga’da Son Horon” (1987), onun, sinemadan yazın alanına geçen bir sanatçı olarak, taşıdığı kaygıları yok edebilecek nitelikteki ürünlerle soluk alıyor. Şunu hemen söylemeliyim: Özdamar, o ürkek dil işçiliğini bir yana bırakıyor, daha rahat bir söyleyişe yöneliyor. Anlatımda da öyle... Görselliğin daha bir öne çıktığı, dil ve anlatımda yoğunlaştığı öykülerle karşılıyor okuru. Öncelediği sorunlar yine ‘kadın’la çevreleniyor, yine “trajik olan” başat kılınıyor.
- “Kadırga’da Son Horon”,
- “Sisin Ardındaki Yüz”,
- “Ağlamak Yasak”,
- “Karşılaşma”, Özdamar’ın, öyküde neyin/nasıl anlatılması gerektiğini bilen, bu çabasında ne yapabileceğini güzelce sergileyen öykülerdir bence!
Bu kez, karakterize ettiği kişileri daha belirgin, yansıttığı çevre ile varolabilen, bütünleşen özellikler taşıyorlar.
BUKET UZUNER
Buket Uzuner (1955), farklı yönelim ve anlatım denemelerine başvuran bir öykücü. “Benim Adım Mayıs” (1986), bu bağlamda sunulan on sekiz öyküden oluşuyor. Öykü coğrafyasını oldukça geniş tutuyor Uzuner. Öykülerini bu eksen üzerine kuruyor. Mekânlar, kişiler, yansıtılanlar değişse de: ‘insan’a, onu çevreleyen sorunlara, yaşama bakışı aynıdır: Daha iyi yaşanılası bir dünya özleminin kıpırtılarını getirir. Öykülerinde, tanıklıktan öte bir erek güdüyor. “Adını Siz Koyun” derken de, okuru, o sorun gerçekliğin ‘neden’ ve ‘niçin’i üzerinde yeniden düşünmeye yöneltiyor. Bu dönemeçte, öyküsündeki toplumsal eleştirinin ve humourun varlığını da sezinletiyor.
Yaşadığımız günlere, ilişkilere yöneldiği gibi; dışarıdan (yurt dışından) tanığı olduğu yaşamlardan da kesitler getiriyor:
- “Adı Konmamış Yalnızlıklar”,
- “Benim Adım Mayıs”,
- “Restoran Laterna”,
- “Oblomo Bar’da Bir Öğle Tatili”,
- “Stockholm’de Ölüm“
Ayrıca,
- “Ayışığında Cehennem Rengi Bir Dünya”,
- “Benim Adim Mayıs”,
- “Bir Kız çocuğu Elinde Çiçekler ve Şarkı Söylüyor”,
- “Cıvıl Cıvıl, Çığlık Çığlık İstanbul”,
- “Vehbi Şanlı’nın Faust Tutkusu”,
- “Otuz Yaş” öykülerinde işlediği evrensel temalarla, insanlığın ortak sorunlarını öne çıkarıyor diyebiliriz.
“Bir Kadın Yazarın Satış Rekoru Kıracak Kitabı” öyküsü (tıpkı
- Semra Özdamar’ın “Hikâyecinin Acıklı Hikâyesi”, bkz.: Varlık, S. 945 ile
- Sulhi Dölek’in “Yazmıyorum İşte”, Vidalar s. 89, öykülerinde yansıttıkları gibi); yazan insanın “hazin öyküsü“nü değişik bir yaklaşımla işlemesiyle dikkati çekiyor.
Uzuner, değişik bakış açları üzerine kuruyor öykülerini. Bu da, yansıttığı gerçekliklere uygun bir söyleyiş ve anlatım birliği sağlıyor. Bu, bir çocuğun, bir kadının, bir erkeğin bakışıdır, olaylara, yaşanılanlara, yansıtılanlara. “Uzak Kasabaların Gri Hüznü“nü, onun, çoğul bakış açısı uygulayımına örnek olarak alırsak, bunu, öykü kurgusuna başarıyla ağdırdığını söyleyebiliriz.
Ayrıca kurgulamada montaj tekniğine de başvurduğunu belirtmeliyim burada:
- “Benim Adım Mayıs“
- “Bir Kız Çocuğu Elinde Çiçekler ve Şarkı söylüyor”,
- “Cıvıl Cıvıl, Çığlık Çığlık İstanbul”,
- “Çığlığın İçinde Çığlık”,
- “Uzak Kasabaların Gri Hüznü”
GÜLDEREN BİLGİLİ
- “Bir Gece Yolculuğu”yla (1987) gelen Gülderen Bilgili (1954); özgün, duyarlıklı bir öykü evreni kurarak; kuşağı insanının dünle bugün arasındaki konumunu, ilişkilerini, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını, sevgilerini umut ve özlemlerini dile getiriyor. Öykülerinde, insancıl bir tem öne geçiyor. İlk okuyuşta okuru saran da bu.
- “Hacı Manav Sokağı”ndaki öykü kişisi, ben-anlatıcı, yaşanılan bir ‘an’dan geçmişe uzanır. Yıllar öncesinin çocukluk anıları, o anlarda var olanlara dönüş, o anlık arayışın hareket noktasını oluşturur. Bu da, o kişinin yaşadığı içsel ve dışsal gerçeklikle verilir. O arayış ‘an’ında, ben-anlatıcının bilincinin süzgecinden geçenlerle, unutamadığı Matmazel Eftalya’yı, onunla geçen/yaşanan çocukluk anılarına dönülür. Onu Hacı Manav Sokağı’nda arayış... Ve bir başka ‘an’a geçiş; hastane günlerinin yakınında olan Saliha Teyze’yi anış. Bu dönüş yerinde, aranılanla anımsananlar, yaşanılan duygulanımlarla verilir. Bilgili, bunları, öykü kişisinin söyleyişiyle dile getiriyor. Öyle ki; hiçbir abartıya, gereksiz söze dönmeksizin, doğallıkla, yalın bir anlatımla yapıyor bunu da.
Bir iki fırça darbesiyle ortaya çıkan bir tablo gibi getirir, sunar anlatmak istediğini. Öykücülüğümüzde, öteden beri, hep özlenen, sürmesi istenilen bir duyarlılık yolunda Bilgili. Yalın, duru, abartısız anlatımı; gözlem gücündeki sezgisi, o sezgileyişlerle edinilenleri aktarmadaki derinliğe erişmesiyle de öyküsüne yoğunluk kazandırabiliyor. Bireyin iç ve diş gerçekliklerini yansıtmadaki düzeyliliği, dışla iç yaşam arasındaki dengeyi ustalıkla kurup verebilmesi; betimlemeleriyle ulaştığı çağrışım gücü, yarattığı görsel zenginlik; ayrıca, bunlarla, okurda yarattığı etki... Onun öyküsünü özgün kıldığı gibi; önemsenmesi gereken, daha güzelini verebilecek bir öykücü olduğunu muştuluyor bize.
Okurken ipil ipil oluyor içiniz. Sözcüklerin tınısını duyuyor, tümcelerin anlamsal yoğunluğuna kapılıyorsunuz.
Yer yer Sait Faik duyarlılığını, Memduh Şevket Esendal’ın canlı kişilerini ‘an’lık saptamalarını buluruz öykülerinde.
- “Sevgi Hiç Bitmesin”ini,
- “Ihsan Bey”i,
- “Vesile”si bunlardan biridirler.
Ama onun kişileri, genellikle, yaşamlarının iki yönüyle, dünle bugün, soluk alırlar öykülerinde.
Geriye dönüşler, içkonuşmalarla uzanırlar o günlere, yaşanılanlara.
Bugünden hareketle bir ‘an’, bir ‘durum’ çağrışımıyla geçmişe, onların yaşamlarında derin izler bırakan kişilere, olaylara, yerlere, ‘anılara’ uzanır Bilgili. Buruk özleyişlerin yol ağızlarındadır kişileri. O, dünle bugün arasındaki yaşayışlarına baktırırken onları acındırmaz, o günlerin özlem kıpırtılarını da taşısalar, oralara/onlara dönülemeyeceğinin bilincindedirler.
- “İcra Kararı” ile, dokunaklı bir öykü evreni çiziyor Nihan’ın dünyasında. Yeni yeni öyküler okuma, hatta oturup öykü yazma, çıkıp sokaklarda dolaşma, yaşamı bir de o gözle (öykücü duyarlığıyla seyredebilme coşkusunu uyandırıyor. genç kızlık duyarlığına yansıyan, artık yaşamda olmayacak olanların ezginliği, yasanılanların utancı yerini Nihan’ın geleceğe umutlu bakışına bırakışı... Sabah güneşinin içinizi aydınlatan sevinciyle karşılıyor sizi.
- “Uzaklıklar”, değişen değerler, değişmeyen uğraşlar içindeki insanların dünyalarına yöneliştir. içten içe örülen bir kurgulama ve çoğul bakış açısıyla sunulur bu insanların gerçekliği de... Tanığı olunan dönemse, o yoğun, toplumsal karmaşıklıkların, çatışmaların yaşandığı günlerdir... Birbirine yakın insanların birbirine uzak dünyalarına uzanıyor. Yiten değerler karşısındaki insanların burukluğu, giderek birbirlerine yabancılaşan ilişkiler, bir ‘an’lık beraberliğin getirdiği umutlu bekleyiş ve ‘acılı yıllar”dır anlatılan.
- “Bir Gece Yolculuğu”, hüzünlü bir senfoni gibi gelir yaşantımıza sokulur. Her pınardan aldığı ivme ile akışını sürdüren bir ırmağın güzelliğinde, genişliğinde bir anlatım ve kurgulama ile vareder anlatısını. Birikimi iyice özümsemiş, bunu da öyküsüne ustaca sindirebilmiş Bilgili. Uzandığı gerçeklerdeki yaratımında bunu ne denli başarılı kılabildiğini gözlüyoruz. Bir yaşamdır, bir insandır anlatılan. Ama, bir dönemdir, bir kuşaktır aslında. Öyküde öne çıkan bu insan’la birlikte bir dolu gerçek, bir dolu yaşam da can bulur anlatıda.
- “Uzaktaki Sevgili”, yine ‘dün’e dönüştür. O günlerin; birlikte yaşanılmış, sancısı, sevinci çekilmiş ‘dönem’in, artık kendini ayrılığın kollarına bırakmış olan, sevgi(li)sine dönüştür...
Onunla buluşma ‘an’ının ezgin, buruk yalnızlığının seyrindeki ‘eski sevgili’nin gerçeğini duyarlı bir anlatımla sergiliyor Bilgili.
Kısaca, şunları da eklemek gerekirse, Gülderen Bilgili, yaşama/yaşanmışlıklara, ilişkilere sevecen bakabilen bir öykücü. Onun (kişilerinin) şu düşünceleri, “Pek çok değeri hızla yitiriyoruz. Oysa, sıkı sıkı tutmalı kişi varlığını biçimlendiren temel öğeleri. Gidenler dönmüyor hiç “Yaşam hep yeniden kurulabilir” oysa kişi kendinden bir şeyler katabilmeli yaptığı ise öykülerinin ortak iletisidir de diyebiliriz.
FİGEN ÇAKMAK
“Kırık Dökük Bir Yaşam”la (1987), yaşadığımız kırım kıyım’ günlerinin, ‘çileli’ yaşantıların burgacındaki insanimizin gerçeğini getiriyor Figen Çakmak, Bilgili gibi, o da “kuşağı”nın ‘ses’i olabilen bir öykücü kimliği ile çıkıyor karşımıza. “Kırık dökük yaşam”ların ardındaki gerçekleri sergiliyor. Bir ‘olay’ ya da bir ‘durum’dan hareketle veriyor bunu da. ‘Olay’ın oluş sürecini, bu süreçteki bireyin geldiği konumu, yer yer, geriye dönüş ve iç konuşmalarla, eleştirel gerçekçi bir bakışla veriyor.
- “Buğday Yeşilinden saman Sarısına” öykülerindeki Ayşe ile Yayla’nın geldikleri durum bu yönelişle açımlanıyor.
Diğer üç öyküde ise, daha yakın bir mercekle, “olaylı yıllar”a ve o yılların bedelini ödeyen kişilere, ilişkilerine bakılıyor.
“Bir Garip Espri” içeride sergilenecek bir oyun nedeniyle, hapistekilerle yakınlık kuran, “gülüşlü günler“in sevincini/inancını taşıyan üç genç kızın oradakilerle ilişkilerini, yaşanan, söylenilen ve yapılanlara bakışlarını getirirken;- “Ölüm Oyunu”, aynı dönemde, düşüncelerinden dolayı öldürülen eşinin ardından yaşadığı yalnızlığı, arayışı, uzatılan bir ‘el’, söylenen bir ‘söz’ ile aşmaya yönelen bir ‘kadın’ın dünyası verilir.
- “Vahşetin Sancısı”nı, Bilgili’nin “Bir Gece Yolculuğu” öyküsüne yönelttiğimiz nitelemeyle karşılayabiliriz! Çakmak, oldukça başarılı bir öyküleme ve kurguyla, 70’li yılların sonunda bir kentte (K.Maraş) yaşanılan “kırım, kıyım” günlerine, o günlerin tanığı, yaşayan insanlarına, olayların bu insanlar üzerindeki etkilerine yöneliyor.
Hastanede, “karabasan” yalnızlığında, uzandığı geçmişiyle/kendisiyle Ferit, “vahşetin çağrısına kapıldığı” bir bozgun’un ürküntüsüyle pişmanlığını bir arada yaşar. Hemşire Oya’nın sevecenliği, onun, gerçeği öğrenmesiyle, son’a gidişini engelleyemez.
Bir dönemin sağnağından geride kalan, içerideki ve dışarıdaki insanlardır anlattığı. Yalnız kalışın acılarına yatan, umudu, sevinci elden bırakmayan, “karabasan”lara düşen, dengesini yitiren, bunlara karşı tepkisini, öfkesini dile getiren, en güç koşullarda bile sorumluluk bilincini, insana olan sevgisini/inancını yitirmeyen insanlar... Çakmak’ın akıcı, sürükleyici bir anlatımı var. İlk öyküsünde, halk hikayelerinin söyleyişine yatkın bir anlatımı yeğliyor. Kısa, özlü cümleler kuruyor. Konuşma dilinin canlı sözcüklerine, deyim ve benzetmelerine oldukça yer veriyor. Geriye dönüşler, içkonuşmalar onun anlatımında da başat öğe. Klasik öykünün sınırlarını aşan bir rahatlıkla geliştiriyor öyküsünü.
________________________________________________
KAYNAKÇA:
- Mehmet Yaşar Bilen, Edebiyat İzinde, 1986, 144 s.
- “Öyküde Yeni Adlar: I-II.”, Gösteri, Temmuz-Ağustos 1984, s. 44-45
- Genç Öykücüler: “Öykücülüğümüzdeki Gerçekçi Çizgi”, Varlık, Haziran 1986, s. 945
- Feyza Hepçilingirler, “Yazmak Bir Büyü Olayı”, Hürriyet Pazar Eki, 29.7.1986
- Handan Şenköken, “Sait Faik Ödülü’nü alan Hepçilingirler...” , (Konuşma), Cumhuriyet, 11.5.1986
- Doğan Hızlan, “Sabahattin Ali Öykü ödülü üzerine İzzet Yasar’la Konuşma”, Cumhuriyet, 9.4.1987
- Fatih Özgüven, “Hikâyede Naylon Tadı”, Ç. Eleştiri, Nisan 1982, s. 2
- Füruzan, “Kitabı üzerine Nursel Duruel ile Konuşma”, Sanat Olayı, Haziran 1982, s. 18
- Yurdagül Erkoca, “Akademi Kitabevi Ödülü Alan Ülkü Ayvaz...”, (Konuşma), Cumhuriyet, 1.8.1984
- “Sabahattin Ali Ödülü’nü Kazanan Ahmet Önel’le Bir Söyleşi”, Y.Somut
- Atilla Dorsay, “Sinema Her şeyin Başı...” (M.Güreli ile Konuşma), Cumhuriyet Dergi, 21.12.1986, s. 44
- Selma Tükel, “Murathan Mungan ile Konuşma”, Gösteri, Mart 1984, s. 40
- Füsun Akatlı, “Kırk Oda”, Gergedan, Haziran 1987, s. 4
- Ömer Ateş, “Semra Özdamar’la Söyleşi”, Varlık, Kasım 1986, s. 950
Feridun Andaç | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 176 - 1 Ekim 1987
_____________________________________________________________________________________________________
Soruşturma
80 sonrası yayınladıkları yapıtlarla adlarını duyuran öykücülerimizi izliyor musunuz?
Bu yazarlarımız ve yapıtları hakkında düşünceleriniz...
Füsun Akatlı
1980’den bu yana yayımlanan öykü kitaplarının çoğunu, hem işim gereği, hem ilgi duyduğum, hem de çoğu kez bundan zevk aldığım için okudum.
Sorunuzun karşılığı olarak, “öykücülüğümüzde bir gelişme“den söz etmeyeceğim. Çünkü, yazınsal ürünler için “gelişme” kavramının pek uygun olmadığını, dahası yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Bir yazın alanında saptanabilecek değişimlerin, çizgisel bir doğrultuda ve kronolojik kaygılarla değerlendirilmesi pek bir anlam taşımıyor kanımca. Öykücülüğümüz için de, 1930’lardan bu yana, bir “gelişme”den, ya da sonra yazanın öncekini ”aşması”ndan ”aşamaması”ndan söz etmek, nesnel karşılığı bulunamayacak bir sav ileri sürmek olur.
Ne var ki öykücülüğümüzde, aslında düz yazı yazıcılığımızdaki bir yapı farklılaşmasından ileri gelen, öykülemeyi ve öykü diline bakışı yenileme girişimleri dikkate değerdir. 1980’i belirleyici bir dönüm noktası olarak almak anlamlı olur mu, bilmiyorum. Sanmıyorum da. Bence 1980’den önce de, sonra da Türk öykücülüğü, öbür yazın türlerinden daha dinamik, araştırmalara ve denemelere daha açık, daha çağının izinde görünüyor. Tabii her genellemenin istisnaları olabileceği de unutulmamalı. Ama 1980 sonrasına baktığımızda da; öyküyü, anlatı türü içindeki kapı yoldaşı romandan daha “başarılmış” görüyoruz. Türk yazını içinde. Son yedi yılda üç -bilemediniz beş- iyi roman okumuş olalım, iyi öykü kitaplarının sayısı bunun çok üstünde olduğu gibi, ”iyi”liğin barajı da daha yüksek.
1980 öncesinden tanıdığımız öykücülerin başarılı yeni ürünleri yanı sıra (
- Bilge Karasu,
- Tomris Uyar,
- Hulki Aktunç,
- Nazlı Eray,
- Füruzan...); yeni ve taze damarlardan da beslendi öykücülüğümüz şu son yedi yılda.
- Pınar Kür’ün öykü kitabı yayımlayışı 80’den sonradır.
- İzzet Yasar,
- İbrahim Yıldırım,
- Ülkü Ayvaz,
- İnci Aral,
- Ülke Aren,
- Murathan Mungan,
- Mahir Öztaş...
hep 80’den sonra okuduk bu yazarların umut veren, çok dikkate değer öykülerini.
Gerçi içlerinden bazıları ilk kitaplarından sonra uzun bir suskunluk dönemine girdiler ama,
yıl geçmiyor ki Türk öykücülüğü konusunda umutlarımızı, beklentilerimizi canlı tutacak taptaze ürünlerle karşılaşmayalım.
Orhan Duru

Yeni öykü yazarlarından söz etmeye sıra gelince güçlüklerle karşılaşıyorum. Yukarda eleştirinin öneminden bu nedenle söz açtım. Kendim de bir öykü yazarıyım. Yeni öykücüler konusunda yargılarım kendime göre olabilir ancak. Tarafım çünkü. Yansız ve nesnel davranmak son derece güç.. Sadece bir gelişmeyi, öykü alanındaki bir büyümeyi seziyorum ve bunu haber vermeye çalışıyorum. Bu olayı başka itici güçler desteklemeli. Bu da ancak eleştiriden geçebilir. Bu arada öykü alanında pırıltılı yapıtlar ve yazarlarla karşılaşıyorum. Örneğin Mehmet Güreli, çok ince, üst düzeyde, aydın yapısına seslenen kurgu ağırlıklı yapıtlar koydu ortaya. Yeni yapıtlarını merakla bekliyorum hep. Murathan Mungan önünde durulması güç bir coşku ile hayal gücünü sonuna dek zorluyor. “Ay Gözetleme Komitesi” yazarı Mahir Öztaş kendine bir efsane yaratmakla uğraşıyor ve bu uğraşında başarılı da oluyor. işte önemli gördüğüm birkaç örnek. Başkaları da var kuşkusuz. Gerçek şu ki öykücülüğümüz eski katı kalıpları kırıyor, çeşitleniyor ve dünyaya açılıyor. Umutla beklediğimiz bir sıçrama bu.
Onat Kutlar

1940’larda Sabahattin Ali, Sait Faik,
1950’lerde Yaşar Kemal, Orhan Kemal,
1960’larda Vüs’at Bener, Nezihe Meriç,
1970’lerde Füruzan, Bekir Yıldız.
Elbette bu yıllar bu yazarlarımızın yazıya başladıkları ya da yapıtlarının tümünü verdikleri yıllar değil.
Ama etkilerinin büyük ölçüde görüldüğü yıllar.
1980 sonrasının romanda öbürlerinden gözle görülen ölçüde sıyrılan imzalar getirmesine karşılık (Latife Tekin, Orhan Pamuk)
öyküde aynı durum henüz yok. Ama bir birikim, bir hazırlık var.
Önümüzdeki yılların önemli “sıçrama”larını merakla bekliyorum.
Kemal Özer
Seçici kurul üyesi olduğum Akademi Kitabevi Edebiyat Ödülleri ve 83’ten sonra yönetimini üstlendiğim Varlık dergisi.
Önce şunu belirteyim, 80 sonrası özelliği olan bir dönem. Siyasi koşulların edebiyata getirdiği ve dayattığı olumsuzluklar, yeni imzaları etkileyecek boyutlar taşıyor. Başlıca iki önemli etken var, yeni imzaları etkileyecek, hatta yönlendirecek boyutta. Bunlardan biri, geçmişin, daha çok da yakin geçmişin değerlendirilmesi. İkincisi de, yazarların önüne çıkarılan edebiyat içi) örnekler. Dönemin özel koşulları, her iki etkenin de dengeli iş görmesine izin vermiyor. Bir bakıma edebiyatı belirleyecek sanatsal savaşım eşitsiz koşullarda yapılabiliyor.
Söylemeye gerek var mı bilmem, birinin yayın olanaklar, söz söyleme alanı kısıtlanırken, öbür yanın kamuoyuna ulaşma yolları her geçen gün artıyor. Ve Türkiye’de gerçekçi edebiyat, her vesileyle ve her olanakla gözden düşürülmeye çalışılıyor. Buna karşılık, seçkinci ve modernist edebiyat yüceltilip tek seçenekmiş gibi sunuluyor. “Elveda” edebiyatı için özel yayınlar, yayınevleri kuruluyor.
80 sonrası genç (ve yeni) öykücüleri konuşurken, bu ortamı elbette gözardı edemeyiz. Yeni kan bütün bu bozgunlardan kendini koruduğu ölçüde filiz verecektir. İşte bu genel koşullarda bir de öykünün ”iç” sorunları gündemde.
Üçünü öncelikle önemsiyorum.
Gelenekle bağlantı, özgünlük ve denge.
Gelenekle bağlantıyı en çok etkileyen S.Faik / S.Ali gibi, siyasal siyasa dişi gibi karşıtlıkların gündeme getirilmesi. Çoğu zaman hınzırca bir işbirlikle kotarılan bu tür yapay ve yersiz konumlamalardan kendini koruyan örnekler, az da olsa, var. Akademi Kitabevi Öykü Ödülü’nü paylaşan Hüseyin Akyüz’ü bu yolda olumlu gelişim gösterenlere örnek verebilirim.
Özgün olmak için birtakım temel doğruları yadsıyanlara, öyküyü bir üslup ve konu cambazlığına dönüştürenlere karşılık, bir yaşama biçiminin doğal yapılanması içinde, hüner göstermek için değil, yaşamı yeni bir dille kavrayarak öyküye dönüştürenler de var. Tülay Ferah’ı örnek gösterebilirim.
Geçmişi ve yazılanları değerlendirirken, olayı hep uçlara çekerek gereksiz budamalardan medet umanlar yanında, geçmişte yazılanları doğrusu yanlışı ile değerlendirip bundan kendisi için yeni bir ölçü, kıvam çıkarabilenler, hem temelde, hem ayrıntıda aşırılıklara yüz vermeyip dengeli bir sonuca ulaşanlar, hem gününü yazmaktan vazgeçmeyip hem de estetik arınmayı başarabilenler gözleniyor. Benim bu doğrultuda öykülerini okuduğumu söyleyebileceğim bir ad: Berrin Kırımlıoğlu.
Birer örnek verdim ama ortaya koyduğum ölçütlerde çok daha fazla adı anmak da olanaklı. Zaten biz anmasak da onlar kendilerini yakında duyuracaklar. Sonuçta diyebilirim ki, genç öykücülerin, yukarda andığım olumsuz etkenlere karşın, sağlıklı bir edebiyat için yola çıkanları hiç de azımsanacak sayıda değil.
Adnan Özyalçıner

Öykülerini ya da kitaplarını okuduklarım arasında:
İnci Aral,
Feyza Hepçilingirler,
Erdeniz Atasü,
Semra Özdamar,
Şükran Farımaz,
Figen Çakmak,
Gülderen Bilgili,
Muzaffer Abayhan,
Hüseyin Akyüz,
Ülkü Ayvaz,
Mehmet Semih,
Cemil Kavukçu,
Mehmet Güreli,
Cengiz Öndersever,
Mahir Öztaş’ı sayabilirim.
80’li öykü yazarları üstüne kesin bir yargıya varmaktan çok, öykücülüğümüze katkılarının neler olup olmadığını belirtmeye çalışmak,
daha doğrusu öykücülüğümüzün bugünkü durumunu saptamak daha yararlı olur sanıyorum.
Öykücülüğümüzün yakın geçmişiyle 80’li öykücülerin ilişkisi nedir, ne alıp ne vermişlerdir?
Olaya genel olarak bakmak gerekir.
Öykümüze yakın geçmişte damgasını basan iki öykücü: Sait Faik ve Sabahattin Ali’dir.
1940 kuşağı öykücüleri bu kaynaktan ve daha önceki geçmişten aldıklarını geliştirerek sürdürdüler öykücülüklerini. Gerçekliklere gerçekçi bir bakış açısından yaklaşan bu dönem öykücülerimize 1950 sonrasında gerçekliğin psikolojik, düşünsel derinliklerini de kurcalayan yeni anlatımcı öykücülerimiz katıldı. Sait Faik ve Sabahattin Ali, bu kuşak öykücülerine de kaynaklık etti. Ne var ki Bati’nin gerçeküstücü ve varoluşçu yazarları aynı öykücülerin anlatımlarında gerçekliği çeşitli boyutlarıyla ortaya koymalarına, gerçekçilikte yeni gerçekçilik diyebileceğimiz bir sentezi oluşturmalarına olanak sağladı. Olayları ele alışta yeni bakış açıları getirildiği gibi, anlatımcı bir tavır da başı çekti. Bu dönem öykücülerinde dil özlemi öyküyü klasik kalıpları içinde olmasa da, biçimsel yönden derleyip topladıkları görüldü. Öyküde öz ve biçim önceliğiyle sonralığından bu dönemde pek söz edilmemek gerekir. İşte bu derlenip toplama önceki dönemlerde olduğu gibi, ustalarını çıkarttı. Öykücülüğümüze yeni bir halka ekledi. 1960-1970 sonrası çalkantıları içinde eklenen halkayı pekiştiren yeni adlar da ortaya çıktı.
80’lere gelirken ve 80 sonrasında bir başka çalkantılı dönemin yeni yazarlarıyla karşılaştık. Yalnız burda bir kopukluk göze çarpıyor. Öykücülüğümüzün bugünkü durumu tartışılırken durgunluktan söz ediliyor. Bu da yeni gelenlerin öykücülüğümüze henüz yeni katkılarda bulunmadıklarını söylemek demek.
Bunun düpedüz böyle söylenmesinden yana değilim. Yeni gelenlerin birçoğu daha arayış içindeler. Kendi özgün öykü dünyalarını kurabilmiş değiller. Bunda sözünü ettiğim kopukluğun rolü var. Anlatım özgünlüğü deyince Sait Faik anlatımının günümüze uyarlanan yinelenişi, toplumcu öz denince Sabahattin Ali gerçekçiliğinin günümüzdeki yansımasıyla karşılaşıyorsunuz. Sabahattin Ali’yle Sait Faik öykücülüğünün karışımından yararlananlar da var. Kimse alınmasın. Genel olarak söylüyorum. Son yılların öykücüleri arasında dil özeninden yoksun olanlar bile var. Bir de küçük öykü, gereksiz diyebileceğim ayrıntılarla şişirilip, küçük öykü olmayan şeyler yazılıyor. Oysaki öyküde dil ve ölçü çok önemli iki öğedir. Bu ikisi elden kaçırıldı mı öykü daha başından uçup gider. Öykücülüğün olay aktarmacılığı olmadığını ben de biliyorum.
Ama öykü eninde sonunda bir şey anlatmalıdır.
Yalnız 80’li öykücüler için söylemiyorum, kimi öykücülerimizin “metin” diye yazdıklarına ne zaman öykü denir, ne zaman denmez,
bunu çok iyi kestiremiyorum. Bunu da benim geri kalmışlığıma verin.
Sanırım bir yanlış yaptım. 80’li öykücülerden söz edecek yerde, genel bir eleştiri getirdim.
Bunu 80’lilerin öykücülüğümüzün gelişmesine katkıları olmasını istediğim için yaptım.
Yoksa;
- İnci Aral,
- Feyza Hepçilingirler,
- Erdeniz Atasü, kendi öykü dünyalarını genel eleştirileri üstlerine alır ya da almazlar, zaten okurlarına kabul ettirmiş yazarlar.
- Mehmet Güreli,
- Mahir Öztaş,
- Cengiz Öndersever, yenilikçi bir anlatımın habercileri olarak görünüyorlar.
- Semra Özdamar,
- Hüseyin Akyüz,
- Ülkü Ayvaz,
- Cemil Kavukçu,
- Şükran Farımaz,
- Figen Çakmak,
- Gülderen Bilgili olaylara bakışları ve olayları anlatışlarıyla özgün yazarlar.
- Muzaffer Abayhan, olayları gülmece yönünden yakalayışı ve anlatışıyla dikkati çekiyor.
- Mehmet Semih, öyküyü zaman zaman günlük gülmece yazısına döndürmese daha başarılı olacak.
Gene de beklemek gerekir diyorum.
Her 10 yılda birçok yazarla şair birlikte yola çıkar, kaçı sonuca ulaşır, kaçı sürdürür koşuyu kestirilemez.
Bu hep böyle olmuştur.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 176 - 15 Eylül 1987