Salâh Bey Tarihi


29 Kasım Cumartesi günündeyiz.

Bu şu demektir ki, Hazret-i Ademden bu yana 7519 yıl geçmiştir. Kimileri bunun 7530 yıl olduğunu söylerse de boş bulunup kapılmamak gerekir. Eusebios da bu sürenin 7212 yıl olduğunu öne sürecektir. Afrikanus ise buna 300 yıl daha ekler. Suryaniler ise 6136 yıla indirirler. Kısacası, 29 Kasım 1980 gününde olduğumuzu ilan etmenin hiçbir anlamı yoktur. Gerçi bununla İsa’nın dünyaya ne zaman fıştık atmaya başladığını çakmış oluruz ama İsa denilen zerzevatçı da, bir söylentiye göre, dünyaya 1985 yıl önce gelmiştir. Yani doğumundan 5 yıl önce doğmuştur.

Bu kargaşa içinde bize düşen de kendi soğanlarımızı doğramayı sürdürmekten başkası değildir.
Kendimizi 130 yıl öncesine savurabilirsek Sır Kâtibi Mustafa Paşanın Vaniköy’deki yalısından içeri de dalabiliriz.

Peh, peh, peh... Yalının kırk odası vardır ki tokmak tokmağa bağlı, tokmak da Sır Kâtibine bağlıdır. Sofalarında ya at koşturulur, ya da paytonla ayışığı gezisine çıkılır. Paşanın dört de karısı vardır. Dördü de nikâh altındadır. Yaşam öyküsü ise her paşanın yaşantısı gibi “azil belaları” ile doludur. 1877’de, ilk Meşrutiyet’te âyan üyesi seçilmiş, iki yıl sonra da, dublaj cambazı Ferdi Tayfur’un deyişiyle söylemek gerekirse, taze mevta olmuştur.

Sır Kâtibi, vezirlerin balbademidir. Yemez yedirir, içmez içirir. Hiçbir sözün altında kalmaz. Her lafı gününde piyazlar. Bir eksikliği: Rüşvetin ne zaman zula edileceğini bilmez. Bu yüzden de 23 Ağustos 1840 günü Meclis-i Ahkâm-ı Adliye genel kurulunda hesap vermeye çağrılmıştır. Gerçi rüşveti isteyen ve alan sadrazam eskisi Koca Hüsrev Paşadır ama şimdi o da Kurul’da sanık iskemlesindedir.

Konu açılmışken, bu para yeme işini de biraz kurcalayalım ki, okurlarımızın merakı kalkmış olmasın. Doğrusu, Hüsrev Paşa rüşvet aracısı diye bilinir. Rüşvet alınacak yerde alır, verilecek yerde de verir. Duruşma göstergesinde Eski Sadrazam’ın Zekeriya Paşa’dan kimi paralar sızdırdığı okunmaktadır. Tartağa getirilen kişiler arasında Kıbrıs Kapı Kethüdasi Lazaraki de vardır. Ama asıl büyük suç rüşvet değil de bu işlere Sultan Mecit’in adının karıştırılmış olmasıdır.

Çünkü Zekeriya Paşa karmanyola edilirken devreye tıpkısına şu sözler sokulmuştur:

--Padişaha ve daha başka yerlere hizmet eylememiz gerektiğinden bin kese akçe verilmesine himmet buyurun.

Suç 3 Mayıs 1840 günü yürürlüğe giren Ceza Yasasından önce işlendiğinden Zekeriya Paşa ile Sır Kâtibi paçayı kurtarırlar. Ne ki, Ceza Yasası daha Meclis-i Ahkâm-ı Adliye’de görüşülür ve tartışılırken, Hüsrev Paşa, aşaması gereği, yasadaki maddelerden haberli olduğundan, kestirmesi, diş vuruculuk ve rüşvet işlerinin ağır suçlardan sayıldığını bildiğinden, üstelik duruşma sırasında da bunu bildiğini kabul ettiğinden cezaya yatırılır. Ama Paşa da pompuruk mu pompuruktur. Seksen üçü bitirmiş -bundan sonra daha 16 yıl yaşayacaktır-, seksen dörde merdiven dayamıştır. Yaşlılığın unutkanlığa yolaçabileceği, Paşanın yaratılışının da gözlerine bir tür aymazlık perdesi çekebileceği gözönüne alınarak iki yıl sürgünde tutulması kararlaştırılır. Bu sürenin üçte biri olan sekiz ay da gözaltında geçecektir. Bu işlerden sonra Paşanın Devlet’ten para almasının yakışığı da kalmadığından 60 bin kuruş aylığı da kesilir. Bu kırpmayı haklı gösterecek bir neden de vardır: Paşa, para babasıdır.

Burada Paşanın bir de patronunu çıkaralım ki, bir daha elimize geçiremeyecek olursak, hiç değilse patronu bulunsun.

Ama bu işi de, ona, duruşmadan üç yıl önce rastlamış olan Moltke’ye bırakalım:

--Paşanın süt gibi sakalı, pancar gibi yüzü, gaga burnu, küçük mü küçük gözleri vardır. Yüzün yakışıklıkla hiçbir alışverişi yoktur. Kulaklara değin çekilmiş kırmızı fes bile onu açmaz, Bodur ve enli bir bedenin üstüne iri-kıyım bir baş oturtulmuştur. Bacakları çengel. Sırtında hiçbir nışan bulunmayan bir ceket. Pantalonu şalvar kesimi. Ayağında mest.

Boğaziçi zikzak kalesinin sevgili yazarlarından Balıkhane Nâzırı Ali Rıza ile Mehmet Galip de onun sırtına, topuklara değin inen bir harmani atacaklar, iki eline de hiç durmadan akan terlerini silmesi için birer mendil tutuşturacaklardır. Onlara göre güler yüzlülük Paşanın başlıca niteliğidir. Her vakit şenlik ve şadımanlık üzerine iş görür. Alayı da çok sever. Karşısındaki adamın kalbine girip atardamarların iyilik kovasından mı yoksa kötülük kovasından mı kan boşalttığını saptamakta büyük ustalığı vardır. Haa, Paşamız kimseye de güvenmez. Eyeri altın sırmalı küheylanı altından çekmek isteyenler olursa, hın hısım ayırmaksızın topuna ağzının perhizini verir.

Bu perhiz konusunda biraz daha ayrıntıya inmek üzere söyleyelim ki Hüsrev Paşa, Koca Reşit Paşa’nın iflahını kesmek için de denemedik köpek dolabı bırakmamıştır. Sultan Mahmut’un ölümünden önceki aylarda Padişahı doldurarak onun öldürülmesine ferman bile almıştır. Reşit Paşa bu ölüm cezasından tüm müslümanların sığınağı olan Padişah Hazretlerinin ölüm kadehini kendisinden önce kaldırması, kendisinin de, bir dostun uyarısı sonunda, Londra’da ayak sürmesiyle kurtulabilmiştir. Ne var, Padişaha bağliliğini bildirmek üzere Istanbul’a gelince -bir söylentiye göre onu İstanbul’a gelmeye zorlayan da Hüsrev Paşa’dır (1)- çelmeler yine sürgit olur. Bu kez, Hüsrev Paşa, geleceğin sadrazamının eline içinde yüz bin yezitlik yatan bir mektup tutuşturur ve Huzura girişinde mektubu Şevketli Efendimize vermesini sağlam tembih geçer.

İşin yahşisi odur ki, Sultan Mecit konuşmalarının daha ilk rüzgârlarında Reşit Paşanın görgüsüne ve bilgisine hayran kalmıştır. Hele Reşit Paşa Avrupalıların açköpekliğini, onları doyurmak için ne gibi kemikler atmak gerektiğini ayrıntıları ile ortaya dökünce Sultan Mecit de biraz önce, ayaküstü okumak ustalığını gösterdiği Hüsrev Paşa mektubunun içeriğini kendisine açıklayıverir:

--İşbu mektubumu Efendimize sunacak olan Reşit Paşa, yeri cennet olan babanızın idam için ferman buyurduğu kişidir.
Din ve devlete son derece dokuncalı olduğundan babanızın buyruğunu hemen yerine getirmeniz uygun düşer.

Aman Allah, kesilsin mi yağı Paşadaki hoşafın?
Öyle ki, Sultan Mecit Paşanın korkusunu aşağı almak için bir sürü üzerlik otu yakmak zorunda kalır.
Reşit Paşa da,  Paşanın adını akıl defterine yazarak güzel güzel çekilip gider.

Hüsrev Paşa’da çoluk çocuk, nanay yavrum nanay.

Nedir, kölelerini okutup eğitmekte, adam etmekte büyük ünü vardır.
Kölelerinin otuz ikisi devlet işlerinde görev almıştır ki ikisi sadrazam, biri serasker, dördü vekil, biri de müşir olmuştur.
Livalar ve ferikler ise gırladır.

Paşa bildiğinden de kalmaz. Kendi aracılığı olmadan önemli bir yere konan her insana firavun kesilir. 1836 yılında, Sultan Mahmut’un büyük kızı Sır Kâtibi Mustafa Paşaya verileceği vakit, bütün ayak oyunlarını haydalayıp Derya Kaptanı Halil Paşa’yı -o da kendi kölesidir- Sır Kâtibinin yerine damad-ı şehriyariliğe kayırmıştır. Daha sonraları Padişahın öbür kızının evlenmesi söz konusu olup Hassa Kumandanı Ahmet Paşanın adı ortalarda dolaşmaya başladığında Hüsrev Paşa yine kendi kölelerinden Sait Mehmet Paşa’yı Saray’a yamamanın yollarını bulur.

Halil Paşa üzerine aydınlatıcı bir öykü olmak üzere şunu anlatalım ki Osmanlı’nın mı yoksa Moskof’un mu yaman olduğu iyice belirsin. Paşa Osmanlı-Rus savaşının bitiminde, 14 Eylül 1829 günü imzalanan Edirne Antlaşmasının arkasından olağanüstü elçi olarak Çar I. Nikola’ya gönderilmiştir. Petersburg’a vardığında Rusya Hükümeti kendisine ne görevle geldiğini sormuş, o da iki hükümdar arasında -burada şanlı sözcüğü de kullanılmıştır- yeniden kurulan dostluğu pekiştirmeye ve Çar Hazretlerine Padişahın selamını bildirmeye geldiğini, politikayla hiçbir ilintisi bulunmadığını söylemiştir. Çara giden yollar açılınca da Paşa, Selam-ı Şahaneyi sökülerek armağanlarını sunmuştur. Unutmadan ekleyelim ki Halil Paşa’nın santrali kusursuz mu kusursuzdur. Üstelik de laf piyazcısıdır, ve de bıyığı yellidir. Sizin anlayacağınız, I. Nikola’nın ağzından girip burnundan çıkmıştır ki laf gelip de Edirne Antlaşmasına dayanınca orada bulunan Dışişleri Bakanının heyheylerini, aman o da iş mi, elinin tersiyle itmiş ve sözleşmenin maddelerini büyük ölçüde yumuşatmıştır.

Buraya şunu da kıstırmalıyız ki 93 Savaşı’nda filimler yanında Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasını imzalamakla görevlendirilen eski sadrazam Saffet Paşa ile Sadullah Paşa, Rus önerilerini az biraz hafifletmeye yararlı olur düşüncesiyle Padişah’ın (Sultan Hamit) Rus Çarına bir elçi yollayacağını ortaya attıkları vakit Rus başdelegesi General İgnatiyef, Halil Paşa’nın I. Nikola katındaki başarısını bildiği için buna yanaşmamıştır:

--Hayır hayır, biz o tuzağa bir kez düştük, bir daha düşmek istemeyiz.

Damat Halil Paşa’nın yararlı işleri yanında yararsızları da vardır. Ağla ey benim gözlerim ki, Pertev Paşa’nın Edirne’de boğdurulmasına önayak olan odur. Gerçi Pertev Paşa’nın ölü fiyatına öldürülmesine açıkça saz çalmamıştır ama başlattığı fitne, işi oraya vardırmıştır. Dinleyin öyleyse o öyküyü de.

Paşamız 1837 yılında, Tophane-i Amire Müşiri olarak afi kestiği günlerde top beygirleri için koşum aldıracak olur. Ama bunu Avrupa’dan getirtmeyi yeğlemektedir. Konu Vükela Meclisine gelip de konuşma açılınca Umur-i Mülkiye Nâzırı Pertev Paşa -onun Hariciye Nâzırlığı da vardır- şunları yuvarlar:

--Yerli sanayinin ilerlemesini sağlamak için her türlü gereç memleket içinde yaptırılmalıdır. Her şeyi Avrupa’dan almaya kalkışmak devlete hizmet işinde rahatlığa ya da başka bir amaca hizmet etmek istenildiği anlamına gelebilir.

Yattıkları yerler incinmesin, orada Pertev Paşa dan yanalığı olmayan ne kadar Paşa varsa, özellikle de Damat Paşa zınk diye öfkeye binerek kâbineto odasından dışarı fırlar. Halil Paşa, geceleyin de, esi Saliha Sultan’a durumu anlatarak sözlerini şöyle mühürler:

--Hakaret saltanat ailesine yapılmıştır. Namusumu bütünlemedikçe ya da o adam cezalandırılmadıkça Meclis’e ayak atmam.

Öykünün bu noktasında bir sultan ne yapar? Doğru babasına koşar değil mi? Saliha Sultan da, ertesi günden tezi yok, öyle yapar. Aralıkta, Akif ve Hüsrev Paşalar gibi azılı Pertev Paşa düşmanları da çeşitli çamurlarla fitne ateşini yelpazelerler. Pertev Paşa da, 2 Eylül 1837 günü, kardeşi Mühimmat-ı Harbiye Nâzırı Emin Efendiyle birlikte görevlerinden alaşağı edilir. Pertev Paşa Edirne’ye, kardeşi Kütahya’ya, Istanbul’dan daha önce çıkarılan damadı, Mabeyn Kâtibi Vassaf Efendi Varna’ya sürülür. Bir süre sonra da, uğurlu bir günde, Padişahın fermanıyla, Paşamızın ruhu bedeninden dışarı çıkarılır. Ne ki, biz masal içinde masal yazmıyoruz. Bu ölümün öyküsünü güneşli bir zamana defedip yeniden Kandilli’ye doğru kürek çekelim. Orada, Kandilliburnu’nda Halil Paşa’nın bir yalısı var ki şimdi de nasıl olur demeyin, onu sahneye çıkaracağız. Sultan Aziz, Paşa’nın ölümünden sonra yalıyı -İbnülemin onun Beylerbeyi’nde olduğunu söylemiştir- bir başka damad-ı şehriyari’ye, Mehmet Ali Paşa’ya verecektir ama Paşa’nın oğlu, yine damat, Mahmut Celalettin Paşa (Prens Sabahattin’in babası) onu geri almanın yollarını bulmakta gecikmez. Bu hokkabazlığın şusu busu Son Asır Türk Şairleri’nde açıklanmıştır ki bilinmesi güzel ganimettir:

--Mahmut Celalettin Paşa, yalıyı geri almak için Padişahlık katında girişimlerde bulunursa da bir sonuç alamaz. Çaresizlikten bunaldığı bir günün birinde yine Saray’a giderek yüz sürmeye karar verip de İskele’de kendi istimbotuna binmek üzere iken Halidiye şeyhlerinden Feyzullah Efendi ile sağkolu Edirneli Mehmet Nuri Efendi’ye rastlar. Vapur beklemekte olduklarını öğrenince Sirkeci’ye değin istimbota yüz vermelerini rica eder. İstimbotta Mehmet Efendi aracılığı ile yalının geri verilmesine çalışılmasını istemeği de unutmaz. Hazreti Aziz de hemen oracıkta murakabeye varır ve sonunda: “Mahmut Bey, Allah mübarek eylesin,” buyurur. Birkaç gün sonra da yalı yeniden eski sahibini bulur.

Ne var, biz yine Halil Paşa’ya dönelim ve onu Kandilliburnu’ndaki yalının deniz üstündeki odalarından birine yerleştirip eline bir dürbün verelim. İsterseniz, geçen yüzyılın ünlü nüktecilerinden Hafız Ömer Efendi’yi de odaya salalım ki Paşa gözlerine şölen çekerken, kulaklarıyla da çarliston marka fıkralar derlesin. Kaldı ki dürbün işi çok sürmeyecek, Paşa Beylerbeyi kıyısını tararken gözleri, bacanağı Damat Sait Mehmet Paşa’nın yalısına takılacaktır. Çünkü bir vapur Sait Paşa’yı alıp Sinop sürgününe götürmek üzere yalının -bu yalı sonradan Şeyhülislam Muhtar Beyefendi’ye geçecektir- önüne demir bırakmıştır. Kulağına daha önce bir şeyler çalındığı için Halil Paşa’nın merakı kalktıkça kalkar. Paşa belki de bugünkü dürbün safasına bu yüzden el atmıştır. Göz sevinci veren şudur ki Kandilliburnu yalısının kapı önüne de bir kayık yanaşmıştır. Kayığın içinde de Sait Paşa’nın kethüdasi görünür. Halil Paşa:

--Şimdi ondan havadis alırız, diye teller takınır. Gelgelelim Kethüda Bey başka gazellerdedir.
Paşa nasıl, ne haber? sorusunu "Hamdolsun afiyette, aslan gibi oturuyor,’’ sözleriyle karşılar.

Halil Paşa’nın can başına sıçramıştır.
Ömer Efendi’ye döner: --Hafız, bu herif ne bok yiyor?

Sonra da Kethüda Beyin taklidini yaparak: "Aslan gibi oturuyor! sözünü ti’ye alır.

Onun arkasından da birden patlayarak gürler:

--Behey budala herif, baksana paşan gidiyor, haydi koş git, kendisini gör, bize de adamakıllı haber getir.

Söz buraya gelip dayanınca bizim de artik Halil Paşa’yı boşa alarak Damat Sait Mehmet Paşaya merhaba çekmemiz gerekir. Paşa, damatlığından önce Çanakkale Boğaz Muhafızı ise, damatlığından sonra Anadolu Redifi Seraskeridir. Daha sonra Ticaret Nâzırlığında ve Derya Kaptanlığında bulunmuştur. Sürgün olayı 1848 yılında dili belasındandır. Ama biz 28 Nisan 1836 günündeyiz. Paşanın Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde Mihrimah Sultan’la kıyılan nikâhı da tam bugündür. Düğünse Dolmabahçe’nin üstündeki Bayıldım Köşkü ile çevresindeki geniş alanda yapılacaktır. Bugün burada -büyük sinema yönetmenleri de bunu yapar- iki kamera birden kullanacağız. Bu iş için de iki güvenilir adamımızı ayırdık. Erkek konuklar arasında genellikle Moltke, kadınlar arasında da Miss Pardoe dolaşacak. İşin güzelliği Moltke’nin kamerası zaman zaman kadınları da görecek. Miss Pardoe ise aynı işi erkeklere uygulayacak.

İşte Moltke’nin ilk görüntüleri: İstanbul, Beyoğlu ve Boğaziçi’ni kucaklayan Bayıldım Köşkü. Her yer pencere oğlu pencere. Dışarda at ve ip cambazları, İranlı pandomimacılar. Her yer mahşer gibi. Bol feraceler ve beyaz yaşmaklar içindeki kadınlar yokuşun tepesine tünemiş. Gün kavuştu kavuşacak. İkindiden beri Köşk’te tutulan yabancı devlet elçileri şimdi oradan çıkarılmaktadır. Düzlükte kurulu, büyükten büyük bir Türk çadırına istif ediliyor. Damatla vezirler ve devlet ileri gelenleri oraya daha önce alındığından topu da 100 kişilik bir sofranın üstüne çökmüşlerdir. Bronz tepsiler, gümüş takımlar, ve de porselen şırfıntıları herkeslerin gözünü alıyordur.

Tam o sıra ne olsun beğenirsiniz? Moltke’nin kamerası bahtı buyruğunda tutan Paşa hazretlerini tirfil tirfil ederken zınk diye durmasın mı? Aman Tanrım, vezirler mezirler, elçiler melçiler topu makinenin içinde kalmışlardır. Onların kurtarılması, kameranın da tortop edilmesi çalışmalarına hemen geçilmişse de sonucun alınması 24 saata mal olur. Moltke de orada yapılacak iş kalmadığından, gelin sultanın çeyizini çimenini Arnavutköy Sarayına götüren alayın arasına katılır.

Atlıların koruması altındaki alayın önünde paşalar yeralmıştır. Paşaların ardında kırk katır vardır ki değerli kumaşlar, denklerle görünmez olmuşlardır. Katırların ardından da şallar, halılar, ipekli giysiler ve benzeri şeylerle yüklü yirmi araba geliyordur. Bunları ise 160 ayvaz izler. Her birinin başı üstünde büyük gümüş tepsiler vardır. Hepsi de silme armağandır. En öndekinde cildi altın ve inci ile süslü görkemli bir Kur’an bulunuyordur.

Burada Moltke’nin bir bilisizliği daha doğrusu bir görgüsüzlüğü olmuştur ki onu da yazmadan geçemeyiz. Siz de akıl defterinize geçirin ki, Moltke o gün, o alayda gümüş sandalyeler, içi mücevher dolu çekmeler ve kutular, altın kuş kafesleri de görmüş ve bunların tören için ortaya çıkarıldığını sanarak kendi kendine şöyle mırıldanmıştır:

--Bu eşyadan bir bölüğü, herhal, gizlice Hazineye dönecektir. Bir başka sultan evlendiği vakit de yeniden halkın önünden geçirtilecektir.

Bu çiğlikten sonra, bizim Moltke’ye yapışmamız yakışık almayacağından biz de Beyazıt’a yollanarak Miss Julia Pardoe’ya tokamızı uzatalım.
İngiliz kızı erkek tarafının (Damat Sait Paşa) geline gönderdiği armağanları görüntülemektedir.

Bunlar kameraya giriş sırasında şöyle boy satarlar:

--İçinde Doğu’nun en ağır kokuları bulunan som gümüş mahfazalı tuvalet takımı, yine gümüş mahfazalı gümüş sofra takımı, üzerleri değerli taşlar, altın ve gümüş işlemelerle kaplı tepsiler, tıkabasa sal doldurulmuş renkli muslinden bohçalar,

12 adet hamam takımı ki
  • birincisi yıldız biçiminde, sedef kakmalı ve pırlanta tasmalı abanoz nalınlardan oluşmaktadır.
  • İkincisi baş çevreleridir ki sırma kumaştan yapılmışlardır, üstlerine de ipekle çiçek demetleri işlenmiştir.
  • Üçüncüsü kenarları altın saçaklı havlular ise
  • dördüncüsü, içindekiler görünmesin diye sıkı sıkıya kapatılmış eflatun atlastan çiçekli bir bohçadır.
  • Beşincisi altın kaplama büyük bir leğen,
  • altıncısı elmas işlemeli fildişi bir tarak,
  • yedincisi zümrüt ve inciden bir çift pantufla,
  • sekizincisi göğüs kısmının üstü sırma saçakla bezenmiş bürümcük bir gömlek,
  • dokuzuncusu altın kulplu -içi sabun dolu- kesme kristal bir kutu,
  • onuncusu yakut ve abanozdan bir esans kutusu,
  • on birincisi altın çerçeveli, üzeri mücevher çelenkli bir el aynası,
  • on ikincisi de altın çiçek işli ve saçaklı al kadifeden bir minder örtüsü.

Armağanları taşıyan ayvazların ardından da dört haremağası gelmektedir. Onların arkasında ise Muhafız Alayı, onun arkasında Serasker Hüsrev Paşa ile paşalar demeti. Onların arkasında bando mızıka, onun arkasında ise silahlarının kabzaları güneşte pırıl pırıl parlayan ikinci bir piyade alayı.

Ey okur, öyle bir noktaya eriştik ki, burada sana bir şaşırtmaca vereceğiz.
Düğünün birini anlatırken, bir başkasını anlatmaya başlayacağız.

Şu, unutulmamalı ki, her aklı başında yazar, elli sayfada, yüz sayfada bir okurlarına şaşırtmaca verir. Vermezse okurlar kendilerini, olayları yüzünden kavramak alışkanlığına koyverirler ki, bu, onların kavrama gücünü dumura uğratabilir. Öte yandan, okurlarına şaşırtmaca vermeyen yazarlar da öyküyü tekdüze anlatmayı bir biçem, bir üslup olarak seçerler. Sonunda, bunların döktürdükleri de zırvadan ve yavanlıktan öteye gitmez.

Bir de var ki, görülen ve duyulan şey bellenmeli, bellenen şey de anlatılmalıdır.
Yoksa ne tarih kitapları, ne de ahret seferine çıkmış dünya kalır ayakta.

Şimdi sıkı durun, Mihrimah Sultan’ın -Damat Sait Paşa onunla başgöz olmuştur- düğününden Abdülmecit’in dördüncü kızı Münire Sultan’ın düğününe sıçrıyoruz. Düğün 10 Haziran 1857’den başlayarak bir hafta sürecek ve günde beş kez şenlik topları atılacaktır. Vükela çadırlarının kurulduğu yerden taa Dolmabahçe Sarayına değin, yolun iki yanına meşaleler dizilmiş, çadırlar kandillerle süslenmiştir. Bir gözleme dayanır ki, o düğünde, vükela ve devlet büyüklerinin yalıları ile çadırlarındaki kandil ve fener sayısı dokuz yüze ulaşmıştır.

Damat, Mısırlı Büyük Abbas Hilmi Paşa’nın oğlu İlhami Paşa’dır. Yeni evliler, düğünden sonra Sır Kâtibi Mustafa Paşa’nin Vaniköy’deki yalısında oturacaklardır. Çünkü iki yıl önce Edirne valisi iken görevinden çekilen ve de açıkta kalan Mustafa Paşa, Mecalis-i Aliye üyeliğine (devlet bakanlığı) atanabilmek yolunda -bu iş bir yıl sonra gerçekleşecektir- yalısını genç sultana açmakta sakınca görmemiştir.

Paşa olmanın gizlerine aydınlık getirir mi, getirmez mi, o günlerde aynı elçabukluğunu Giritli Mustafa Paşa da yapar. O da Emirgân’daki yalısını, Münire Sultan’ın düğününden bir hafta önce Tophane Müşiri Damat Fethi Ahmet Paşa’nın oğlu Mahmut Celalettin Paşa ile evlenen, Abdülmecit’in bir başka kızı Cemile Sultan’a açmıştır (2).

Biz bu ayrıntıları bırakalım da Münire Sultan’ın düğününde biraz sonra başlayacak olan Hacivat oyununa kendimizi hazır tutalım. Oyunda iki kişi rol almıştır ki biri Şair Leyla Saz’ın annesi, öbürü de entarisinin kumaşı, rengi, çiçekleri, kenar süsü tıpkı tıpkısına annesininki olan bir kurumlu hanımdır. Valde Hanım hindi gibi kabaran hanımla ilk burun buruna geldiğinde, o çağın bütün kibar hanımlarına uyarak bir uzun, bir de kısa "a" çekmiştir. Kurumlu Hanım da, Valde Hanım kendi görüş açısı içine girer girmez, yine o çağın derisine sığmayan kadınları gibi bir uzun, bir de kısa "a" yuvarlamıştır.

İşin gerçeği şu ki, iki bayan da eşi az bulunur kumaşları yeğlemekte, sıradan kumaşlara, hiç mi hiç, yanaşmamaktadırlar. Bu yüzden sık sık Kapalıçarşı’nın yan sokağındaki canfesçileri yoklamaktadırlar. Düğün için de aynı şeyi yapmışlar ama bu kez bezirgân, vay utanmaz, arşınlık toptan kestiği kumaşı her iki müşteriye de: "Bundan bir entarilik geldi," diye satmıştır. Iki bayan daha o dakikada bezirgânın yediği haltı çakmışlardır ama öfkelerini canfesçiden sipinişi çikaramayacaklarından birbirlerine kesik kerem düşmeyi yeğlemişlerdir. Alın bakalım, Valde Hanımın suratı iyisinden sirke satmaya başlamıştır. Kurumlu Hanım ise dudak üstüne dudak büküyordur. Ayranı kabarmış bakışlar ise karşılıklı salvo edilmektedir.

Valde Hanım giysilerin eşliğine mi sıkılsın, yoksa Ağa Hüseyin Paşa’nın kızı, Vasif Paşa’nın da karısı olan hanımın koskosuna mı?

Sonunda şu dizginsiz ve tasmasız sözlere yol verir ki günümüz yazarlarının yazıları yanında üzüm hoşafı gibi tatlı kalır:

--O, paşa kızı, paşa haremi ise benim babam da yeri cennet olan Sultan Mahmut’un birçok kez huzuruna çıkmış özel tatarıdır. Kocam da iki padişaha hizmet etmiş bir vezirdir. Hıh, o zenginse, devlet ve padişahımızın sayesinde biz de kimsenin eline bakmadık.


(1) Başka bir söylentiye göre de, Hüsrev Paşa, Sultan Mahmut’un ölümünde, Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa’dan sadrazamlık mühürünü zorla almış, kendi kendini sadrazamlığa kondurmuştur. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in annesi de anlatır ki Sultan Mecit, babasının gömülme töreni akşamında, Harem’e geldiğinde Valde Sultan kendisine Aslanım, Rauf Paşa’yı niçin görevinden aldın, onu baban hem sever, hem de kendisine güvenirdi, deyince Sultan Mecit de şu karşılığı vermiştir: Valide, beni bir şeye karıştırmadılar. Kendileri istediklerini yaptılar.

(2) Beşikte Parmak Sallayan Sultan diye anılan Cemile Sultan’ın torunu Mevhibe Bebek’in anılarını derleyen Sara Ertuğrul’un Geçmiş Zaman Olur ki adlı kitabında bu konuda değişik bir bilgi verilmektedir: Sultan Mecit kızına, düğün armağanı olarak Fındıklı Sarayının yapılmasını buyurmuştur. Ama düğün gelip çatmış, Saray ise bitmemiştir. Bunun üzerine Emirgan’da Mısırlı İsmail Paşa’nın yalısı kiralandı ve düğün orada yapıldı.

Salâh Birsel | sanat olayı - Sayı: 7 - Temmuz 1981

_________________________________________________________________________________________





Mithat Paşa'nın oğlu Ali Haydar Mithat, Meşrutiyet'in ilânından sonra, 1908 eylülünde, Tarabya'da Summer Palace'a gelip konmuştur.

Alman Elçisi Baron Marşal von Biberstein Tarabya'da elçilik konağında vereceği şölene onu çağırmak için Frankfurt gazetesi yazarlarından Bay Weiss'i otele gönderdiği vakit Hazret de oradadır.

Şölen sırasında Bay Elçi bir ara Ali Haydar Mithat’la lakırdı yakası açacak ve ona Sultan Hamit'i çok uyardığını ama onun zorbalık yönetimini sürdürmekte direndiğini fıslayacaktır.

Bu, elçinin kendini temize çıkarması için söylenmiş bir sözdür. Yoksa herkes bilmektedir ki Alman Elçisi, Sultan Hamit'ten kopan her sese hoş geldin demek alışkanlığındadır. Bu yüzden, Meşrutiyet'in ilk günlerinde ibadullah dediğimiz o yüce kalabalık İngilizlere sevgi ve dostluk gösterilerinde bulunmuş, İngiliz Elçisi Sir Gerhard Lawter'in arabasını, atları çözdükten sonra taa Elçiliğe değin çekmiştir. Bu, Alman politikasının Türkiye'de top atması anlamına geliyordur. Gerçi Abdülhamit Alman Elçisinin başını eğik düşürmemek için elinden geleni yapar ama bu, halkın ters damarını kışkırtmaktan başka bir işe yaramaz. Gazeteler, Baron Marşal'in İstipdat çağındaki tutum ve davranışı üzerine her gün yeni bir yazı döşeniyordur.

Şu gözden kaçmasın ki Baron Marşal bir kıyıda suyun durulmasını ses çıkarmadan beklemeyi bilecek ve zamanı geldiğinde İttihat ve Terakki hükümetini ağları içine düşürmenin üstesinden gelecek bir hinliktedir. Ne ki, bu sonucun sağlanmasında İngiltere'nin Kâmil Paşa'nın kişiliğine gösterdiği dostluğun da etkisi olacaktır. İttihatçılar, bu dostluğa, oldum bittim, tutulacaklardır.

Bunların öyküleri çoktur. İzin verirseniz biz ilk sözümüzde kalıp Summer Palace'a bu kez de Fransız Elçisi Monsieur Constans'i indirelim. O da Bulgar Egzarhi Keşof’un bir şölene çağrılmamış olmasıyla doğan olayın Avrupa barışını sarsacak boyutlar kazanması karşısında Paşazademizden -Ali Haydar günün adamıdır artık Sadrazamın dikkatini çekmesini rica edecektir.

Birkaç gün sonra Otel'de Damat Arif Hikmet Paşa da görünür. Kendi arabası ile gelmiştir. Ali Haydar Mithat'ı alıp Yıldız'a götürecektir. Sultan Hamit, Türkiye'ye ayak bastığı günden beri ona çengel atmayı kolluyordur. Hazret ise boyuna yan çiziyordur. Sonunda İngiliz Elçisinin aracılığı kendisine evet dedirtmiştir.

Pes, Damat Arif Hikmet Paşa, Ali Haydar'ın çok sevdiği bir kişidir. Şimdiye değin ne o kendisinin, ne de kendisi onun kürkünü yıkmıştır. Yıldız'a onun eşliğinde gitmek Mithat Paşa oğlunun tedirginliğini -Abdülhamit’in çağrısına kabul yüzü gösterdiği andan beri kafasının içi karışmıştır çünkü- bir derece bastırabilecektir. Yine de yolda: "Birkaç dakika sonra babamın katili ile karşı karşıya geleceğim. Mithat Paşa'nın oğlu olduğum için beni müebbet kalebentliğe mahkum eden hükümdar işte bu adamdır" düşüncesi yüreğinde koşturmalar yaratır.

Abdülhamit onu kapısı açık bir odanın içinde ve kapısı açık bir başka odanın eşiğinde -kuruntuların oluşturduğu bir sahne düzenidir bu- karşılar. Sırtında külrengi askeri bir palto. Cılız mı cılız bir yüz, boyalı saçlar, büyük ve çarpık bir burun, keskin bir zeka ile parlayan bir çift göz ve beyaz eldivenler içinde hapsedilmiş iskelet eller. Ali Haydar'ın gözüne ilk takılan bunlardır.

Ululuklar, şerefler içinde yüzen Padişahımız bir kanapeye kurulur, konuğuna da önceden hazırlattığı bir koltuğu gösterir. Ali Haydar sinirden, boyuna ellerini uğuşturuyordur. Bir Karakoncolos gibi yıllarca kafasında dolaşan adam şimdi karşısındadır.

Padişahın ilk sözü şu olur:

--Sizden önce İngiliz Elçisini kabul ettim -Ali Haydar bir süre Mabeyn'de tutulmuştur-, Bugün sizi beklediğimi kendisine söyleyerek konje verdim. Şimdi size sorarım Ali Haydar Bey, niçin bana Avrupa'dan öyle telgraflar çektiniz?

Bu sözler Mithat Paşazade'nin gözünde bütün bir geçmişi küttedek canlandırmıştır:

--Huzuru Şahanenizde bulunmam geçmişi unutmak içindir.

Abdülhamit bozulur. Ama renk vermeden sözlerini sürdürür:

--Allah düşmanların gözünü köretsin. Babanın felâketine yol açanlar hep onlardır. Yoksa ben Merhum’u kendi babam yerine geçirmiştim. Anayasa bu memleket ve ulusun esenliği için yapılmıştı. Ama hayınlar çekemediler, beni aldattılar.

Borçsuz ve gönülsüz Padişahın gözleri yaşarmıştır. Kendisini yakından tanımayanların bu gözyaşlarına aldanmamaları olanaksızdır. Ama Mithat Paşa'nın oğlu biliyordur ki Sultan Hamit adı kıyamete kalacak bir aktördür. Oyunculuk işini becermekte onun üstüne yoktur.

Ertesi gün, İstanbul'daki yabancı gazeteciler Ali Haydar'ın Yıldız ziyaretini memleketlerine tellemişlerdir. Birçok yabancı gazetede "Timsahın Gözyaşları” (1) adı altında yazılar çıkar. Ne ki, daha sonraki günlerde Mithat Paşanın oğlu, karşısında artık bu gözü yarık timsahı değil, İttihatçıları bulacaktır. ittihatçılar, kasım başlarında açılacak Meclisi Mebusan seçimlerinde onu baltalamak için ellerinden geleni yaparlar. Bununla da yetinmezler, Padişah, Ali Haydar'ı Ayan Meclisi üyeliğine atadığı vakit, yaşının bu işe el vermediğini ileri sürerek görevi bırakmasını isterler. Sadrazam Kâmil Paşa ise: Görevinizden kesinlikle çekilmeyeceksiniz'' diye onun böyle bir iş yapmasına engel olur. Gelgelelim bu dünya deli pazarı, bok pazarı. Sadrazam bir yandan Ali Haydar'ın hızını keserken bir yandan da Matin ve Times gazetelerine verdiği demeçte şöyle kek kek ediyordur:

--Ali Haydar Mithat Ayan üyeliğinden çekilmezse, Kâmil Paşa kabinetosu çekilecektir.

Dünya-Donya! 1909 ocak ayında da Summer Palace Hotel üç kikirik İngiliz bankerini bağrına basar. Hükümet -her zamanki gibi parasal bir bunluk içindedir. Yabancı ülkelerden dört milyon kaldırmak gerekmektedir. Bankerlerin Tarabya’da boy satması da bundandır. İngiliz Elçisi Ali Haydar'a der ki:

Aynı otelde kalıyorsunuz, kendileriyle yakın ilişki kurun. Memleketinizin geleceği üzerindeki iyimserliğinizi onlara da aşılayın. Bankerlerde güven duygusu uyandırmaya çalışın. Gerçeği ararsanız, her şey kaşkari-koçuluğa dayanmaktadır. İngilizler iki buçuk milyonu saymaya çoktan teşnedirler. Fransızlar da geriye kalanı üstleneceklerdir.

Summer Palace Hotel 15 Ağustos 1913 cuma günü akşamı da Pierre Loti’yi ışıldatır. O gün -ki Ramazanın on ikisidir- Türk basını ona orada, otelin taraçasında büyük bir şölen çiziktiriyordur. Sofraya alaturka saat birde oturulacaktır. Ne var, saat on ikiye yaklaştığı halde Loti'den ne ses ne nefes vardır. Bizimkiler telâşlansınlar mı, telâşlanmasınlar mı? Hah işte tam on ikiye beş kala otelin iskelesinde bir kayık. Dört çifte bir piyade. Bu, Pierre Loti'dir: biraz dırdır, biraz vırvır. Herkes Fransız yazarını karşılamaya üşünür.

Papappaaa... Kimler yok ki! Sabah gazetesi yazarlarından Enis Tahsin Til, İkdam yazarı, Kenan, Tasvir'den Hüseyin, başyazarlardan Babanzade İsmail Hakkı -ki Hazret Babanzade Şükrü ile Darülfünun müdderislerinden Ahmet Naim'in kardeşi olup 2 mart 1911 ile 11 mayıs 1911 arasında 10 hafta Maarif Nâzırlığı yapmıştır-, Tanin yazarı Server Cemal, La Turquie gazetesinden Gustave Sion, yine Sabah yazarı Adil, Le Jeune-Turc gazetesinden Mösyö Jak, Matin gazetesi haber yazarı Mösyö Dötre, Matbuat Umum Müdürü Rauf Ahmet Bey, yardımcısı Hikmet Nazım Bey -ki Nazım Hikmet'in babasıdır-, Le Temps gazetesi haber yazarı Mösyö Mötö, Osmanlı Ajansı Müdürü Gürcü Salih Bey, eski Hariciye vekillerinden -ki onun nazırlığı da 1911 yılındadır- Muhtar Bey, Hariciye Vekaletinden Esat Fuat Bey -ki, Fuat Paşanın oğludur- tam takım ferman ferma olmuşlardır.

Biz okurlarımızı laflarımızla büyüleyemiyorsak, hiç değilse tarihsel bilgimizle kırpık saçlı ediyoruz. O gün orada Ebizziyazade Velit Bey, Yunus Nadi Bey, Süleyman Nazif Bey, Kâzım Nami Bey, Danyal Bey, Celâl Bey de göz sevinci vermişlerdir. Loti'nin iki yanında ise Dr. Aptullah Cevdet -solda- ile Paris Elçiliği askeri ataşemiz Fethi Bey -sonradan Başbakan Fethi Okyar- yeralmıştır.

Loti Osmanlı kibarları gibi giyinmiş, başına da bir fes oturtmuştur. Enis Tahsin Til onu iyisinden yaşlanmış bulacaktır ama o, gençliği bir türlü elden çıkarmak istemediği için suratını pudraya ve boyaya boğmuştur.

Bunları bana anlattırmayın, sebzeli tavuk çorbası içildikten sonra, kuzu dağ kebabı, çerkes tavuğu, amber bu pilavı yenmiş, börek, Kavak yoğurdu ile birlikte mideye indirilmiş, üstüne de vezirparmağı, dondurma, meyve ve şekerleme çekilmiştir. Yani herkesin yüreği kocaman ve mutludur. Bu arada Loti lafın dümenini ele geçirip şu sözleri bayılır:

--Bir Osmanlı olarak konuşacağım. Bugün dünyada hiçbir ulus bir başına yaşayamaz. Devletlerin politikaları değişebilir. Halkın gönlünü kazanmak, zihinleri aydınlatmak, bilerek yapılan telkinlerin kötü izlenimlerini silmek gerekir. Katiller ve haydutlar cinayetlerinin günahını ezeledikleri ve zulumları altına aldıkları kişilere yükleyebilirler mi? Bu soruya, ah ne yazık ki, Balkan Savaşı facialarına tanık olmuş, o aciyi sizinle paylaşmış bir dostunuz olarak EVET diyorum. Çünkü Osmanlılığa karşı, hak kavramından yoksun propoganda yıllarca dünya kamuoyunu zehirledi. Düşmanlarımız o kadar ısrarlı, dahası bilgili ve bilinçli çalıştılar ki herkes, gerçekte dünyanın en efendi ulusu Türkleri zalim, zorba, barbar olarak tanıdı. İsterseniz sitem deyiniz, buna karşı sizler ne yaptınız? Gerçekleri anlatmak için her türlü özveriyi göze almanız gerekirken köşeye çekildiniz. Sanki başka dünyalarda yaşıyormuş gibi olaylara seyirci kaldınız, "Dost acı söyler" sözü sizin atasözlerinizdendir. Ben de dostunuz olarak acı söylüyorum. Biraraya geliniz. Aranızdaki anlaşmazlıkları bırakınız. Avrupa'nın komşususunuz. Bu coğrafya zorunluluğunu silemezsiniz. Dünyaya kendinizi olduğunuz gibi anlatmanız yeter. Sizin propogandaya, kendinizi başka türlü göstermeye gereksinmeniz yok. Gerçek yüzünüzle tanınmanız, sevilip sayılmanıza yeter. Bunu da yapmak elinizde. Düşmanlarınız, Türklüğe aklın alamıyacağı çamurları atmakta başarılı oluyor da sizler, gerçeği ortaya koymakta başarı sağlayamıyacak mısınız? Hayır, sizler böyle yaparsanız gelecek kuşaklarınıza kötü bir kalıt bırakmış olursunuz.

Dünyanın halısı, çalısı bu. Şimdi de ekranlarımıza Amerikan Elçisi Bay Leishman ile zingirdek ve içitaşkın eşini kaydıracağız. Hey benim babam, Leishman elçi olarak İstanbul'da görünmeden önce, uzun yıllar Amerika'da çelik tröstünü haydalamıştır. İstanbul'a gelince de kendini Summer Palace'a atmaktan başka çıkar yol bulamamıştır.

Beyaz camda görünen Summer Palace’in salonudur. Bay Leishman bugün, kendi başına buyruk kesilen büyük kızının onuruna bir balo veriyordur. Masalar pembe güllerle donatılmıştır. Geriye kalan her şey de pembeye ayarlıdır. Bayan Leishman ile kızının tuvaletleri bile pembedir. Gecenin sonunda ortaya çıkarılan ve tavana çekilen Noel Baba'nın başında da pembe güllerle kaplı büyük bir şeker külahı vardır. Noel Baba tavanda yavaş yavaş dönerken aşağıda dans edenlerin üzerine kokulu pembe güller saçılıyordur.

Gecenin yıldızı hiç kimsenin tanımadığı siyahlara bürünmüş bir Siyahlı Kadın'dir ki Gaston Leroux’nun Siyahlı Kadın'ı kaç para? Fransız Elçisi Mösyö Cambon, Siyahlı Kadın'la tanıştırıldığında, yerlere değin eğilip elini öper. Erkekler Siyahlı Kadın'la mekik diplomasisi kurmak için sıraya girmişlerdir. A.. a bunlar Kadın'ın yanından ayrılırken şöyle diyorlardır:

-- Elimi pestile çevirdi.

Sonunda Siyahlı Kadın tülünü kaldırır. Eldivenini çıkarır, iri ve kıllı eliyle havada bir çember çizer. Bir çığlık. Sonradan o günleri anlatacak olan Dorina L. Neave, Siyahli Kadın'ın Elçinin oğlu Jack olduğunu çakmıştır.

Bay Leishman ile karısı eğlence için para akıtmaktan çekinmezler. Bayan Leishman toplantılarda herkesin ilgisini kendi üstünde tutmakta da pek ustadır. Bay Leishman ise böyle günlerde öyküler anlatmaya bayılır. Ama bunlar kemkümle sopalanan şeylerdir. Çünkü Elçimiz iyi bir diplomat olmasına karşın iki sözcüğü, kolayca bir araya getiremez. Robert Kolej ile Amerikan Kız Lisesinin düzenlediği festalarda söz kendisine düştüğünde sözcükler, çokluk boğazında düğümlenir.

Leishman İstanbul'da sekiz yıl kalmıştır. Türkiye'deki ilk büyük Amerikan Elçisi de odur. Ondan sonra, üç yıl görevde kalacak olan Oscar Strauss atanmış ve Birinci Dünya Savaşı'ndan bir yıl önce de bu göreve bir avukat olan deli dana Henry Morgenthau getirilmiştir.

Leishman daha ilk günden Abdülhamit'in gözüne girip, orada bağdaş kurar. 1902 haziranının son günlerinde Abdülhamit'in verdiği bir ıkınma-tıkınma şöleninde onu da madamasıyla birlikte görürüz. Elçinin karısı sofrada Sultan Hamit'in yanına düştüğü için fırsatı yitirmemiş Zati Şahaneden, yelpazesi üzerine bir imza atmasını rica etmiştir. Abdülhamit de Semerkant seccadesi gibi yer, gök götürmez imzasını hemen oracıkta, eline geçen bir kurşunkalemle kadının yelpazesine kondurur.

Hoppala! Yaptığı iyiliği başa kakmayan padişahın imzası kurşun kaleme verilir mi? Ertesi günden tezi yok bir Padişah yaveri Summer Palace'a damlayarak Bayan Leishman'dan yelpazesini ister. Sultan Hamit imzasını mürekkepli kalemle yenileyecektir. Kadıncağız, samur giydirilmiş gibi sevinerek yelpazesini yaverin ellerine bırakır. Ne ki -burada söylenecek söz kalmamıştır- daha sonraki günlerde yelpazeyi bir daha uykusunda bile göremez.

Abdülhamit'in sevgisini kazanan bir ikinci Amerikan elçisi de General Lew Wallace’tir. Paşator, Hamidiye Camiinde ilk selamlık törenine katıldığı vakit -1881 yılıdır bu- mavi renkteki üniformasını giymiş, omzuna atkısını atmış, başına da gül bezek kasketini geçirmiştir. Merasim Köşkünün salonuna açılan en yüksek basamağa da tünemiştir. Zatı Şahane geldiği vakit, general hâlâ oradadır. Yabancı bir üniforma içindeki bu baston yutmuş adam Padişahın merakını kaldırmıştır. Abdülhamit onun Amerikan Elçisi olduğunu öğrenince de hemen Yıldız'a çağrı çıkartmıştır.

Lew Wallace, Ramon Novarro'nun baş rolünü oynadığı Ben Hur filminin dayandığı romanın yazarıdır. Wallace daha memleketinde iken kitabı yayınlanmıştır. Türkiye'ye elçi olarak gelmesine de bu kitap yol açmıştır. Olayların gelişi şöyle ki Doğu'nun yaşantısı kitapta uçarlı koşarlı bir biçimde anlatıldığından Ben-Hur’u okuyan zamanın Cumhurbaşkanı Garfield onun öyle etkisinde kalmıştır ki bir dostuna:

--Doğu'ya gitmediği halde oralarla ilgili, böylesine önemli bir yapıtı bize kazandıran Wallace'in Doğu'da birkaç yıl kaldıktan sonra neler yapabileceğini merak ediyorum.

Wallace özellikle ikindileri, at gezisine çıkmadan önce Yıldız'a uğrayıp Sultan Hamit'le çene yarıştırmayı alışkanlık haline getirmiştir. Virginia tütünü ile pipo tüttürmeyi padişaha alıştıran da odur. Ama Abdülhamit de ona bir yağlıboya armağan etmiştir ki Amerikan Basınının gözlerinin içinde kıl çıkartmıştır.

Resim bir Çerkez cariyesi canlandırmaktadır. Wallace onu elçilikte herkesin görebileceği bir yere asmıştır. Aradan üç hafta geçmeden New York Herald gazetesi şöyle bir haber patlatır:

--Padişah, Lew Wallace'a güzel bir Çerkez kızı armağan etti.

Haberde ayrica Mrs. Wallace'ın kocasını Bu kaltağı hemen dışarı atacaksın. Evde kalmasına göz yumamam. Senin gibi bir bu kadar genç bir kızı eve alması yakışır mı? diye azarladığı, Amerikan Elçisinin de karısını yatıştırmak için şu sözlere yol verdiği yazılıdır:

--İyi ama karıcığım, benim elimden ne gelir! Padişahın bir armağını bu. Onu geri göndermek çok ayıp olur. Birkaç gün daha dişini sık. Belki ondan hoşlanmaya başlarsın.


Summer Palace'ın -Otel 1950 yıllarına doğru yıktırılacaktır- tenis kortları da yaz aylarında her gün oyuncular ve seyircilerle dolup taşar. Burada hemen her yıl, uluslararası tenis turnuvaları da düzenlenir. Maçlar çokluk akşamüstleri yapılır. Heyamolalı bir kalabalığın kortlarda boy göstermesi de o saatlerdedir. Haftada iki gün de Büyükdere Çayırı'nda polo oynanır. Abraham Paşanın -onun da sırası geldiğinde sandıkları açılacaktır- ortak olduğu Polo Kulübünün üyeleri çokça aranan giriş biletlerini buldular mı, oh artık kekâdadırlar. Sonraları adının başına Sir sözcüğü gelecek olan Percy Loraine ile Albay Roger Keyes -o da sonradan amiralliğe yükselecektir- en iyi polo oyuncuları arasındadır. Ne ki hemen hemen kimsenin maçla ilgilendiği yoktur. Sporsever birkaç kadınla erkeğin dışında herkes çaylarını yudumlarken birbirlerini süzmeyi ve vıdıvıdı kazanları kaynatmayı yeğler. Rum kadınlarının giysileri de pek avurlu ve zavurludur. O gün için roba dikinenler bile vardır. Bunlar, İngiliz kadınlarının sade muslinden entarilerini de saraka ederler.

Türkler ise oldum bittim seyircidir. Ne tenis, ne polo oynamayı düşünürler. Polo Kulübü'ne üye yazılırlarsa da, sadece düzenleme kurullarında görev alırlar. İngilizler Beykoz Çayırı'na kriket oynamaya gittiklerinde yine onları seyretmek için oradadırlar. İngilizlerin yakıcı güneş altında koşturmalarını görmek kadar onları hiçbir şey eğlendirmez. Dorina L. Neave Çayır da gördüğü Türkleri şöyle anlatacaktır:

-- Bol beyaz pantolonlarının üstüne giydikleri parlak kırmızı ya da mavi ipek pelerinleri ve başlarındaki fes ya da sarıklarıyla bağdaş kurup oturan bu Türk seyircilerin, bizler için -İngilizler için- çok ilgi çekici görünümleri vardi. Onlardan az ötede, sıkıca örtünmüş, parlak renkli ve çizgili kumaşlardan dikilen, baygın kıvrımlı feraceler içindeki hanımlar arabalarında oturup oyunu seyrederlerdi. Bence bizim gerçekten en iyi dostlarımız Türklerdi. Onlar da bizi çok sevdikleri halde bize "şifa bulmaz üşütükler'' gözüyle bakarlar ve bize “Deli İngiliz'' derlerdi.

İskoçyalı bir iş adamının oğlu Ernest Thompson İstanbul'a St Andrews Koleji'ne, öğrenimini bütünlemek için geldiğinde, İngilizler arasında, golf oyunu da yaygınlık kazanır. Ancak, ilk zamanlarda golf alanı diye bir şey yoktur. Çokluk Beyoğlu dolaylarındaki otlaklarda oyun tutuluyordur ki çok zorluklarla karşılaşılıyordur. En sonunda Ok Meydanı golf alanı olarak seçilir. Nedir, meydandaki kimi nişantaşları, hendek ve çukurlar da burada yapılan maçların yüzünü -kimi zaman kroket ya da futbol da oynanıyordur- simsiyah ediyordur. Topa daha golf sopasıyla vurmadan önce "Top geliyor" diye bir yaygara kopuyordur. Çünkü topun nereden geleceği belli olmuyordur. Gelgelelim, Meşrutiyet'te meydan, acemi erlerin eğitim alanı olarak kullanılmaya başlayınca golfçular yine açıkta kalır. Ama ingilizler -bunları Woods Paşa anlatıyor- talim saatleri dışında yine oradan yararlanmaya bakarlar. Yalnız Balkan Savaşı günlerinde meydana tahıl ekilince artık hiçbir türlü golf oynamaya olanak kalmaz. Savaştan sonra meydan yeniden düzletilirse de golf için elverişli alan niteliğini elde edemez. İngilizler bu kez Maslak Askeri Kampının yanına el atarlar. İstanbul'dan pılıyı pırtıyı toplayıp gidinceye değin de oradan ayrılmazlar.

Deli İngilizler Yeniköy'de, o yıllarda -XIX. yüzyılın sonlarında- kadın-erkek bir arada denize girmekten de çekinmezler. Bu işi başlatan Sir Hamilton Lang'ın kızı olmuştur. Hristiyan dini yani İstinye piskoposu da ona arka çıkar. Ne ki, bu yüzmeler yaygınlık kazanmaya başlayınca onları yadırgayan Türk dostlarını kırmamak için kimi İngilizler dişi-erkek cümbür cemaat denize girmekten vaz geçerler. Fransızlar ise hiç oralı olmaz. Tarabya koyunda yüzdükten sonra Summer Palace'ta deniz kılıklarıyla kokteyl üzerine kokteyl yuvarlarlar.

O yıllarda Türkler denize girseler girseler deniz hamamlarından girerler. Kadınlarla erkeklerin hamamları da ayrıdır. Kimi açikgözlerin erkekler hamamının sınırını aşıp kadınlar hamamına yaklaşmamalar için de iki hamam arasında polis sandali mekik dokur.


Erkekler denize iç donlarıyla ya da peştemal sarinarak dalarlar. Kadınlar ise ya boğazdan ayak bileklerine kadar uzanan bir gecelik entarisiyle ya da denizlik denilen çiçekli basmadan özel kılıklarıyla cumburlop olurlar. Kısaca söyleyelim, Denizlik bir bluz ve dondan oluşan kapalı bir giysidir. Donun parçaları, en kısası diz kapağı altına değin iner. Baldırları da don paçalarına dikilen danteller, kırmalı süsler ya da piçilyalar örter. Bluzun yakası ise kapalı olur. Kolları da dirseğe değin iner. Bluzla don, kimi zaman da birbirine dikilmiş olur ki o zaman tam bir işçi tulumunu andırır.

Deniz hamamları, baştan başa tahta direkler üzerine oturtulur. Kıyı ile alışverişlerini de yine tahtadan bir köprü sağlar. Kadınlar hamamının içi fırdolayı soyunma odası ve peykedir. Önlerinde korkuluklu dar bir yol vardır. Buradan denize salıverilmiş bir ya da birkaç merdivenle hamamın ortasındaki, çevresi tahta perde ile kapatılmış denize inerler. Erkekler hamamının içi de bunun tıpkısıdır. Yalnız hamamın dışında yine fırdolayı ikinci bir balkon-yol vardır. Delikanlılar buradan denize atlarlar. Eğer kenarına peyke de yapılmışsa, yatar güneş banyosu yaparlar.

Şöyle anlatılmıştır:

Salaşların tepesine gerilmiş çamaşır iplerindeki peştemallar güneşte kurumak için çırpınıp dururlar. Donanma bayrakları gibi sallanan siyahlı, kırmızılı, sarılı peştemalların ayrı bir görünümü de vardır. Delice poyrazlarda yerlerinden koparlar, uçup giderler.

Geçen yüzyılın sonlarında İstanbul'da deniz hamamı kurulmuş semtler şunlardır:

--Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Çatladıkapı, Ahırkapı, lstinye, Tarabya, Büyükdere, Yenimahalle, Beykoz, Paşabahçe, Kuleli, Çengelköy, Beylerbeyi, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Bostancı, Kartal, Maltepe, Pendik, Tuzla.

Bunlardan Bostanci ile Moda hamamları fenerlerini son yıllara değin söndürmemişlerdir.

Hamamların boyu çokluk kırk, eni de yirmi dört arşındır. Derinlikleri de iki arşını geçmez. Erkek hamamlarında bir de kahve ocağı vardır. Bunlardan başka özel hamamlar da sayılmıştır. Bunlar da kazıklar üstüne oturtulur. Ortaları da havuz durumundadır. Her yani örtülüdür. Dışardan içersi görülmediği gibi, ham gam hem, içerden de dışarıya işaret uçurulamaz.

Lafı denize de daldırıp çıkardıktan sonra artık biz de ayaklarımızı kurulayıp, pabuçlarımızı parlatalım ki bundan sonraki bölümde Ada Şairi Tahsin Nahit'le birlikte bisikletlere taklalar attırmaya hazır olalım.

Şu, belleklerde saklanmalıdır ki her şeyin başı ve sonu ayaktır.
Yani "a" harfi ayak'tadir ve "ya" sözü de ayak'tadır.
Ve "a" harfi dahi onda olup insanoğlunun kalbine giden yol üzerinde durur.

Ak ayak’tadır.
Ay ayak'tadır.
Gönül aşk ateşini yakar ki "yak” buyruğu da ayaktadır.

Ay dahi aşığın yüz ışığıdır.

Sevdiceğinin ayağına, ya da ayağının süsüne yüzünü sürmeyen aşık değildir.

Boğaziçi'nin zamirini ortaya koyarken bunu söylemezsek olmaz.



Salâh Birsel | sanat olayı - Sayı: 9 - Eylül 1981
_________________________________________________________________________________________





Bu Tarabya ilinin bisikletliler elinde ilk fethi budur ki Yoksul anlattım.

Ama biraz katlanın da ilkin şu Summer Palace denilen kâfir huylunun başını bağlayalım.

Claude Farrere Öldüren Adam adlı romanında Summer Palace’ın pek şıkırdım bir otel olduğunu söyler. Beş katlı, tahtadan, büyük bir yapıdır. Ama diş görünümü zittirik mi zittiriktir. Hiç albenisi yoktur. Çünkü dev boylu köknarlar önünü kapatır. Yalnız, Boğaz’ı iyisinden gören yüksekçe ve büyük bir taraçası vardır ki bütün madamalar ve matmazellerin afur tafur kurum satmasına yarar.

Summer Palace’ta yazları, her cumartesi bir balo patlatılır. Buna otel müşterileri yanı sıra, Tarabya, Yeniköy ve Büyükdere alabandası ile elçilik görevlilerinin topu katılır. Yani, ipi kapalı bir balo değildir.

Sumer Palace en çağşaklı yıllarını XIX. yüzyilin sonlarında, ilk açılış yıllarında yaşamıştır. Osmanlı Bankası Müdürü Abernon Vikontu Sir Edgar Vincent, 1897 yılında, Langlaagte Royal adındaki bir Güney Afrika ortaklığının parlak geleceği olduğu haberini ilan edince İstanbul’da ne kadar İngiliz varsa topu da kolayca köşeyi dönmek umuduyla söz konusu kurumun hisse senetlerine yumulmuşlardır. Yıllarca Kanlıca’da oturmuş olan Bayan Dorina L. Neave’in anlatmasına göre hisseler 100 puan yükseldi mi bir ingiliz lirası kazanılmaktadır. Hohohooo, puanlar kimi günler bine değin çıkmaktadır. İngilizler de burdan kazandıkları paralarla tam bir hovarda yaşamına dalmışlardır. Bu zenginliğin, bu lüksün sergilendiği yerde Summer Palace salonlarıdır. Çay saatlerinde, orada, artık çay değil şampanya içiliyordur. Para bolluğu karşısında eskiden Kapalıçarşı’da ucuza kapatılan eşyalar da ateş pahası kesmiştir. Geçmiş zamanda uçları siyah, uzun kuyruklu beyaz kakum kürklerinin yada beyaz gerdanlı sansarların iki büyük parçası birkaç İngiliz lirasına alınırken bunlara şimdi -aralıkta Mister Vere’nin öldüm pahasına alıp pelerin yaptığı ve buna Londra’da 300 sterling verenlerin çıktığı haberi yayılmıştır- bir servet ödemek gerekmektedir. Inci piyasasında da fiyatlar korkunç parendeler atmıştır. Ne var, piyasayı bu kez İngilizler değil, Amerikalılar, özellikle de Amerikan Elçisinin eşi oynatmıştır. Misis Leishman elmaslı püsküllerle süslü, küçücük inci dizilerinin sarılmasıyla oluşan kalın kolyeler modasını başlatınca kuyumculara öyle bir akın olmuştur ki zavallı esnaf -gönülleri istemiyerek- fiyatları yükseltmişlerdir.

İngilizlerin bu padişahsal debdebelleri çok uzun sürmez, Vaktin birinde ki o vakit pek gecikmemiştir. Güney Afrika ortaklığının hisse senetleri zarpadak gerilemeye başlar. Söylentilerin bini bir paraya. Bir gün artık ödemelerin yapılmayacağı da belli olur. Yine Bayan Dorina anlatmıştır:

--Yaygınlaşan bir panik içinde 48 saat boyunca, kestirilemiyen bir kalabalığın saldırısına uğrayan Osmanlı Bankası çetin saatler yaşadı. Osmanlı Bankasının kapalı kapılarıyla karşılaşıp her şeylerini yitirdiklerini anlayan ve boşu boşuna debrenen bir insan yığını bütün trafiği aksatmıştı. Anladığıma göre bu çılgın kumarı başlatanlar Paris’teki bankalarla ilişki kurmuş, ama yeterli garanti gösteremedikleri için yardım sağlayamamışlardı. Böylece birçok kişi top attı. Kimi dostlarımız Bankanın ertesi gün duruma egemen olacağı umudu ile uyku hapı alıp yatmışlar, ama uyandıklarında düş kırıklığına uğramışlardı. İngilizlerin çoğu da memleket dışına kaçmıştı.

Şu var ki, İngilizlerin saltanatı yıkılsa da Summer Palace’in saltanatı yıkılmaz. Osmanlı Bankası Müdürü Sir Edgar’ın Summer Palace’da verdiği görkemli partiler otelin adını yıllarca yükseklerde tutmuştur. Sir Edgar içerde konuktan konuğa koşarken, disarda, bahçede de eşi Lady Helen Vincent pantalon giyip bisikletle promönad eyler. Lady Vincent bisikletini, kimi zaman da Büyükdere’ye değin sürer.

O yıllar Tarabya olsun, Büyükdere olsun bisikletle pıtraktır.

Vardaa!

Yoldan çekilmezseniz bisikletin üstünüze çıkacağı yüzdeyüzdür.

Gerçi çekilseniz, onlar bu kez de ya bir direğe, yada bir ağaca bindirirler ama, ne yapalım siz de durup dururken hedef tahtası olamazsınız.

Dan dana dan dan!

Aman o ne!

Anladın mı, çanını şıngırdata şıngırdata bir bisikletli geliyor. Delikanlı iki tekerleğin üstünde, bir yandan bacak sallıyor, bir yandan da kollarıyla bedenini titretiyor. Peruz Hanım, Kadıköyünde, Kuşdili Çayırı’nda, Şevki Efendi yönetimindeki “Eğlencehane-i Osmani Kumpanyası”nın sahnesinde tiyatroperveran’ı memnun etmek için Babasını Aşığına Yeğleyen Kız adındaki fevkalade lubiyat’tan önce Şamram Hanımla düettoya çıktığı vakit göğüs titretiyorsa, bu bisikletliler yanında yaya kalır.

Dan dana dan dan!

Yoksa bu gelen Mösyö Ortek mi? Mösyö Ortek 1893 yılında Tepebaşı Bahçesi’nde düzenlenen bisiklet yarışında bir saatte bahçeyi 104 kez dönmüş ve Beyoğlu’nun bütün hoşor karılarını dize getirmiştir. Gel gelelim Mösyö Ferdinand da aynı yarışta bahçeyi 120 kez dolanmakla birinciliği elde etmiş ve Mösyö Ortek’e kesilen keşkül biçimli madamalara çok sincabi bakışlar fırlatmıştır.

Yoksa bu gelen Mösyö Ferdinand mı?

Hayır, zannım yanılmıştır. Ne Ortek, ne de Ferdinand’dır bu.
Bu gelen, kaşlarını Hophop briyantini ile ıslattıktan sonra onları el aynasında bir fırça ile yassıltmış ve siyah saçlarını sarıya boyadıktan sonra ikiye ayırmış bir palikaryadır.

O yılların -1900 yılı- modasıdır bu. Modayı kaldıran da yazarlar yazarı Ahmet Rasim’dir:

--Gözlük, eskiden olduğu gibi yine takılacak. Yalnız kaytanının urba ile birleştiği noktada krem renginde, adeta rozet gibi, ufacık bir fiyangosu olacak. Gömlek, açık Bismark rengi üzerine dallı yada satrançlı. Yakalık beyaz. Püskürme boyunbağı tozpembe. Ceket koyu Çin mavisinin kahve lekesini andıran bir kumaştan. Omuz başları dümdüz. Sol cepte peçete büyüklüğünde ipekli tülden mendil.. Pantalon bermuda şalvar bozuntusu. Çoraplar lacivert ve yüzde yüz satrançıl. Ayaklarda tango rengi bir iskarpin. Al pancar kadifeden eldivenler. Başta açık yeşil bir boneta.

Bisiklete binmenin koşulları da en aza indirilmiştir. Bisikletin önüne kız çocuk çıkarsa bir, erkek çıkarsa iki, kadın çıkarsa üç kez çıngırak çalınacak. Aldırış edilmezse -bu kuralı Ahmet Rasim koymuştur- ilk hızın korunması amacıyla çarpıp geçilecek. Ama o anda, büyük bir incelikle bir pardon kondurulacak. Kaza olduğu vakit kimseye söylenmiyecek ve ancak ertesi yıl açığa vurulacak.

Laf aramızda, Büyükdere ve Tarabya piyasalarında bisikletlilerin kendilerine bindirmesini dört gözle bekleyenler de vardır. Hele Rum koriçaları buna can atarlar. Bir rum kızı o yıllarda şöyle demiştir:

--Ma, bir kağnı arabasının altında kalmaktan, bir bisiklet altında kalmak daha kalo’dur.

Şu kadarcık ki, Tarabya’daki Kumyozlarla Tatlısu Frenklerinin karıları bu bisiklet safalarııi yeni yeni tatmaya başlamışlardır. Çünkü bu ikili tekerleklerin Türkiye’ye girişi 1890 yıllarındadır. Adı da bisiklet değil velosipettir. Oysa velosipet bisikletin ilk biçim atasıdır. Velosipetlerde ön teker çok büyük, arka teker ise küçüktür. Pedal diye bir şey de yoktur. Binici seleye oturur, aracı ayakları ile yeri iterek götürür.

Yalnız velosipet adının yaygınlaşması da Ahmet İhsan yüzünden olmuştur. Hazret Servetifünun’da bisiklet yerine dalgınlıkla velosipet adını kullanınca halk arasında tutunup yayılmıştır. Ahmet İhsan, daha sonraki günlerde bisiklet karşılığında dürrace adını da önerecektir ama kimseler yüz vermeyecektir.

Lafın önünü açmak için Ahmet İhsan’ın istanbul’daki ilk bisikletler üzerine yazdıklarina da burada yer vermek doğru olur. Hem böylece yanlış bir iş yapmış olmaktan da kurtuluruz:

--Velospit hevesi, ince duygulu kişiler arasında epey hızla yayılmaya başladı. Bunu ispat etmek üzere Beyoğlu tüccarlarından birkaçının son zamanlarda Avrupa’dan on kadar velospit getirterek dükkanlarında satışa çıkardıklarını gösterebiliriz. Şu hale göre, gelecek baharda velosipete binerek geziye çıkacaklara çokça raslayacağız demektir. Bu da, seyiryerlerinin görünümünü daha revnaklı kılacaktır. İlk kez Beyoğlu Caddesi’nde garip biçimleriyle görünerek halkın şaşırmasını, hayvanların da ürkmesini çeken velospit birkaç kez İstanbul yakasına da geçti. Daha sonra sayısı birden ikiye, ona çıktı. Artık ona raslayanlar o kadar şaşırmıyorlar. Velospit sokaktan geçti mi, işsiz güçsüzlerden başkası, dönüp de arkasına düşen, seyrine bakan kalmadı.

Ey okur, billahi bir an dur, sana Ada Şairi Tahsin Nahit’in de İstanbul’daki ilk bisikletçilerden olduğunu açıklayacağız. Şairimiz spora çokça düşkündür. Yüzmekten, ayaktopu koşturmaktan baş kaldıramaz. Bisiklet üzerinde iken ellerini bırakmaya, bisikleti hoplatıp zıplatmaya ya da ona hendekler atlatmaya pek bayılır.

Tahsin Nahit o sıralar -saatinizi 1904 yılına ayarlayın- Kadıköy’de oturmaktadır. Bilmem söylemeli mi dayısı Arifi Bey de Kadıköy’lüdür vede bıyığını traş eden ilk Türk olmuştur. Gerçi, bu işi ondan önce Topçuluk Hocası, Bağdatlı Muhittin Bey yapmıştır ama buna kapılmamak gerekir. Çünkü o, zaten kösedir.

Şairimiz beyaz fanilası ile en çok da Kuşdili çayırında görünür. Onun arkasında Galatasaray’lı Hikmet’in kardeşi Tevfik, onun arkasında Mektebi Harbiye aday sınıflarından yakası yıldızlı Lütfü, onun arkasında kemençe ustası Kemal Niyazi görünür. Kemal Niyazi omuzlu ve demevi yüzlüdür. Kimi zaman gözlerinin akına değin kızıllık basar. Bisiklet koşularında da kan ter içinde kalır. Sermet Muhtar Alus onun 1930’larda bile hâla kapılar gibi durduğunu söyleyecektir. Çok ağırbaşlı, çok alçakgönüllüdür. Yalnız, seyran dönüşlerinde, Fenerbahçe’de Otel Sebastiano’nun biraz ilersindeki Belvü Gazinosu’nda ayaküstü bir konyak parlatmadan edemez.

Tahsin Nahit biraz şaşı bakar ama bu, insana dostluk duygusu boca eder. Şiirden başka oyun da yazar. İşin tuhafı, bunlara daha çok alkış alır. Tahsin Nahit’e dikkat edilecekse şimdi etmeli. Çünkü 1919 yılında, zatürreden, üç gün içinde Büyükada Mezarlığına girip uzanacaktır. Ölüm haberi Darülbedayi’ye (Şehir Tiyatrosu) geldiği akşam şairimizin Rakibe adlı bir uyarlaması oynuyordur. Halit Fahri, kadirbilir Halit Fahri, haberi işitince, sığındığı bir soyunma odasında bayılır. Eliza Binemeciyan ise durumu telefondan öğrenmiş ve daha “Tahsin Nahit sözünü duymadan:

--Yalan, o ölemez! diye bağırmıştır.

Sonraları Unkapanı’nda bir kereste fabrikası kuracak olan Şevki Bey de bisiklet merakında şairimizden aşağı kalmaz. Sermet Muhtar onu şöyle tanıtır:

--Mısır püskülü renginde sırma saçlar, sağlıklı bir yüz, ufaraktan ama son derece biçimli bir vücut. Bisikletteki ustalığı kadar paralelde, barfikste de mükemmel. 40 kiloyu tek kol ile oyuncak gibi koparır. Evreka adlı mizanülkuvve’yi seksene kadar sıkar. Deniz’e açılanlar arasında en önleri tutar.

Tahsin Nahit’le Şevki o sıralar Beyoğlu’na gelen bir sirkte bisikletiyle ustalıklar gösteren bir canbazın yüzünü yere baktırmakla da ün yapmışlardır. Canbaz, ortaya fırdolayı dönen bir tahtaperdenin duvarında bisikletiyle hünerler gösteriyordur. Ama bisikleti özel bir yapımdır, gizli bir düzeni vardır. Tahsin Nahit’le Şevki işin bu yanını bilmedikleri halde yapıştırırlar:

--Bunu biz de yaparız.

Gerçekten ikisi de bisikletleriyle adamın yaptığını yinelerler ve tüm İstanbul’un alkışını devşirirler.

İki ahbap çavuşun bir de Küçüksu Safası vardır. Kimi arkadaşlarıyla bisikletlerine atlamışlar ve ver elini Küçüksu. İlkin Çayır’da iyice dinlenirler. Derken Tahsin Nahit onların aklına bir sandal safası sokar. Kayığa doluşurlar. Küreğe sen geçeceksin ben geçeceğim peşrevleri arasında sandal devrilmesin mi? Eyvah, bizimkiler kalabalığın gözü önünde bir güzel banyo alırlar. Kazada bisikletlerin çoğu da bisikletler de kayığa alınmıştır. Sakatlandığından dönüşte onları yedekte taşımaktan başka çare bulamazlar.

İlk bisikletsüvarlardan biri de Amiral Hasan Rami Paşa’dir. İlkin onun kim olduğunu açıklayalim ki kalemimize kayganlık gelsin. Bilmiş olun ki, Hasan Rami Paşa üstüne amiral yoktur.. Paşa İngiliz Donanmasına bile kumanda edebilecek bir güçtedir. İngiliz Donanmasını yönetmemişse bunun yüzkaralığı yıkanmasız İngilizlerindir. 1897 yılında, Türk-Yunan savaşında, savaş gemilerinin komutanlığı kendisine verilmekle Hasan Rami Paşa da 16 Mart Cumartesi günü akşamı Hamidiye, Mesudiye, Aziziye ve Osmaniye firkateynleri, Hizber ile Necm-i Şevket korvetleri ve 12 torpitobottan oluşan Osmanlı donanmasını güçbela Haliç’ten çıkarmış ve Marmara’da talimden geçirmiştir. Talimde Mecidiye torpitobotu ilk attığı kendi topu ile yara almış, Mesudiye’nin kazanı patlamış, Hizber korveti imralı Adası sığlıklarına oturmuş, Hamidiye de su almaya başlamıştır. Paşa da kurtuluşu donanmayı Gelibolu’ya çekmekte bulmuştur. Bahriye Nazırının hiçbir teli, Padişahın hiçbir buyruğu da Paşayı oradan söküp çıkartamamıştir. Zati orada torpitobotları inceleyen teknik bir kurulun raporunda da Fatih torpitobotunun gözünün patladığı, Pervin’in kafasının yarıldığı, Şihap’ın ayağının kırıldığı, Vesile-i Nusret’in apandisitinin patladığı, Tevfik’in nefes borusunun tıkandığı, Burhanettin ile Eser-i Terakki’nin de dudaklarının yarıldığı ve kulaklarının koptuğu, Peleng-i Derya torpitosunun ise ne gözü, ne burnu, ne kulağı, ne ağzı, ne kolu, ne de ayağı bulunduğu belirtilmiştir.

Hasan Rami Paşa satışlı bir adamdır. Türk-Yunan Savaşından önceki yıllarda çenesinde sivrice sakalı, sırtında sakız gibi sadakor ceketi Çiftehavuzlar’daki köşkünün (*) dolaylarında yani Fenerbahçe ile Erenköy arasında boyuna bisikletle gezer, zamanın gençlerine zort çıkarır.

Sermet Muhtar Alus, o zamanın bisiklet süvarları arasında Beytülmal Müdürü Hüsnü Efendi’nin oğlu Selahattin Beyin, elhak cambazhane işi velosipetinde hüner üstüne hüner döktüren Acem Ali Beyin -ki sonraları İran’a gidip Şah’ın yaveri olduğu söylentisi de çıkmıştır-, Kapalıçarşı’da bir tuhafiye mağazası işleten ve akranları arasında parmakla gösterilen Sarıyer’li Zeki Beyin, kendisinden of diyen bir arkadaşı bulunmayan, zeki, çalışkan ve memlekette sporu gerçekten yaratan Ali Sami Yen’in ve sonradan ünlü bir nisaiyeci olacak olan Doktor Aziz Fikret Beyin bulunduğunu da yazar.. Ona göre doktor beyimiz öteden beri kibar ve nazik, yakışıklı, biraz şişmanca, daha pek gençliğinden gür ve ipek bıyıklıdır. Yanakları laldir ki adı erkek güzeline çıkmıştır.

Bunlara gizli rekortmen olan Muvaffak Beyle Hafızpaşazade Nail Beyin oğlu Hüsnü Beyi ve Arap Veysel’i eklemek de doğru olur. Kısa mesafelerde Hüsnü Beyi geçecek kimse yoktur. Uzun mesafelerde ise gelsin Arap Veysel. Pedala yüklendi mi gık demeden Büyükdere’yi boylar. Bir pedal daha Hacıosman Bayırını tırmanır ki kayıkla Kağıthane Safası kaç para?

Dikkat edersek bugün Büyükdere piyasasında Arap Veysel’den başka sonraları Sanayi müfettişliğinde, Peşte Sergisi komserliğinde bulunacak olan Daniş Beyi de görürüz. Altında otobüs kadar sağlam Peugeot marka bisikleti, cebinde 15 ağızlı çakısı, o da hep Büyükdere, Beykoz, Alemdağı gibi uzak yerlere kaçar. Bakın, bakın arka cebinde de bir tabanca. Uzun seferlerde tabancasını yanından hiç ayırmaz.


Ahmet Rasim bisikletler üzerine Uşşak’tan, Şehnaz çarparak, Gerdaniye-Buselik kıyısından Neva’ya inen, muhayyer çeşnili, ama biraz Şevkefza’yi andırır bir şarkı da yapmıştır. Aa onu buraya almazsak çatlarız:

Bisiklete binerim
İster isem inerim
Dilberleri görünce
Gözlerimi süzerim
Vay aman!

Gelgelelim, biz bugün burda onun şarkısından çok Şamram Hanımın bisiklet kantosuna öncelik tanıyacağız. Çünkü bizim işimiz de -kimseler duymasın- bir tür kantoculuktur:

Ey dizim, ey bacağım
Cumaya ne yapacağım
Ne aksi makine bu
Tekmeyle kıracağım
Kabahat bende değil
Hep o telgraf direğinde
O kadar var da dedim
İlişti durdu yerinde

Hopla hopla
Hendeği atla
Haydi hop hop hop
Alert!
Dar ceket, şık tuvalet
Arabacı dikkat et
Simitçi tablanı gözet!


* Göztepe otobüs durağında denize uzanan yeşil sahanın gerisinde bulunan bu köşk bir zamanlar Amerikan Koleji binası olarak hizmet görmüştür, Harem ve selamlık olmak üzere çifte konaklar halindeki bu köşkün yerinde, şimdiler apartmanlar yükselmiştir. Hasan Rami Paşa, Tıbbiye’nin eski hoca ve dekanlarından Dr. Ziya Nuri Paşa’nın kayınpederidir.


Salâh Birsel | sanat olayı - Sayı: 11 - Kasım 1981
_________________________________________________________________________________________





Yıldızı düşkün Salâh Birsel’in anlatması şöyledir ki, Prinzip adındaki Sırp öğrencinin Avusturya-Macaristan Veliahti Arşidük François-Ferdinand’ı, eşiyle birlikte, şanlı ölüm köprüsünden aşırdığı haberi İstanbul’a 29 Haziran 1914 günü gelmiştir.

Amerikan Elçisi Bay Morgenthau olsun, öbür elçiler olsun olayı büyük bir dinginlikle karşılamışlardir. Gerçekte herkes çok önemli şeylerin olduğunu sezinliyor ve kaygı içinde bekliyordur. Bir başka deyişle, herkes inmeli gibidir. Başların üzerinde dolaşan tehlike görülüyor ama heyecandan neştere vurulmaya yanaşılmıyordur. Ne ki, birkaç gün sonra diller çözülecek, herkes boyuna savaştan konuşmaya başlayacaktır.

Alman Elçilik görevlerinin Von Mutius ile Frankfurter Zeitung gazetesinin haber yazarı hemen hemen aynı şeyleri mırıldanıyorlardır:

--Savaş patladığı vakit, şu bir gerçek ki, Amerika, Meksika ile Güney Amerika’nın bütün ticaretini ele geçirmek için fırsatı yitirmeyecektir.

Amerikan Elçisi Morgenthau Arşidük’ün ölümü için üzüntülerini bildirmeye Avusturya-Macaristan Elçisine gittiğinde Elçi Pallavicini onu burnundan kıl aldırmayan bir hava içinde karşılar. Her haliyle kendisini Kral’ın bir temsilcisi saydığı anlaşılıyordur. Yüzünde, oğlunu yitirmiş babaların büyük acısı vardır. Amerikan Elçisi ona bu suikastın kendisine ve hükümetine verdiği korkuyu belirterek, yaşlıdan yaşlı imparator’a beslediği sevgiden açar.

Pallavicini:
-- Ja, ja est ist sehr schrecklich! (Evet, evet çok korkunç!) Sırbistan bu cinayet yüzünden suçlanacaktır. Suikastın bedelini ödemesi gerek.

Birkaç gün sonra Pallavicini, Amerikan Elçisinin ziyaretine karşılık vermeye gittiğinde de Sırbistan’da kurulan ulusal komitelerden, Sırpların Bosna-Hersek’i kendi topraklarına katmak istemesinden söz eder.

Sonra da sözlerine şunları ekler:

--Hükümetimiz bu örgütlerin kaldırılmasını ısrarla isteyecek. Sırbistan bu niyetleri bırakmalıdır. Suikastların yinelenmemesi için de, hiç kuşku yok Sırbistan’a bir misilleme yapılacaktır.

Bu labyalar daha çok Yukarı-Boğaz’da kaynatılmaktadır. Çünkü İstanbul’daki yabancı devlet elçileri, yaz yüzünü gösterir göstermez Tarabya, Büyükdere ya da Yeniköy’deki yazlıklarına geçmişlerdir. Morgenthau o yaz, Boğaziçi ile ilk kez karşı karşıya geliyordur. Daha sonraları,Yaşamım boyunca bu kadar güzel yerler görmedim, diyecektir.

Amerikan Elçiliği Yeniköy’de belli belirsiz bir Venedik üslubunda üç katlı bir yalıdır. Sırtını dik bir kayalığa vermiştir. Yamaçta bir sürü set-bahçe yeralır. Boğaziçi’nin o deli-dolu akıntıları yalının birazötesinden geçiyordur. Ayışığı gecelerinde Morgenthau, eşi ve konuklarıyla, deniz kıyısında oturduğu vakit, kendisini pupa-yelken giden bir geminin güvertesinde sanır. Gündüz ise, yalının önü kırmızı, siyah, mavi, beyaz, sarı ve turuncu kayıklarla dolup taşar. Birkaç ay sonra Boğazlar kapatıldığı Osmanlı Imparatorluğu da, Almanya’yi çıkmazdan kurtarmak için, onun yanında yeraldiği vakit, buralar tam karşıt bir görünüme bürünecektir.

Ne olursa olsun, 1914 yazı bir barış havası içinde yuvarlanıyordur.
Elçiler, aileleri, elçilik görevlileri gezintilerde, şölenlerde, ve de balolarda sık sık karşılaşıyorlardır.

Morgenthau o günleri şöyle anlatacaktır:

-- Her gün güçlü devletlerin -bunlar bir süre sonra tarihin en kanlı savaşını sahneleyeceklerdir- temsilcileri aynı masaların çevresinde toplanıyorlardı. Görünüşte topu da dosttur. Yemekten sonra da balkonlara dağılırlar. Sözgelişi bir elçinin, başka bir elçinin karısına eşlik ettiği görülür. İki elçinin bağlı olduğu ülkeler birbirinin en büyük düşmanı olsa da bu dostluktan vazgeçilmez.

Topluluklara kimi zaman Sadrazam Sait Halim Paşa ile hemen hemen bütün bakanlar da katılır. Sadrazam bir köşede yaldız ışığı yakıyorsa, bir başka köşede bakanlar birbirleriyle fısıldaşıyorlardır. Beri yandan Osmanlı imparatorluğunun ileri gelen öbür görevlileri de salonda tur atıyorlar, bu kıvıl kıvıl sahnelere alaylı bakışlar fırlatıyorlardır. Morgenthau onların Türkçe ve yüksek sesle çevreyi eleştirmekten çekinmediklerini de sanacaktır ki, bu ondaki yerleşik Türk düşmanliğinin belirgin bir örneğidir.

Rus Elçisi de çokluk gözüne kestirdiği birini bir kenara çeker, onunla saatlerce fiskos çalçeneyi yürütür. Diplomatların kızları ve oğulları, bekâr elçilik görevlileri ve de karakol gemilerinin subayları da dansa ve flörte yatarlar. Onlar bütün işlerin kendi kunduralarının cilasını artırmaktan başka bir amaç gütmediğini düşünüyorlar ve Amerika, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya-Macaristan hükümetlerinin salt kendilerinin eğlenmesi için kesenin ağzını açtığını sanıyorlardır.

4 Temmuzda, Beyoğlu’nda Santa Maria Kilisesinde, Arşidük’le eşi için bir tören de düzenlenir. Bütün diplomatlar orada son bir kez bir araya gelmişlerdir. Yalnız Alman Elçisi Wangenheim oralarda yoktur. Çünkü törenden birkaç gün önce Berlin’e gitmiştir. Orda, 5 Temmuzda, Birinci Dünya Savaşına karar verecek olan toplantıya katılacaktır.

4 Temmuzda Amerika da Bağımsızlık Bildirisi’nin yıldönümünü kutlar. Limandaki bütün gemiler Boğaziçi’nde sıraya dizilir. Topu da, Amerika’nın onuruna, takıp takıştırmışlardır. Bebek tepesindeki bahçelerden Robert College görünüyordur. Morgenthau, Kolej’in Amerika’nın barış yoluyla bir memleketin -Türkiye’nin- içine sızma yöntemlerinden birini gerçekleştirdiğini bir kez daha düşünür.

Oysa Savaşın patlak verdiği günlerde Alman Elçisi’ne şöyle diyecektir:

-- Şunu bilin ki, Türklere kendi çıkarlarınız için yardım ettiğinizi, onları hiç mi hiç bağlaşık (müttefik) saymadığınızı ve onlara sadece oynadığınız oyunda bir pion gözüyle baktığınızı haber verebilirim.

Morgenthau’a göre Almanya, Küçük Asya’da yerleşme ve genişleme politikası ardından koşmaktadır. Türkiye’de barış içinde yaşayan Rumlar, Ermeniler ve Museviler de, Almanya’nın bu yayılma politikasında bir engel olarak görünmektedirler. Daha sonraları Çanakkale’de savaşmış olan Alman Amirali Usedom, Morgenthau’a azınlıkların Küçük Asya’dan kovulmasını Almanların Türk Hükümetinden ısrarla istediklerini açığa vuracaktır.

Nedir, Türk, topraklarına göz dikenler sadece Almanlar da değildir. İttihat ve Terakki -bunu daha çok Cemal Paşa istemiştir- İngilizler ve yakınlaşmak üzere onlara birtakım önerilerde bulunduğunda -bu önerilerin biri de kapitülasyonlarla ilgilidir- İngilizlerden şu karşılığı alır:

-- Kapitülasyonların adli kesiminin kaldırılması şimdi söz konusu olamaz. Ancak parasal kesimlerden kimilerinin şimdiden kaldırılmasına öbür bağlaşıklar “he” demek koşuluyla İngiltere olurunu verebilir. Yunanlılarla aranızdaki Adalar sorununu zamana bırakmak daha doğru olur. Mısır sorununun çözümüne ise şimdiden yanaşmak tehlikeli olacağından Savaş’tan sonraya ertelenmesi uygundur.

İşin gerçek yüzü şudur ki İngilizlerle Fransızlar Türklerin kendi yanlarında savaşmalarını da istememektedirler.
Onlar Türkiye’nin, Almanya’nın defteri dürülünceye değin, yansız kalmasından başka bir şey düşünmüyorlardır.

Amerikalılar da İdahi ve Missisipi adındaki iki savaş gemisini Osmanlılara değil de Yunanlılara satmakla -Yunanlılar buna Kilkis ve Lemnos adını vermiştir- gönüllerinin kimden yana olduğunu açıkça belli etmişlerdir. Ittihatçıların Bahriye Nâzırı Cemal Paşa 1914 Haziranının ilk günlerinde Yeniköy’deki Amerikan Elçiliğinde Morgenthau ile bu konuyu tartışırken şöyle diyecektir:

--Türkler Amerikalıları hep en iyi dostları saymışlardır. Siz de sık sık bize yardim etmek istediğinizi söylersiniz. Iyi duygularınızı ortaya koymanın zamanıdır bu. Yunanistan’la Türkiye’nin bir savaşın eşiğinde durduğu olgusu karşısında yan tutmayan bir devletin böyle bir alış-veriş yapması yakışıksızdır. Bununla birlikte, yapılan iş yüzde yüz ticari ise Türkiye, gemilerin değeri neyse onu ödemeye hazırdır. Yunanistan’dan da çok veririz.

Bir hafta sonra Yukarı-Boğaz dolaylarında atla bir geziye çıktıklarında, Alman Elçisi Wangenheim da aynı konuyu açar Morgenthau’a:

-- Bu gemileri Yunanlılara satmakla ne kadar tehlikeli bir adım atacağınızı gözden uzak tutmayın. Birleşik Amerika’nın bir gün Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma eş bir durumda kalmayacağını kimse söyleyemez. Varsayın ki Japonya ile kapıştınız. İngiltere de Japonya’ya savaş gemisi satmak istiyor. Amerika bunu haklı bulur mu, bulmaz mı?

Haziranın on üçü. İki elçi o yıllanmış Belgrad Ormanları’nda şimdi atla yanyana gidiyorlardır. Uzakta, batmakta olan güneşin alevleri altında, Karadeniz kıvılcımlanıyordur. Wangenheim birden atını durdurur. Kaşı gözü solmuştur. Gözlerini Amerikan Elçisinin gözlerine diker:

-- Amerika’nın, bu sorunun önemini anlayabileceğini sanmıyorum. Bu gemilerin satışı bir dünya savaşınin nedeni olabilir.

Ey okur, şimdilik Tarabya’nın kendi haline bırakalım da gözlem yerimizi Yeniköy’e kaydırıp Sait Halim Paşa yalısına yanaşalım. Çünkü biraz sonra Amerikan Elçisi Morgenthau da buraya gelecektir. Yalının denize bakan kapısının iki yanında, biri beyaz, biri de pembe iki aslan heykeli vardır. Bu yüzden buraya “Pembe Aslanlı Yalı” da denir. Yapıyı XIX. yüzyılın ikinci yarısında Hidiv Abbas Hilmi Paşa yaptırmıştır. Ama Sait Paşa yalısı diye anılır.

İkinci Bozuk Ampir oturumundadır.
Binada Batı eklektisizminin çakıntıları da görülür.

Yalının soldaki kapısından girildiğinde küçük bir hol vardır ki silme çini ve sedeftir. Holden girilen salonda ise tavanın incecik sütunlar üzerine oturtulduğu dikkati çeker. Karşı duvarda A. Clément’in (Choubrah) 1865 yılında boyadığı 4x6 metre boyutunda tablosu asılıdır. Tabloda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile onun oğlu Hidiv Halim Paşa da yer almıştır. Ressam Clément tanayanlar figürlerden birinin de o olduğunu çıkarabilirler. Yalının sağndaki kapıdan girildiğinde ise yine bir holle karşılaşılır. İkinci kata çıkan, peh peh peh, iki yanlı ve görkemli merdiven de buradadır. Üst katta, merdiven başının soluna düşen duvarda kumaş üzerine boyanmış 0.80x2,5 metre boyutunda üç adet Çin manzarası. Sağda ise Rudrossler imzalı, hemen hemen aynı büyüklükte iki Venus resmi. Yine sağda ve solda iki duvar aynası. Karşı odada ise, biri bir İzmir efesini canlandıran iki imzasız tablo. H.C.Dely ve G. Roullet adlarını taşıyan iki tablo ise -biri istinye koyu manzarası- minik mi minik. Bu odadan sağdaki ve soldaki iki ayrı odaya da geçilir ki tavanlarında İtalyan Moran’ın şehlevent avizeleri. Zati, yalının her odasında ayrı güzellikte bir avizeye rastlanabilir. Duvarlar da hep kâğıt kaplı. Yalnız tavan süsleri her odada ayrı biçimde. Perdeler de odaya göre.

Yalıya rıhtımdaki geniş merdivenli kapıdan girildiğinde de soldaki büyük oda tarihsel curcunalara kucak açmıştır.
Birinci Dünya Savaşına katılma kararı da koltuk, kanape, sehpa ve kapıları hep sedef üzerine döktürülmüş bu odada verilmiştir.

Ama daha oraya gelmeyelim. Şimdilik 27 Eylül 1914 gününde lengerendaz olalım.

İngiliz Elçisi Sir Louis Mallet, kabakuşlukta Amerikan Elçisine koştuğu vakit tüm şaşkınlık içindedir. Mısır Hidivi de tam o sırada Morgenthau’nin odasından çıkmıştır. Amerikan Elçisi, Sir Louis Mallet’yi karşısında görünce, tazesinden Mısır sorunlarına el atmak ister.

İngiliz Elçisinin karşılığı şu olur:

-- Bunu başka bir zaman tartışırız. Size verilecek çok daha önemli bir haberim var: Çanakkale Boğazı’nı kapadılar.

Morgenthau, İngiliz Elçisinin “kapadılar” derken Türk Hükümetini söz konusu etmediğini biliyordur. Çünkü ikisinin de sözlüğünde, açıp kapama hakkı sadece Türklerin olsa da, Türkiye’de -o sıralar- sözü geçen tek ulusun Almanlar olduğu yazılıdır. Morgenthau, Sait Halim Paşa yalısına girişini yapıp da bekleme odasına, Clément’in tablosunun tam karşısına alındığı vakit yandaki odada da, Sait Halim, Talât, Cemal, Enver Paşalarla Meclisi Mebusan Reisi Halil ve Cavit Bey Türkiye’yi masanın üstüne yatırmışlar, doğramaya çalışıyorlardır. Gecenin ileri bir saatidir. Morgenthau’dan önce İngiliz ve Fransız elçileri de gelmişler, Boğazın kapatılması ile bir gün önce bir sürü Fransızı alıp Marsilya’ya gitmek üzere Istanbul’dan yola çıkan bir Messageries vapurunun Çanakkale’de aranmasını protesto etmişlerdir.


Amerikan Elçisinin varlığı Sadrazam’a duyrulunca, biraz vakitten sonra Sait Halim Paşa Morgenthau’nın yanına gelir.
Şimdi sözü Elçiye bırakalım ki bir yabancı devlet temsilcisinin Türk Devlet adamlarını nasıl küçümsediği ortaya çıksın:

-- Sadrazamın acınacak bir görünümü vardı. Bu adam, hiç değilse adıyla hükümetin en büyük görevlisi, Sultanın da biricik temsilcisi olduğu halde korku ve güçsüzlükten perperişandı. Yüzü sapsarıydı ve tepeden tırnağa tir tir titriyordu. Heyecandan sesi ancak çıkabiliyordu. Kendisine Çanakkale Boğazının kapatıldığının doğru olup olmadığını sorduğum vakit kekelemeye başladı, sonunda da doğru olduğunu söyledi.

Morgenthau’nin bu sözlerine, taş çatlasa, ikiden çok not -on üzerinden- verilemez.

Hazret kararın doğruluğunu öğrendiği vakit de sesinin gradosunu yükseltecek ve: -- Biliyorsunuz bu, savaş demektir, diye parlayacaktır.

Sait Halim Paşa, konuşmayı sürdürmenin gereksizliğini anlamıştır.
Özür dileyerek yanından ayrılır ve konuyu Morgenthau ile tartışması için Maliye Nâzırı Cavit Beyi gönderir.

Cavit Beyin ilk sözü şu olur: -- Bu, bizim için de beklenmedik bir olay oldu.

Kabinetonun konuya yabancı olduğunu gösteren anlamlı bir içdökmedir bu. Sadrazamın bocalamasının nedenini de açığa vurmaktadır. Hayfa ki Elçi, Amerika’nın bu kararı kabul edemeyeceğini yineler. Barış daha ortadan çekilmediğine göre Türkiye’nin ticaret gemilerine Boğazları kapamaya hakkı olamıyacağı üzerinde direnir. Morgenthau, Amerikan Elçiliği için mal ve öteberi getiren bir Amerikan şilebinin Çanakkale Boğazı önünde beklediğini de belirtir. Cavit Bey de geminin yükünü İzmir’e boşaltmasını salık verir. Türk Hükümeti yükün karadan İstanbul’a taşınma giderlerini üstlenecektir. Ama Elçi, vay kerata, öneriyi kurnazlıkla damgalayarak kabul yüzü göstermez.

Bunları bizden eksiklenerek okumaya kalkmayın. Biz bunları anlatmak zorundayız. Bunlar, bir tarihte yatmış, kalkmış, yürümüş, su içmiş, çarşıya çıkmış, pencereden bakmış, saçlarını taramış, balta sallamış, yazı yazmış, kayığa binmiş, sevinmiş, sıkılmış, düş kurmuş, Hacı Arif Beyin şarkılarını dinlemiş yani yaşamın içinde yeralmış insanlardır. Bu höngürtülü ya da höngürtüsüz sözler de, bir tarihte, Boğaz’da, ya da Boğaz’a karşı, etrafa erkek güzelliği saçarak söylenmişlerdir. Biz bunlara cila vurmayacağız da hangi mobilyalara vuracağız.

Elçinin mıymıntılığı karşısında Cavit Bey ne yapsın? O da bu işin bir öncesi bulunduğunu döker ortaya. Çünkü bir Türk torpidosu Çanakkale Boğazını geçip Ege Denizine girmek istemiş, Boğaz’ın dışında bekleyen İngiliz savaş gemileri de Türk torpidosunu durdurmuştur. Yapılan araştırmada Alman denizcileri bulununca İngiliz Amirali torpidoya hemen geri dönmesini buyurmuştur.

Şimdi bu söyleyeceklerimiz, çok rica ederiz, aramızda kalsın. Çanakkale istihkamlarının başında bulunan Weber Paşa da, Türk Hükümetinin düşüncesini sormadan hemen Boğazları kapatmıştır. Fenerlerin ışıkları söndürülmüş, -kimseye çıtlatmayacaksınız değil mi?- denize fileler ve mayınlar indirilmiştir.

Buraya şunu da kıstıralım ki, Boğazların kapatılmasından sonra Boğaziçi birden vebaya tutulmuş bir liman görünümü alır. Buğday, kereste ve daha başka mallar yüklü yüzlerce Rus, Rumen ve Bulgar gemisi -bunları Morgenthau anlatıyor- Boğaziçi’ne daha ileri geçemeyeceklerini öğrenmek için geliyorlardır. Malları alacak yeterince depo olmadığından da topu, yükleriyle birlikte, Boğaz’ın üstünde sallanıp duruyorlar, olayların gelişimini bekliyorlardır. Boğaziçi artık tüten bacalar ve direklerden oluşan bir ormandır. Gemiler Boğaz’ı öylesine tıkamışlardır ki herhangi bir motorun bunların arasında kendisine yol bulabilmesi çok güçtür. Ama sayıları her gün biraz daha artan gemiler, bir ay bekledikten sonra birbiri ardından Karadeniz’e açılıp geldikleri limanlara dönmüşlerdir. Bir hafta içinde Boğaziçi tam bir çöle dönüşür. Zaman zaman bir mavuna, küçük bir kayık, ya da küçük bir yelkenli bu sessizliği bozuyorsa bozuyordur.

Ağustosun onunda Vekiller Heyeti özel kurulu -Sait Halim, Talât Cemal Paşalarla Meclis Reisi Halil Bey- Sadrazamın yalısında yeniden bir araya gelirler. Biraz sonra Enver Paşa da sökün eder. İçeri girerken yüzünde güller açıyordur.

İlk sözü şu olur: --Bir oğlumuz dünyaya geldi.

Sonra da sözlerinden bir şey anlamayan nazırları çokça merakta bırakmamak için lafın gerisini getirir:

-- Goeben ile Breslau bu sabah Çanakkale önüne gelmiş, İngiliz Donanmasının kendilerini izlemekte olduğunu söyleyip Boğaz’dan geçmelerine izin verilmesini istemiş. Anlaşmayla bağlı olduğumuz bir devletin -2 Ağustos 1914’te Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasında gizli bir anlaşma imzalanmıştır- savaş gemilerini kaçınılmaz bir tehlikeden korumak için bu isteğe evetimi bastım. Gemiler 1 şimdi Boğaz’in beri yanında, Boğaz toplarının koruması altında. Bunun sonucu olarak siyasal bir sorunla karşı karşıyayız. Bu gece konuyla ilgili bir karar vermek gerekiyor.

Bahriye Nazırı Cemal Paşa o geceyle ilgili olarak, sonradan anlarında şunları söyleyecektir:

-- Sorun gerçekten pek nazikti. Savaşan taraflardan birinin iki savaş gemisi Osmanlılara sığınmıştı. Yalnızlık kurallarına göre -Savaşın ilk günlerinde Türkiye yansız kalacağını ilan etmiştir- bizim ya 24 saat içinde bu savaş gemilerini kara sularımızdan çıkmaya zorlamamız, yada bütün silahlarından arındırarak bir limanda oturtmamız gerekirdi. Oysa biz, Almanya’ya bir anlaşma ile bağlı olduğumuzdan, bu gemileri düşman eline vermekle bir olacak birinci yolu tutamazdık. Bu hem çıkarlarımıza, hem görevlerimize aykırı idi. İkinci yola ise Almanların yanaşmıyacağı kesindi. Bu durumda İtilaf Devletleri 24 saat sonra, bu davranışımızı savaş nedeni sayarak bize savaş ilan edebilirlerdi. Gerçi bu olay meydana gelecek ve biz savaşa katılacaktık ama, ordumuzun durumu, bu katılmanın elverdiğince geriye atılmasını buyuruyordu.

O gece yalıdaki Encümen-i Vükelâ gemilerin silahtan arındırılmasına karar verir. Ne ki Alman Elçisi Osmanlıları iyisinden savaşın içine çekmek için bu kararı tanımak istemez. Türk Hükümeti de Alman zırhlılarını satın alınmış gibi göstermek zorunda kalır. Cemal Paşa anılarında satışın gerçeğe dayanmadığını ve görünüşte olduğunu açıkça söyleyecektir ama Talât Paşa da tam tersini öne sürecektir:

-- Gemilerin satışı bir gösterişten ibaret olmayıp bir gerçekti.


Bu, savaşın ilk adımıdır.

İtilâf Devletleri gemilerin satışına inanmamış olmakla birlikte, Türkiye’nin yansızlığını sürdürmesi için oldu-bittiyi göğüslerine çekerler. Aralıkta, Osmanlı Donanmasını hale yola koymakla görevli Ingiliz Amirali Limpus Paşa ile adamları işten uzaklaştırılır ve Osmanlı Donanması Başkomutanlığına Alman Filo Komutanı Amiral Souchon Paşa atanır.

Savaşın ikinci ve sonuç veren adımı da 29 Ekim 1914 cumartesi günü şavullanır. O gün Amiral Souchon komutasındaki Osmanlı Donanması Karadeniz’de Rus limanlarını ve kıyılarını -bu iş Enver, Talât ve Cemal Paşaların bilgisi altında yapılmıştır 2- topa tutar.

Belki inanmayacaksınız, biz de ilk kez böyle saba rüzgarı gidişli bir tarih yazıyoruz.
Onun için bu bölümün sonuna İsmail Hami Danişmend’in bir sözünü de oturtmamız doğru olur mu, olmaz mi kestiremiyoruz.

İsmail Hami Danişmend, Sultan Hamit’ten yana bir tarihçidir ama, kimi zaman gerçekleri de çuvaldız gibi sokar:

-- Enver, hiçbir çıkar karşılığında olmamak koşuluyla Türkiye’yi Almanya’ya işte böyle feda etmiş, sonuç olarak da Türklüğe fenalık ettiği ölçüde Almanlığa hizmette bulunmuş ve işte bundan dolayı savaş içinde memleketimize gelen Alman trenlerinde vagonların üzerine “Türkiye” yerine iri harflerle “ENVERLAND / ENVERİSTAN” yazılmıştır.
___________________________________

(1) Sonradan Yavuz ve Midilli adlarını alacak olan bu Alman zırhlıları 10 Ağustos 1914 akşamı saat sekiz buçukta Çanakkale Boğazı’ndan içeri girmişlerdir. Şu da unutulmasın ki, Ağustos 1914 cumartesi günü Almanların isteği ve Sait Halim, Enver ve Talat Paşaların onayı üzerine Bahriye Nâzırı Cemal Paşa Goeben (Yavuz) zırhlısına kömür verilmesini buyurmuş ve Derince’den Ege Denizine bir vapur dolusu kömür gönderilmiştir.

(2) Talât Paşa, anılarında der ki:

Bu olaydan hiçbirimizin daha önceden bilgisi yoktu. Ama herkes gibi ben de Enver Paşanın haberi olduğuna inanıyordum. Bayram günü Meclisi Mebusan Reisi Halil Beyin evinde toplandık. Ben Enver Paşaya epeyce saldırdımsa da. hiç haberi olmadığına yeminler etti. Bu olay da Savaşı artık bir oldubitti durumuna getirmişti.

Cemal Paşa’nın anıları ise şöyledir:

Hatırladığıma göre. Kurban Bayramı arifesinin  akşamı idi. Serkldoryan da (Cercle d’orient) kimi ahbaplarıınla birlikte bulunuyorduk. İngiliz dostlarımdan Mister Weir telaşla yanıma sokularak, bana bir şey söylemek istediğini ima etti. Ayağa kalktım ve yanına gittim: “Karadeniz’de Osmanlı Donanması Odessa ve Sivastopol’u topa tutmuş ve birçok zararlar vermiş. Bundan haberiniz var mı” dedi. Soğukkanlılığımı koruyarak kesin bir dille: “Hayır! En evvel sizden işitiyorum.” dedim. Oysa, daha beş, altı saat önce Enver Paşa olayı bana haber vermiş ve bunun sonucu olarak savaşa girdiğimize kuşkumuz kalmamıştı. Bu havadis hemen yayıldı. Herkes benden haber soruyordu. Bu konuda daha bilgim olmadığından, başka bir şey söylemiyordum. Işte ’Alman Amirali Odessaya saldrmıştır da Bahriye Nazırının haberi bile yoktu’ biçiminde çıkan ve Morgenthau’nun kitabına da giren söylenti bundan ileri gelmişti. Oysa ben o gün olan biten işlerin hepsi üzerinde yeterli bilgiyi elde etmiş bir Nazır olarak sessiz ve kaygısız oturuyor ve da bana verilmek istenilen haberlerin önemi karşısında hiç telaş göstermiyordum.



Salâh Birsel | sanat olayı - Sayı: 12 - Aralık 1981